Konu Başlığı: Ayetlerin Ayet Çerçeveleri Sure Ve Kuran bütünlüğü Açılarından Tahlilleri Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 12 Şubat 2011, 18:35:25 Ayetlerin Ayet Çerçeveleri Sure Ve Kur'an bütünlüğü Açılarından Tahlilleri Velayet kavramının muhtevası ve ayetlerde yüklenmiş oldukları manaların daha İyi anlaşılması için her şeyden önce kavramın geçtiği ayetlerin, âyet çerçevesi, siyâk-sibak çerçevesi, tarihî nüzul ortamı ve Kur'an bütünlüğü açılarından tahlil edilmeleri gerekir. Zira bir ayetin, ayet çerçevesini, siyâk-sibâk çerçevesini, târihi nüzul ortamını ve arka-planını, varsa gerçek nüzul sebeplerini, sûre ve Kur'an bütünlüğünü dikkate almadan anlamaya çalışmak, insanı çoğu zaman olumsuz sonuçlara sevkeder. Çünkü Kur'ânî kavramlar, “Kur'an'da birbirinden ayrı yalın halde bulunmazlar. Her birinin diğeri ile yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, müşahhas anlamlarını birbirleri ile olan bu ilişki sisteminden alırlar. Diğer bir ifade ile bunlar kendi aralarında büyük-küçük çeşitli gruplar teşkil ederler. Ve birbirlerine muhtelif yollarla bağlanırlar. Bu suretle sonunda gayet düzenli bir bütün, son derece karışık kavramsal bir münasebet ağı kurarlar. İşte önemli olan husus, bu anlam sistemini yakalamaktır.[114] Bundan da anlaşılıyor ki manalar yalnız başlarına değil, daima bir sistem içinde değer kazanıyor. [115] Bununla beraber muayyen konular, bazı siyak-sibak çerçevelerinde adeta müstakil olarak ele alınmış görünümü verseler de, her siyâk-sibâk çerçevesi yine de Kur'an'ın diğer pasajlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatlıdır. Çünkü değil bir ayet gurubu, bazan bir terkib bile, bir kaç hedef gözetebilmektedir. Bundan dolayı Kur'an'ın bir biriminin bir konuya münhasır kılınması çoğunlukla mümkün olamamaktadır. Bütün parçalar, bulundukları mana çerçaevelerinde, üzerlerine düşenleri yaparken Kur'an manzumesi içindeki diğer birimlerle olan ilişkilerini de sürdürürler. Dolayısıyla Kur'an'ın her bir azası mükemmel çalışan bir bütün oluşturur.[116] Bu sebeple incelemekte olduğumuz kavramın geçtiği ayetleri, âyet çerçeveleri, siyak-sibak çerçeveleri, târihi nüzul ortamları ve Kur'an bütünlüğü içerisinde irtibatlı oldukları diğer konularla bir bütün halinde ele alarak gerek kavramın ve gerekse ayetlerin taşıdıkları manayı elimizden geldiği nisbette tesbite çalışacağız. [117] a- Enfal 72. Ayetin Ayet Çerçevesi Burada ayet çerçevesi ile kastımız, “sözün sarfedildiği yer olarak düşünebileceğimiz çerçevedir. Kur'an kendi bütünlüğü içerisinde anlaşılmaya çalışılırken öncelikle değerlendirmeye tabi tutulacak olan bu çerçevedir. Yani kelimeleri ve terkipleri, önce cümlenin bütünlüğü İçinde anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü bazan cümlenin tamamlayıcı unsurlarından her hangi birini değerlendirmeye aldığınız takdirde, varacağınız sonuç, Kur'an'ın o bölümde iletmek istediği fikirlerden az çok farklı veya zıddı olabilir. Bu itibarla Kur'an'ı anlarken öncelikle cümle ve ayet bazında anlatılmak isteneni tesbit etmek gerekmektedir. Meselâ, Bakara suresinin 275. ayetinin baş tarafında faiz yiyenlerin yani faiz muamelesinde bulunanların kıyamet gününde şeytan çarpmış kimseler gibi kalkacaklarından bahsediliyor. Fakat ayetin devamında onların, böyle fena bir duruma duçar kılınmalarının sebebi üzerinde duruluyor ve Allah, alışverişi helal, faizi ise haram kıldığı halde bu insanların, alışverişle faizi eşit tutmaları, bu ikisinin arasında hiç bir fark görmedikleri, dolayısıyla faizi de alışveriş gibi helal saydıkları için şeytan çarpmış gibi dirilecekleri anlatılıyor. Eğer biz bu ayetin devamını dikkate almadan ilk bölümünü anlamaya kalkışırsak gerçekten farklı bir sonuca varırız. Çünkü bu takdirde, avetin başındaki” ifadesinin zahirine bakılarak faizi haram saymaksızın yiyenlerin ve bu muamelede bulunanların böyle bir azaba maruz kalacakları gibi, bir sonuç çıkar ki bu da, Kur'an'ın bu ayette muhataplarına vermek istediği şey değildir.”[118] Tıpkı yukardaki örnekte olduğu gibi mevzumuz olan “İman edipte hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (Muhacirleri) barındırıp yardım edenler; işte onlar birbirlerinin velisidirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara /Velayet” namına bir şey yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”[119] ayetinin odak noktasını teşkil eden “İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara “ /Velayet” namına bir şey yoktur.” ifadesini, ayet çerçevesini dikkate almadan tefsire çalıştığımızda Kur'an'ın bu ayette bize vermek istediği mesajı kısmen veya tamamen yanlış anlayabiliriz. Nitekim bir kısım müfessirler bu hususları gözardı ettiklerinden ayette geçen kavrama Araplar arasında hiç de maruf olmayan manaları yükleme yönüne gitmişler ve ayeti yakın hedefleri dururken uzak hedeflerine hamletmişlerdir. Diğer bir ifadeyle ondan uzak ve yakın bütün ihtimalleri içine alacak genel ve evrensel hükümler çıkarmak yerine, genel ve daha râcih olan manalarını dışarda bırakacak dar ve kısmî anlamlar çıkarmışlardır. Dikkat edilirse âyetin birinci cümlesinde, iman edip hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin, muhacirleri barındırıp onlara yardım edenlerin, birbirlerinin velîleri ve dostları oldukları ifade ediliyor. Bunu takibeden cümlede, iman ettiği halde hicretle birlikte diğer hasletlere sahip olmayan mü'minler üzerinde birinci gruba giren mü'minlerin velayet haklarının bulunmadığı ifade edilerek iman edenlerin birbirleri üzerindeki velayetlerine sınırlama getiriliyor. Üçüncü kısımda ise, getirilen bu sınırlama ile birlikte din konusunda yardıma muhtaç oldukları ve hicret eden mü'minlerden yardım istedikleri zaman, bu yardımı sağlamanın bir vecibe olduğu vurgulanıyor. Nihayet son kısımda bu yardıma da bir sınırlama getirilerek birinci grubun anlaşmalı olduğu bir toplum aleyhine yapılmaması ve ahde vefasızlıktan kaçınılması isteniyor. Şayet ayetin bu cümlesini, ilk üç kısmıyla son kısmını dikkate almadan değerlendirecek olursak, bu cümlelerin altını çizdiği velayetin, sözü edilen iki grub müslüman toplum arasında dostluğu mu, yardım ve desteği mi, ganimet paylaşımındaki hak ve yetkileri mi, yoksa mirasla ilgili hususları mı ifade ettiğini anlama konusunda ciddi hatalara düşebiliriz. Nitekim ayet ve ayette geçen kavramla ilgili müfessirlerin görüşlerini sunarken ayrıntıları ile ele alacağımız gibi Nesefi, Zemahşerî ve benzeri müfessirler ayeti tefsir ederken “sizin onlarla miras konusunda bir ilişkiniz yoktur”[120] açıklamasını yaparak ayeti ve orada geçen kavramı sırf dâru'l-İslam'ın mensubu olan mü'minlerie hicret etmeyerek müşrikler arasında ikamete devam eden mü'min toplum arasındaki miras hükümlerini tanzim eden bir ayet olarak anlamak istemişlerdir. Keza İbn Kesîr gibi bazı alimler de ayetin anlamını sadece ganimet ve fey mallarının taksimi manasına tahsis etmek istemişlerdir.[121] Halbuki bu ayetin bu cümleden önceki ilk iki cümlesi ile bundan sonraki cümleleri birlikte düşünüldüğü zaman onu miras ve ganimet ve miras yönünden birbirlerinin velileri olduklarını değil, umumi bir üslupla her yönden birbirlerinin velisi olduklarını ifade etmektedir. Zira îbn Cerir et-Taberi'nin de belirttiği gibi velayet ve veli kavramlarının manaları arasında doğrudan doğruya miras ve varis olma manaları mevcut değildir. Bu kelime, sadece miras işlerini üstlenip ifa etme konusunda velisi olur manasına dolaylı olarak kullanılan bir kavramdır.[122] Dolayısıyla burada kavram, hakiki anlamları ile birbirlerinin işlerini üstlenme, birbirlerinin işlerine müdahale etme yardım etme, koruyup gözetme ve benzeri gibi daha geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Nitekim ayetin son kısmı bu koruma, gözetme yardım edip kollama manalarını içerdiğini teyid etmekte ve bunun sınırlarını belirlemektedir. Buna göre İslam yurdunda hicret eden ve hicret eden mü'minlere yardım ve barınma imkanı sağlayan mü'minlerin şirk diyarından hicret etmeyerek müşriklerin arasında ikamete devam eden mü'minlere akide bağından doğan koruma, yardım ve gözetme gibi sınırlı sorumluluklarını devreye sokacaklar ancak bu da kendilerinin anlaşmalı olduğu bir topluma karşı olmayacaktır. Zira müslümanlar başkaları ile yapmış oldukları anlaşmaları onlar bozmadığı sürece bozmayacaklardır.' Çünkü Kur'an, müslümanları, başka toplumlarla yaptıkları anlaşmalara süresi sona erinceye kadar uymaya davet eder ve kendileri bozmadıkları müddetçe bunu mutlaka yerine getirilmesi gereken bir vazife kabul eder.[123] Şu halde ayetin, “Hicret edinceye kadar sizin için onlara velayet namına bir şey yoktur” ifadesi zahiren, bu iki grup mü'min topluluğu arasındaki velayet ilişkisini ortadan kaldırmakla beraber, ilk ve son cümleleri birlikte düşünüldüğünde akide bağından doğan bir sorumlulukla yine de bunlara belirli şartlarda koruma ve gözetme hakkını tanımış oluyor. Bu şartlara göre iman edip hicret eden ve hicretle birlikte ortaya çıkan nazik ve hassas durumlarda birbirlerine yardım edip barındıranların, kavramın içeriği itibariyle birbirlerinin birinci derecede velileri olduğunu, hicreti terk ederek fızîkî bakımdan İslam cemiyetine iltihak etmeyen ve onlarla olan ilişkilerini sadece akide bağıyla sınırlandıran mü'minlerin, bu konumlarına paralel olarak sınırlı hallerde velayet haklarının bulunduğunu ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile kendilerine ancak belirli şartlarda yardım eli uzatılabilecek ve koruyup gözetme imkanına sahip olabileceklerdir. Bu hususlar dikkate alındığında ayette geçen velayetin mücerret miras ve ganimet paylaşımı konusundaki sorumluluğu değil, yardım etme, koruyup gözetme, işlerini üstlenme ve müdahale etme gibi manalara kullanıldığını gösteriyor. Değilse, belirli şartlarda yardım ve korumaya müsaade verilmesinin, belirli şartlarda da bu yardım ve korumadan menedilmesinin anlamı ve yukarıki kısımlarla bir irtibatı olmayacaktır. Netice olarak bu ayetteki velayet kavramı, sadece miras ve ganimet takshnindeki sorumluluğu değil, kavramın genil anlamında mündemiç olan bir velayeti ifade etmektedir ki buna yukarıda belirttiğimiz hususlarla birlikte miras ve benzeri gibi bütün sorumlulukları üstlenme de dahildir. [124] b- Ayetin Siyak-Sibâk Çerçevesi Yönünden Tahlili Kur'ân'ın anlaşılması konusunda siyak ve sibak ilişkisinden söz etmek için öncelikle bu kelimelerle sözlük ve ıstılah olarak ne kastedildiğinin bilinmesi gerekir. Bu münasebetle burada bu kavramların açıklamalarına kısaca temas etmekte fayda mülahaza ediyoruz. Siyak: İfade şekli, ifade tarzı, sözün gelişi [125] gibi anlamlara gelir. Sibak ise: Bir şeyin öncesi, geçmişi, üst tarafı, başlangıcı, bağ, bağlantı, söz ve yazının baş tarafı anlamlarına gelir.[126] Bu iki kelime “Siyak ve Sibak” şeklinde birlikte kullanıldığı zaman, bağlam, kontekst, sözde baş ve son uygunluğu, tutarlılık, sözün gelişi, sözün başıyla sonunun bir birine uy-gunluğu [127], sözlerin uygun bir şekilde birbirini takip etmesi anlamlarında kullanılmaktadır. Terim olarak ise bu iki kelime şu anlamlara gelmektedir. a- Bir dil birimini çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, bir çok durumda söz konusu bu birimi etkileyen, onun anlamını, değerini ve içerimini belirleyen olgusal, kavramsal veya sistematik çerçeve ya da çerçeveler bütünü.[128] b- Manalarını aydınlatan bir söz veya paragrafla çerçevelenmiş bir söylem bölümü. Kelime ve terkiplerin bu anlamlarından da anlaşılacağı üzere bir kelâmı tam ve doğru olarak anlayabilmek için onu başı ve sonu ile bir bütün halinde ele almak gerekir. Bu kelâm insanlığın hidâyet rehberi olan Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı Kerim olunca onun hakkıyla anlaşılmasında bu hususa riâyet edilmesi bir başka önem arzetmektedir. Kolayca görülebileceği gibi Kur'ân her ne kadar konularına göre tertip edilmiş bir kitap değilse de o, bazı durumlarda aynı konuyla ilgili âyetleri peşpeşe sıralar. Ardarda gelen bu âyetlerin çoğu zaman ortak bir hedefi vardır. Dolayısıyla ifadeler hep bu gözetilen maksadın etrafında deveran eder. Bundan dolayı belli bir âyet grubunun içinden bir ayetin veya ayetin bir bölümünün çıkarılıp müstakil olarak tamamen farklı bîr gayeye hizmet ettirilmesi doğru olmaz. Çünkü bu tür yaklaşımlar Kur'anın hiç kastetmediği bir sonuca götürür. Nitekim kendi doğrularını Kur'ân'a onaylatmaya çalışanların, ifadeleri çoğunlukla siyâk-sibâk bütünlüğünden soyutlayarak yorumlamaya çalıştıkları bir vakıadır. Gerçekten “şu âyet veya âyetin şu bölümü, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir” yahut “şu kelimeden şöyle bir hüküm çıkarabiliriz” şeklindeki ifadelerle, Kur'ân'ın küçük birimlerini fikri bütünlükten mücerret olarak değerlendirme, siyâk-sibâk'ın gözardı edilmesinde en büyük faktörlerden biri olmuştur. Ne yazık ki gerek tefsir kitaplarında, gerekse kelam ve İslam hukukuna dair kitaplarda bu tür değerlendirmelere çok rastlanmaktadır. İhtilafları körükleyen en büyük amillerden birinin bu siyâk-sibâk çerçevesini dikkate almama hatası olduğu ortadır.[129] Zira âyetleri siyâk-sibâk bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışmadığımızdan Kur'ân'ın hiç te kastedmediği bir takım mefhum ve mânâları ona yüklemek gibi bir durumla karşı karşıya geliriz. Bu münasebetle Kur'ân'ı anlamaya çalışan bir kimsenin bu hususu mutlaka göz önünde tutması gerekir. Bu sebeple mevzumuz olan Enfal 72. ayeti ve bu ayetin maksadını doğru olarak tesbit edebilmemiz için onu, ayet çerçevesi yanında ayrıca bağlı bulunduğu ayetler grubu içerisinde, diğer bir ifade ile siyâk-sibâk çerçevesi içerisinde değerlendirmemiz gerekmektedir. Enfal suresi 72. ayeti, sure içindeki tertibi itibariyle gayr-i müslimlerîe yapılan savaş sonrası ganimet taksimini tanzim eden iki ayetten sonra gelmektedir. Bu ayetlerin, nüzul tarihleri ve sebepleri açısından kendinden önceki ayetlerle birlikte mi yoksa tamamen ayrı vasat ve şartlarda mı indiğini gösteren her hangi bir belge yoktur. Dolayısıyla bu ve bundan sonraki ayetler savaş sonucu ortaya çıkan hususlarla ilgili olarak indirilmiş ve sure ile bir bütün oluşturmak üzere diğer ayetler arasına yerleştirilmiş olması mümkündür. Kendinden önceki ayetler esirlere karşı nasıl hareket edilmesi gerektiği ve ganimetle ilgili hükümleri tanzim eden ayetler olması itibariyle mevzumuz olan Enfal 72. ayetinin manasını doğrudan etkileyici özelliğe sahip değildir. Bu münasebetle ayetin ancak kendisinden sonra gelen ayetlerle birlikte mütalaa edilmesi gerekmektedir. Nitekim tefsirle ilgili kaynaklara bakıldığında İbn Cerir et-Taberi, Kurtubi ve benzeri müfes-sirler de bu ayeti özellikle kendinden sonra gelen iki ayetle birlikte ele almışlardır. Bu itibarla ayetin siyâk-sibâk ilişkisini daha genel anlamda tarihî nüzul ortamına bırakarak burada sadece kendinden sonra gelen iki ayetle birlikte mütalaa edeceğiz. Ayet çerçevesinde ele aldığımızda görüldüğü üzere bu a-yet, mü'minlerin birbirleriyle olan dînî, hukukî ve beşerî münasebetlerini belirli esaslara bağlamaktadır. Bundan sonra gelen 73. ayet ise, aynı şekilde kavramların içeriği itibariyle kafirlerin de sadece birbirlerinin velileri olduğunu, yani onların da ancak birbirlerine yardım edeceklerini, birbirlerini koruyup gözeteceklerini ve birbirlerinin iş ve sorumluluklarını üstleneceklerini ifade etmekte ve bu dengeler gözetilmediği takdirde yer yüzünde büyük bir fitne fesadın meydana geleceğini ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bu hususa işaretle 73. ayette şöyle buyuruyor: “Kafirler de birbirlerinin velisidirler. Eğer siz bunu (Allah'ın tanzim ettiği şekilde) yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur.” Dikkat edilirse bu ayette de yüce Allah önceki manayı te'kid etmek üzere kâfirlerin ancak birbirlerinin velisi olduğunu, bunun asla birbirine karıştırılmaması gerek bir husus olduğunu aksi halde büyük bir fitne ve fesadın meydana geleceğini ifade ediyor. Zira bir toplumun dostunu düşmanından ayırdedememesi ve ilişkilerini hangi çerçevede sürdüreceğini bilmeden hareket etmesi çoğu zaman kendisi için en büyük fesat ve musibet kaynağı olur. Zira dostunu düşmanıyla karıştıran ve arada mesafe kaymadan hareket edenler, düşmanın düşmanından görebileceği her türlü kötülük ve musibetle karşılaşabilirler. Zira bu denli yakınlıktan dolayı ona, verilmemesi gereken sırlarını verebilir, tevdi etmemesi gereken vazifeleri tevdi eder, sorumluluklarını yükleyebilir ve her türlü işlerine onu ortak edebilir. Bunun sonucunda ise, “(Ey mü'minler), kitap ehli kafirler de müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler.”[130] ayeti ile de sabit olduğu üzere bir kâfir, bir müslümanın hayr ve salahını istemeyeceğinden onu her türlü fitne ve fesada sevkedebilir. İşte bu iki ayet müslümanların dikkatlerini bu noktaya çekerek inananlar ile inanmayanlar arasındaki velayet ve dostluk dengelerinin nasıl ve hangi şekilde tanzim edileceği konusunu esasa bağlamaktadır. Bundan sonra gelen; “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler, gerçek mü'minlerdir. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” mealindeki 74. ayet ise, savaş sonrası hicret ederek İslam cemiyetine katılan mü'minlerin de her bakımdan öncekiler gibi olacağını ifade etmektedir. Bu ayet aslında önceki ayetlerle birlikte düşünüldüğünde onların bir tekrarı gibi gözükse de aslında öyle değildir. Nitekim müfessirler, “Bu ayetlerde tekrar yoktur. Zira önceki ayetler mü'minler arasındaki velayet ve yardımı ihtiva etmektedir. Bu ayetler ise, o mü'minleri Övgü ve şereflendirmeden bahsetmekte ve onlara lütfedilen bağışlamayı ve cennette onlar için hazırlanan bol rızkı anlatmaktadır.”[131] Şu halde bu üç ayet, ayet çerçeveleri ve siyâk-sibâk çerçeveleri ile birlikte düşünüldüğü zaman onları mücerret miras veya ganimet taksimindeki yetki ve sorumluluk/velayet manasına anlamamız mümkün değildir. Burada bir birbiri arkasına sıralan bu üç ayet, bu iki husus da dahil olmak üzere, birbirlerini koruma, gözetme, yardım etme, sorumluluklarını üstlenip o işi idare etmesi ve benzeri yönlerden mü'minİerin ancak mü'minleri veli edinebilecekleri, kâfirlerin de sadece birbirlerinin velileri oldukları; mü'minlerin onları hiç bir yönden veli edinemeyecekîeri ve gerek dînî, gerekse dünyevî hak ve sorumluluklarını onlara tevdî edemeyecekleri vurgulanmaktadır, diyebiliriz. [132] c- Ayetin Tarihi Nüzul Ortama Ve Sûre Çerçevesi Ayetin yer aldığı Enfâl suresi hicretin ikinci yılında müslümanlarla müşrikler arasında vukubulan ve İslam'da ilk savaş olan Bedir harbinden sonra nazil olmuştur. Bedir savaşının ganimetlerinde ve bu ganimetlerin bölüşümünde müslümanlar arasında bazı anlaşmazlıklar vukubulmuş, ganimetlerin nasıl taksim olunacağını, bu konuda hüküm verecek kimselerin Muhacirler mi, Ensar mı yoksa hepsi mi olduğu Hz. Peygamber'e sorulmuş, bu soru üzerine de mevzumuz olan Enfâl sûresi nazil olmuştur.[133] Bu sebeple sure, söz konusu savaşın ayrıntılı ve kapsamlı bir özetini sunmaktadır. Tüm surenin bir defada indirilmiş olması muhtemel olmakla beraber savaş sonucu ortaya çıkan problemlerle ilgili bazı ayetler sonradan indirilmiş ve bir bütün oluşturmak üzere diğer ayetler arasında gerekli yerlere konulmuş da olabilir.[134] Sure umumî akışı içerisinde ele alındığında iki bölüm olarak değerlendirilebilir. Birinci kısım ganimetlerin açıklanması ve bu konudaki münakaşaların beyanı ile başlıyor ve onu Allah ve Resulüne havale ediyor. Sonra müslümanları takvaya davet edip onlara imanın hakikatini açıklıyor ve bu imana ulaşmaya çağırıyor. Daha sonra bir taraftan muharabenin durumunu dile getirirken diğer taraftan da orada münakaşasını yaptıkları ganimetler hususunda Allah'ın takdir “ve tedbirini açıklıyor. Nihayet müslümanları Allah'a ve Resulüne ihanet etmekten, mal ve çocukların fitnesine kapılmaktan sakındırıyor. Buna göre 1- 41. ayetlerin oluşturduğu bölüm “Savaş ganimetleri” ile ilgili sorunları ele alır. Kur'an bunların savaş ganimetleri değil, “Allah'ın nimet ve lütfü” olduğunu söyler ve Bedir savaşının da diğer savaşların da, müslümanların çabaları ile değil, Allah'ın yardımı ile kazanıldığını göstererek bunu isbat eder. Aynı zamanda müslümanların savaştaki amacının ganimet toplamak değil, İslam'ın vaz edilmesine engel olan tüm elverişsiz şartlan ortadan kaldırmak olması gerektiği söylenir. Bunun yanısıra, ganimetler, Allah'ın nimetleri olduğu için, onları toplama hakkı da sadece Allah ve Resulüne aittir. Daha sonra müslümanlar bu şartları kabul edecek bir konuma getirdikten sonra 41. ayette ganimetlerin nasıl bölüştürüleceği açıklanır. İkinci kısmı teşkil eden 42-54. ayetlerde ise, başarısızlık ve mağlubiyete uğramamak için mü'minlerin kendi aralarında birbirleriyle münakaşaya girişmelerini yasaklayarak onlara sabrı tavsiye ve savaşta gösteriş ve şımarıklıktan uzak kalmayı emrediyor. İnsanlara gösteriş olsun diye şımarıklıkla yurtlarından ayrılan ve şeytanın hilelerine aldanarak insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışan kâfirlerin akibetini hatırlatarak müslümanları ikaz ediyor. Onları takdir ve tedbiri son derece hikmetli, her türlü yardıma muktedir ve sonsuz kudret sahibi olan yüce Allah'a; sadece ona güvenip dayanmağa davet ediyor. 55-59. ayetlerde anlaşmalara sadakat emredilmekte ve müslümanlardan, karşı taraf bozmadıkça yapılan anlaşmalarına sadakat göstermeleri istenmektedir. 60-66. ayetlerde müslümanların her an cephede savaşmaya fakat karşı taraf istediği takdirde de barış yapmaya da hazır olmaları talep edilmektedir. 67-71. ayetlerde ise, savaş esirleri ile ilgili talimatlar verilmektedir. 72-75. ayetlerde müslümanların düşmanlarına karşı bir bütün halinde olabilmeleri için birbirleri ile uyumlu bir ilişki içinde olmaları gerektiği öğretilmekte ve nihayet İslam devletinin mensupları arasındaki münasebetlerin tanzimi ile İslama giren fakat henüz dâru'l-İslam'a dahil olmayan müslümanlarm statülerini belirlemeye yarayacak İslam anayasasının bazı maddeleri ortaya konmakta ve bu iki toplum arasındaki münasebetlerin, hatta umumî prensip yönünden kâfirlerle muayyen hallerdeki münasebetlerin düzenlenmesine ait hükümler açıklanarak sure sona ermektedir.[135] Şu halde sure gayri müslimlerle savaş hallerini, savaş stratejilerini, bu gibi durumlarda müslümanlarm maddi ve manevi bakımdan alması gereken vaziyeti ve nihayet gayr-i müslimler ve gayr-i müslimler arasında bulunan müslüman fertlere karşı takınılması gereken tavrı belirlemektedir. Bu tavır ise, müslümanlarm gayr-i müslimleri veli yani, dost, sırdaş, yardımcı, koruyucu, hakim, vasi tanıyamayacakîarının ve onları işlerine karıştırıp sorumluluklarım onlara tevdi edemeyeceklerinin bilinci içerisinde hareket etmelerinden ibarettir. Bunun yanısıra sosyal ve fizikî ortam yönünden onlarla ilişkisini keserek İslam cemiyetine katılıp bu cemiyetin bir uzvu olma vasfını taşımayan mü'minlerin de sınırlı haller ve şartlar dışında velayetlerini, yani koruma, gözetme, yardım etme ve işlerine müdahale etme gibi bir takım sorumluluklarını üstlenme mecburiyetlerinin bulunmadığının bilinci içerisinde hareket etmeleridir. Aynı zamanda İslam cemiyetinin mahremiyet arzeden önemli işlerini onlara tevdi etmemeleri de bu tavrın kapsamına dahil edilmelidir. [136] [115] Izutsu, a.g.e. s.21. [116] Albayrak, Halis, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul, 1992, s. 155. [117] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 54-55. [118] Albayrak, Halis, age. s. 44 [119] Enfal: 8/72. [120] Nesefi, Medarik, II/l 13; Zemahşeri, Keşşaf, 11/135-136. [121] Bkz: İbn Kesîr, Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim, IV/39-40. [122] Taberi, a.g.e, VI/298. [123] Bkz: Tevbe: 9/4, 7. [124] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 55-60. [125] Cubran Mes'ud, er-Râid, IV. Baskı, 1981- Daevellioğlıı, Ferit, Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lügat, II. Baskı. Ankara, 1993, s.959; Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, X. Baskı. 1994, s.990. [126] Doğan, Mehmet, a.g.e, s.983. [127] Devellioğlu, Ferit, a.g.e, 959; Doğan, Mehmet, a.g.e, s.990. [128] Bkz: Demir, Ömer - Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul, 1992, s. 334. [129] Albayrak, Halis a.g.e, s.46 [130] Bakara: 2/105. [131] Sâbûnî, M. Ali, Safvetü't-Tefasîr, (Ofset Baskı), İstanbul, Tarihsiz, 1/517. [132] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 60-65. [133] Bkz: Elmalılı, a.g.e, IV/199. [134] Mevdûdî, a.g.e, II /127. [135] Bkz: Kutup, Seyyid, a.g.e, IH/1515; Mevdudi, Tefhim, U/138. [136] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 65-68. |