๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Öyküleri => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Kasım 2010, 20:03:31



Konu Başlığı: Kasabalılar Öyküsü
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Kasım 2010, 20:03:31
VII- KASABALILAR ÖYKÜSÜ

Kuranda Kasabalılar Öyküsü
 
"İnsanlara, kendilerine elçiler gönderilen kasaba halkını anlat. Onlara iki elçi göndermiştik. Onu yatanl adıldan için üçüncü biri ile desteklemiştik. Onlar, "biz size gönderildik, demişlerdi". Kasabalılar, "siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da bir şey indirmemiştir, siz ancak yalan söylüyorsunuz" demişlerdi. Elçiler, şüphesiz rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir. Bize düşen ancak apaçık tebliğdir, demişlerdi.

Kasabalılar, şüphesiz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğr adık. Vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır, demişlerdi.

Elçiler, uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır! Siz aşırı giden bir milletsiniz, demişlerdi.

Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak gelmiş ve şöyle demişti: "Ey milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Oniar doğru yold adırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim? Siz de ona döneceksiniz. Onu bırakıp tanrılar edinir miyim? Eğer rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, onlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz o taktirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben rabbinize İnandım, beni dinleyin".

Ona "Cennete gir" denilince, "Keşke milletim rabbimin beni bağışl adığını ve beni ikram görenlerden kıldığını bilseydi! "dedi.

Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik. Zaten indirecek de değildik, sadece tek bir çığlık oidu, o kadar, hemen yerlerinde donakaldılar"[261]

 Öykü İle İlgili İsrailîyat Haberler:
 
Israiliyat haberler, Kasabalılar öyküsünün etrafına uzun ve çelişkili rivayet ağları örmüştür. Mitoloji ve haber heveslileri bunlara mal bulmuş mağribi gibi sarılmış, kimi tarihçi ve tefsirciler onları kitaplarında anlatmışlardır. Bu. rivayet ve israiliyat haberleri sadece kendisinden sakındırmak için özet olarak vereceğiz.Anlatıian haberler özetie şöyledir:

Bu kasaba Antakya'dır. Roma şehirlerinden biri idi. Orayı Antigos adında zalim ve putlara tapan bir kral yönetiyordu.

Hz.tsa,   Antakya   halkını   imana   çağırmak   istedi, havarilerinden iki kişi gönderdi, ama halk onları yalan! adı, bunun üzerine üçüncü bir kişi daha gönderdi.

Gönderilen üç kişinin adlan üzerinde anlaşma olmamıştır. Öncekilerin çoğunluğuna göre bunlar Şem'un, Yuhanna ve Pavlus'tur.

Hz.İsa iki havariyi Antakya'ya göndermiş, bunlar yolda birkaç keçi otlatan Habib Neccar adında yaşlı bir adam görmüşler,Allah'a inanmaya çağırmışlar ve Hz.isa'nın hastalan iyileştiren mucizesini anlatmışlar, adamın deli bir oğlu varmış, ona eî sürmüşler, deli oğlu iyileşmiş ve iki elçiye iman etmiştir.

Şehirde bunların haberleri yayılmış, birçok hastayı iyileştirmişler, putlara tapan kafir kral bunları duymuş, kızmış ve ikisini hapse atmıştır.

Hz.îsa iki elçisinin başına gelenleri öğrenince şehre Şem'un adındaki üçüncü bir kişiyi göndermiştir.Şem'un, değişik yollarla krala ulaşıncaya kadar kendini, din ve inancını gizlemiş, kralla oturup kalkmış, gözüne girmiş ve

yakınlarından olmuştur.

Şem'un bir gün krala; Seni Allah'a çağıran iki adamı hapse attığını duydum, onların durumunu ve neci olduklarını keşke sorsaydın, demiş. Kral, kızdığım için onları soram adım, deyince, adam, getirsen iyi olur, demiştir.

İki adam gelince, Şemun onlara, dininiz hakkında deliliniz  nedir?  demiş,   onlar  da  hasta  ve  cüzzamlıyı

iyileştiriyoruz, demişler.Onlara doğuştan gözleri olmayan bir çocuk getirmişler, ikisi Allah'a dua etmiş ve çocuğun iki gözü açılmış ve görmeye başlamıştır.

Kral gördüğüne şaşmış ve buradabir hafta önce ölmüş bir çocuk var, babası gelinceye kadar gömmedik, rabbiniz onu diriltebilir mi? demiş, onlar da evet demişler.

îkisi açık, Şemun da gizli olarak Allah'a dua etmişler, Allah ölüyü diriltmiş, dirilen ölü kalkıp halka seslenmiş: Ben yedi   gündür   ölüyüm,   müşrik   olduğum   ortaya   çıktı,

cehennemin yedi vadisine atıldım, sizi içinde bulunduğunuz durumdan sakındırıyorum, ne olur Allah'a iman ediniz.

Sonra göğün kapıları açıldı, güzel yüzlü bir gencin bu üç kişiye, Şemun ve iki arkadaşına, şefaat ettiğini gördüm, Allah beni diriltti, Allah'tan başka tanrı olmadığına, isa'nın Allah'ın ruhu ve kelimesi olduğuna ve bunların Allah'ın elçileri olduklarına tanıklık ederim" demiş.

"Şemun dediğin bu adamdır ve onlarla beraberdir. Bu nasıl olur?" dediler. O da, evet Şemun onlardan biridir ve en üstünleridir, dedi. Bunun üzerine Şemun elçi olarak kendisini isa'nın gönderdiğini söyledi ve onları Allah'a inanmaya çağırdı. Kral büyük bir toplulukla beraber inanmış, diğerleri ise, kafir olarak kalmışlar.

Kralın inanm açlığı, aksine küfür ve in adının daha da arttığı, onlara baskı ve işkence yaptığı ve öldürmek istediği de söylenir.

İki elçinin uğrayıp oğlunu iyileştirdiği Habib Neccar adındaki adam şehrin Öbür ucundan koşarak gelmiş, kral ve halkla konuşmuş, onları Allah'a ve peygamberlerine inanmaya çağırmış ve herkesin önünde müslüman olduğunu açıklamıştır.

Kral   kendisine   kızmış,   askerlerine   öldürmelerini emretmiş, onlar da üzerine atılıp barsakları dışarı çıkıncaya kadar ayaklarıyla çiğnemişler ve öldürmüşler.

Başka bir habere göre onu taşa tutmuşlar, onlar kendisini taşlarken,  o "Ailahım!  Halkımı bağışla,  onlar

bilmiyorlar" diye seslenmiş.

Onu ve üç elçiyi öldürmüşler. Habib Neccar'ı öldürmek istediklerinde Allah'ın onu göğe yükselttiği ve cennete koyduğu da söylenir.

Kasaba halkına da Cebrail gelmiş ve bir çığlık atarak hepsini yok etmiştir"[262]

Öykü ile ilgili bu haber ve israîliyattan hiçbiri sahih hadislerde yer almaz.Onun için bunlar zan, tahmin ve kurgudan başka bir şey değildir. Halbuki öncekilerin öyküleri hakkında zan ve tahminle konuşulmaz. Bu konuda konuşabilmek için mutlaka âyet veya sahih hadis olması gerekir.

Onun için biz bu israiliyat hakkında susuyor, kabul etmediğimiz gibi, tümden red de etmiyoruz. Bu israiliyat haberlerin, sakındırma amacı dışında, rivayet edilmesini de caiz görmüyoruz.[263]

 Öyküde Belirsizlikler:
 
Öyküde kapalı ve belirsiz birçok yerler vardır. Ancak Kur'an veya sahih hadiste bunlar belirtilmediğinden kendimiz de onları belirlemek için uğraşmayacağız ve başkasının da bunları başka yerlerden belirlemesine razı olmayacağız. Öyküde belirsiz kalmış şeyleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Elçilerin gönderildiği kasabanın ve kralın adı.

2- Kasabaya gönderilen üç elçinin  adları.

3- Şehrin öbür ucundan koşarak gelen  adamın adı.

4- Gelen elçiler Yüce Allah'ın elçileri mi, yoksa Hz.İsa'nın tabileri mi?

5- Kasabaya    nasıl    varmışlar    ve    yolda    nelerle karşılaşmışlar?

6- Onlarla kasaba halkı arasında geçen olayların ayrıntıları nedir?

7- Kasab ada başlarına neler geldi? İşkence gördüler mi? Kasaba halkından onlara inanan oldu mu, olmadı mı?

8- Kasab ada sonlan ne oldu? Öldürüldüler mi, yoksa öldüler mi? Yoksa başka yere mi gittiler?

9- Şehrin öbür ucundan koşarak gelen adam nasıl geldi ve ne iş yapardı?

10- Kasaba halkına karşı üç elçiyi desteklerken halktan kimse ona katıldı mı?

11- Koşarak gelen bu adamın sonu ne oldu? Öldürdüler mi? Öldürdülerse, nasıl öldürdüler? Allah ruhunu göğe yükseltti mi?

12- Mümin adam açıklamalarını yaptıktan sonra kasab ada neler oldu ve halkının son durumu ne oldu?

Öykünün bilinmeyenleri konusunda Seyyid Kutup şöyle der:

"Kur'an, kasaba halkının kimler olduğunu ve bunun hangi kasaba olduğunu belirtmemiştir.Bu konuda rivayetler çok çeşitlidir.Bu rivayetlerin ardına düşmenin hiçbir yararı yoktur. Kur'anın adını vermemesi, adını ve yerini belirlemenin öykünün anlamı ve delaletine bir katkıda bulunmayacağını da gösterir. Onun için Kur'an,adını ve yerini belirtmeden ondan alınacak ibret ve derslere yönelmiştir.

Kasabalardan bir kasab adır. Allah, Musa ve kardeşi Harun'u Firavn'a ve kavmine gönderdiği gibi, oraya da iki elçi. göndermiştir. Kasabalılar ikisini yalanlamışlar. Bunun üzerine ikisinin ve kendisinin Allah'ın elçileri olduğunu vurgulamak üzere Allah üçüncü bir elçiyi göndermiştir. Üçü de davalarını anlatmış ve çağrılarını yapmış, biz size gönderildik, demişlerdir"[264]

 Yasin Suresi İle Öykü Arasındaki Uyum:
 
Üstad Seyyid Kutup, öykünün anlatıldığı Yasin suresi ile öykü arasındaki uyum ve ahenge işaret ederek surenin konusunun genel olarak mekki surelerin konusu olan inanç ve bu inancın önemli konuları olan ilahlık, kulluk, peygamberiik ve ahiret olduğunu belirtmiştir. Yasin suresinin şu üç şeyi hedeflediğini belirtmiştir:

a- lnancın temellerini kurmak, vahyin yapısını ve risaletin doğruluğunu göstermek. Kasabalılar öyküsü de vahyi ve peygamberliği yalanlamanın kötü sonucunu bildirmek için anlatılmaktadır. Bu öykü de Kur'anın diğer öyküleri gibi, temel konuları desteklemek için bu surede anlatılmaktadır.

b- Öldükten sonra diriliş inancını vurgulamak. c-llahlık ve tevhid konusunu vurgulamak."[265]

Kutup, surenin üç ana bölüme ayrıldığını belirterek şöyle der:

1- buradabizi ilgilendiren ve üzerinde durduğumuz 1-29. âyetler arası bölümdür.

Birinci bölüm, Hz.Peygamerin peygamberliği ve kendisinin dosdoğru yolda olduğuna dair Ya Sin harfleri ve hakim olan kur'an üzerine yeminle başlar. Onu da bu gerçeği yalanlayan gafillerin hidâyete yol bulamayacakları ve sonsuza dek ona ulaşamayacakları, uyarmanın Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'ın dediğini kabul eden, kalbini hidâyetin delillerini ve imanın alametlerini almaya hazırlayanlara yarar sağl adığı konusundaki Allah'ın kararını belirtmesi izler.

Sonra   Yüce   Allah,   insanlara   kasabalıları   örnek vermesini, yalanlamanın ve yafan sayanların kötü sonucunu onlara  anlatmasını  söyler.   Mümin  adamın  kalbindeki imanın tabiatını, inanma ve doğrulamanın güzel sonucunu da ortaya koyar."[266]

Seyyid    Kutup,    öykünün    âyetlerini    açıklamaya geçmeden önce şu açıklamayı yapmaktadır:  "Vahiy ve peygamberlik, Ölümden sonra diriliş ve hesap konularını anlatarak sunduktan sonra bu kez, kalbi etkileyecek şekilde doğrulama ve yalanlama tavırlarını ve ikisinin sonuçlarını gözle    görülen   bir   örnekle    öykü    şeklinde    ortaya koymaktadır"[267]

 Öykü İki Sahneden Oluşur:
 
Birinci sahne: Üç elçi ile kasabalıların karşı karşıya geldiklerini anlatır. Elçiler onlara gelmişler, kendilerini tanıtarak Allah'ın elçileri olduklarını söylemişler, ama kasabalılar onları yalanlamış, elçiliklerini red etmiş, etrafında şüpheler yaymış, uğursuzluk getirdiklerini söylemişler, elçiler de bütün bunlara cevap vermişlerdir. Bu sahne 13-19 âyetlerini kapsamaktadır.

ikinci sahne: Şehrin öbür ucundan mümin    adamın koşarak gelmesi, elçileri desteklemesi, onlara inanması, halkına öğüt vermesi, elçilere inanmaya, çağrılarını kabul etmeye  ve  söylediklerini  tutmaya  çağırmasını  kapsar. Peygamberler   ve   peygamberlik   konusundaki   halkın şüphelerini çürütmüş, inancı ve imanı en güzel üslupla ortaya   koymuş,   yalanlama   ve   inkâr   etmenin   kötü sonucundan sakındırmış ve huzurlarında mümin olduğunu açıklamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki kasabalılar onu yalanlamakla yetinmemişler, öldürmeye ve kanını dökmeye yönelmişler, böylece adam şehit olmuş ve Allah kendisini cennetle müjdelemiştir. Kendisi de, güzel sonucunu ve büyük sevabını keşke halkım bilseydi, demiştir. Bu sahne 20-27 âyetlerini kapsamaktadır.

iki sahneyi anlattıktan sonra, Kur'an iki âyetle öykünün ardından değerlendirme yapmaktadır. Bu iki âyette yalanlama ve küfretmeleri sesebiyle kasabalıların başına gelen azap ve yok oluşlarını belirtmektedir. Çığlık onları yakalamış ve yerlerinde donakalmalardır. Bu sahne de 28-29 âyetlerini kapsamaktadır.[268]

 
Elçilerle Kasabalıların Müc Adelesi:

 
Öyküde birinci sahnenin elçilerle kasabalılar arasındaki mücadeleyi anlattığını belirttik. Üç elçi kendilerini kasabalılara tanıtmış, elçiliklerini ve görevlerini anlatmışlar, ama onlar yalanlamış ve söylediklerini inkar etmişlerdir. Bu karşılaşmanın üzerinde kısaca duracağız, ondan birtakım anlamlar ve dersler çıkarmaya çalışacağız.[269]

 1- Üç Elçiyi Allah Mı Gönderdi?
 
Kur'an, kasaba halkına iki elçinin gönderildiğini, sonra da üçüncü bir elçi ile takviye edildiklerini belirtir. Üçünü elçiler,   diye   anar   ve   "elçiler"   anlamındaki   kelime buradadört kez geçer.

a- Kendilerine elçiler gelmiş kasabalılar örneğini onlara anlat.

b- Biz size gönderilmiş elçileriz, dediler.

c- Bizim size gönderilmiş elçiler olduğumuzu rabbimiz biliyor, dediler.

d- Ey halkım! Elçilere uyun, dedi.

Birçok tefsirci bu üç kişinin Allah'ın elçileri veya peygamberin elçileri olup olmadığını sormuştur? Tefsirci ve haber nakledenlerin çoğuna göre bunlar Allah'ın direkt elçileri değil, peygamberin gönderdiği elçilerdir. Bu peygamber de Hz.İsa'dır. Mesela bunlardan imam Razi şöyle der:

"Kasabaya elçiler geldiler.Yani elçileri ona gönderdiğimiz zaman ona geldiler. Yani gelişleri kendiliklerinden değildir, biz onları oraya gönderdik.

Bunda bir nüans vardır. Şöyle ki: Öyküde elçiler Hz.Isa tarafından gönderilmiştir. Onları Antakya'ya göndermiştir. Yüce Allah'lsa'nın göndermesi, bizim göndermemizdir, Allah'ın izni ile Rasulullahın gönderdiği elçi Allah'ın gönderdiği elçidir. Ey Muhammed, onlar peygamberin elçileri iken, sen Allah'ın elçisisin, diye düşünme, onları yalanlamaları, seni yalanlamaları gibidir, demiştir"[270]

Tefsircilerden bir grup ise, bunların direkt Allah'ın elçileri olduğunu söylemektedir.Yüce Allah'ın kasabaya önce iki, sonra onları desteklemek için bir elçi göndermesinde y adırganacak veya tuhaf olacak bir şey yoktur. Bu konuda Seyyid Kutup şöyle der:

"Yüce Allah bu kasabaya iki elçi göndermiştir.Tıpkı Musa ve Harun'u Firavn'a ve halkına gönderdiği gibi. Kasaba halkı iki elçiyi yalanlamış, Allah da onları desteklemek için hem kendisinin, hem ikisinin Allah'ın elçileri oluğunu vurgulayan üçüncü bir elçiyi göndermiştir."[271]

Her halde tercih edilen görüş budur. Çünkü Kur'an âyetinin açık anlamına uğun olan budur. Ku'an, bunları Allah'ın   göderdiğini   söylemektedir:   "Onlara   iki   kişi göderdik.Ama onları   yalanladılar, biz de üçüncü biri ile destekledik"     diyerek     bunların     kasaba     halkına gönderildiklerini söylemektedir.

Asıl olan, Kur'an âyetinin açık anlamına bağlı kalmak ve onun söylediğini söylemek, zaruret olmadıkça zahir anlamı bırakıp mecaz veya istiareye gitmekten kaçınmaktır. Çünkü zahir anlamı almanın mümkün olmadığı zaman ancak bir lafız mecaz veya istiare olarak anlaşılabilir. Bu da tefsirin genel kurallarındandır. buradada istiare veya mecaza gitmeyi zorunlu kılan birşey yoktur. Onun için bunlar Allah'ın kendi gönderdiği elçileridir, diyoruz. Doğrusunu Allah bilir.[272]

 2- Elçi Göndermeye Idevam Etmek:
 
Yüce Allah iki elçiden sonra üçüncü elçiyi de gönderdiğini belirtmektedir: "Onlara iki kişi gönderdik, onları yalanladılar. Biz de destek olarak üçüncü birini gönderdik" âyette "destekleme" anlamındaki kelime iki şekilde okunmaktadır. Birinici okuyuşa göre şeddesiz "azezna" şeklinde okunur. Bu durumda yendik, anlamına gelir. Böylece gönderilen ve iki elçiyi doğrulayan üçüncü elçi ile hak galip geldi ve üstün oldu, anlamı ortaya çıkmaktadır.

Ama Kur'andaki gibi şeddeli olarak "azzezna" şeklinde okunursa, anlamı, önce gönderilen iki elçinin delillerini, gönderdiğimiz   üçüncü   elçi   ile   destekledik,   oniarın delillerine  bunun  delillerini de  ekledik ve  durumlarını pekiştirdik, olmaktadır.

Her iki okum    ada anlam birbirine yakındır. Ancak Kur'andaki şekliyle okuyuşta edebi bir nüans olarak meful (nesne)nin   belirtilmemiş   olması   dikkati   çekmektedir. Zemahşeri tefsirinde bunun sebebini şöyle açıklamaktadır:

"Bundan amaç, destekleyen kişiyi ve bunun sağlayacağı şeyi belirtmektir. Çünkü bununla hak üstün olmuş ve batıl zelil düşmüştür. Söz, belirli bir şeyi amaçlıyorsa, o şey belirtilir ve başka şeyler bir tarafa bırakılır. Mesela, Bugün yönetici doğru karar verdi, denir. Bu cümlede yöneticinin doğru karar vermesi belirtilmek

istendiği için kimin lehine ve kimin aleyhine karar verildiği belirtilmemiştir. "[273]

İki elçinin gönderilmesi ve üçüncü bir elçi ile desteklenmelerinin sebebine baktığımızda şunları görürüz:

a- Bir elçi başka bir elçi ile güç kazanır.iki elçi de üçüncü elçi ile güç kazanırlar. Nitekim Hz.Musa, kardeşi Hz.Harun için Yüce Allah'a şöyle seslenmiştir: "Kardeşim Harun'u da. Onun dili benden daha açıktır. Onu bana destek olarak gönder ki beni doğrulasm. Onların beni yalanla malarından korkuyorum"[274]

Yüce Allah onun bu isteğini kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir güç vereceğiz ki onlar ikinize el uzatamıyacaklardır. âyetlerimizle ikiniz ve size uyanlar üstün geleceklerdir"[275]

b- Üçüncü elçinin gönderilmesi, kasabalıların iki elçiyi yalanlamalarına bir cevaptır. O da peygamber gönderme ve tebliğ etmede ısrar edildiğini gösterir.

Bu da davet konusunda önemli bir ölçüdür. Allah'a çağıranlar insanların karşısına çıkar ve davet ederler.Davet edilenler onların çağrısını beîki de kabul etmezler, hatta engel olurlar. Davetçilerin çağrı üzerinde ısrar etmeleri, tebliğ etmeye ve öğüt vermeye devam etmeleri gerekir. Onlardan insanların yüz çevirmesi veya tepki göstermesi, kendilerini daveti bırakmaya ve görevi terketmeye götürmemesi lazımdır.[276]

 3- Peygamberlerin İnsan Oluşu ve Açık Tebliğ:
 
Üç elçi kendilerini kasaba halkına tanıttılar ve "Biz size gönderildik" dediler. Fakat kasabalılar elçilerin insan olmalarına itiraz ettiler ve bundan bir sonuca vardılar.İnsan olmalarına bakarak yalan söylediklerini iddia ettiler ve şöyle dediler: "Siz ancak bizim gibi İnsansınız, rahman da bir şey indirmiş değildir, siz ancak yalan söylüyorsunuz".

Bu itirazı hemen her millet gönderilen peygambere karşı yapmış ve insan olmasını ona inanmaya engel görmüştür. Peygamberin bir melek olmasını istemişler ve peygamberler melek olsaydı inanacaklarını söylemişlerdir.

Seyyid Kutup, bu düşünce ve itirazın yanlışlığını ve tutarsızlığını belirterek şöyle der: "Peygamberlerin insan oluşlarına itiraz etmek, çok anlamsız ve tutarsız bir düşüncedir.Bu itirazı yapanların peygamberlerin görevini bilmedikleri anlaşılmaktadır.

Bu insanlar her zaman peygamberin kişilik ve hayatında mitoloji ve kuruntuların arkasında gizlenen bir esrarengizliğin bulunması beklentisi içinde olmuşlardır Göğün seçip yere gönderdiği bir peygmber değil midir? Böyle bir kişi nasıl mitoloji ve kuruntularla kuşatılmış olmaz? Gizlisi kapaklısı olmayan ve hakkında bilmecemsi şeyler bulunmayan açık bir insan nasıl peygamber olabilir? Evlerde, çarşılarda ve her yerde benzerleri bulunan ve herkes gibi olan bir kişiden peygamber olur mu? demişlerdir.

işte basit düşünme ve anlayış budur. Çünkü sırlar ve bilmeceler peygamberliğin gereği olan şeyler değildir. Bu çocuksu düşünce ve anlayışlar hele hiç değildir. Ortada korkunç bir sır vardır. Bu da insanlardan biri olan bir kişiye, göğün mesajlarını yüklenme yetenek ve kapasitesinin verilmesi ve bu yüce vahyi alma kabiliyetini Allah'ın ona vermesidir. Bu da, itiraz edenlerin teklif ettikleri gibi melek olmasından çok daha şaşırtıcı bir olaydır.

Peygamberlik, insanların hayatlarında yaş adıkları ilahi bir sistemdir. Peygamberin hayatı da, bu ilahi sisteme uygun olarak peygamberin yaş adığı pratik örnektir. Halkını kendisine uymaya çağıran ve kendisini Örnek almalarını söyleyen bir örnek. Bunun kendilerinin de hayatta taklit edebilecekleri bir örnek olması kaçınılmazdır.

Bu bakımdan peygamberin hayatı bütün ümmetin gördüğü bir hayattır.Allah'ın kesin kitabı Kur'anı Kerim ince ayrıntıları ve olaylarına varıncaya kadar bu hayatın belirgin özelliklerini belirtmiştir. Çünkü bu, yıllar ve asırlar boyunca ümmetin gözleriyle göreceği ve örnek alacağı bir örnektir."[277]

Bu şüphe ve peygamberlere yapılan bu itiraz karşısında elçiler kasabalılara görevlerini anlattılar ve "'Rabbimiz biliyor ki biz size gönderildik, bizim görevimiz apaçık bildirmektir" dediler.

Evet, bunlar gönderilmişlerdir. Çünkü onları Yüce Allah göndermiştir. Onların göderildiklerini kendisi biliyor. Yüce Allah'ın onları böyle bilmesi, desteklemesi ve buna tanıklık etmesi kendileri için yeterlidir. Artık insanların kendilerini yalanmaları yahut söylediklerine itiraz etmeleri kendilerine hiçbir şekilde zarar vermez. İnsanlar arasında görevleri, sadece açık tebliğdir. Görevlerinin yalnız tebliğ etmek olduğunu kesin ve açık bir şekilde bildirmişlerdir.

Peygamberlerin görevi, insanları inanmaya zorlamak ve mecbur etmek değildir.insanların kalbine imanı atmak veya yerleştirmek de değildir. Onların göevi, sadece açık ve net olarak bildirmektir.

Risaletlerini insanlara bildirirler, delillerini gösterirler ve onları kendi başiarına bırakırlar. Artık tercih yapmak insanlara kalmıştır. Özgürce, kendi irade ve çabalarıyla tercih yapmak durumund adırlar. Ya peygamberlere inanma ve uyma yolunu seçerler, böylece kurtulur ve kazanırlar, ya da inkar etme ve yalanlama yolunu seçer ve helak olup azap görürler. Her iki durumda da seçimi kendileri yaparlar, sorumluluk onlara düşer ve sonucuna katlanırlar.

Peygamberlerin görevi, insanlara açıkça tebliğ etmek olunca, peygamberlerin izleyicileri olan davetçi ve ıslahatçıların görevi de açıkça tebliğ etmek olur. Bu görev de açıkça tebliğ yapıldığı zaman yerine gelir ve   Orada biter.[278]

 
4- Peygamberleri ve Davetçileri Uğursuz Görmek:

 
Kasabalılar, üç elçiye kendilerine uğursuzluk getirdiklerini söylediler ve "Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğr adık" dediler. Yani sizin bize uğursuzluk getirmenizden korkuyoruz., aramızda kalırsanız başımıza kötülük ve eziyetin gelmesinden endişe ediyoruz, siz bize bir yarar ve iyilik de getirmiyorsunuz, dediler.[279]

Elçiler bu suçlamaya açık ve kendine güvenen bir iman mantığı   ile    karşılık   verdiler   ve    "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz"dediler.

Uğursuzluk sizdedir,sizler uğursuzsunuz, gelmesinden korktuğunuz kötülük de bizim yüzümüzden değil, sizin yüzünüzdendir, sizin anlayışınız ve davranışınız yüzündendir, dediler, insanın başına geien iyilik ve kötülüğün sebebi dışarıda değil, kendi içindedir.O da yaptığı iyilik veya kötülüktür, doğru veya yanlış seçimidir.

insanın başkasını uğursuz görmesi veya uğursuzluk getirdiğini düşünmesi, suçu başkasının üstüne atmak ve sorumluluktan kaçmaktır. Onun için cahiliyye toplumlarında veya tevhit inancından uzaklaşmış toplumlarda kişilerden, yüzlerden, yerlerden, zamanlardan, kelimelerden veya hareketlerden uğursuzluk çıkarıldığını görüyoruz.

Bu sebepten islam, başkasını uğursuz saymayı ve kötülük sebebi görmeyi yasaklamıştır. Çükü insanın başına gelen iyilik ve kötülük kendi yaptığı sebebiyledir. Yaptıkları sebebiyle başına gelen herşey de Allah'tandır ve onun değişmez sosyal yasasına uygundur. Başına bu şeylerin gelmesinde uğursuz gördüğü kişilerin bir rolü olmadığı gibi, o kişilerin kendisinden uzak durmaları da başına gelenleri savacak değildir.

Üç elçinin kasabalılara "Uğursuzluğunuz sizdendir" demelerinde, azapla tehdit etme anlamı da vardır, sanki onlara"Sizi bekleyen azap, helak ve yok olmanın sebebi biz değiliz, onun sebebi sizin küfrünüz ve tutumunuzdur, sizi bekleyen kötülük ve tehlikeyi savmak istiyorsanız, kendinizi değiştirmelisiniz ve küfrü bırakmalısınız" dediler.

Şunu da belirtelim ki peygamberleri uğusuz görmek, sadece kasabalıların yaptığı bir şey değildir. Bu genel bir tavır ve bilinen bir tutumdur.Çünkü gelen peygamberi uğursuz görmeyen ve çağrısından uğursuzluk beklemeyen hiçbir millet yoktur.

İşte Semûd kavmi, Hz.Salih'ten uğursuzluk beklemişler. "Bize,   senin   ve   seninle   beraber   olanların  yüzünden uğursuzluk geldi" demişler, kendisi de bu anlayışlarına cevap   vererek   "Uğursuzluğunuz   Allah   katındandır, doğrusu, imtihana çekilen bir milletsiniz, dedi"[280]

Firavn halkı Hz.Musa ve beraberindekilerin uğursuzluk getirdiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: "And olsun ki biz de Firavn ailesini, dersler alsınlar, diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu bizden ötürüdür" derler. Bir kötülüğe uğr adıklarında ise, onu Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah katındandır.Fakat çoğu bunu bilmezler"[281]

Kafirler Hz. Muhammed'e de uğursuzluk suçlamasıyla karşı çıkmışlardır: "Onlara bir iyilik gelirse, bu Allah'tandır, derler. Bir kötülük gelirse, bu senin tarafmdandır, derler. Deki, hepsi Allah'tandır. Bu millete ne oluyor ki neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar?"[282]

Uğursuz sayılan sadece peygamberler midir? Hayır. Uğursuz görme, kafirlerin ve düşmanların her zaman ve her yerde davetçi ve ıslahatçılara yönelttikleri bir suçlam adır. imam Zemahşeri, hakkı ve hakkın temsilcilerini uğursuz gören kafir ve düşmanların psikolojik durumlarını analiz etmeye çalışarak şöyle der: "Sebep, onların dininden kafirlerin nefret etmeleri ve kendilerinin onlardan hoşlanmamalarıdır. Hoşlarına giden, arzu ettikleri ve kalplerinin istediği her şeyi uğurlu görmek, hoşlarına gitmeyen, sevmedikleri ve nefret ettikleri her şeyi de uğursuz saymak cahillerin alışkanlığıdır. Bir iyilik veya bir kötülükle karşılaşırlarsa, bunun bereketi ile, şunun uğursuzluğu ile, derler"[283]

Allah'a çağıran inanları uğursuz göstermeye çalışanlara uğursuzluklarını yüzlerine vurmaları, uğursuzluklarının kendilerinden olduğunu, başlarına gelecek felaket ve yok oluşun sebebinin davetçiler veya davet değil, kendilerinin sapıklığı, günah ve isyanları olduğunu açıklamaları gerekir. Uç elçinin milletlerine karşılık verdiği gibi "Uğursuzluğunuz kendinizdendir, bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz" demeleri lazımdır.

Aşırı    gidenler    küfürde,    şirkte,    bozgunculukta, günahlarda, uğursuz göstermede, tehdit ve işkencelerde aşırı gitmiş olabilirler. Önemli olan, bu insanların haddi aşmaları ve ölçüyü kaçırmalarıdır.[284]

 
Taşlama ve İşkence Etme Silahı:

 
Kasabalılar, üç elçiye etkili ve geçerli sandıkları bir silahı   yönelttiler.    "Vazgeçmezseniz,   and   olsun   sizi taşlayacağız ve size can yakıcı bir azap vereceğiz" dediler.

Bu   silahla   kasabanın   kafirleri   içyüzlerini   ortaya koymuşlar,   dişlerini  göstermişler,   barbarlık,   zulüm  ve azgınlıklarını sergilemişler, elçilere karşı çirkin, barbar ve katı üslubu kullanmışlar, yol gösteren davetçilere tehdit, baskı ve işkence yapacaklarını söylemişlerdir.

Bunlar, yol gösteren davetçilerin varlığına katlanamazlar ve yüzlerini gömek istemezler. Onlarla beraber yaşamalarını kabul etmezler. Mantığa mantıkla, delile delil ile, düşünceye düşünce ile karşı koymaya ne güçlen var, ne de buna razı olurlar.Çünkü elçilerin düşüncesine, deliline ve mantığına karşı koyacak ne delilleri, ne mantıkları, ne de düşünceleri vardır. Onun için ilkel silah yoluna, tehdit, taşlama, işkence ve öidürme silahına sarılırlar.

Kasabalıların ilkel siîah yoluna başvurmaları, onlara özgü bir yol değildir. Belki her zaman ve her yerde kafirlerin elçilere karşı başvurdukları ve kullandıkları bir silahtır. Kafirler Nuh, Hud, Salih, ibrahim, Lût, Şuayb, Musa ve diğer peygamberlere karşı bu yola başvurmuş ve bu silahı kullanmışlardır.

Peygamberlerin yolunu izeyen ve onların gösterdiği gibi   yaşamaya   çalışan   davetçi   müslümanlara   zalim düşmanlar  ve   azgın   tağutlar   her   zaman   aynı   silahı kullanmışlardır.    Islamın    erlerine    karşı    bu    silahın kullanıldığına dair tarihimizde çok örnekler vardır. Hele birçokların uygarlık ve ilerlemenin zirvesi gördüğü çağdaş tarihimizde Allah'a davet edenlere karşı azgın zalimlerin ancak hayvanların başvurduğu "İşkence ile Öldürme" ilkel silahını hem de aşırı derecede kullandıklarının örnekleri, sayılamıyacak kadar çoktur. Öyleki bu zalim azgınlar ve kafir tağutlar Allah'a davet edenlere karşı bir insanın başka bir    insana    uygulamasını    kimsenin    aklına    biie getiremiyeceği yollara başvurmuş, onlara en barbar ve vahşi uygulamalar yapmışlardır. Bu silahla hakkın sesini kesmek   ve   Allah'a   davet   eden   insanları   yoketmek istemişlerdir. Ama sonuç ne olmuştur?

Bütün engelleme ve zorluklara, sahiplerinin çektiği her türlü eziyet ve verdiği kurbanlara rağmen davet güçlenmiş, ilerlemiş, yerleşmiş ve yayılmıştır. Çünkü Allah'a davet ancak fedakarlık, sıkıntılara göğüs germe ve zorluklardan geçmekle güçlenir.

Ama bunları yapan, insanlara en barbar uygulamaları reva gören o zalim barbarlar gittiler, yenilgi ve başarısızlık utancını yaşayarak gittiler, lanetler ve hakaretler taşıyarak gittiler ve türlü türlü cezalan çekmek üzere Allah'ın huzuruna gittiler.

Allah'a yapılan hiçbir davet yoktur ki tehditle ve silahla karşılaşmamış olsun. Allah'a davet eden hiçbir davetçi de yoktur ki taşlanma ve işkence silahı ile karşılanmamış olsun. Allah'ın dinine düşman olan hiçbir toplum da yoktur ki davetçilere, kasabalıların söyledikleri gibi "Vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlayacağız ve çok çetin bir cezaya çarptıracağız" demiş olmasınlar.

Arna o davetçiler, üç elçiyi örnek almış ve kasabalılara elçilerin     söyledikleri     gibi     karşılık     vermişlerdir: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz"[285]

 Mümin Adam Elçileri Destekliyor:
 
Kasabalılar öyküsünün ikinci sahnesi, mümin adamın elçilere destek vermek ve halkı onlara uymaya çağırmak için şehrin öbür ucundan koşarak gelmesidir. Seyyid Kutup iki sahne arasında bağlantı kurarak ve öykünün iki tarafı arasındaki bağı göstererek şöyle der:

"Peygamberlerin çağrısına kapalı kalplerin cevabı bu olmuştur. Birinci sahnede surenin sözünü ettiği kalpler için bu bir örnek ve onlara çizilen beşeri örnek için bu canlı bir resimdir. Ama elçilerin tebliğ ettiği vahye uyan ve görmediği halde Rahmandan korkan karşıt örneğin izlediği yol ise, başkadır ve verdiği cevap bundan farklı olmuştur."[286]

 Seyyid Kutup Adamın Psikolojisini Analiz Ediyor:
 
Seyyid Kutup, elçilerin çağrısını kabul eden temiz, iyi ve mümin adamın üstün ruh yapısını irdeliyerek şöyle der: "Adamın yaptığı, hakkın doğru çağrısını sağlam fıtratın kabullenmesidir. Bu fıratta doğruluk, sadelik, canlılık, istikamet, anlayış ve apaçık hakkın güçlü nağmelerine katılım vardır.

Bu adam çağrıyı duydu, onun mantıklı olduğunu ve hakkın delillerini içerdiğini görünce kabul etti. Kalbi iman gerçeğini yakalayınca içinde bu gerçek harekete geçti ve açıklamaktan başka yolunun olmadığını gördü. Etrafını her türlü sapıklık ve ahlaksızlığın kuşattığını görürken, artık inancını   kalbinin   derinliklerinde   kilitleyip   duramazdı. Kalbinde kök salan ve bilincinde hareket eden hak ile halka koştu. Hakkı yanına alarak, yalanlayan, tehdit eden, inkar eden ve barbarlaşan halkına gitti.  Halkını hakka davet etme görevini yerine getirmek için şehrin öbür ucundan koşarak geldi. Onları haksızlık ve saldırganlıktan alıkoymak    ve    elçilere    uygulamaya    hazırlandıkları kötülükleri önlemek için koşarak geldi.

Anlaşıldığı kadarıyla   adam makam ve mevki sahibi güçlü   biri   değildi.    Halkı   arasında   taraftarları   ve savunucuları da yoktu.Bütün serveti, içinde taşıdığı diri inancıdır. Bu inanç onu sürüklüyor ve şehrin öbür ucundan koşturup getiriyordu."[287]

 Fahreddin Razi'nin Edebi Tespitleri:
 
Razi'nin Kur'anın anlatımı ile ilgili güzel bazı tespitleri vardır, buradada mümin adamla ilgili Kur'anın söyledikleri üzerinde durmakta ve güzel bazı tespitler yapmaktadır. Bu tespitlerden önemli olanları özet olarak şöyledir:

1- Oykünün önce geçen âyetleri ile mümin adamın bağlantısında iki şey sözkonusudur.

a- Elçilerin    açık    tebliğ    görevi    ile    geldikleri belirtilmektedir.   Nitekim  koşup  gelen     adam   onlara inanmıştır. Buna göre "Şehrin öbür ucundan "sözünde açık bir belagat vardır. Bu olay, elçilerin tebliğlerinin şehrin öbür ucuna kadar gittiğini gösterir.

b- "adam"ın belirsiz olarak getirilmesinin iki nüansı vardır. Birincisi, bu adamın tam bir yiğit ve erkek bir adam olduğunu belirtmek içindir. İkincisi,elçilerin tebliğ ettikleri hakkın açığa çıkmasına katkıda bulunmak içindir.

Çünkü  tanım   adıkları   bir     adam   onlara   inanmıştır, aralarında bir pazarlık da sözkonusu değildir.

3- "Koşarak" sözü, öğüt verme ve tebliğ etmede müminlerin fedakar olmaları ve bu adamı örnek almaları için gözlerini açmakta ve rehberlik etmektedir.

4- "Ey milletim" sözünde güzel bir incelik vardır. Çünkü onlara   acıdığını,   esirgediğini   söylemektedir.Onlardan olduğunu söylemesi., onların ancak iyiliklerini istediğini kanıtlamaktadır.

5- "Elçilere uyunuz" sözü, elçilere uymalarını istemektedir. Mümin suresinde Firavn ailesinden inanmış adamın dediği gibi i:Bana uyunuz" demiyor. Çünkü adam onlarla beraber değil, şehrin öbür ucundan koşarak gelmiştir.Halkı, delilleri açıklayan ve yolu gösteren elçilere uymaya çağırmıştır.

6- "EIçilere uyunuz" sözünde, "Uyunuz" derken, öğüt vermiş,"Elçiler" sözünde de iman ettiğini göstermiştir. Öğüt vermede daha etkili olduğu için imandan önce öğüt sözcüğünü getirmiştir.

7- "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar" sözünde de güzel bir nükte vardır, buradatanıtma ve ikna etmeye çalışmanın en güzel üslubu kullanılmıştır. Oniarı ikna etmek için adam bir derece aşağı inmiştir. Sanki onlara şöyle der: Varsayın ki bunlar peygamber ve hidâyet rehberleri değildir. Ama adamlar doğru yolu öğrenmişler ve insanları hakka ulaştıran bu yolu biliyorlar. Üstelik sizden bir ücret veya mal da istemiyorlar. Bu da adamlara uymanızı ve dediklerini kabul etmenizi gerektirir.

8- "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?"sözü, Allah'a ibadet edilmemesini y adırgayan bir sorudur. Yalnız Ona ibadet etmenin kapalı ve anlaşılmayan bir yönünün bulunmaması gerektiğini söylemektedir. Ona ibadet etmeyen kişinin niçin ibadet etmediğini kanıtlaması lazımdır. Ben ise, ona ibadet etmekten beni alıkoyan bir şey gömüyorum, der.

9- "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" sözünde başka bir incelik vardır. Burada adam halkla konuşmayı bırakmış ve kendisinden söz etmiştir. İşte hikmet buradadır. Çünkü kendi durumunu kendisi bilmektedir. Kendi durumunu bildiği için başkasından gerekçe ve delil istememektedir.

10- "Beni   yaratana   ne   diye   kulluk   etmeyeyim?"

sözü,niçin Allah'a inandığını iki şeye bağlamaktadır. Birincisi, Allah'a inanmaktan alıkoyacak bir engelin bulunmamasıdır. "Ne diye kulluk etmeyeyim?"

İkincisi de inanmasını gerektiren sebebin bulunmasıdır. O da"Beni yaratan" sözüdür. Yaratan Allah, sahiptir ve nimeti verendir. Böyle olunca, kulun ona kulluk etmesi ve şükretmesi gerekir.

11- "   Beni  yaratana  ne  diye  kulluk  etmeyeyim?" sözünde,   inanmayı  engelleyen  bir  şeyin   olmamasını, inanmasını gerektiren şeyden öne almıştır. "Sizi yaratan" dememiştir. Çünkü bağlamda en önemli olan budur.

12- "Sizi yaratan" değil, "Beni yaratan" demiştir. Çünkü onlardan değil, kendisinden söz etmektedir."Ne diye kulluk etmeyeyim?" sözü ile uyum içinde olması için "Beni yaratan" demiştir. Böylece hem kulluk yapan, hem yaratılan kendisi  olmaktadır.

13- "Ve ona döndürüleceksiniz" sözü ile, onlara dönüşteki bir inceliği hatırlatmakta, Allah'a dönmede kendisi ile onlar arasındaki farkı göstermeğe çalışmakt adır. Çünkü kendisinin Allah'a dönüşü, onların dönüşü gibi olmayacaktır. Kendisinin Allah'a dönüşü, ona inanan mümin kulun dönüşüdür. Onun dönüşü, ikram görmek ve nimete konmak için olacaktır. Ama onların dönüşü, sorguya çekilmek, aşağılanmak, azap görmek ve cezalandırılmak içindir. İki dönüş arasında ne büyük fark vardır!

15- "Onu bırakıp başka tanrılar edinir miyim?" sözü, sahip olduğu tevhidin büyüklüğüne işarettir. "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" sözü, Allah'ın varlığına işaret iken, "Onu brakıp başka tanrılar edinir miyim?" sözü, ona ortak koşmayı ve başkasına kulluk yapmayı red etmeye işarettir.

16- "Başka tanrılar" sözünde de güzel bir incelik vardır. "Başka" sözcüğü buradabile bile getirilmiştir. Allah'ın bir ve kulluk edilen tek varlık olunca, onun dışında kalan her şey, başkadır. Onun dışındaki bütün varlıklar, güçsüz yaratıklar olmakta ortaktır, Allah'a muhtaçtır, her şeylerinde ona bağımlıdırlar. Onun için hepsinin ona kulluk etmesi gerekir. Hepsi ondan başka olduklarına göre, bunlar arasından nasıl tanrılar olabilir?

17- "Şüphesiz   ben   rabbinize   inandım"   sözünün, düşünen ve taşınan bir kişinin sözü olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü konuşan kişi, sözlerini bir topluluğun dinlediğini biliyorsa, onları düşünerek söyler. Onlara karşı delil getirmek için sanki onlara bunu duyurmayı amaçlamakt adır. Sanki onlara "niçin durumunu bize söylemedin, bize bildirseydin sana uyardık" dememeniz için ne yaptığımı size bildirdim,  der.

19- "Beni dinleyin" sözünde dinlemekten amaç, sadece sesi dinlemek değil, çağrıyı kabul etmek, hakkın sesine kulak vermek ve iman etmektir."[288]

 Bu Adam İle Hz.Musa'mn Arkadaşı:
 
iki mümin adam, imandan kaynaklanan takdire değer iki tavır takınmıştır. Biri Hz.Musa'mn Kasas suresinde adı geçen arkadaşı, diğeri de Yasin suresinde geçen elçilerin destekçisi bu adam. Kur'an bu ikisinden sözederken değişik  ifadeler kullanır.

Hz.Musa'mn arkadaşı için şöyle der:" Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak geldi ve "Ey Musa! ileri gelenler seni öldürmek için aralarında komplo kuruyorlar, hemen uzaklaş, şüphesiz ben sana öğüt veriyorum"dedi"[289]

Elçileri destekleyen adam için ise, Kur'an şöyle der: ''Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi, ey milletim, elçilere uyun, dedi"

Hz.Musa'mn arkadaşından söz ederken kur'an önce adamı belirtmiş, sonra şehrin öbür ucu olan geldiği yeri söylemiştir.    Halbuki   elçileri   destekleyen   adamdan sözederken  önce şehirden  geldiği yeri,  sonra    adamı

söylemiştir. Acaba bunun sebebi nedir?

Şüphesiz âyette kelimelerin dizilişi, bağlam ve amaca göredir. Kasas suresinde Hz.Musa öyküsünde amaç, Hz.Musa'yı uyarmak ve şehri terketmesini söylemek için gelen adamın tavrına işaret etmektir, yoksa geldiği yeri belirtmek değildir. Şehrin öbür ucundan veya başka bir yerinden gelmiş olması önemli değildir. Onun için önce adamı belirtmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Ama kasabalılar öyküsünde amaç, üç elçinin çağrısının şehrin en uzak yerine bile ulaştığına işaret etmek için Öncelikle adamın nereden geldiğini belirtmektir. Şehrin öbür ucundaki adam elçilerin çağrısını duymuş ve inanmış ise, kendileri elçilere yakın olmalarına rağmen neden onlara inanmıyorlar? Onun için koşarak gelen adamın nereden geldiğini önce belirtmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Bu öncelik ve sonralık konusunda Gımata'h îbnu'z-Zubeyr ''Milaku't-Tevi!" kitabında şöyle der: "Kasas süresindeki "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi" cümlesinde adamın geldiği yerin önce belirtilmesi, normal sıralamaya uygundur. Çünkü cümlede öznenin yeri, normalde fiilden sonradır.

Fakat Yasin suresinde öznenin geldiği yerden sonra gelmesi, güzel bir arılama işaret etmektedir.O da uzak yerde de otursa, önce iman eden kişinin üstünlüğüdür. Elçilere kalbi ile yakın olduğu sürece, ikamet yerinin uzak olması önemii değildir. Bunun aksine, evi elçilere yakın oîan kafire evinin yakınlığı hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü küfrü kendisi ile elçiler arasındaki mesafeyi uzaklaştırmakt ad ir.

burada Mekke'li Kureyşliler ile Medine'deki Ensar'ın durumuna bir işaret vardır. Kureyş, yer olarak Mekke'de Rasulullaha yakın, ama kalpleriyle ondan uzaktılar. Böyle olunca, bu yakınlık onlara bir yarar sağlamamıştır. Ensar'ın uzak yerde bulunması da onların Rasulullaha yakın olmalarına ve İslama girmelerine engel olmamıştır.

Kureyşîilerin tavrı, kasabalıların tavrına benzer. Mümin adamın tavrı da Ensar'ın tavrına benzer.

Şehrin öbür ucundan mümin adamın gelmesi,ikamet /erinin uzak olmasından zarar görmeyen kişiye örnektir. Kasabalıların durumu da, uzun süre beraber olduğu halde bu beraberlikten yararlanmayan kişilere örnektir. Yasin suresinde özneden öce adamın ikamet etiği yerin belirtilmesi, amacı gerçekleştirmek içindir. Önce belirtme, bu işe önem verilmesindendir."[290]

 " Adam" Nitelemesi, Övmek ve Yüceltmek İçindir:
 
Kur'anı Kerim, o erkeği " adam" diye anmıştır. Bu da onu takdir etmek ve övmek içindir. Bilindiği gibi erkeklik ile adamlık arasında fark vardır. Erkeklik, dişiliğin karşıtıdır. Eşler, kadın ve erkektir. Ancak her erkek, adam değildir, sadece böyle olduğu kabul edilir. Onun için her erkek adam değildir, ama her adam erkektir. Erkeklik, biyolojik bir niteliktir. Ama adamlık kuvvet, şiddet, katlanma, cesaret ve sebatı belirten bir niteliktir. Ruhsal nitelikleri, manevi özellikleri ve ahlaki erdemleri gösterir.

Herhalde bu sebepten adamlık nitelemesi övgü, takdir ve özel olarak belirtmek için getirilmiştir. "Bir adam şehrin öbür ucundan koşarak geldi ve Ey Musa! ... dedi". "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve ey milletim, elçilere uyun, dedi". "Firavn ailesinden imanını gizleyen inanmış bir adam dedi..."[291] "Müminlerden öyle adamlar var ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler"[292] "Orada sabah akşam onu teşbih eden adamlar vardır. Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allahı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten ahkoyar"[293] "Orada tertemiz olmak isteyen adamlar vardır. Allah tertemiz olanları sever"[294] Şüphesiz, adamları ancak adamlar takdir eder ve ancak   adam olanlar onlarla beraber sebat eder.[295]

  Adam'ın Belirtilmemesinin Başka Bir Nüansı:
 
Yukarıda " adanV'ın belirsiz getirilmesinin iki  nüansını gördük. Birincisi, onu övmek ve takdir etmekti.îkincisi de itham altında kalmaktan uzak tutmak ve elçilerle arasında bir  danışıklı  döğüşün  olmadığını  göstermekti.   Kendisi adamlardan   bir   adamdır,   elçilerle   kendisinin   hiçbir tanışıklığı olmamıştır.

Bunların    yanında    "adam"    kelimesinin    belirsiz gelmesinin başka bir nüansı da vardır, buradaki belirsizlik açıklamak,   belirtmek   ve   sınırlandırmak   için   değil, belirsizleştirmek içindir.

Bu kişi, adamlardan biridir. Belirli, sınırlı ve muayyen olmayan bir adam. Kur'an onu özellikle belirsiz bırakmıştır. Adı, milleti, ailesi, işi ve yeri bizi ilgilendirmemektedir. Bütün bunlar Kur'anın belirsiz bıraktığı şeylerdir. Yüce Allah bunların belirtilmesinde bir yarar görseydi, elbette belirtirdi. Ama belirtmenin bir yararı olmadığını bildiği için belirsiz bırakmıştır. Bunu sağlamak için de 'adam' kelimesi belirtisiz gelmiştir.

Bu sebepten sözkonusu adamın kimliğini belirlemek ve açıklamak     için     çalışanların     tümü     bu     espriyi kavrayamamıştır.   Bazıları   bu   adamın   Yusuf   Neccar olduğunu, başkaları ise Şem'un olduğunu söylemiştir. Biz ise, Kur'anın onu belirsiz bırakmasının amacını kavrayarak kimliğini belirlemeye ve tanıtmaya çalışmadık.[296]

 Rabbinize İnandım, Beni Dinleyin:
 
Şimdi de mükemmel bir iman dersi almak için mümin adamın "Ben rabbinize inandım, beni dinleyin" sözü üzerinde duralım.

adam,   elçileri  savunmuş,  halkını  onlara  uymaya çağırmış, içinde bulundukları küfrü bırakmalarını öğütlemiş,

elçilere inandığını ve onlara uyduğunu açıklayarak bunu uygulamalı ve canlı bir hakeretle kanıtlamış, halkından söylediklerini   dinlemesini   ve   yaptıklarını   anlamasını istemiştir.

Daha önce adamın"Beni dinleyin" sözünün aniden verilmiş bir karar değil, düşünüp taşınan bir adamın sözü olduğuna, benim dediğimi kabul edin ve girdiğim dine siz de girin, anlamına geldiğine ilişkin Razi'nin tespitlerini vermiştik. Ancak buradabizi ilgilendiren şey, adamın tavrının gerçeğini ve ona nasıl uyulacağını anlamaktır.

Şüphesiz adamın attığı imanlı adım, Allah'a giden yolda ve ona davette bariz bir işaret sayılır. Çünkü adam, teorik düşüncesini pratiğe dönüştürmüş ve uygulamıştır. Bu da imanının ne kadar diri, aktif ve dinamik olduğunu gösterir. Zira soyut bilgi olarak kalmasına razı olmamış, aksine bunu realite dünyasında uygulayarak hayata dönüştürmüştür.

Bu mümin adamın attığı adım, büyük bir iman tavrı sayılır. Hayatın tavır koymak olduğunu ve adamların uzun Ömürleriyle değil, tavırlarıyla ölçüldüğünü gösterir. Zor, sıkıntı ve sınama zamanında inanmış, sahipsiz olan elçilerle beraber olmuş, zorba ve barbar maddi güce meydan okumuş, imanını açığa vurmuş ve halkının da yaptığı gibi yapmasını istemiştir. Gözü ile tehlikeyi görmesine, kendisinin  de  işkence  ve  eziyetlere  maruz  kalacağını anlamasına ve bunun belki de ölümüne yol açağmı bilmesine rağmen, iman etmiş, imanını açıklamış ve bu tavrının sonucuna katlanmaya hazır olmuştur.

Bu girişimine belki bir aşırılık, kendini tehlikeye atmak ve bir intihar denilecektir. Ancak bunu, iman ve davet dünyasını mal ve ticaret dünyasının içerdiği kâr ve zararı ölçüp biçtikleri gibi ölçen, ancak maddi kazancı garantiledikleri zaman girişimde bulunan maddeci tacirlerin gözü ile bakanlar söyleyebilir.

Halbuki bu bakış, iman ve davet dünyasında geçersiz ve anlamsızdır. Bu adam inanmamış mıdır? Kanaat getirip tasdik etmemiş midir? Niçin imanını açıklamasın ve halkını kendisine uymaya çağırmasın? Peygamberlerin, kendilerine destek olacak ve saflarında yer alacak kişilere ihtiyacı yok mudur? Böyle iken, neden tavrını ortaya koymaktan korksun?

Bu tavrı ortaya koymaktan onu alıkoyacak nedir? Acaba alıkoyacak olan şey, göreceği eziyet, işkence, sıkıntı ve zorluklar mıdır? Ne zamandan beri engeller imandan caydırmakta ve müminleri davetten alıkoymaktadır?

Kaldı ki yeni yolunu seçmekle, onu açığa vurmakla ve başkalarını   kendisine   uymaya   çağırmakla   gerçekte kazanan kendisidir.

Bu adamın imanlı tavrı Allah'a giden yolda dalgalanan bîr bayrak olarak kalacak, hakkın tarafını tutma, onun safında yer alma ve ona bağlanın ada davetçiler ona uyacaktır. Her biri lisanı ha! ile diğerine "Ben rabbinize inandım, bana uyun" diyecektir.

Biz hakla beraber olmadıkça, ona uym adıkça, bunu açıkça ilan etmedikçe, başkalarına duyurmak için yüksek sesle açıklam adıkça ve insanlara karşı sorumluluğumuzu yerine getirmedikçe, hak açığa çıkmaz, insanlar onu tanımaz ve galip gelmez.

Biz onlara duyurmazsak, kim onlara duyuracak? Hakkın sesine tercüman olmazsak, kim hakkı ortaya koyacak? Bunu yapmazsak, tebliğ nasıl gerçekleşecek? Hakkı insanlara nasıl götüreceğiz ve onları nasıl sorumlu

yapacağız? Bunu yapmadığımız taktirde sorumluluktan nasıl kurtulacağız?

Şüphe yok ki hayat ancak hakkın zaferi ve batılın hezimeti ile tatlı ve güzel olur. Mümin adamlar da ancak imanlı tavırlarıyla tanınır, bilinir, yükselir ve yücelirler.

Biz de bu adamın tavrı gibi tavır takınaiım,biz de onun duyurusu gibi duyuralım, onu kendimize örnek yapalım ve insanlara ilan edelim: "Ben rabbinize inandım, beni dinleyin" diyelim.[297]

 İman Ettikten Sonra Adamın Başına Neler Geldi?
 
Kur'anı  Kerim,  imanını  açığa  vurduktan  ve   "Ben rabbinize inandım, bana uyun'1 dedikten sonra   adamın başına   neler   geldiğini   belirtmemiştir.    Bunu   öykü bağlamında ve sanat planında sanatsal bir boşluk olarak bırakmıştır.  Başına gelenleri hayal ederek ve zihninde canlandırarak    okuyucun    kendisinin    bu    boşluğu doldurmasını istemiştir.

Şüphesiz yaşadığı ortama ve etrafındaki insanlara bakılırsa, başına gelenleri tahmin etmek zor değildir. Yoksa elçilerle savaşmaya hazırlanan ve "Vazgeçmezseniz, mutlaka   sizi   taşlayacağız   ve   şiddetli   bir   ceza   üe

cezalandıracağız"   diyen   kafirlerin   ortasında   imanını açıklayan ve  adam gibi duran bir insanın başına başka ne gelmesini bekleyebiliriz?

Elbette onlara meydan okuma cesaretini gösteren o adamı taşlayacaklar ve  çetin bir ceza ile cezalandıracaklar.

Evet, beklenen sonuç budur. Ancak ayrıntıları bilmediğimiz için biz bir şey söylemiyoruz. Kesin olarak meydana geldiğinden emin olmadığımız olayların ve ayrıntıların meydana geldiğini söylemiyoruz. Öncekilerin bu olaylardan ve ayrıntılardan birçok şeyler yazdıkları, şunu yaptı, bunu etti gibi çok şeyler anlattıkları doğrudur. Ne var ki söylenenlerin güvenilecek doğru bir kaynağı ve delili yoktur. Söylediklerinin tümü ya israiliyat, ya da uydurmadır. Biz ise, onlardan almayı caiz görmüyoruz. Yahut kendi hayallerinden uydurmuşlardır. Hayal edilen veya beklenen bu şeylerin mutlaka rialiteler dünyasında gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir.

Onun için Kur'an âyetlerinin durduğu yerde durmamız ve o sınırı aşmamamız gerekir, adama halkı eziyet etmiş, işkence yapmış, baskı uygulamış, belki de öldürmüş ve şehit etmişlerdir. Çünkü Kur'anın " Cennete gir, denildi" sözleri buna işaret etmektedir. Ancak başından geçenlerin ayrıntıları konusunda bir şey söylememiz mümkün değildir.[298]

 Ona "Cennete Gir, Denildi":
 
Tefsirciler   ;'Cennete   gir,   denildi"sözünün   anlamı üzerinde durmuşlar,bazıları  adama bu şekilde söylendiğini, meleklerin kendisini alıp cennete koyduğunu ve gerçekten Orada   yaşadığını söylemişlerdir.

Bazıları   ise,   gerçekte  cennete  girmediğini,   çünkü müminlerin cennete girmesinin ancak diriliş ve hesaptan sonra olacağını söylemiş, "Cennete gir,denildi" sözünün imanlı tavrından dolayı cennete girmeyi ve müjdeyi erken almayı hak ettiği anlamında mecaz olduğunu söylemişlerdir.[299] Biz de ikinci görüşü destekliyoruz. Doğrusunu Allah bilir.

Cennete gimeyi hak ettiği müjdesini almayı, imanlı tavırlarından ve hakkın tarafını tutmasından dolayı cennete girme hakkını kazandığını düşünüyoruz. Bu müjdeyi almayı hak etmiş olsun, öldükten sonra kendisine '"Cennete gir" denilmesi olsun, her iki durumda da adamın cennetlik olduğu anlaşılmaktadır. Bunun tartışmasını yapmak yerine adamın tavrına bakmak gerekir.

Acaba bu tavrından dolayı adam kazandı mı, kaybetti mi? Acaba inanmanın bedeli olarak ne ödedi? Şüphesiz, hayatını, ömrünü, dünyasını bedel olarak Ödedi. Zaten bunlar Allah tarafından kendisine bağışlanmamış mıydı?

Ama ne kazandı? Cenneti şüphesiz! Amacını, gayesini ve hedefini gerçekleştirdi. Sonsuz hayatı, tükenmez nimetleri ve yenilenen zevkleriyle cennette yaşamayı kazandı.

Buna kayıp veya zazar diyebilir miyiz? Bütün ölçüler, hesap ve değerlendirmelere göre adam en büyük kâri elde etmiş ve büyük bir başarı göstererek kazanmıştır. Cenneti kazanm adı mı? Kendisine "Cennete gir" denilmedi mi? Acaba insan bundan başka ne ister?

Bu şekilde haktan yana otan, Allah'ın dinine ve erlerine destek veren, Allah'ın dinine sarılan, onun düşmanlarına karşı koyan, Allah yolunda karşılaştığı zorlukları aşan ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için gerekli bedeli ödeyen herkes bununla cennete girer, cennetin sonsuz nimetlerini ve Orada sonsuz yaşamayı hak eder ve melekler "cennete gir" müjdesiyle kendisini müjdeler.[300]

 Keşke Halkım Bilseydi!
 
Cennet  müjdesini  aldıktan   sonra  dininden  dolayı kendisine eziyet eden halkını düşündü ve "Keşke halkım, rabbimin beni bağışl adığını ve ikrama erenlerden kıldığını bilseydi" demiştir.

Tefsirciler, adamın bu dileği konusunda da farklı iki şey söylemişlerdir. Birinci görüşe göre, nasıl güzel bir sonuca ulaştığını bilmeleri için durumunu halkının bilmesini temenni etmiştir.

ikinci   görüşe   göre   ise,   kendisinin   inandığı   gibi inanmaları   ve   vardığı   güzel   sonuca   kendilerinin   de Varmalarını  temenni  emiştir.  Onun  için  Ibn  Abbas Yasıu-ıen  ve  öldükten  sonra  halkına  öğüt  vermiştir" demiştir.[301]

Zemahşeri ikinci görüşü tercih etmiş, ibni Abbas'ın rivayet edilen görüşünü desteklemiş ve şu espriyi yakalamıştır:" Bu âyette büyük bir uyarı vardır.Öfkeyi yenmenin, cahil insanlara acımanın, kötülerle ve yanlış yolda olanlarla beraber olanlara şefkat etmenin, onları kurtarmaya çalışmanın, bunun için fedakarlık yapmanın,

sövmek ve beddua etmek yerine, bu işleri yapmaya çalışmanın gerekliliğini gösterir. Kendisini öldüren, başına getirmedik iş bırakmayan, kafir olan putperest halkı için adamın nasıl iyilik dilediğini görmüyor musunuz?"[302] Umarız halkı, adamın akıbetini ve gü2el sonucunu anlamış ve müslüman olmuştur.

Halkı onu öldürmüş ve büyük zararlar vermişlerdir. Ancak bunu yaparken adama büyük yararlar sağladıklarını ve iyilikte bulunduklarını kavramamışlardır. Dünyaya üzülmeden hayatı terketmesini, hayatın geçici zevk ve güzelliklerinden yoksun olmasını, ama onun yerine hayatı sonsuz ve zevkleri sonsuz olan cennet hayatına kavuşmasını sağlamışlardır.

Kendileri İstemeden ve böyle bir şeyi düşünmeden ona büyük bir iyilik yapmışlardır. Onun için kendilerine hidâyet dilemiş, hayatta iken ve öldükten sonra da onlara öğüt vermiştir." Rabbimin beni nasıl bağışladığını ve ikrama erenlerden kıldığını bilselerdi" demiştir. Ne zaman onu bağışlamış? Ne zaman ona ikram etmiş? Şüphesiz Allah'ın dinine verdiği destekten, müslümanlara katıldıktan ve kafirlere karşı koymaktan sonra bağışlanmış ve ikrama ermiştir.

Acaba inancını teorik planda tutsaydı ve bunu eyleme dönüştürüp pratikte uygulamasaydı, yine bağışlanacak ve ikrama erecek miydi?

Bu şekilde Allah'a davet eden herkesin başına davetinden ve seçtiği yoldan dolayı gelenler gelir. Ancak yüce   Allah'ın   kendisine   hazırladığı   cennet,   nimet, bağışlama ve ikramı öğrendikten sonra kendisine eziyet eden halkının bu sonucunu bümelerini temenni eder, yanlış yapmalarına üzülür, onlara acıması tutar,hidâyet bulup iman etmelerini ve sonsuz iyiliğe kavuşmaları için Allah'ın dinine bağlanmalarını ister. Kafirlerin anlayışı nerde, müminlerin anlayışı nerde![303]

 Kasabalıların Yokedilmesi:
 
Kasabalılar, iman çağrısını red etmiş, elçileri yalanlayıp işkence yapmış ve iman eden adama her türlü eziyeti vermişlerdir.Belki de elçileri ve onlarla beraber iman eden adamı Ölürmüşlerdir. Bu cinayetlerinden dolayı Allah'ın azabını, ceza ve intikamını hak etmişler ve derhal cezaya çarptırılmışlardır. Onları yok etmek için Yüce Allah üzerlerine gökten melekler İndirmemiş, onun yerine kendilerini çığlıkla cezalandırmıştır. "Ondan sonra halkının üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecek de değildik.sadece tek bir çığlık, o kadar. Hemen yerlerinde donakaldılar."

Gökten onları bir çığlık almış, yanarı ateşin söndüğü gibi yerlerinde sönüvermisler, yer yüzünü hareket, faaliyet, azgınlık, bozguculuk ve küfürle doldururken, ansızın cansız ve hareketsiz cesetler oluvermişlerdir.

Yüce Allah başka kafirleri de çığlıkla cezalandırmıştır. Hz.Salih'i yalanlayan ve deveyi öldüren    Semûd halkım çığlıkla cezalandırmıştır. "Zulmedenleri çığlık yakalayıverdi, yurtlarında    daha    dün   yaşamamış    gibi   yerlerinde donakaldılar."[304]

Hz.Şuayb'ı  yalanlayan   Medyen  hakim  da   çığlıkla cezalandırmıştır. "Zulmedenleri çığlık yakalayıverdi, daha

önce Orada yaşamamiş gibi, yerlerinde donakaldılar. Semûd halkı defolduğu gibi, Medyen halkı da defolsun!"[305] Lût kavmi de çığlıkla cezalandırıldı. "Tanyeri ağarırken çığlık onları yakaîıverdi. Bulundukları yerin altını üstüne getirdik ve üzerlerine sert taşlar yağdırdık"[306]

ad, Semûd, Karun, Firavn ve Hâmân için de şöyie der: "Ad   ve   Semûd   milletlerini   de   yok   ettik.   Bunu oturdukları  yerler  göstermektedir.   Şeytan  kendilerine işlediklerini güzel gösterdi, onları doğru yoidan alıkoydu. Oysa kendileri bunu anlam adılar. Karun'u, Firavn'u ve Hâmân'ı da yok  ettik.  Andolsun  ki  Musa  kendilerine belgelerle   gelmişti   de   onlar   yeryüzünde   büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı. Her birini günahı   sebebiyle   yakal   adık.   Kimine   taşlar   savuran rüzgarlar gönderdik. Kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik,  kimini de suda boğduk.  Onlara Allah zulmetmiyordu,     fakat     onlar     kendilerine     yazık ediyorlardı."[307]

Hz.Muhammed'i desteklemek ve hem Kureyş kafirlerini, hem işbirlikçileri olan diğer kafirleri yok etmek için Bedir ve Hendek savaşlarında Yüce Allah gökten melek ordular gönderdiği halde, kasaba halkını yoketmek için meleklerden ordu göndermeyip çığlıkla yoketmesinin sebebi üzerinde durarak Zemahşeri şöyle  der:

"Yüce Allah her milleti değişik bir yolla yok etmiştir. Bu da elbette hikmetin gerektirdiği ve maslahatın istediği şekilde olmuştur. Yüce Allah'ın "kimine taşlar savuran rüzgarlar göderdik, kimini bir çığlıkla yok ettik, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk" dediğini görmüyor musunuz?

O halde Bedir ve Hendek günlerinde niçin melek ordular indirdi? diye sorulabilir. Aslında yok etmek için bir tek melek yetiyordu. Lût kavmi, Cebrail meleğinin kan adındaki bir tüy ile, Semûd kavmi bir çığlıkla yok edildi.

Fakat Yüce Allah, her şeyde Muhammed'i büyük ve azim sahibi peygamberlerden üstün kılmıştır. Başkalarına vermediği ikram ve desteği ona vermiştir. Bunlardan biri de, ona gökten melek ordular indirmesidir. "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecek de değildik" sözü ile sanki "ordular indirmek büyük işlerdendir ve bunu senden başkası için yapacak değiliz" der, "[308]

Seyyid Kutup ise, çığlıkla yok edilmelerinin ve gökten üzerlerine melek ordular indirilmemesinin başka bir sebebi üzeinde durarak şöyle der: "Hor olduklarını göstermek ve değerlerini küçümsemek için onların nasıl yok edildiği uzun uzun anlatılmamıştır, sadece bir çığlık gelmiş ve nefesleri kesilmiştir. Bu şekilde aşağılık, zavallı ve bedbaht sahnelerinin perdesi kapanmıştır"[309]

Yüce Allah'ın emri başlarına gelince, karşı koyam adılar. içinde bulundukları küfür ve azgınlık da onlara yaram adığı gibi Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek kimse de bulam adılar.

Bir tek çığlık ve anında nefeslerinin kesilip yerlerinde donakalmaları! Ne galip geliyorlar, ne de yardım görüyorlar. Bu dünyadan zelil ve rezil olarak ayrılıyorlar. Halbuki etrafa tehditler savuruyor, meydan okuyor ve elçilere "Şayet vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlayacağız ve size acıklı bir ceza vereceğiz" diyorlardı.

İnsan ne kadar güçsüzdür! Allah'ın cezası başına geldiğinde onu savmaktan ne kadar acizdir!

Fakat kafirler ne kadar ahmak, ne kadar cahil ve ne kadar basit varlıklardır! Kendilerini güçlü sanıyorlar. Birden Allah'ın azabı karşısında aciz, güçsüz, beş para etmez ve elinden hiçbir şey gelmez oluveriyorlar. Allah'ın dinine dil uzatırlar, onu küçümser ve hor görürler, Allah'ın erlerine eziyet ve işkence yapaılar, Müminlere dünyayı zindan ederler, buna rağmen Allah'ın cezasından kurtulacaklarını s