๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuranda İnsan Psikolojisi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:31:09



Konu Başlığı: Alışkanlıkların Terk Edilmesindeki Zorluk
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Nisan 2011, 15:31:09
Alışkanlıkların Terk Edilmesindeki Zorluk

 "Medyen'e de kardeşi Şu'ayb'ı (gönderdik)...: -Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin ve yeryüzünde fesat çıkararak fenalık etmeyin! Eğer inanan insanlar iseniz, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. (Ama yine de siz bilirsiniz), ben sizin üzerinize bekçi değilim.' '-Ey Şu'ayb, dediler, 'senin namazın mı sana, babalarımızın yaptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?.,."[503]

"Lût'u da (hatırla). Hani O, kavmine şöyle demişti: '-Siz, sizden Önce (ins ve cin) âlemler(i için)den hiç kimsenin işlemediği bir fuhşu yapıyorsunuz, siz (kadınları bırakıp) erkeklere gidiyorsunuz, yol kesiyorsunuz ha? ...Kavminin cevabı, sadece: 'Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah'ın azabını getir! demeleri oldu."[504]

"(İnsanları) diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesadın, vay haline! O ki, mal yığdı ve onu saydı durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. Hayır, ant olsun ki O, Hutame'ye atılacaktır..."[505]

"Hayır, eğer bu (kötü huylarından vazgeçmezse (onu) perçem(in)den yakalar (ateşe fırlatırız, o yalancı, günahkâr perçeminden."[506]

Daha birçokları içinden örnek olarak aldığımız bu âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi her peygamberin; gönderildikleri toplumlarda itikâdî olanlarla birlikte en çok üzerinde durdukları konulardan biri de-ahlâksızlık problemi olmuştur. İnsan haysiyet ve şerefine yakışmayan hareketlerin bir toplum içinde yıllarca yapıla gelmesinden sonra ise bu hareketler sanki insanoğlunun, medenî olmasının bir gereği imiş gibi görülmeye başlaması yüzünden değiştirilmeleri pek güç olur. Hele hele bu hareketler, toplumun seçkin sayılanları arasında da yayılmış ve bunu düzeltmeye kalkışan kimsenin, o günün bozulan değer ölçülerine göre, seçkin sayılanların dışından birisi olması halinde iş daha da güçleşir. Bu güç işi düzeltmeye kalkışan peygamber veya onun yolundan giden hak yolunun rehberi ve mürşitleri daima alay dolu şu sözlere muhatap olmuşlardır:

"(İnanmamakta ısrar edenler) dediler ki: '-Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. (Yapa geldiklerimizi terk edecek   değiliz,   çünkü   bütün)   bu   (anlattıkların)   evvelkilerin (uydurduğu) âdet(ler)inden başka (bir şey) değildir. (Dolayısıyla artık bugün onlara uyamayız.)"[507]

Peygamber Efendimiz s.a.v.'in davetini de inkâr eden ileri gelenlerin hayatlarını incelediğimizde, onların içki, kumar, rüşvet, faiz, hırsızlık, yalancılık vs. gibi sapık alışkanlıklara müptela olduklarını görürüz

Akıl ve vicdan reddetse bile insan fıtratına ters düşen bu çirkin hareketleri, nefis tarafından büyük bir hoşgörü ile karşılanır, hatta imkân buldukça onu tekrar etmekte kendisinin haklı olduğunu kişiye telkîn eder. Nefsin akla galip geldiği ve olumsuz hareketlerin tecziye edilmediği câhiliye devri Arap toplumunda, bu alışkanlıklar, tekrar edile edile vicdan ve akıllarda şartlanmış olduğundan artık sosyal hayatın kaçınılmaz bir bölümü imiş gibi görülmeye başlanmıştı. Nefislerini tatmış olduğu bu hayvanı zevklerden sarhoş olan Mekke mele'i, işte böyle bir çıkmazın içine girmiş, bu sebeple kendilerine uzatılan dost ele düşman gözüyle bakmıştır.

Mele'in alışageldiği olumsuz hareketleri yüzünden inanmadıklarına dair canlı bir örnek şudur:

Câhiliye devrinin ünlü şâirlerinden A'şâ b. Kays, müslüman olmayı arzu etmişti. Hatta Peygamber Efendimiz s.a.v.'i öven uzunca bir şiir de yazmıştı. Müslüman olmak için Mekke'ye geldiğinde, maksadını öğrenen müşrikler telâşa kapılıp onu imân etmekten caydırmak için etrafını sarmış ve: "-O, zinayı yasaklıyor, (bu takdirde sen nasıl müslüman olursun?). A'şâ cevaben: "-Benim zina ile bir ilgim yoktur" der. Bu sefer onlar: "-O, şarabı da yasaklıyor." deyince, A'şâ: "-Bak bunun tadını henüz çıkarmış değilim, bu sebeple dönüp bu sene  şaraba kanayım, ondan sonra gelip müslüman olurum." der ve dönüp gider. Fakat o sene eceli gelip çattığı için müslüman olma şerefine nail olamaz.[508]

Mekke ileri gelenlerinden her birinin bunun gibi bazı zaafları vardı ki İslâm daha ilk günden beri hepsine amansız bir savaş açmıştı. Onlar ise nefislerine mağlup olduklarından, bir türlü bu hareketlerinden vazgeçemiyorlardı. Bu yüzden onlar, vahyin ilk başladığı günden itibaren bırakamadıkları bu çirkin hareketleri yeren Kur'ân'ı beğenmeyip O'nun değiştirilmesini istediklerini şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:

"Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: '-Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu(n içindeki haram ve helâlleri) değiştir.' dediler."[509]

Fakat ilâhî cevap her zaman olduğu gibi yine inkarcıların istedikleri gibi olmamıştır:

"Siz haddi aşan bir kavim oldunuz diye, o Kur'ân'ı size göndermekten vaz mı geçelim?"[510]

Her şeye rağmen ilâhî vahiy bu minval üzere, fert ve toplum hayatına zarar veren çirkin hareketleri yererek sürüp gidiyor ve hâdiseler de mele'in aleyhine gelişiyordu. İslâm'ı durdurmak için kurdukları tuzaklardan, daha çok kendileri zarar görüyor, böylece toplum içindeki huzur bozucu ve ahlâksız hareketlerinin cezalarını daha dünyada iken, geride kalanlara ibret verecek şekilde görüyorlardı. Bunun yanında müslümanlar, sayılar az da olsa, temiz ve düzenli yaşantıları, birbirlerinin acı ve tatlı günlerini paylaşmaları ile örnek bir nesil oluşturmuşlar, böylece iyi ile kötünün fark edilmesine zemin hazırlayarak zorlamaya lüzum kalmadan çoğunluğun kalbinde yer etmiş ve daha sonra da kendilerine uymalarını sağlamışlardır.[511]

 C- Günümüzde Mele'

 1- Dinlerin Toplumdaki Tesirlerini İncelemenin Gereği

 Tarihte izine rastladığımız her toplumda; acı ve tatlı günleri beraberce paylaşmakla fertleri bir birine kaynaştırmada, arasındaki ilişkileri düzenlemede, kendileri için tespit ettikleri müşterek gayelere varmada ve içine düştükleri zor günlerden kurtulmada, velhâsıl hayatın her safhasında din en büyük rolü oynamıştır.

Bunun için tarihî hâdiselerden hiç biri, din gerçeği anlaşılmadan gereği gibi izah edilemez. Bütün dinler, hak veya bâtıl oluşlarına göre toplum için daima müspet veya menfî yönde itici bir güç oluşturmuştur.

Tarih boyunca hiç bir toplumun dinsiz kalmadığını; hak olsun bâtıl olsun muhakkak bir dine sahip olduğunu da artık hiç kimse inkâr edemiyor. Bir şeye inanıp bağlandıktan sonra da, onun tesirinden kurtulmanın imkânı olmadığına göre her toplum, kendi fertlerinin inandığı ve yaşadığı dinin; edebî, ahlâkî, iktisâdı, hukukî, siyâsî, idarî, medenî ve diğer sahalardaki müspet ve menfî tesirlerini incelemesi gerekir.

Bunu gerçekleştirebilmek için de anılan sahalarda toplum için ileri atılımlar yapabilmek maksadı ile kurulan üniversite, fakülte ve yüksek okullarda, dinlerin de bu konulardaki tesirlerini inceleyip gün ışığına çıkarmak gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için de; anılan müesseselerde sırf bu maksatla özel kürsüler kurup o konularda dini de bilen ihtisas sahibi ilim adamları yetiştirmek, buna imkân yoksa o müesseselerde dinî konularda ihtisası olanlara da yer vermek gerekir. İşte o zaman dinin toplumu müspete doğru itici gücünden en güzel bir şekilde istifâde edilir, bâtıl oluş veya yanlış anlamadan doğan menfî tesirleri de halkın hissiyatının galeyana gelmesine meyden vermeden, ikna edilerek önlenmiş olur. Böyle yapıldığı takdirde elde edilen ilmî başarılar o halkın nazarında şüphe ile karşılanmayacak ve hemen kabul edilerek topluma mal edilip uygulamaya geçmek mümkün olacaktır.

Orta Çağ boyunca ilim ve din kavgasının sürdüğü günümüz Avrupa'sında bu mesele halledilmiş, muharref olmasına rağmen bütün eğitim kademelerinde kendi dinlerine yer verilmiştir. Böylece birbirini tanımamaktan doğan düşmanlık sona ermiş, toplum huzurunu temin için din ve ilim el ele vermiştir. Akla ve mantığa muhalif görüşlere sahip oluşunu gören Hıristiyanlık da bir çok konularda yanlış düşündüğünü kabul etmiş ve artık eskisi gibi sosyal hayatın her sahasında söz sahibi olduğunu iddia etmekten vaz geçmiştir. Böylece Batı kendi meselesini hallettikten sonra, Ortadoğu'daki menfaatlerini sağlamlaştırmak için İslâm'ın, müslüman toplumlar üzerindeki tesirlerini incelemek için ihtisas sahibi kimseler yetiştirmeye koyulmuş ve bu konuda bir hayli mesafeler de kaydetmiştir.

İslâm Türk Toplumuna gelince, geçmişinde, Batı’dakine benzer kavgaları olmadığı halde, ilim ve din arasında böylesine bir ilişki kurulamamıştır. Bundan daha da acısı; bu ilişki kurulup akıl, mantık dolayısı ile ilmin ışığında hakkın bâtıldan ayrılmasına bir zemin hazırlanmadığı halde, ilim adına konuştuğunu iddia eden bâzı yarı aydınlarımız, Batı'daki acı tecrübelerden canı yanmış ilim adamları edası ile, dinimizi ilme karşı ve terakkiye mâni olmakla suçlamaktadırlar. Batı'nın bu kanaatini alıp peşin bir hüküm ile ayrı bir zeminde kullanan yarı aydınlarımızın; Câhiliye devrinde Peygamberimize karşı: "Sen ne dersen de biz, babalarımızı bu yolda bulduk ancak ona uyarız." diyen mukallit mele'ten ne farkı var?

Günümüz yarı aydını ile câhiliye devri mele'i arasında böyle bir benzerlik bulduk diye hemen haklarında nasıl bir hüküm vermemiz gerekeceği hakkında söze başlamadan önce Batı'daki gibi bizde de, dinimizin sosyal hayattaki tesirlerinin incelenmesi gereğini tekrar vurgulamak gerekmektedir. Bu yapıldığı takdîrde, kalkınıp huzur ve refaha ermemiz konusunda Kur'ân ve Sünnet'ten kaynaklanan menfî bir tesir bulunamayacaktır. Çünkü din olarak İslâm, Orta Çağ'daki papazların kendi dinleri için iddia ettikleri gibi, deney ve tecrübenin karşısına dikilip kâinattaki; fizikî, kimyevî, riyâzî, felekî vb. bütün gerçeklerin kendi kitaplarında anlatılanlardan ibaret olduğunu ve dolayısıyla gözlem ve deneye gerek kalmadan, bu konularda görüş beyan etmenin kilisenin hakkı olduğunu iddia etmemiştir. Tam aksine Kur'an, insanları kainatı ve ondaki bütün hadiseleri izlemeye ve tabiata ve sosyal olaylara hakim olan "sünnetullahı" incelemeye çağırmaktadır. Dolayısıyla dinimizde; akla, mantığa ve ilme ters düşen hiç bir esas yoktur.

Ancak on dört asır gibi uzun bir sürenin; farklı zaman, zemin ve şartlarında bir takım uygulama eksiklikleri veya hataları olabilir. Çünkü artmayan ve eksilmeyen bir kaynak olan Kur'ân ve Sünnet'teki temel esaslardan; sürekli değişen ve çoğalan sosyal olaylara yön verecek prensipler tespit edip uygulamaya geçmede bazı gecikmeler mümkündür. İşte imkan dahilinde olan bu ihtimâllerin gerçekte var olduğunu kabul etsek bile, bu eksikliği o günün uygulayıcılarında değil de İslâm'da aramak aklî, mantıkî ve ilmî olmakla bağdaşmaz. Öyleyse fert, devlet ve milletler arası gibi hukukun bütün dalları, iktisat, fen, tabiat, tıp ve diğer sahalarda ihtisas sahibi olanlar -peşin hükümlerinden sıyrılarak- Kur'ân ve Sünnet'i incelediklerinde bu ikisinin ya ilme paralel bir takım temel hükümler getirdiklerini veya o konularda sustuklarını göreceklerdir. Böylece her uzman kendi dalı ile ilgili ilme ters düşen bir prensip bulamayacaktır. Hakkında hüküm bulunmayan konularda ise, akıl otorite kabul edildiği için o sahalarda topluma uygun olanını tespit salâhiyetinin ihtisas sahibi olarak kendilerine döneceğini göreceklerdir. Bütün bunlar yapıldıktan sonra ilmî olduklarını iddia edenler için iki şık kalır: Ya akıllarını yorarak o konuda topluma uygun olanı ortaya koyacaklar ya da bunu yapamadıkları halde eski görüşlerinde ısrar ederek dinimizin terakkiye mâni olduğunu söyleyip kendi kabiliyetsizliklerini örtmeye çalışacaklardır. Bu durumda ise dinden önce bizzat kendileri ilmi karşılarına almış olacaklardır. Bu gerçekler karşısında yine de görüşlerinde ısrar eder ve yaşantılarım da dinin gösterdiği doğrultuda düzeltmezlerse muhakkak Allah indinde sorumlu olacaklardır. Memleketin kalkınması ve diğer menfaatleri açısından, ilmî dedikleri çözüm şekillerini bildikleri halde ispat edip ortaya koymazlarsa memleketin gelişmesini ve ileri medeniyetler seviyesine çıkmasını istemiyorlar mânâsına geleceğinden, ülkemizin menfaatlerine karşı gelmiş sayılacaklardır. Yoksa Orta Çağ'da, ilmî kanaatlerinden dolayı yakılan, zehirlenen ilim adamlarının durumuna mı düşmekten korkuyorlar? Zaman Orta Çağ, zemin Avrupa, inandıkları din Hıristiyanlık ve kendileri dâhil içinde bulundukları toplum Frenk denilen toplum olmadığına göre böyle bir evhama kapılmaları da yersizdir.

İşte böyle düşünen yan aydınlarımızın bu ve bunun gibi söylenebilecek daha bir çok töhmetlerden ve peşin hükümlerinden kurtulabilmeleri; dinimizin de ilme karşı görünmekten aklanabilmesi için bütün üniversitelerde araştırmalar yapıp İslâm'ın toplum üzerindeki tesirleri incelenmelidir.

Bütün bunlar yapılarak: "Dinde zorlama yoktur, gerçekten doğruluk, sapıklıktan ayrılıp) ap açık meydana çıkmıştır. "[512] âyet-i kerîmesinde belirtilen serbest bir ortam oluşturulmadan, inandıklarını söyledikleri halde, bazı ön yargılarının psikolojik baskıları altında kalmaları ve tarihte görebildikleri bazı aksaklıklar yüzünden imân zaafına düşenleri; peygamberleri ilk inkâr eden mele' gibi görüp din dışı saymak kolay olmasa gerektir. Bunu söyleyivermek kimse farkında olmadan Kur'ân'ın beyânlarına ters düşebilir. Çünkü Kur'ân bir çok yerde: "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, "[513] inadında ısrarı, inkâr olarak kabul ediyor. Ayrıca Peygamberler, kendi devirlerindeki inkarcıları, seviyelerine ve içinde bulundukları ortama uygun delillerle tebliğ ve gerektiğinde beyân ile, en güzel bir şekilde ikna ediyorlardı. Bu gün, dinimizin mürşitleri olarak biz de, önce onları bu eksik veya yanlış düşünceye sevk eden sebepleri ortadan kaldırıp, ortada aklı çelen maddî veya manevi bir ikrah bırakmamamız gerekir. Dolayısıyla araştırmamızın bundan sonraki kısmında, kısa da olsa böyle bir denemeye girme ihtiyâcını hissettim. Günümüz mele'ini bu yanlış kanaate sevk eden sebepleri, dahilî ve haricî olmak üzere ikiye ayırıp incelemeye başlamadan önce İslâm'ın ilk devirlerinde akla verilen önemi de özetlemek gerekir.[514]

 2- İslâm'ın İlk Devirlerinde Akla Verilen Önem

 Mekke mele'inin hırs, hasen, zulüm ve baskılarından kurtulan müslümanlar, Medine devrinden itibaren özlemini duydukları eşitlik ve adalet esası üzerine kurulmakta olan hayat tarzını uygulamaya başladılar. Bu arada sosyal ilişkilerini düzenleme konusunda karşılaştıkları problemler vesile edinilerek yeni yeni emir ve yasaklar geliyor, böylece tatbikî bir şekilde takip etmeleri gereken hayat tarzlarını geliştirip eğitim ve öğretimini yapmış, kendilerinden sonraki nesiller için de bir örneğini bırakmış oluyorlardı.

Hakkında ilâhî emir olmayan konular, Peygamberimiz s.a.v.'e sorulup hal yoluna konuluyordu. Peygambere ulaşmanın mümkün olmadığı yer ve zamanlarda ise Kur'an ve Sünnetten sonra kendi görüşleri ile karar veriyorlardı. Müslümanlar bu kolaylık ve alışkanlıktan dolayı, esasla ilgili olmasalar bile karşılaştıkları her meseleyi, o güne kadar tespit edilen esaslara uygun yorumlar yaparak akıllarıyla çözebildikleri halde ve böyle yapmaları gerekirken çoğu zaman hemen gidip Peygamberimize soruyorlardı. Sorulan her konuda cevap verildiğinde ise, hakkında birkaç türlü çözüm şekli olabilecek genel ('umûm) hükümler, özel (husus) hâle geliyor, böylece değişecek olan zaman ve zeminler içerisinde toplum menfaatine daha uygun olabilecek diğer hükümlerden birini tercih imkânı kalmıyordu. Bunun yanında, Kıyâmet'e dek toplumun karşılaşabileceği bütün meseleleri; adalet, eşitlik, fert ve toplum menfaatine uygunluk şartına bağlı olarak halledebilmek için gereken temel esasların, yirmi küsur sene gibi kısa bir zaman içinde, uygulamalı olarak vaz'edilmesi de gerekiyordu.

Kıyâmet'e dek, sayı ile ifâdesinin mümkün olamayacağı kadar çok, gündeme gelmesi muhtemel olan sosyal ihtiyaç ve problemlerin her biri için, bu kadar kısa bir zaman içinde, esaslar vaz'etmenin ve onları nazarî bilgiler olarak ihtiyaç anına kadar hıfzedip nesilden nesile aktarmanın ise beşer takatine göre imkânsızlığı herkesçe kabul edilir bir gerçektir. İşte bütün bu imkânsızlıktan dolayı; vaz'edilen mahdut fakat temel esaslara paralel olarak kullanılacak akla, topluma ışık tutması bakımından büyük bir görev düştüğü; sık sık Peygamber Efendimiz s.a.v.'e sormak yerine gerektiğinde O'na da müracaat edilmesinin lüzumu müslümanlara şöyle hatırlatılıyordu:

"-Ey imân edenler, açıklandığında (tercîh imkânınız kalmayacağı için) hoşunuza gitmeyecek olan ve Allah onları affettiği halde Kur'ân indirilirken sorduğunuz takdirde (kesin çizgileri ile) size (muhakkak) açıklanacak olan şeyler (hakkında sık sık sorular) sormayın!”[515]

Hz. Ömer r.a. da, Kırtâs Hâdisesi diye meşhur olan meselede Peygamber s.a.v.'e yapılan talebi bu ilâhî ikâz doğrultusunda geri çevirmiştir. Çünkü açıklanmasında zaruret olan bir mesele olsaydı ilâhî vahyin ve Peygamber Efendimiz s.a.v.'in bunu eksik bırakıp vefat sancıları anına kadar geciktirmesi mümkün değildir.

İşte müslümanlar bu anlayışla asırlarca, Kur'ân ve Sünnet'te bulunmayan fakat kendi toplumları için gereken bazı iktisadî, siyâsî, idarî vb. esasları ilâhî ve aklî esaslara ters düşmeyecek bir şekilde tespit etmeye çalışmış ve topluma dünyevî huzuru temin etmeye gayret etmiştir.[516]

 3- Günümüz Meie'ini, müslümanlari İslam Dininin geri bıraktığı Görüşüne İten Sebepler

 a. Dahilî Sebepler

 Peygamber Efendimiz s.a.v.'in rehberliğinde başlayan İslâmî öğretim ve eğitim, ilim ve dinin beraberce yürütülmesi esasına dayanıyordu. O'nun meclisinde, o günün ilmî seviyesine göre her konu tartışılabiliyordu. Çünkü dünya ve ahirette mutlu olma müjdesinin temeli buna dayandırılmıştır: "(Ey Muhammedi Farklı düşünceleri) dinleyip de sözün en iyisine uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru ypla ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[517] Bu anlayış; tecrübe, deney vb. ilmin gelişmesine yardımcı olan diğer unsurların da ilâvesiyle; Hü lefa-i . Râşidîn, Emevî, Abbasî, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlıların yükselme devri sonlarına kadar devam etti.

Fakat dinî ilimlerin daha geniş okutulması maksadıyla medreselerden fennî ve tabîî ilimler kaldırılınca Osmanlı toplumunda fen, teknik, hukuk ve bunlara bağlı olarak da siyâsî ve askerî sahalarda gerilemeler başladı. O zaman İslâm'ın bayraktarlığını yapan Osmanlılardaki her sahada görülen bu gerilemenin tara aksine Hıristiyanlığın temsilcisi durumunda olan Avrupa'da ise bir ilerleme göze çarpıyordu.

Dinî ilimlerin daha geniş okutulması niyeti ile, fennî ilimleri programdan çıkaran medrese çevreleri, bazı metod eksikliklerinden dolayı dinî ilimlerde de topluma ışık tutacak bir gelişmeyi gösterememiş, önceden yazılmış eserlere haşiye ve şerhler yapmaktan veya yine bu şerhleri özetlemeden öteye müspet bir çalışma yapamamıştır.

Bunların yanında; eskiden başlatılan bir alışkanlığa uyularak, öğretimde bir kolaylık sağlar niyet ve maksadıyla dinî ilimlerdeki bütünlük de bozulmuş; ibâdet, itikâd, ahlâk ve muamelât diye kısımlara ayrılmıştır. İlmin kovulması, dindeki bütünlüğün de bu şekilde bozulmasından sonra eserlerin yazılması vs. gibi yapılan çalışmalarda harcanan mesâilerin çoğu, ilk üçü hakkında, ilmî usullere de uyulmadan harcanmış, muamelât konusunda çalışmalar yapmaya ve bu konuda toplumun her an değişen ve gelişen ihtiyaçlarına cevap verecek düzenlemelere gitmeye zaman kalmamıştır. Bu yüzden toplumdaki hizmet alış-verişi esnasında çıkacak ihtilâfları çözmekle görevli kadıların, uyacakları belli kanunlar olmadığı için, kendi kabiliyet ve ellerinde bulunabilen eserler ile yetinmek mecburiyetinde kalmaları farklı uygulamalara yol açıyordu.

Ayrıca topluma ilmen ve fikren hâkim olanlar, kendilerinden önceki ilim ve fikir adamları gibi, insan ilişkilerindeki problemlere, Kur'ân ve Sünnet'in vaz'ettiği esaslar doğrultusunda o günün üslûbu ve anlayışına uygun içtihadı görüşler sunamadıklarından; eskilen ile yetinmiş, yeni doğan şartlara göre toplumun ihtiyaçlarına cevap verememişlerdir. Bu konuda daha da ileri giderek önceki ulemânın tespitlerinin istikbâlde de yeterli olacağı fikri yerleştirilip hâkim görüş haline getirilmiş ve içtihâd kapısının tamamen kapandığı ilân edilmiştir. Halbuki ictihâdlarının yeterli olduğuna inanılan büyük imamlardan hiç birinin böyle bir iddiası olmamıştır. Bu sebeple böyle düşünmek onları da töhmet altında bırakmaktadır.

Bu kanaatin yayılmasından sonra, dinin toplum için geldiğini ve hayat tarzının ona göre düzenlenmesini topluma telkîn edenler de böyle düşünüyorlarsa, mele'ten önce bizzat kendileri dinimizi sosyal hayatın dışına itmiş oluyorlar. Çünkü toplum hayatı, her an imkânları artarak ve gelişerek değişip tekâmül etmektedir, onu durdurmanın imkânı yoktur. Zaten âhiretin tarlası olan dünyayı ve dolayısıyla âhireti imâr da bunu gerektirir. Bu sebeple yeni doğan ihtiyaçlara cevap verecek, İslâm'a uygun müesseseler kurmak; bunun yanında kötü niyet ve maksatlardan zarar görmesini önleyecek yeni tedbîrler almak ve bütün bunları zamanında tespit edip hemen uygulamak gerekir.

Böyle yapılması gerekirken sanki din, sadece Allah ile kul arasındaki ilişkileri düzenlemek için gelmiş de bu meseleler tamamen halledildiği için ictihâdlar durdurulmuştur. Bu anlayışa göre imân esasları ve namaz, oruç gibi ibâdetlerin sahîh olması için -Peygamberimizin vefatı ile tamam olan Kur'ân ve Sünnet cem' ve tedvîn suretiyle tamamen taranarak- uyulması gereken farz, vacip, sünnet, müstehâb, mübâh; kaçınılması gereken haram, mekruh ve müfsidler tafsîlatlı bir şekilde tespit edilmiş olduğu için artık bu konuda yeni bir fikir ilâvesine gerek kalmamıştır. Allah ile kullar arasındaki ilişkiler olan ibâdetler için bu görüş belki yeterli olabilir, çünkü -Kur'ân ve Sünnet'in tamam oluşu ile artması ve eksilmesi söz konusu olmayan- sayısı belli ibâdetler hakkında söylenecek yeni bir şey olmayabilir.

Fakat sosyal ilişkiler devam ettiğinden, her an doğabilecek yeni ihtiyaçları karşılamak ve bunun için de yeni müesseseler gerektiğinden, tahmîn ve hayal güçleri ne kadar çalıştırılırsa çalıştırılsın, bütün ihtiyaç ve tedbîrler, önceden açık bir şekilde tespit edilemez. Buna rağmen istikbâldeki bütün ihtiyaçlarımıza cevap verecek ictihâdlar yapılmıştır, demek; beşerin yaratılış ve kabiliyetlerine aynı zamanda vakıaya da ters düşer. Çünkü insan bir dereceye kadar ileri görüşlü olabilir, ama gâipden haber verircesine, her konuda istikbâl için söylenecekler ancak bunlardan ibarettir demek, insanüstülük mânâsına gelir. Böyle düşünmenin ise şirke yol açabileceği önceki izahlarımızda görülmüştür.[518]

Her konuda müslüman toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek ictihâdlar yapılmıştır demenin, vakıaya ters düştüğünü de şu misâlimizde görmek mümkündür:

Genel olarak, itikadı esaslara olan imânları, ibadetlere düşkünlüklerindeki ihlâslan ve İslâm ahlâkına olan bağlılıklarından hiç şüphe edilmeyen müslüman toplumumuzda; muamelâtın bir bölümü olan nikâh ve boşanma müesseseleri, toplumdaki Allah korkusunun azalması oranında, karşı tedbîrleri alınmak suretiyle istismarına meydan vermeyecek bir şekilde geliştirilememiştir. Bu yüzden Allah korkusu az; buna mukabil içki, kumar, zevk ve şehvet gibi her türlü melanete son derece düşkün olan kimselerin çoğaldığı bu günün toplumunda boşanmalar; yine sadece erkeğin -sarhoş olduğu veya tehdit altında söylemek mecburiyetinde bırakıldığına bakılmaksızın- bir mecliste ve bir defada izhâr edeceği, hatta şahidi de olmayan ve haklı bir sebep de göstermesine ihtiyaç duyulmayan bir irâde beyânına bırakılması zaman zaman istismar edilmesine zemin hazırlamış ve hiç bir müslümanın  tasvip edemeyeceği bazı aile facialarına yol açmıştır.[519]

Bu aile facialarını gören toplum da, gereken tedbîrlerin alınarak boşanma müessesesi sağlamlaştırılmadığından, dinin günlük yaşantımızı düzene koyması açısından yeterli olamayacağı dolayısı ile başka kaynaklar aramanın gereğini duymaya başlar. Hatta bu durumun günümüzde, toplumun acıma hisleri istismar edilerek tiyatro ve sinemalardan, din adamlarını dolayısı ile tezyif maksadına matuf bir şekilde sergilemesi, toplumun büyük bir kesiminde gizli bir imân zaafı ve muhalefetin doğmasına yol açar.

Fakat gelişen fitneyi durdurmak için gereken tedbirler alınarak kurulurken karşılıklı irâde beyânı, mehir ve diğerleri gibi sağlam esaslar üzerinde kurulan ailenin, bozulurken de aklen ve şer'an kabul edilebilir sebeplere bağlayacak esasları, kadın ve çocukların mağduriyetini önleyecek tedbîrleri tespit etmek, her halde Kitap ve Sünnet'in esaslarına muhalif düşmezdi.

Bu tedbîrler alınmaksızın uygulana gelen şekliyle; babası, anası sağ öksüzleri toplum merhametine terk etmek de cemiyete yük olmak ve hem de toplumdaki kin ve nefretleri önleyerek huzur temin etme makamında olanları çaresizlik içinde bırakmak gibi külfetli ve üzücü olaylar, Kitap ve Sünnet'in ruhuna belki tamamen uygun düşmüyor denemez ama İslâm'ın toplum için öngördüğü huzuru da tam yansıtmadığı da açıkça söylenebilir.

İşte zaman ve zeminin değişmesi ile toplumdaki müspet ve menfî gelişme oranında gereken tedbîrlerin, dinin temel esaslarına ve akla uygun bir şekilde tespit edilip beşerî ilişkilerde ortaya çıkan ihtiyaç ve problemlere yansıtılmadığı için mele' sosyal ilişkileri düzenlemede dinin kâfî gelmeyeceğini sanmış ve böylece ortaya çıkan boşluğu gidermek için başka kaynaklar arama yolun gitmiştir.[520]

 b. Haricî Sebepler

 Yükselme devrinin sonuna kadar İslâm'ın bayraktarlığını gereği gibi yapan Osmanlılar, yukarıda anıldığı şekilde fen, teknik ve dolayısıyla savaşlarda gerilemeye başlayınca bunun telâfisi için çareler aranmaya başlanmıştı. Bunların içinden, Avrupa üniversitelerine öğrenciler gönderip Garb'ın ilmini, fennini, tekniğini, serbest muhakemesini, fikir hürriyetini, demokrasi anlayışını ve uygulamasını öğrenip kendine mal etme düşüncesi başta geliyordu.

Büyük sayılara varan ve döndüklerinde memleketin aydın tabakasını oluşturan bu talebeler, anılan ilimleri öğrenip memleketimize getirmek yerine, oranın teşrifat, eğlence ve kıyafetleriyle ilgili yeni yeni modalar getirdiler. Bütün bunlardan daha da acı tarafı da, din düşmanlığı modasını getirmiş olmalarıdır. Çünkü onlar gittikleri yerde, dine düşmanlığı aydın olmanın ilk şartı olarak gördüler.

Bu şart Avrupa için doğru olabilir, çünkü orada din denilince Hıristiyanlık akla geliyordu. Hıristiyanlık ise muharref bir din olduğu için akıl, mantık ve ilimle bağdaşmayan, hurafe mahsûlü birçok mesele ve iddialarla dolu idi. Buna rağmen  bu dinin mümessilleri olan papazlar, kâinatta mevcut bütün gerçeklerin, kitaplarındaki anlatılanlardan ibaret olduğunu iddia ediyor ve hiçbir kimsenin bunların dışında her hangi bir gerçeği keşfedemeyeceğini savunuyordu. Bu sebeple deney ve tecrübenin mahsûlü olsa bile, yeni bir keşifte bulunduğunu söyleyenler, aforozdan diri diri yakılmaya kadar envai çeşit işkencelere tabi tutuluyordu. İşte böyle bir ortam içinden, henüz yeni kurtulan ilim adamlarının, kendi dinleri olan Hıristiyanlığa düşman olmaları hem ilmin, hem de Orta Çağ boyunca biriken bir kin ve intikamın gereğidir.

Bu dinin mümessilleri olan papazlar yukarıda anlatıldığı gibi ilim ve ilim adamlarına karşı olmakla beraber toplum için siyâsî, idarî ve hukukî alanlarda yapılması gereken yeniliklere de karşı çıkıyor, bunları savunanlarla da amansız bir mücâdeleye girmiş bulunuyorlardı.

Orta Çağ Avrupa'sindaki bu ilim ve din (Hıristiyanlık) kavgası yıllarca sürmüş ve bu arada birçok ilim adamı Englizisyon Mahkemeleri'nde zehirlenerek, yakılarak veya diğer işkencelerle öldürülmüştür. O günün Avrupasızda; hukukî, siyâsî ve idâri sahalara hâkim olmakla toplumun mele'i sayılan mezkûr sınıf elindeki bu imtiyazlarını bırakmak istemediğinden bu mücâdelenin içine girmişti.

Fakat Fransız İhtilali'nden sonra ilim adamları bu mücâdelede tamamen galip gelince papaz sınıfının elinden, yukarıda anılan imtiyazları alındı ve ancak kilise duvarları içindeki hâkimiyetleri kendilerine bırakıldı.

Bu din-ilim tartışmasından sonra Avrupa'da artık şu hüküm toplumda hâkim görüş haline geldi:

Din (Hıristiyanlık) ve temsilcileri, sadece kilisedeki ibâdetleri idare ve tanzim işleri ile fertlerin itikatlarını yönlendirmede topluma hâkim olacak; fakat ilim, fen, teknik, iktisat, hukuk ve benzeri sahalara karışmayacaktı. Böylece toplum hayatı dinin bu sahadaki tesirlerinden tamamen tecrit edildi. Çünkü Hıristiyanlık dini ve kilise teşkilatı, toplumu üçlü ilah ve azizlere aşırı hürmet gibi karışık bir inanca davet etmekle, her sahada fikirleri dondurucu ve durdurucu, hatta geriye itici bir rol oynadığı ispat edilmişti. Yukarıda anılan hüküm verilip bu konuda kesin bir galibiyet elde edilmesiyle, ilim ve tecrübenin ayak bağı olan papazlar saf dışı edilerek yeni yeni icâd ve keşifler yapılmış, toplumun birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini belirten yeni kanunlar düzenlenmiş, böylece her sahada bir gelişme başlamış ve bütün bunlar toplumun istifadesine sunulmuştu. Deney, tecrübe ve ilim sayesinde elde ettikleri bu başarıların verdiği gurur ve sarhoşluğun şımarıklılığı ile Avrupa aydınlarının bazıları şu kanaate vardılar:

Deney ve tecrübe ile elde edilen maddî ilimlerin çözemeyeceği hiçbir problem olmadığı gibi, toplumun değişen ve gelişen bütün ihtiyaçlarına da en güzel bir şekilde cevap verebilir. Dolayısıyla bu güne kadar bizi geri bırakan bu din (Hıristiyanlık) anlayışına artık hiçbir sahada ihtiyaç kalmamıştır.

Böylece, bilhassa Fransa'da olmak üzere bütün Avrupa'da yeni bir dinsizlik ve maddecilik cereyanı başlamış ve aydın çevrelerinde bir moda haline gelmiş oldu. Sanki dinsizlik, aydın olmanın bir şartı; dindarlık ise adeta cehaletin bir alâmeti sayıldı.

İşte böyle bir ortamda eğitim ve öğretime başlayanlar, maalesef Avrupa aydın kesiminin bu kanaatini aynen taklit edip benimsediler. Özellikle "taklit ettiler" diyorum, çünkü Avrupa aydınlarını bu kanaate sevk eden sebepleri incelemeden onlar da öyle düşünmeye başladılar. Veya Orta Çağ boyunca süren ilim ve din kavgasını tarihten okumuş olduklarını kabul etsek bile, ilmin karşısında yazılan "din" kelimesinin yanma bir parantez açıp onun Hıristiyanlık dini olduğunu anlayamadılar.

İşte taklide dayalı bu kanaatlerle dolu olarak Avrupa'dan gelen ve Osmanlılarda aydın kesimi oluşturanlar, kalkınmanın Garp'taki gibi, dine karşı tavır almakla olabileceği fikrini hâkim çevrede yaymaya başladılar. İşte böylece Osmanlı son dönemlerinde topluma hâkim olan mele'in çoğu bu kanaati taşır oldular.

Halbuki Osmanlıların Yükselme Devirlerinin sonlarına kadar din-ilim ayrılığı yoktu. Din ve ilim birbirlerinden ayrılamayacak kadar yek diğerini tamamlayan bir bütün idi. Kur'ân'a baktığımızda da bunu fark etmemek imkânsızdır. Dinî emir ve yasaklar vaz'edilirken, mu'cizevî üslûbu ve bütünlüğü bozulmadan, biyolojik, astronomik, tabiî, tıbbî veya tarihî gerekçeler iç içe gözler önüne serilivermiştir.

İşte bu yüzdendir ki Avrupa Rönesans ve Reform'un oluşmasında büyük payları olan, Gazâlî, İbnü Rüşd, İbnü Sina, İbnü Haldun, İbnü Kesîr, Fârâbî, Râzî gibi büyük şahsiyetler, dinî ve aklî ilimleri, hiç tenakuza düşmeden, kendilerinde cem' etmişlerdi. Dini en güzel bir şekilde anlıyor ve hayatlarında da hiç tereddüt etmeden uyguluyorlar ve böyle yaparken de ilmî açıdan en ufak bir mahzur da gördüklerini söylemiyorlardı. İbnü Rüşd ve İbnü Sina gibi şahsiy etler in eserleri Avrupa üniversitelerinde yıllarca okutulmakla kendi ölçülerine göre de aklî ilimlere ters düşmediklerinin delilidir.

Günümüzdeki hâkim çevreler arasına, her nasılsa girmeyi başarmış yarı aydınlarımızın bir kısmını da, inandıklarını söyledikleri halde, anılan yanlış görüşe sevk eden haricî sebepler arasında Sosyalizm, Komünizm, Liberalizm ve Siyonizm gibi yabancı ideolojileri zikretmek gerekir.

Çünkü İslâm'ı sadece inanmakla yaşamaya çalışan kimseler, inandığı dinin dünya görüşünden hiç haberdâr olmaz, buna mukabil kendi içlerinde akla ve mantığa ters düşmeden sırf ferdiyetçilik veya ferdin; bilgi, kabiliyet, liyâkat ve çalışkanlığı gibi faziletlerine önem vermeyen toplumculuk esası üzerine kurulan bu sistemlerden her hangi biri hakkında, yoğun bir propaganda altında, mukayese etme "ve daha iyisini seçme fırsatı kalmadığı için, yavaş yavaş şartlanmaya ve kendi değerlerine, bu arada dinine küçümseyici gözle bakmaya başlar. Bu duruma düşen bir kimseye acilen İslâm'ın adalet ve eşitlik anlayışının, sadece dil ile söylenip inançla yaşatılmaya çalışılan nazarî bir ütopya olmadığı, topluma huzur vermesi açısından tarihte eşine ender rastlanan uygulamalara sahip olduğunun anlatılması gerekir. Bunlara ilâveten toplumdaki sakat, hasta, ihtiyar ve fakirlerin geçimlerinin, zengin kimselerin acıma hislerine terk edilmediği, çünkü zekâtın dünyada ödenmesi kanun gereği bir borç olduğu da izah edilir.

Yukarıda anılan propagandalar altında kalanlara bütün bunlar yapılmazsa belki de bir defa daha kazanılmayacak bir şekilde kaybedilmiş olurlar. Çünkü Komünizm ve benzeri çarpık ideolojiler girdikleri ülkeyi öyle kolay kolay terk etmedikleri gibi, efsun Sadıkları kafalardan da pek kolay çıkmazlar.

Anılan çarpık ideolojiler için kendi içlerinde aklî ve mantıkî bir sistem kurmuş olabilirler, derken şunu kastediyorum: Bu sistemler toplumun sadece emekçi veya sermayeci gibi belli bir kesimin menfaat temeli üzerine kurulmakla, sadece bu sahada mantıkî ve kendilerine göre insanî olabilir. Fakat bu takdirde toplumun diğer kesimini yok saymak gerekir. İşte bu halleriyle, toplumun bir tarafına fazla müşfik diğer tarafına ise zâlim davranmaktan kendilerini kurtaramayan bu sistemler, kendi içlerindeki işleyişleri bakımından ilmî olabiliyor, fakat insanî olamıyor. Buna şu örneği verelim:

Eğer bu sistem sırf emekçilerin menfaati esası üzere kurulmuş ise, emeğini bizzat hizmette kullanabileceklerin (meselâ on iki ila altmış yaşlar arası olanların) menfaatine çalışır, diğerlerini ise kendine yük ve asalak kabul eder, aklı ve mantığı da bu doğrultuda kullanır. Fakat bu sistemde insan olarak kabul edilen, sakat, hasta, yaşlı, çocuk, yeni doğum yapan kadın gibi emeğini kullanamayanlar elde edilen nimetlerin pek azına, belki de ölmeyecek kadarına sahip olurlar. Diğer sistemlerin de bunun gibi zaaf taraflarını bulmak mümkündür. Şu halde bu sistemlerin getirdiği sosyal prensipler toplumun her ferdine doğumdan ölümüne kadar insana yakışır şekilde hitap edemez.

Ama İslâm, bütün bu avantaj ve dezavantajları göz önüne alarak, toplumun bütün fertlerine uygun düşecek bir sistemin oluşmasını sağlayacak temel esaslar koyuyor. Bunların içinde "te'âvun = karşılıklı yardımlaşma" esası başta geliyor. İşte İslâm'ın aklî, ilmî ve aynı zamanda insanî olan bu ve diğer prensipleri toplumumuzdaki diğer fertlere anlatılmalıdır.

Her devirde olduğu gibi günümüzde de zenginlik, kişiyi zevk, safa ve israfa götürecek şekilde ölçüsüzce kullanılırsa, bu malî güce sahip olanla? kendiliğinden İslâm'm bu konudaki sınırlayıcı esaslarına ters düşeceklerdir. Bu gibi kimseler gittikçe nefse hoş gelen bu hareketleri, kendileri tarafından kullanılması gereken bir hakmış gibi görmeye başlar. Eğer böyle düşünen kimselere kazanmış oldukları servetin; Allah Te'âlâ'nın kendilerine verdiği sıhhat, güç, kuvvet vb. nimetler ile herkes için yarattığı imkânlar zemininde çoğaldığını, dolayısıyla sakatlık gibi çeşitli sebeplerle, aynı imkânlardan istifade edemeyenlerin belli bir ölçüye göre bu servette hakkı olduğu anlatılmazsa Kârûn gibi şımarık, kibir ve gurura kapılarak Allah'a isyan ederler.

İşte, yanlış eğitim ve öğretim yüzünden edinmiş oldukları bu asılsız kanaat ve peşin hükümlerin baskıları, günümüzün ileri gelenleri üstünden kaldınlabilirse, inat ve kibirleri yüzünden dönmemekte ısrar eden pek azı müstesna, inandıkları din İslâm hakkında bu gibi şüphelerden kurtulmuş olacaklardır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm'ın eğitim ve öğretimini üzerine alanlara büyük görevler düşüyor.

İslâm'ın her şeyden önce bir toplum dini olduğu şuuruna vararak bu konuda topluma neler getirdiğini iyice araştırıp öğrenmek ve onu yaşamakla örnek olmak. Bunun yanında halkla olduğu gibi toplumun ileri gelenleri ile de devamlı ilgi içinde olmaya çalışmak. Bazı kusurları veya yanlış düşünceleri yüzünden muhatapların Allah indindeki derecelerini ölçme ve öğrenme gayreti içine girmek yerine onları ikna ve ıslâh etmeye çalışmak.[521]


[503] Hûd: 11/84-87.

[504] ‘Ankebût: 29/28-29.

[505] Hümeze: 104/1-4.

[506] Alak: 96/15-17.

[507] Şu'arâ: 26/136-137. Mânâ için bkz.: Suyûtî, Celâleyn, II, 71 vd.; Beydavi, a.g.e., 493; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., VI, 257.

[508] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 25 vd.

[509] Yûnus: 10/15.

[510] Zuhruf: 43/5.

[511] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 160-163.

[512] Bakara, 2/256.

[513] Muhammed, 47/25-32.

[514] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 163-167.

[515] Mâide: 5/101. Ayrıca Kitâb ve Sünnet'ten sonra akla düşen görevin düşünmek olduğu hakkında bkz.; Nahl, 16/44.

[516] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 167-169.

[517] Zümer: 39/17-18.

[518] Bkz.: Sahîfe.

[519] 1917 tarihinde kabul edilen Osmanlı Hukuku Aile Kararnamesi'nin 104 ve 105. Maddeleri ile; sarhoşun ve ikrah altında kalanların talâkı, -bu konudaki diğer üç mezhebin görüşü kabul edilerek- geçerli kabul edilmemiş ve böylece bu tür istismarlar kısmen önlenmiş fakat ailevî geçimsizlik vb. sebeplerden dolayı bazen sinir buhranı geçirmesi muhtemel bir kimsenin sarhoş olanlardan da daha az, irâdesine hakim olabileceği ve söylediklerinin mânâsını daha az anlayabileceği düşünülerek bu durumlardan doğabilecek zararların telâfisine imkân veren bir madde konmuştur.

[520] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 169-173.

[521] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 173-178.