๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Öyküleri => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 10 Aralık 2010, 16:29:25



Konu Başlığı: Talut Öyküsünü Anlatan Âyetlerden Bazı Tespitler
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 10 Aralık 2010, 16:29:25
Talut Öyküsünü Anlatan Âyetlerden Bazı Tespitler

Tâlût öyküsünde yakalayabildiğimiz bazı incelikleri ve ipuçlarını belirtmeye çalışacağız. Reşid Rıza ve Seyyid Kutub'un belirttiklerini tekrar etmeden, ama onların söylediklerinden de esinlenerek bu tesbitleri yapacağız.

1-Yüce Allah "Görmedin mi?" diyor. Burada görmek, gözle görme değil,bilmek anlamındadır. Israiloğullarından o topluluğu bilmedin mi? demektir. Bu soru, öğrenme ve ona teşvik etmeyi ifade etmektedir. Sanki, o topluluğun öyküsünü öğren, demektedir.

2- "lsrailoğullarından   elit   bir   topluluk"   ifadesinde bselirtilen kişiler, önde gelen seçkinler ve ileri gelenlerdir. Isfahani, "mele' "kelimesini, "Bir görüş üzerinde birleşen, görünüş olarak gözleri dolduran, büyüklük ve onie çıkma yönünden     gönülleri     kaplayan     kişiler"     olarak açıklamaktadır.[366]

Razi de "Mele" kelimesi için şöyle demektedir: "Halktan ileri gelenlerdir. Heybetle göz dolduranlardır.Bir yere geldikleri zaman orayı dolduranlar, oldukları da söylenir.Zeccac, Mele'in reisler olduğunu, kalpleri muhtaç olduğu şeylerle doldurdukları için bununla adlandırdıklarını söyler. "[367]

Hiçbir millet yoktur ki içlerinden eşraf, reisler ve komutanlardan ileri gelerler (Mele') olmasın. Mele'in bulunması her millet için doğal bir olgudur. Kur'anı Kerim bu kelimeyi, genellikle peygamberlerin davetlerine ve ıslahatçıların çağrılarına karşı çıkan kafir milletlerin içindeki komutanlar, reisler ve ileri gelenler için kullanmaktadır.

Halkından ileri gelenler (mele') le karşı karşıya gelmeyen hiçbir peygamber yoktur.Bunlar o peygambere karşı çıkmış ve onunla savaşmışlardır.Allah da bu sebepten onları helak etmiştir.

Kur'an, yirmi iki yerde geçen 'Mele1 kelimesini onsekiz yerde kafirler için kullanmaktadır.

3- "Demişlerdi" sözünde, Arapçadaki "ize" yerine "iz" kelimesi kullanılmıştır. Bu da geçmiş zaman belirten bir zarftır. Onun için Kur'an, geçmişlerin öykülerinde geçen olayları anlatırken 'İz' kelimesini kullanır.Okuyucu bunu görür görmez, ondan sonra gelen sözlerin geçmişte olanların anlatımı olduğunu anlar.

Kur'an, gelecekte olacak olayları anlatırken de "ize" kelimesini kullanır.Bu da "Ize"nin geçtiği âyetin indiği zaman sözü edilen olayın henüz meydana gelmediğini belirtir. Kur'anda "İz" kelimesi 239 defa [368], "îza" kelimesi ise, 423 defa geçmektedir.[369]

4- "Peygarnberlerinden  birine"  sözünde  peygamber kelimesinin   belirsiz   (nekre)   gelmesinin   bir   amacı vardır.Tâlût    öyküsüne   bakanlara   güzel   bir   işaret vermektedir. Sanki Kur'an onlara sözkonusu peygamberin adını   araştırmaya   koyulmamalarını   ve    öğrenmeye çalışmamalarını söylemektedir. Onlara sanki , onun adını ve niteliklerini bile bile biz belirtmedik, belirtmek isteseydik belirtirdik, belirtilmesinde size bir yarar olduğunu bilseydik açıklardık,     söylediklerimizle    yetinmeniz    gerekir, demektedir.

5- "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" sözü, ümmete komutanlık yapacak ve cihada yönlendirecek bir komutanın vargının önemini, savaş ve çarpışma için bir komutan tayin etmenin gerekliliğini belirtmektedir.

Suyuti, el-lklil kitabında şöyle demektedir: "Gözcü ve savaşçı olarak gönderilen Öncü birliklerin başvuracakları ve uyacakları  bir  komutanlarının   olmasının  gerekliliğini belirtmektedir."[370]

6- "Ya savaş size farz kılındığında savaşmazsanız" demesi, aralarındaki peygamberin ne kadar zeki ve bilge olduğunu , karakterlerini bildiğini, korkaklık, geri çekilme, sözünde durmama, savaşmaktan kaçınma ve görevi yerine getirmeme gibi huyların onlarda nasıl yer ettiğini bildiğini göstermektedir. Bu bozukluk ve eksiklikler yahudilerin tabiatına sinmiş, ahlak ve davranışlarına hakim olmuştur.

7- Kahramanlık tasladıktan sonra savaştan yüz çevirmeleriyle Peygamberin öngörüsü ve sezgisi ortaya çıkmış ve bilgisi gerçekleşmiştir. "Onlara savaş farz kılınınca, çok azı dışında, yüz çevirdiler"

Reşid Rıza ve Seyyid Kutu'un söylediklerine ek olarak, bütün bunlar, arzu etme ve söz vermenin, uygulama ve yerine   getirmekten   başka   olduğunu   göstermektedir. Kahramanlık naraları atan,temenni eden ve söz veren bir çok  insanın,  uygulama  ve deneme  sırası  geldiğinde verdikleri   sözlerin,   attıkları   naraların   ve   yaptıkları temennilerin arkasında durmadığı bir gerçektir.

Bu âyetin tefsirinde Kurtubi şöyle demektedir: " Bolluk içinde yüzen ve rahata alışmış milletin durumu budur.

Gövde gösterisi yapma zamanında savaşmayı temenni eder, savaşmaya sıra geldiğinde kabuğuna çekilir ve genel karakterine döner"[371]

Kur'anı Kerim, cihadı arzu eden, hamaset gösteren ve savaşmak istediklerini söyleyen bazı müslümanların arzu edip istedikleri cihad kendilerine farz kılınınca çekingenlik ,ve    korkaklık   göstermelerini    kınamakta    ve    şöyle demektedir:

"Kendilerine "elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekat verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir takımı, insanlardan Allahtan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir zamana kadar erteleyemez miydin?" derler. Deki, dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allaha karşı gelmekten sakınanlar için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez"[372]

İnsan yapısındaki bu huyu gözönünde bulundurarak Rasulullah bize cihadla ilgili çok temennide bulunmamaya ve sözler vermemeye, savaşma arzusunda aşırı gitmemeye, meydana gelmeden önce bu konuda mütevazi olmaya, düşmanla yüzyüze çarpışmaya çok hevesli görünmemeye ve afiyetin verilmesini istemeye, ama iki taraf yüyüze gelip savaş başlayınca da sabır ve sebat göstermeye, verdiğimiz sözleri tutmaya çağırmaktadır.

Müslim, Abdullah bin Ebi Evfa'dan şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah düşmanla savaştığı bir gün güneşin batmaya yüz tutmasına kadar beklemiş, sonra kalkarak şöyle söylemiştir: Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin, AUahtan afiyet isteyin. Düşmanla karşılaşırsanız, sabredin.    Cennetin   kılıçların    gölgesinde    olduğunu biliniz"[373]

8- Yüce   Allanın   onlara   seçtiği   hükümdarın   adı Kur'an'da Tâlût olarak geçmektedir.Halbuki  îsrailiyyat kitaplarında ve onlardan nakleden kitaplarda adı Şavil'dir. Düşman   hükümdarım   da  adı   Kur'an'da   Câlût   iken, israiliyyatta ve onlardan naleden kitaplarda adı Culyat'tır.

Bazı tarihçiler ve haberciler Kur'anın bu iki adlandırmasından şüphelenmiş, israil oğullarının onlara verdiği isimlere uymadığını söyleyerek bunun doğruluğunu eleştirmiş veya red etmiş, onların adlandırmasını Kur'anın adladırmasına tercih etmiştir.

İşte büyük sapıklık ve derin bozukluk budur. Çünkü kesin   olan   Kur'anın   söyledikleriyle   israil   oğullarının söyledikleri çelişiyorsa, kesin olarak sabit ve doğru olan, değişme, bozulma ve saptırmaya uğrama ihtimali bulunan şüpheli olana tercih edilir.

Araştırmacılar ve tarihçiler, Israiloğullarının verdikleri haberlerin doğru ve güvenilir olmadığını, Tevrat'a, Ahdi Kadim'e, Esfar'a ve Talmud'a yahudilerin düzmece, uydurma ve düşüncelerinden çok şeylerin girdiğini, bu kitaplarda Allahm sözleriyle kendi sözlerini, rabbani gerçeği yalan ve uydurmalarına karıştırdıklarını söylüyorlar. Kur'anı Kerim'in korumasını ise, Yüce Allah üzerine almıştır.

Bu bakımdan geçmişlerin öykülerinden, o öykülerde yer alan isim ve olaylardan bazı şeyler eskilerin haberlerinde   geçenlerle   çeliştiği   taktirde   Kur'anda geçenlere   güvenmek   gerekir.Çünkü   güvenilir   olan, Kur'anda geçenlerdir. Israiloğullannın hükümdarının adının Tâlût,   düşmanlarının   hükümdarının   adının   da   Câlût olduğuna kesin olarak inanıyoruz.

Bu sebepten Tâlût adı hakkında bazı araştırmacıların gösterdikleri yobazlığı red ediyoruz.Bunlara göre Tâlût adı, uzunluk anlamındaki "Tûl" kelimesinden türemiş, isimdeki vav-te harflerinin de Tağut, melekut, Ceberut gibi abartmayı ifade ettiğini söylemişlerdir.Bu iddialarını kanıtlamak için de Tâlût'un uzunluğu konusunda mitolojik bir takım hurafeler uydurmuşlardır.

Bütün bunları red ediyoruz. Çünkü Tâlût adı Arapça değil, yabancı bir kelimedir. Yabancı isimlerin tümü türemiş değil, donuk kelimelerdir. Çünkü Arapça değildir. Araplardan önce kullanıldığı ve Arap olmayan milletler arasında dolaştığı halde, arapçada onun için türemiş olduğu bir kök nasıl arayabiliriz?

Adem, İblis, Nûh, İbrahim, Yakûb, Lût, Tâlût, Câlût, Dâvûd gibi pek çok isim, Arapçadan türemeyip başka dillerden geçen yabancı kelimelerdir.[374]

9- Tâlût'un hükümdarlığına itiraz gerekçelerini iki şeye dayandırmışlardır. "Hükümdarlığa biz ondan daha layıkız, kendisine bol mal da verilmemiştir"

Israiloğullarının   hükümdarlık,   iktidar,   liderlik   ve egemenlik anlayışları soy ve verasete dayanıyordu.Tâlût'un atalarından kimse hükümdar olmadığına göre , onun da hükümdar olmaya hakkı olamaz, diye düşünüyorlardı. Materyalist cahiliyyenin hükümdarlık, egemenlik, iktidar ve devlet başkanlığına bakışı budur.

10- Peygamberleri kendilerine iktidar ve hükümdarlık için aranan temel nitelikleri belirterek itirazlarını red etmiştir."Şüphesiz Allah onu size seçti. Vücutta kuvvet ve malda zenginlik verdi"

Alimler bu sözlere bakarak yönetimin, egemenlik ve iktidarın, hükümdarlık ve devlet başkanlığının verasetle olmasının geçersizliği sonucunu çıkarmışlardır.

Razi şöyle demektedir :"Bu âyet, devlet başkanlığının verasetle olacağını söyleyenlerin sözlerinin geçersizliğini gösterir "[375]

Suyuti   de    şöyle   demektedir: "Bu   âyet,    devlet başkanlığının peygamberin ehli beytine veya bir hükümdar ailesine ait olmadığını, kişilerin mal ve servetle değil, ancak bilgi ve kuvvetle buna layık olacaklarını, kişide bilgi ve erdemliğin soydan önce geldiğini belirtmektedir."[376]

11- Güzel bir espiri içerdiğinden dolayı âyette bilgi zenginliği, vücut kuvvetinden önce belirtilmiştir.Razi bu inceliği şöyle belirtmektedir: " Bu da ruhsal erdemliğin bedensel erdemlikten daha üstün, daha şerefli ve daha mükemmel olduğunu gösterir. "[377]

12- Bazılan, Yüce Allanın Tâlût'un vücuduna verdiği kuvvetin, boy uzunluğu, vücut dolgunluğu ve güzelliği olarak maddi güç  olduğunu söylemektedir.Bu şekilde anlamanın bir sakıncası yoktur. Fakat bazı alimler buradaki bolluktan maksadın, kuvvet, cesaret ve iyilik gibi manevi bolluk olduğunu söylemişlerdir.

Razi şöyle demektedir; "Bundan maksat kuvvettir. Bana göre bu görüş daha doğrudur.Çünkü düşmanın püskürtülmesinde yararlı olan, boyun uzunluğu ve vücudun güzelliği değil, güç ve kuwettir."[378]

Kurtubi de şöyle demektedir: "Denildiğine göre vücutta verilen bolluk, vücudun büyüklüğü değil, iyilik ve cesaretin çokluğudur. Nitekim şair şöyle demiştir:

Zayıf adamı görünce, gözün pek tutmaz- Ama elbiseleri içinde kükreyen bir arslan vardır,

Kaküllü delikanlıyı görünce beğenirsin- Ama deneyince görürsün, kocaman bir hüsran vardır,

Akılsız devenin vücudu iridir- Ama iriliğinde devenin kendisine sadece bir ziyan vardır"[379]

13- Sandığm israil oğullarına görmedikleri melekler tarafından getirilmesi, Allahm bir mucizesi ve delillerinden bir delildir. Allanın erlerini ondan başka bilen yoktur. Bu rabbani iş, Tâlût'un kendilerine hükümdar olmak üzere Allah tarafından seçildiğini bildiren peygamberin de bir mucizesidir. Aynı şekilde, bu olay, o iyi ve mücahit hükümdar için Allahın bir ikramıdır.

Bu açık delille Yüce Allahın onu desteklemesi, Allahın dost ve erlerine yardım ettiğini, onları savunduğunu, insanların onlan desteklemelerini sağlayacak mucizeler ve kerametler gönderdiğini gösterir.

14- Su içmek prensip olarak serbest (mubah) olmasına rağmen, geçtikleri ırmaktan askerlerin içmesini Tâlût'un yasaklaması, özel veya kamu yayarı açısından komutanın veya devlet başkanının tamamen serbest olan bir şeyi bazan sınırlandırabileceğini ve halkına yahut bazı kişilere onu kullanmayı yasaklayabileceğim gösterir.

Bu davrnışıyla yetkili kişi mubah olanı haram yapmaz. Çünkü helal veya haram etmek sadece Allanın hakkıdır. Hiçbir insan hüküm koyma, helal ve haram etme hakkına sahip  değildir.   Sadece  hayatı  düzenlemek  ve  kişileri eğitmek için  mubah  olan  bir şeyin  kullanımını bazan sınırlandırma   veya   yasaklama   yetkisine   sahiptir.Bu yasaklama   veya    sınırlandırmada    müslüman    devlet başkanına itaat etmek şeriata göre vacip, itaat etmemek haram olur. Çünkü bu konuda âyet vadır.

15- Tâlût'un    askerlerine    ırmaktan    su    içmeyi yasaklaması ve sadece bir avuç almalarına izin vermesi, onlara   güçlerinin    üstünde    bir   şey   yüklemediğini gösterir.Onlara her şeyi yasaklayıp bütün kapıları önlerine kapatmamış, sadece bir şeyi yasaklarken başka bir şeyi serbest  bırakmıştır.Bu  yüklemede  Tâlût'un  deneyimi, başkalarını eğitme ve yönetme bilgisi, ehliyeti ve tedbiri ortaya çıkmaktadır.

Irmaktan kana kana içmelerini yasakladığı gibi, suya uzanarak ağızlarıyla içmelerini de yasaklamış, sadece her erin bir avuç alarak içmesini ve susuzluğunu kırmasını istemiştir.

16- "0nu tatmayan bendendir" ifadesinde de bir nükte vardır. Su içmenin tatma ile ifade edilmesinin, içme yerine tatma denilmesinin sebebi nedir?

Isfahani şöyle derTatmak, yemek yemektir.içmek için de kullanılabilir. "Onu tatmayan bendendir", "Allaha karşı gelmekten sakınmaları, inanmaları ve salih amel işlemeleri halinde, inanan ve salih amel işleyenlerin yediklerinde bir sakınca yoktur"[380]

Bu âyet, içki yasağından Önce içki içmiş, sonra da ölmüş sahabilerle ilgili olarak inmiştir, içki yasaklandıktan sonra kardeşleri onların durumlarının ne olacağını sormuş ve "İçki yasaklanmadan önce içkili olarak ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak, Allah onlara azap edecek midir?" demişlerdir.

âyet, içki yasağından önce içmeleri sebebiyle günahlarının ve ceza görmelerinin sözkonusu olmadığını belirtmiştir.[381]

Yemekten maksat tatmaktır. Eliyle bir avuç alması dışında, ondan kim tatmazsa, o bendendir.Acaba içmek yerine niçin tatmak kelimesini kullanmıştır.Kurtubi şöyle demektedir:

"içmezse,   dememiştir.Çünkü   Araplar   bir   şeyi tekrarladıkları zaman başka bir kelime ile tekrarlarlar. Kur'anın dili bütün dillerin en fasihdir"[382]

Razi bu konuda iki nüans üzerinde durmaktadır:

a- Çok susayıp su içen insan, içtiği suyun ne kadar tatlı ve lezzetli olduğunu anlatmak istediğinde, "Bu su bal gibidir" diyerek lezzetli yiyeceklere benzeterek nitelemktedir. "Ondan kim tatmazsa" sözü, de ağzına lezzet vermekle nitelenen bu yemekler gibi su lezzetli de gelse, ondan sakınması gerekir, anlamındadır.

b- Ağzma su alıp onunla ağzını çalkalayan kişi, onu tatmış ama içmemiş oiur."Kim tatmazsa" demesi, hem ağzına alıp çalkalamayı, hem de içmeyi yasakladığını belirtir.Şüphesiz bu teklif daha zordur.Çünkü su içmesi yasaklanmış kişi, ağzına alıp çalkaladığı zaman bir rahatlama duymaktadır."[383]

Rağıb ısfahanı başka bir yorum getirerek şöyle demektedir: "Ondan kim tatmazsa" demesi, yemekle beraber bir avuçtan fazla almasının yasaklandığını gösterir. Ö suyu da ancak avuçlayarak içebilir. Şüphesiz su, çiğnenen bir şeyle beraber İçildiğinde tadılmış olur. "Ondan kim içmezse" deseydi, yemekle beraber içmek serbest olurdu.Ama "ondan kim tatmazsa" deyince, belirtilen bir avuç almanın dışında ne şekilde olursa olsun, su almanın yasak olduğunu göstermiştir."[384]

Kişi yiyecek birşey bulamadığı zaman su içilmiş ve yenilmiş olabilir. Bu durumda su hem yemek,hem içmek yerine geçmiş olur. Ashaptan Ebu Zer Ğıfari, Rasulullahı ararken başına böyle bir şey gelmiştir. Kafirler onu dövmüşler, o da kaçıp Zemzem suyunun yanında saklanmış, saklandığı yerde bir ay kalmış ve sadece Zemzem suyu içmiş, böylece su, yeme ve içme yerine geçmiştir.

Müslim, Ebu Zerr'in nasıl müslüman olduğunu anlatırken kendisiyle Hz.Peygamber arasında şöyle bir konuşmanın geçtiğini nakleder::

Yanına geldiğimde, Rasulullah "ne zamandan beri buradasın? "dedi."Otuz gün otuz gece buradayım" dedim." Sana kim yemek verdi? "dedi. "Zemzem suyundan başka bir yiyeceğim olmadı, göbeğim çatlayıncaya kadar şişmanladım, içimde hiçbir açlık da hissetmedim" dedim. "O mübarektir, o hediye yemeğidir" dedi. "[385]

"Ondan kim tatmazsa" sözünde içme yerine tatmanın şu iki sebepten kullanıldığı anlaşılmaktadır:

Sudan başka birşey bulamayan kişi için suyun yemeğin yerini tutması, bir de aç kalan insanın bunu tatmış olması.Doğrusunu Allah bilir.

Tâlût, ister içmek için, ister yemek için olsun, bir avuç dışında su almayı tümden yasaklamıştır.

17- "Eliyle bir avuç almak hariç" diyerek askerlerin sudan bir avuç almalarını serbest bırakmıştır.

Tâlût'un tecrübe ve feraseti burada görülmektedir. Irmaktan içmelerini yasaklamış, ama bir avuç almalarına izin vermiştir. Çünkü çok susamış olanlar içme ihtiyacını hissederlar, böylece bir avuç almayı serbest bırakarak onların imdadına yetişmiştir.

Emreden ve yasaklayan kişinin beraberindeki kişilerin ihtiyaçlarını gözönünde bulundurması, tekliflerinde esnek, gerçekçi ve objektif olması gerekir.Sana itaat edilmesini istiyorsan, yapılabilecek şeyleri İste, demişler.

Tâlût'un ırmaktan içmeyi yasaklaması ve sadece bir avuç almaya izin vermesinde sağlık açısından da bir nüans vardır. Özellikle ağır yük taşımak, koşmak veya uzun yolculuk gibi yorucu bir iş sebebiyle çok susamış olan kişinin fazla su içmesi sağlığına zararlı olabilir.Bu sebepten böyle bir kişiye biraz dinlenmesi, sonra aralıklarla bardaktan içmesi tavsiye edilir.

Tâlût, sadece bir avuç almalarını söyleyerek az su içmelerini istemiştir. Çünkü avuç, insanın avucuna gelen miktardır.

18- "Onlardan pek azı dışında ırmaktan içtiler" sözü, çoğunluğun muhalefet ettiğini ve ırmaktan içtiklerini, bu yasağa ancak az sayıda kişinin uyduğunu gösterir.

Muhalefet edenler, savaşa gitmemek için yasağı çiğnemeye dünden razı olmuş gibi görünüyorlar. Razi bu psikolojik espriyi yakalayarak şöyle demetedir: "Savaştan çok nefret ettikleri için ırmaktan içen kişilere savaşa katılma izni verilmeyeceğini anlayanlar, ırmaktan içtiler. Böylece kim dost kim düşman, kimin itaatkar, kimin muhalif olduğu ortaya çıktı"[386]

19- Oykünün âyetlerinde "az" kelimesi üç defa geçmektedir.

a-"Onlara savaş farz kılınınca, azı dışında yüz çevirdiler".

b- "Pek azı dışında, ondan içtiler".

c- Allahın izniyle nice az bir topluluk, büyük bir topluluğu yenmiştir"

Tâlût'un    emrindeki    kişilerde    meydana    gelen ayıklamayı belirtmek için azlık üç defa geçmektedir. Çünkü her defasında çoğunluk yan çizmiş, azınlık kalmıştır.

20- "Allaha kavuşacaklarını sananlar" sözü ile ilgili iki açıklama sözkonusudur:

a- Sanmak, kesin bilmek anlamında olabilir. Yani Allaha   kavuşacaklarına   kesin   inananlar,   anlamında olur.Böylece mecaz olarak kesin inanmak yerine sanmak sözü kullanılmış olur.

b- Sanmak, zahir anlamında olabilir ve kesine yakın zan ifade eder.Bu durumda da şöyle bir soru akla gelebilir:

Bunlar özün özü, bulunanlar içinde imanları en güçlü ve toplumun seçkinleri oldukları halde Allaha kavuşmaktan nasıl şüphelenebilirler?

Allaha kavuşmaktan maksat, ölümden sonra dirilmek veya Allanın verdiği sözün gerçekleşmesi değildir.Buna kesin inanıyorlar ve bu konuda hiçbir şüpheleri yoktur.

Bundan maksat, savaşta Tâlût'un yanında savaşarak ölme olayıdır. İşte bu, kesin inanç değil, ağır basan bir zandır.Çünkü mücahit savaş meydanında ölebileceği gibi, Ölmeyip bir süre daha yaşabilir.

Razi bu ihtimal için şöyle demektedir: " Bu müminler kendilerini ölürülmeye hazırlayıp ölümden kurtulmamaları inancı kendilerinde ağır basınca, "Allaha kavuşacaklarını sananlar" diye nitelenmişlerdir."[387]

Kurtubi de bu anlamla ilgili olarak şöyle demektedir: " Bunun bilgi değil, şüphelenme olması caizdir. Yani Tâlût'la beraber    öldürüleceklerini    ve    şehid    olup    Allaha kavuşacaklarını sananlar anlamında olur.  Şüphelenme, öldürülme konusundadır."[388]

21- Küçük azınlığın "Rabbimiz bize bol sabır ver, ayaklarımızı sabit kıl ve kafirlere karşı zafer ver" diye dua etmeleri, yalnızca onlara mahsus bir dua değildir.Belki düşman karşısında bulunan mümin, mücahit ve sabırlı her topluluk için de geçerlidir. Onun için Suyuti "Savaş zamanında bu duayı okumak müstehaptır"[389] demiştir.

Dua metninde yeralan üç cümlenin dizilişinde de bir nüans vardır.Sabır, sebat ve zafer.Her biri öncekine bağlıdır. Üçü de aşamalı olarak dizilmiştir. Şöyleki;

Düşmanla karşı karşıya geldiği zaman mücahid, genel anlamı ve türlü alanlarıyla sabra muhtaç olur.Sabrederse, ikinci aşama olan ayakların sabit kılınması aşamasına geçer.Ancak sabredenlerde ayaklar sabit olur.İki ayak sabit olup mücahit kahramanca savaşa dalınca, düşmanlarına karşı Allah ona yardım eder ve zafer verir.

Duada, psikolojik duruma ve manevi yöne önem verildiğini ve maddi dış durumdan öne alındığını görüyoruz. Onun için dua metninde, sabır savaşmaktan ve savaşta ayakların sabitleştirilmesinden önce belirtilmiştir.

Irmaktan askerlerin avuç almaları ile üzerlerine sabrın kabtan boşanırcasına dökülmesi arasındakk uyum ve ahengi de görüyoruz.Her halde bunda şöyle bir işaret de bulunmaktadır: Kim dünya ve ihtiyaçları altında ezilmez, lezzet ve şehvetlerine boyun eğmez, Allanın rızasını gözeterek birtakım zevk ve mubahlara kendini kaptırmazsa, Allah onun yerine karşılığını verir ve katından bir destekle desteklemişte mümin küçük azınlık! Irmaktan su içmedi ve dünyanın zevk ve mubahlarına iltifat etmedi. Buna karşılık Allah, yukarıdan boşanır gibi ona sabır verdi.

22- Davud, mücahid ordunun içinden çıkmıştır.Savaş meydanında yıldızı parlamıştır. Sonra komutanlık, hükümdarlık,bilgi ve sorumluluk yolunda ilerlemiştir.Bu da çalışmanın liderleri yetiştirdiği ve yetenekleri ortaya çıkardığı gerçeğini göstermektedir. Komutanlar Tâlût ve Davud halkın içinden çıkmışlardır. Meydan, çalışma ve yaşanan olaylar onları insanlara göstermiştir. Liderleri ortaya çıkarmanın ve yetiştirmenin yolu budur. Ümmeti zafere ve egemenliğe götüren liderler ve komutanlar da bunlardır.[390]



[366] Isfahani, Müfredat, 472

[367] Razi Tefsiri, 6/170

[368] Bakınız, Dr.İsmail Amayira, Mu'cemu'l-Edevat ve'z-Zamair fi'l-Kur'an, 11-16

[369] Age. 17-26

[370] Suyuti, el-iklil fi İstinbati't-Tenzil.45

[371] Kurtubi, el-CamV Iİ Ahkami'l-Kur'an,3/245

[372] Nisa, 77

[373] Muslim,Kitabu'l-Cihad ve's-Siyer,32, Düşmanla karşılaşmayı arzu emenin mekruh oluşu babı,no,6, hadis no, 1743

[374] Başka bir dilden olup Arapçada kullanılan bir isim üzerindeki anlaşmızlık, her iki halkın o ismi değişik söylemesinden kaynaklanabilir. Muhtemeldir ki Culyat'ı Araplar Câlût olarak söylemiş, Kur'an da onların kullandığı ve tanıdığı bu ismi kullanmıştır. Zaten tanımadıkları ve alışmadıkları başka dildeki bir ismi kullansaydı, "biz böyle bir kimseyi tanımıyoruz" deyip itiraz ederlerdi. Onun için Câlût adı, Israiloğullannın kullandığı Culyat olabilir. Yahut halk arasında her İki İsimdeki bazı harflerin yerleri değiştirilerek söylenmiş olabilir.(çeviren)

[375] Razi Tefsiri, 6/173

[376] Suyuti, eİ-İkiil,45

[377] Razi Tefsiri, 6/174

[378] Razi Tefsiri, 6/174

[379] Kurtubi Tefsiri,3/246. Bu beyitler şair Abbas bin Mi rdas1 indir.

[380] Maİde, 93

[381] Mesela, bakınız, e-Durru'l-Mensur,3)173

[382] e!-Cami li Ahkami'f-Kur'an,3/252

[383] Razi Tefsiri,6/181

[384] Mufredat,304. (Aslında bu kadar yorumlara hiç gerek yoktur. Çünkü kesin bir yasaklamanın olduğu anlatılmaktadır. Nitekim Türkçe "Tadına bile bakmayacaksın" denildiği zaman, o şeyden hiç yemiyeceksin veya hiç içmiyeceksin, demektir.) (çeviren)

[385] Müslim, kitabu Fadaİ!i's-Sahabe,44, Ebu Zerr'in Faziletlerinden bölümü,28,hadis no, 2473

[386] Razi Tefsiri, 6/182

[387] Razi Tefsiri,6/184

[388] Kurtubi Tefsiri,3/255

[389] Suyuti, el-İklN,45

[390] Dr.Salah Abdulfettah Halidi, (Çeviren: Prof.Dr.İbrahim Sarmış), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,  (2.Baskı) Konya 2005: I/332-346.