๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran İlimleri => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:07:38



Konu Başlığı: Nüzul sebebleri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Nisan 2011, 15:07:38
Nüzul Sebebleri


Yine «ihlas» sûresinin Mekke'de müşriklere, Medine'de de Kitap Ehli­ne cevap olarak indiği rivayet edilir. [76] Nüzulün birden fazla olmuş ol­masında bir sakınca yoktur. Ez-Zerkeşi şöyle demektedir: «Bir şey, şanını yüceltmek ve sebebi tekerrür ettiğinde unutulması korkusuyla onu bir da­ha hatırlatmak için iki defa inebilir. Nitekim Fatiha sûresinin bir defa Mek­ke'de bir defa da Medine'de olmak üzere iki defa indiği rivayet edilir.» [77]

Şayet her iki rivayet sahih olur ama ya birinin diğerinden daha sahih olması, ya da birinin ravisi bizzat olayı müşahade etttiği halde diğerinin müşahade etmemiş olması sebebiyle rivayetlerden birini tercih edebiliriz. Hiç şüphesiz bu durumda nuzül sebebi tercih edilen ve daha sahih olan ri­vayet alınır.

Buna misal: Buhari'nin Ibnu Mesud'dan şu rivayetidir.    İbnu mesud ' şöyle dedi: Peygamber (s.a.v.) le birlikte Medine'de yürüyorduk. Peygam-ber (S.A.V.) bir hurma dalına dayanarak yürüyordu. Yanımızdan bir gurup yahudi geçti. Biribirlerine, ondan birşey sorsak diye fısıldaştılar. Sonra: Bi­ze ruhtan bahset dediler. Peygamber (S.A.V.) doğruldu ve başını kaldırıp bir müddet öylece durdu. Anladım ki kendisine vahiy geldi. Nihayet vahiy ayrıldı ve Rasulüllah ardından şöyle dedi: «Deki ruh, Rabbtmın işinden-dir. Size ilimden ancak azı verilmiştir.»[78]Misalimizin diğer rivayeti ise, Tirmizînin İbnu Abbas'tan rivayet ettiği ve sahihtir dediği şu rivayettir: İbnu Abbas dedi ki: «Kureyş, yahudilere Bize birşeyler öğretin de şu adamdan soralım, dediler. Bunun üzerine on­lar da ruhtan sordular ve Allah: «Sana «ruh»u sorarlar. De ki: Rabbimin emri (cümlesin) dendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.» âyetini indirdi. [79] Burada iki rvayet vardır. Rivayetlerden biri Buharnî'nin olup sahih bir rivayettir. Diğeri ise Tirmîzi'nindir ve Tirmizî, sahih olduğu­nu söylemektedir. Ancak cumhur, Buharı'nin Sahihini Tirmizi'nİn sahihine takdim ettiği için birinci rivayet tercih edilir. Ayrıca bu rivayette ibnu Me-sud olayda hazır bulunmuş ve onu bizzat müşahade etmiştir. Elbetteki gö­ren duyan durumunda değildir. Birinci rivayetin tercihinde ikinci etken bu­dur. Hatta bu vecih, tercih hususunda daha güçlüdür. [80]

Başka sahih rivayet bulunduğu halde ondan daha sahih ve ona göre tercih edilen bir rivayet bulunduğu için sahih olan bir rivayet terkedildiği-ne göre, rivayetlerden biri sahih olup diğeri sahîh olmadığında sahih ola­nın tercih, edileceği tabiidir.

Buna misal: Rivayetlerden biri Buhari Müslim ve başkalarının Cün-düb'ten yaptıkları şu rivayet ki, bu rivayette Cündüp şöyle demektedir: «Peygamber {S.A.V.) bir ara keyfsizlendi de bir veya iki gece (namaza) kalkmadı. O sıra bir kadm gelip: Ya Muhammed, bakıyorum şeytanın se­ni terketmiş, dedi. Bunun üzerine Allah: «Kuşluk hakkı için! Rabbin seni bırakmadı ve sana danlmadı.» âyetini indirdi [81]

Diğer rivayet ise, et-Töbarani ve İbnu Ebi Şeybe'nin Hafs bin Meyse-reden, onun, anasından ve onun da Rasûlültah'ın hizmetçisi olan annesin­den yaptığı rivayettir. İşte Rasulüllahın hizmetçisi olan bu hanım şöyle diyor: Bir köpek yavrusu Peygamber (S.A.V.) in evine girdi ve divanın altına sokuldu. Meğer orada ölmüş, Peygamber (S.A.V.) e dört gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine peygamber: «Ya Havle, Rasulüllahın evinde    ne

oldu ki Cibril bana gelmez oldu!» O zaman kendi kendime: Kalkıp evi sü­pürüp temizlesem, dedim ve divanın altını da süpürdüm. O ölen yavruyu çıkarıp attım. Bir baktım Rasulüilah (S.A.V.) sakalı tir tir titrer olduğu hal­de geldi. Vahiy geldiğinde kendisini titreme tutardı. O zaman Allah: «Kuş­luk hakkı için» sözünden «ve sende hoşnut olacaksın» sözüne kadar indir­di.»

İkinci rivayette uydurma kokusu açıktır. Bu rivayette geçen her kelime ve anlatılan her anlam dehşet verici ve gariptir. Halbuki birinci rivayet sa­hih oiup böyle bir rivayet karşısında tereddüt gösterip: Acaba bu rivayet­lerden hangisini alalım şeklinde bir şüpheye kapılmak yersizdir. Çünkü sahihin karşısında batılın bir değeri yoktur. İbn Hacer şöyle demektedir: «Köpek yavrusu sebebiyle Cibril'in gecikmesi olayı meşhurdur. Lâkin âye­tin nuzül sebebi oluşu gariptir ve rivayetin senedinde tanınmayan vardır. Elbette burada mutemet olan, sahih olanıdır.» [82]

Bazen tek olay, Kur'an'dan iki veya daha fazla nuzüle sebep olabilir. Sözleriyle bunu kastederler.

Tek olayın iki nuzüle sebep olmasına misâl; İbnu Cerir et-Taberi, et-Tabarani ve Ibnu Merdevey'in ibnu Abbas'tan naklettikleri şu rivayet ki, bu rivayette İbnu Abbas şöyle demektedir: «Rasulüilah (S.A.V.) bir ağacın gölgesinde oturuyordu, şöyle buyurdu: Size şeytanın gözleriyle bakan biri gelecek, geldiğinde onunla konuşmayın. Onlar henüz orada otururlarken mavi gözlü biri çikageldi. Rasulüilah {S.A.V.) onu çağırdı ve: «Senle arka­daşların ne diye bana sövüyorsunuz?» dedi. Adam gidip arkadaşlarını ça­ğırdı. Rasulüilah hakkında kötü söz söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. Nihayet Rasulüilah onlardan vazgeçti, O zaman Allaha Teâlâ şu âyeti indirdi: «And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkâr edip küfür sözünü söylemişler İken, söylemedik diye Allah'a yemin ettiler, başarama­yacakları birşeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öc almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can yakıcı azaba uğ­ratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları yoktur. [83]

El-Hakim, bu hadisi aynı lafızla rivayet eder ve Allah şu âyetleri İndirdi der: «Allah, onların hepsini tekrar dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi O'-na yemin ederler; kendilerine bir yarar sağlayacağını sanırlar. Dikkat edin; onlar şüphesiz yalancıdırlar. Şeytan onların başlarına dikilip Allah'ı anma­yı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin; şeytanın ta­raftarları elbette hüsrandadır» [84]

Tek olayın ikiden fazla nuzüle sebep oluşuna misal: El-Hakim ve Tir-mizi'nin, Ummu seleme'den yaptıkları şu rivayettir. Bu rivayette Ummu Se-•lerne şöyle demektedir; Ya rasulallah! Hicret meselesinde Allah'ın kadın­lardan bahsettiğini duymadım, dedim. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: «Rableri dualarını kabul etti: «Bir birinden meydana gelen sizlerden, er­kek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, Memeketlerinden çıkarılanların, yolumda ezaya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. And olsun ki, Allah katında bir nimet olarak, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ni­metin güzeli Allah katındadır.»[85]

El-Hakim yine Ummuseleme'nin şöyle dediğini rivayet eden Dedim ki: Ya Rasulallah, erkekleri zikrediyorsun ama kadınlardan bahsetmiyorsun! Bunun üzerine Yüce Allah: «Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyler] özlemeyin:..» [86]âyeti ile «Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın müminler, boyun eğen erkekler ve kadınlar, doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkek ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve ka­dınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadın­lar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.» [87] âyeti ve bir de: «Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun amel edenin amelini boşa çıkarmam... (Yukarıdaki Âli İmran âyetle­ri) [88] indirdi. [89]

Bu anlattıklarımız, muhakkik müfessirlerin nuzül sebepleriyle ilgili ri­vayetleri tercihlerinden bazı numuneler. Gördüğümüz gibi bu ölçüler iyi se­çim, derin eleştiri, üstün zevk ve parlak tesbitlerle eşsizdir. Böylece o gü-venüir âlimler nuzûl sebeplerinin anahtarlarına el koymuş ve onları aşırı gi­denlerin ve acelecilerin ellerinin ulaşamayacağı bir yere koyabilmişler ve tarihçilerin temelsiz vehimlerine dalmalarına engel olabilmişlerdir. Çünkü bu âlimler, Kur'an araştırmalarını tarih rivayetlerinin üstünde tuttukları gi­bi tefsir ilmi ve luğatla beyan kurallarının da üstünde tutmuşlardır.

Bu parlak eleştiri çalışmalarının ışığında o muhakkikler âyetlerin, keş­fettikleri ferdî ve özel sebeplerden dolayı inişlerinin bu âyetlerin Kur'an'ın genel akışı içerisinde münasip yerlerine oturtulmalarına   ters düşmediğini

kendi gözleriyle görmüşler gibiydiler. Çünkü Kur'an'ı Kerim, sebeplere mebni ve çeşitli zamanlarda vukubuian olaylara tabi olarak parça" parça iniyordu. Peygamber (SAV.) de vahiy mefhumunu tesbit ve Kur'an'ın naz­mına riayet ederek Allahtan aldığı emir ile inen bu âyet ve âyetleri kendile­rine münasip düşen yerlerine yazılmasını emrediyordu. [90]

Onların tarihî sebep ile edebî üslûp arasını cemetmeleri, kalemin ifa­de edemeyeceği üstün eleştiri ve sanat duygularını sergilemektedir. Nü­zul sebeplerini tesbit için zamanı şart koşmada ne tarihi hakikatleri ve ne de üslûbun gözetilmesi için zaman mefhumunu bir tarafa atarken sanat bütünlüğünü görmernezlikten geldiler. Çünkü-ez-Zerkeşi'nİn de belirttiği gi­bi -nuzül sebeplerinde zaman şartı mevcut olduğu halde genel uslûb söz konusu olduğundan bu şart ortadan kalkmaktadır. Çünkü burada sözkonu-su olan, âyetin kendisine münasip düşen yere konulmasıdır. [91]

Tertip açısından hikmete uygun olarak satırlara yerleştirilen ve iniş açısından olaylara tâbi olarak göğüslerde ezberlenen âyetler ne de çok­tur!

Allah Teâlâ'nın en-Nisa süresindeki «Kendilerine Kitap verilmiş olan­ların puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: «Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar» dediklerini görmedin mi?»[92] âyeti Ka'bu'l-Eşref is­minde ehli kitaptan biri hakkında inmiştir. Bu zat Mekke'ye gelmiş ve Bedir gazvesinde öldürülenleri görmüştü de kâfirleri, öçlerini almak ve Peygamber (S.A.V.) e saldırmak için teşvik etmişti. O zaman müşrikler kendisine, kendilerinin mi, yoksa müslümantarın mı doğru yolda oldukları­nı sormuşlar ve o da duygularını istismar ederek onların, müminlerden da­ha çok doğru yolda olduklarını söylemiştir. [93]

Bu adamla bu sözde ona ortak olanlar hakkındaki ayetler sıralandık­tan sonra Kur'ânî anlatım, emanetlerin ehline verilmesiyle ilgili yeni bir âyet ve yeni bir konuya yönelerek şöyle buyurmaktadır: «Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..» [94]Bu âyet-müfessirlerin de be­lirttiği gibi- Kabe'nin bakıcısı Osman b. Talha b. Ebî Talha el-Abderî hak­kında nazil olmuştur. O sıra Rasûlüilah (S.A.V.) Kâbenin anahtarını almış ve tekrar kendisine iade etmişti. [95] O halde bu âyet Mekke'nin fethinde, diğeri ise, Bedir savaşından,sonra Ka'b b. el-Eşref olayında inmiştir. Her iki âyetin inişi arasında altı yıl vardır. Durum böyle olduğuna göre aoaba

neden bu âyetler yan yana dizilmiştir. Aradaki bunca müddet farkına rağ­men bu meseleler neden ard arda zikredilmiştir?.

Muhakkik âlimler bu iki mesele arasında ortak bağı bulmuş ve onlar­dan neredeyse yapısı sağlam, cüzleri birbirine sıkı sıkıya bağlı, sarmaş do­laş olmuş birtek konu çıkartmışlardır. Çünkü müşriklerin duygularına yağ sürüp onlara: Siz inananlardan daha doğru yoldasınız, diyenler Kitap Ehli olup kendi kitaplarında Peygamber (SAV.) İn gelişinden ve onun nitelik­lerinden söz edilmekte ve bu emaneti giziemiyeceklerine dair kendilerin­den teminat alınmaktadır. Ama onlar bu emanete ihanet etmiş ve onu ye­rine getirmemişlerdir. Onların bu ihanet hususunda tutumları, emanetleri yüklendikleri halde sonradan buna sahip çıkmayanların tutumuna benze­mektedir. O halde onların ve onlarla birlikte her insanın emanetin manası­na ve onlarla birlikte her insanın sorumlu oJduğu her hususta emanetin ma­nasını kavramaya çağrılması münasip düşmektedir.

O halde müfessirler sözün nazmını doğrulayan âyetler arasındaki mü­nasebeti her müşahede ettiklerinde nuzül sebeplerini tanımaya takdim edince mübalağa etmiş sayılmazlar. Hele aradaki münasebet yönü nuzûl sebebini bilmeye mebni olduğu zaman nuzûl sebebini anlatmakla başla­mayı gerekli görmekle ilmî tahkikin zirvesine ulaşırlar. Nitekim «emanetle­rin ehline verilmesi» âyetinde, âyetin nuzûl sebebi bilinmediği takdirde: sı-, radan bir okuyucunun bu âyetin Kur'an'î usîûp içerisinde öncesi ve sonra­sı ile münasebeti bulmak mümkün olmayacaktır.

Müfessirler, -sebepleri önce zikretme âdetlerine rağmen- Kur'an âyet­leri arasındaki bağın güçlülüğünü ve âyetlerin biribirlertyle uyum içerisin­de oluşlarını, kelime ve cümlelerinin dizilişini ortaya koymak için aradaki münasebeti mi yoksa sebebi mi daha öne zikretmenin daha uygun düşe­ceği hususunu araştırmaları büyük bir ilim olup Kur'an'ın latif ve parlak yönlerinin bir çoğu bu ilimde gizlidir. Ahkâm ve hukuk kaidelerinin birçoğu yine bu ilmin ışığında açıklanmıştır. Onun için bu Ümi Bağdat'ta ortaya çı­karan Ebu Bekr en-Neysâbûri, [96]beldesinin âlimlerini, ayetler arası mü­nasebeti bilmemekten dolayı suçlamıştır. Kendisine bir âyet veya sûre okun­duğunda hemen kollarını sıvar ve: Bu âyet neden bu âyetin yanında zikre­dilmiştir? Bu sûrenin diğer sûrenin yanına konmasındaki hikmet nedir? So­ruları üzerinde dururdu. [97]

Ebu Bekr en-Neysâbûri'nin ayetler arasındaki münasebeti ortaya koy-, ma eğilimi, yeni bir eğilimdir. Doğrusu araştırılması gereken ve sonuçları­na inanılan, âyetler arasındaki münasebettir. Herşeyden önce âyetin duru-

mu araştırılır: Kendisinden öncesini tamamlayıcı mahiyette midir, yoksa müstakil midir? Şayet müstakil ise, öncesiyle münasebet yönü nedir? Ne­den buraya konulmuştur?

Sûreler arasındaki münasebeti araştırma meselesine gelince, bu, sü­relerin tertibinin tevkifi oluşuna dayanmaktadır. Aslında biz de sûrelerin tevkifi olduğu görüşündeyiz. Ancak sûrelerin tertibinin tevkifi oluşu, her sûrenin kendisinden önceki ve sonraki sûreye yakınlık bağlarıyla bağlı ol­masını gerekli kılmaz. Nitekim tertibi tevkifi olan ayetler de her biri ayrı bir sebep için İnmişse aklen yekdiğerine bağlı olmaları gerekli değildir. Tek sûreye hâkim olan, bir birine bağlı olan bölümlerinin meydana getirdi­ği cüzlerden oluşan bariz ve külli bir konusunun olmasıdır. Lâkin her sûre­de konu bütünlüğünün olması, bütün sûrelerin topluca bir konu bütünlü­ğüne sahip olmalarını gerektirmez. Müfessirler de böyle bir zorlanmaya iltifat etmemiş önceki sûrenin sonu ile onu takip eden sûrenin başlangıcı arasındaki bağı zikretmekle yetinmişlerdir. Şayet besmele ile biribirlerin-den ayrılmış olmasalardı ayetler araş: bağ cüz'î olurdu. Onun için sûre ara­sında şümullü ve külli bir bağ aranmaz.

Bizce ayetlerle sûreler arasında görünen tenasub çeşitlerinin teme! ölçüsü, konular arasındaki benzerliğe bağlıdır. Şayet başlangıç ve sonuç­ları biribirine bağlı muttahid konularda bir münasebet varsa, bu tenasüb makul ve makbuldür. Ama çeşitli sebeplerle biribiriyle ilişkisi bulunmayan konularda bir münasebet kurulmaya çalışılıyorsa, bunun,tenasüble bir iliş-^ kisi yoktur.

Bu ince ve hassas ölçüyü ilgilendirenin asgarisi, ayetler arası ve sü­reler arası münasebet yönünün bazan gizli ve bazen de açık olmasıdır. Ancak âyetler arasında gizli oluşu az olduğu halde sûreler arasında açık oluşu nâdirdir. Çünkü çoğu zaman sözün tek âyetle bitmesi yok denecek kadar azdır. Bir konudaki âyetler ya biribirlerini pekiştirip açıklayarak, ya birbirlerine affedilerek, ya birbirlerini istisna ve hasrederek, ya da biribirlerine ilaveler yaparak biribirlerini takip ederler. Öyleki biribirlerini takip eden âyetler sanki biribirlerine eş ve benzerdir.

Yüce Allah'ın: «Ey Muhammedi sana yeni doğan ayları sorarlar De ki:» Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. «Evlere arka taraftan gir­meniz İyi değildir. Fakat iyilik (eden; Allah'a muhalefetten) sakınandır.» [98]sözünü okuyan, ister istemez şunu soracaktır: Hilallerin ahkâmı ile evlere girmenin hükmü arasında ne gibi bir ilişki yardır? Ama sonra bu­radaki ilginin altında yatan sırrın, Kur'an-ı Kerimin, soru soranların soru­larının yersiz olduğuna İşaret etmesi olduğunu mecburen kabul edecek­tir. Onlar hilallerin neden tam ve eksik (hilâl şekli) oluşlarının hikmetini sor­duklarında sanki onlara şöyle diyor: «Allah neyi yaparsa onda açık bir hik-

metin ve kullarının menfaatinin mevcudiyeti malumdur. Siz bırakın bunu sormayı da, iyilikten olmadığı halde iyilik olduğunu sandığınız bu davra­nışa bakın.» [99]

Açıktır ki, hilâller âyetinde, bir âyetten ard arda zikredilmiş iki ter­kip arasındaki bağı ortaya koyduk. Bu bağı ortaya çıkarmaya mecbur kal­dık ki, âyetin sonu, başlangıcında kopuk görünmesin. Ama her biri, fasıla alarak isimlendirilen nağme bütünlüğüyle diğerinden müstakil olan iki ayet arasındaki münasebeti ortaya çıkarmaya mecbur değil miyiz.? Âyet başla­rının, onları diğer ayetlerden ayıran işaretler yahut ayırıcı remizler olmasını kim gerekli kılmıştır?

Allah teâlâ'nın:

«Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?» [100], sözünü okuyup göğün yükseltilmesinin, devenin yaratılışından kopuk, dağ­ların dikilişinin, göğün yükseltilmesinden bağımsız ve yerin yayılmasının, dağların dikilmesiyle hiç ilişkisi bulunmayan bir husus olarak görüp bütün bu âyetleri bir arada toplayan yönü yahut fikrî b'ağı görmemezlikten mi ge­leceğiz? Aralarında en azından, her nerede bulunursa bulunsun insan na­zarına arzolunan kevnî tablolar mecmuasının tasviri yönünden bir nevi mü­nasebet yok mudur? Öyle bir tablo ki bütün boyut ve anlamlan tam bir bütünlük arzediyor, yükseltilmiş gök, serilmiş yer, tepeleri yüksek dağlar ve sırtlarından hörgüçleri fırlamış develer! [101] Bu âyetlerin biribiriyle bağlı­lığı ve münasebetiyle ilgili olarak ez-Zerkeşi'nin ibaresini alıp bu Kur'an'a muhatap olan Arap çevresiyle bir bütünlük arzeden yankılarını tekrar ede­rek onun söylediği şu sözleri bilmem söyleyebilir miyiz?: «Göçebe hayatı yaşayanların âdetleri ve alışageldikleri göz önünde bulundurularak bu âyet­ler bir arada, söylenmiştir. Çünkü göçebelerin geçimlerinin temel dayana­ğı, develeridir. Onun için en çok deveye önem verirler. Develeri de ancak otlayarak ve su içerek yaşayabilir ki bu da, yağmurun yağmasıyla olur Gözlerini göğün bir bu yanına bir o yanına çevirmeleri bundandır. Ayrıca onları barındıracak bir sığınağa ve koruyacak bir korunma yerine de" ihti­yaçları vardır. Bu hususta ise, dağlar gibisi yoktur. Bir de, bir yerde uzun müddet kalamayacakları için bir yerden başka bir yere göç etmek mecbu­riyetindedirler. Şayet göçebe biri ihtiyaçlarını hayalinden geçirecek olsa bu âyetlerde sıralanan şeyler, zikredildikleri üzer© hayalinden resmi gecite girerler.»?! [102]

Yoksa Yüce Allah'ın: «Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.» [103] Sözünü mü okuyacağız. Bir tarafında «Özürlerini sayıp dökse de, insanoğ­lu artık kendi kendinin şahididir.» [104] Diğer tarafında ise: «Hayır, hayır; ey insanlar! sizler, çarçabuk geçen (bu dünyayı) seversiniz. Ahireti bıra­kırsınız.» [105] sözleri vardır. Evet bu âyetleri okur da hepsinin arasında her hangi bir bağ görmez miyiz? Burada dünyanın «çarçabuk geçen» ile isimlendirilmesi, hayatın kısalığına işaret olup Peygamberin vahyi alırken acele etmesi ve onunla birlikte dilini depretmesîyle bir uyum içinde değil midir? Sanki Allah (c.c.) ona şöyle diyor: «Sana vahyediieni düşün insan­oğlu bu kısa ve geçici olan dünya hayatındaki aceleciliği seni de hakimi­yet altına almasın». [106]

O halde ez-Zemahşerî'nin «Ey Âdem oğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü İse bunlardan daha hayırlıdır.» [107] ayeti ile «Ey âdem oğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana ve babanızı cennet­ten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın[108] ayeti arasında zikrettiği müna­sebet yönü doğrudur. ez-Zamahşeri, ayıp yerlerin açığa çıkmasından ve yaprakların onları Örtmesinden bahsedildikten sonra birinci ayetin bir ge­çiş olarak zikredildiğini söyler. Böylece Allah'ın elbiseyi yaratmakla İnsan üzerindeki minneti ortaya çıkıyor ve çıplakla ayıp yerlerin görünmesinin ne kadar şahsiyet düşürücü ve çirkin birşey olduğu, örtünmenin, takva kapı­larından büyük bir kapı olduğu anlatılıyor.

Yine benzeştirme -yâni benzeri benzere ekleme- tenâsüb yönlerinden makbul bir edebi yöndür. Yüoe Allah'ın: «Nitekim, Rabbin seni hak uğrun­da evinden savaş için çıkarmıştı. Oysa müslümanların birtakımı   bundan

hoşjanmamıştır.» [109] ayeti ile bundan önceki: «İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cö­mertçe verilmiş rızıklar vardır.» [110] ayeti arasında bu durum söz konu­sudur. Allah, Elçisine savaş ganimetlerini emrine uygun olarak taksim etmesini isterken sahabeden bazısı bu taksimattan hoşlanmamıştı. Nite­kim savaşa çıkıldığında da bazıları savaşmaktan hoşlanmamıştı. Böy­lece ganimetin taksiminden hoşlanmamalarını, savaşa çıkmaktan hoşlan­mamalarına, benzetmiştir. [111]

Kur'an okuyucusunun âyetler arasındaki tenasübü görebilmesi için bazen edebî zevkine ve bazen fıtrî mantığına müracaat etmesi gerekir. O zaman lafızların Istilahî veya felsefî manalarını kafasında canlandırmadan orada ya genel veya özel, ya zihni, veya harici, ya aklî veya hissî ya da hayali bir bağ bulacaktır. Çoğu zaman ayetler arası bağ illet ve malûlün söz konusu edilişine göre bir bu yandan, bir o yandan sözkonusu olur. Şa­yet âyetler biribirlerinin aynı doğrultuda aralarında bir bağ yoksa biribir-Jerinin zıttı olmakla aralarında bir bağ bulunur. Azabın zikredilmesinden ;sonra rahmetin zikredilmesi, cehennemin nitelenmesinden sonra cennetin nitelenmesi, akıllar tahrik edildikten sonra kalblerin yönlendirilmesi gibi. 'Çıkarılacak öğüt, âyetler arası münasebet yönlerini parlak ve zorlanılma­yacak bir şekilde yakalayan bu fıtrî mantığa dayanır. Öyle sanıyoruz ki, bu yönleri ortaya çıkarmada kapalılık, ancak sûreler arası münasebeti ya­kalama hususunda çoktur. Şayet Ebu Ca'fer b. ez-Zübeyr'in «el-Burhan fi Münasebeti Tertibi Suveri'l Kur'an» isimli kitabı bize ulaşmış olsaydı bu kapalılığa dair birtakım örnek ve şekillerle karşılaşırdık. Müfessirlerin bu nevi münasebet üzerinde pek durmamalarını, sadece bu yönün ince ve hassas oluşundan ileri geldiğini sanmıyoruz. Aksine, bunun hem fayda­cı yoktur, hem de pek çok zorlanmalara sebep olmaktadır. Öyle ki, bu konuyu zorlayanlar, âyetlerin başta, ortada veya sonda olduğuna ve hangi ^konuyla ilişkili bulunduğuna bakmadan iki sûre arasında benzer iki kelime veya âyet bulmak için sarfettikleri çabadan nefesleri tutuluyor.

Varsınlar el-Bakara sûresinin «Elif, Lam, Mim. Bu o kitaptır ki, onda ışüphe yoktur» sözleriyle,başlamasını, Fatiha sûresinde «Bizi doğru yola •eriştir.» [112] sözünde geçen «yol»a işaret olduğunu ileri sürsünler. Sanki onlar, doğru yola kavuşmayı sormuşlar ve bu sorularına karşılık onlara: Ona erişmeyi sorduğunuz yol, kitabın (Kur'an'ın) kendisidir.» denilmiştir. [113] Varsınlar, Fâtır sûresinin «Hamd» ile başlamasını, önceki sûrenin son âyeti olan: «Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim, daha önce kendilerine benzeyenlere de ayni şey yapılmıştı. Çünküonlar şüphe ve endişe içindeydiler.» [114] âyetine münasip olduğunu ileri sürsünler. el-İsra süresinin «tahmid» ile başlaması arasında bir bağ bulun­duğunu ve sebebinin de «teşbihin tahmidden üstün oluşu olduğunu» [115]sansınlar. EI-Kevser suresinin, el-Maûn sûresinin karşılığı olduğunu ve bu­nun için de ondan sonra gelmesinin münasip düştüğünü, çünkü öncekinde münafığın dört hususla: Cimrilikle, namazı terketmekle, namazda riya yap­makla ve zekâtı engellemekle nitelendiğini, cimriliğin karşılığında: «Biz sa­ha kevseri verdik» yani bol hayır verdik. Namazı terketmenin karşılığında «Namaz kıl» yani namaza devam et, emrinin geldiğini, riyanın karşılığında «Rabbına» yani insanlar için değil, «Rabbın İçin» denildiğini ve zekâtı en­gellemenin karşılığında da «Kurban kes» [116] yani kurban etlerinin dağıtıl­ması istenildiğini söylesinler. Bütün bunlardan sonra el-Ahfeş'in, Kureyş sûresinin el-Fil süresiyle irtibatının «Firavun'ın adamları onu yitik olarak aldılar. Kendileri için bir düşman ve dert olsun diye..» [117] ayeti kabilin­den olduğunu, Allah, Firavun'un adamlarının Hz. Musa'yı almalarının ne­ticesi de nasıl başlarına dert kıldıysa fil ehlinin uğradıkları âkibet de Ku­reyş ehli için emniyet ve selâmet kılmıştır. [118] demesi ne .garip bir zor­lanmadır!

Âyet ve sûreler arası münasebet hususunda zorlananlar ne kadar zor­lanırsa zorlansın, muhakkik rnüfessirlerimiz bu zorlanmadan yüzcevirmek-le en güzelini yapmışlardır. Çeşitli hüküm ve farklı yirmi küsur sene içeri­sinde inen bu Kur'an sûrelerinin her birinde ayetlerin tam ve mükemmel bir uyum içerisinde olduğuna hem kendileri inanmışlar ve hem de araştır­macıları inandırmışlar, zorlanmalara iltifat etmemişlerdir. Hem âyetler ara­sında öyle bir uyum var ki, çoğu zaman nuzül sebebine ihtiyaç bile kalma­maktadır. Daha sonra bütün bu Sûreler, - tam bir uyum içerisinde olan ayeileriyle - zamanın boynunu süsleyen ve yüzondört taneden oluşan bir gerdanlık olarak ortaya çıkmışlardır.

Kur'an'ı, sanat uyumuna en çok önem veren kitap olarak görürsün. Yine görürsün ki, muhakkik âlimlerimiz bu uyumu yakalamak İçin araştır­macıların en gayretlileridir. Şayet nuzül sebepleri bilinmiyorsa yahut bilini­yor da, zapdediimemişse veya zabtedilmiş ama şöhret bulmamışsa âyet­ler arası bağ ve ilgi daha da güçlendiriliyor. Böylece âyetler, akışları içe­risinde daha bir hareketlilik ve aksiyon kazanıyor. Bütün bunlarda,,değeri büyük münasebetin bilinmesiyle çeşitli uyum şekilleri ortaya çıkıyor.

Nuzül sebepleri zikredilmediği takdirde - ayetler arası münasebet yo­lunun dışında ya yerlerini alan başka uyum şekilleri vardır ya da parlak ve canlı tablolar çizilerek onların medlulleri pekiştirilmektedir.

Göz Kur'an'ın üç yerinde bu yeni uyum şekillerini görmekte güçlük çekmez. Bu şekillerden biri, nuzül sebeplerini aşıp başka hususları ,da kap­sadıkları hususunda âlimler arasında ittifak bulunan âyetlerdir. Diğeri özel bir sebep için inmiş olsalar bile umum bildiren ifadelerle gelen âyetlerdir. Üçüncüsü ise, zaman ve mekânı aşan ve münasebetlerle sebeplerin ötesi­ne uzanan insanî örnekler çizen âyetlerdir.

el-Mücadile sûresinin başta raf m da ki zihâr âyetleri, karısına zihar ya­pan ve onu annesinin sırtı gibi kendisine haram kılan Evs b. es-Sâmit hak­kında İnmiştir. Âyetler, zihar yapmanın keffaretinin bîr köleyi azat etme-veya ard arda iki ay oruç tutma yahut altmış fakiri doyurma olduğunu açık­lamıştı. Sonra Seleme b. Sahr'm başından da benzer bir olay geçti. Rama­zan ayı çıkıncaya kadar karısına zihar yaptı. Durumunu Peygamber (SAV.) e arzedince, Rasulullah Evs hakkında inen âyetlerle ona fetva verdi. Sele-me'nin soruşu, âyetlerin iniş sebebi değildi. Nüzullerine sebeb Evs'İn soru­su idi. Ancak âlimler bu âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olaylar için de ge­çerli olduklarına dair ittifak etmişlerdir. [119]

İfk hadisesinde kazıf haddi. Müminlerin anası Hz. Aişe (R.A.) ya iftira edenler hakkında İndi. [120] Ona iftira edenler de belli idi. Lâkin kazıf had­di onlar için geçerli olduğu gibi başkaları İçin de geçerli oldu. Halbuki on­lar kazfın en çirkinini irtikab etmiş müminlerin anasına iftira etmişlerdi. Bir topluluğun anasına iftira eden, hepsine iftira etmiş gibidir. Nihayet âyet mutlak olarak geldi ve «el-Muhsanât: evli kadınlar» lafzı Hz. Aişe'yi de başka evli kadınları da içine aldı: «Evli kadınlara zina isnad edip de sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurunuz.» [121]

Âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olayları da kapsadığını söylerken cumhuru ulemâ, sebebin hususiliği yerine lafzın umûmî (mutlak) oluşuna 'dayanmıştır. Mutlak olarak gelen ve belli özel bir sebep üzere inmiş olan Kur'an nassı, sebep olan olaylardaki fertleri kapsadığı gibi, sebep olan olaya karışmamış olanları da kapsar. Çünkü Kur'anın umum ifade eden la­fızlarının belli bir şahsa yöneltilmesi makul değildir. İbnu Teymiyye şöyle der: «Âlimler her ne kadar bir sebebe dayalı olarak vârid olan ve umum İfade ederi lafzın, sebebine özgü olup olmadığında ihtilafa düşmüş iseler de, hiç bir kimse: Kur'an ve sünnetin umum ifade eden lafızlarının belli, bir şahsa has olduğunu söylememiştir. Söylenebilecek olan: Onun, o şahsın durumunda olana has olduğu ve benzerlerin hepsini içine aldığıdır. Umum

İfade etme sadece lafızda kalmaz. Belli bir sebebi olan âyet şayet emir ve­ya nehiy ise, o şahsı kapsadığı gibi, onun durumunda olan diğer şahıslan da kapsar. [122]

Misal olarak İslam'ın Medine'ye girmesiyle başlayan nifak hareketini ele alalım. Tarihi olayların yönlendirilmesinde bunun açık etkisi vardır. Ra-sûlullah'ın hicretinden vefatına kadar çeşitli görüntü ve şekiller olmuştur. Onun için Kur'an'ı Kerim bir çok sûrenin âyetlerinde ona savaş açmalı, hi­le ve desiseleri üzerinde durmalıydı. Öyleki, isimlerini taşıyan bir sûre bile inmiştir. Özel isimleriyle isimlendirilen bu sûre, ismine uygun olarak onları ele alıp işlemiş ve onlar için en aşağılayıcı bir tablo çizerek, onları ahmak­lık ve donuklukla nitelemiş ve duvarlara dayandırılmış kof ve işe yaramaz heykeller olarak tasvif etmiş, dış görünüşlerinin aldatıcılığına ve hoşa gi­den cüsselerinin muntazamliğına rağmen, her bir hışıltı ve ses duyduğun­da yüreği hoplayan farelerden daha ödlek olduklarını belirtmiştir. İşte o mûciz ayetlerden biri, dış görünüşleriyle asıl iç yüzlerini ne güzel tasvir ediyor: «Ey Muhammed; Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider; tıpkı, sıralanmış kof kütük gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar; onlar düşmandır, onlardan çekin; Allah canlarını alsın, nasılda aldatılıp döndürülüyorlar!» [123]

Kur'an'ı Kerîmin bu umum İfade eden laftzlarıyla, sadece iniş döne­minde yaşayan sonra da ölüp giden Evs ve Hazredi bir gurup münafığı kasdettiğini söylemek akıl kârı mıdır? [124] Şayet o gurubu ilk plânda ele almış ve karakterlerini tam olarak nitelemişse, bu âyetleri ve benzerlerini şümullü ve genel bir ibret, bu sınıftan geçmiş ve kıyamete kadar gelecek­lere parlak ve ebedî «bir örnek» olmaktan alıkoyan aklî bir engel var mı­dır? [125] Buna benzer âyetlerin Evs ve Hazredi münafıklarla birlikte on­ların durumunda olanları da kapsadığını, bu âyetler her ne kadar Evs ve Hazrecliler hakkında inmişse de benzeri münafıkları da kasdettiğini söyle­yen İbnu Abbas, Ebu'İ Âliye, el-Hasen, Katade ve es-Süddî gibi müfessir-lerimizin haklı olmadıklarını söylemek mümkün müdür? [126]

Rasulullah'ın dönemindeki ilk İslâmî savaşlarda müslümanların dış düşmana   karşı   uyanık   olmaları   gerektiği   gibi, iç düşmana karşıda, -hatta buna karşı daha uyanık- olmalıydılar. En-Nisa sûre­sinde bazı âyetler, müminlerin safında kendilerini onlara benzeten bir topluluğun bulunduğu ve bunların savaş alanında gayretleri kösteklemek ve cesaretleri kırmaktan, müslüman saflar arasında korku ve bozgunluk tohumları ekmekten başka bir fonksiyonları olmadığını dile getirdi. Savaşa her çağırıldıklarında geciken ve sallananlar onlardır. Geride kalan ve sava­şın nasıl olacağını gözleyenler onlardır. Netice kopkoyu karanlık mı, yoksa parlak bir aydınlık mı? Allah, samimi mücahitleri imtihan etmek için bela ve sıkıntıya dûçâr etti mi, geride kalıp oturanlar, bu oturuşlarına sevindiler. Onları yenilgi, öldürülme ve yaralanmadan kurtaran bu kaçış nimetine ka­sıla kasıla ferahlandılar. Allah, mücahitleri düşmanlarına karşı galip geti­rince, o geride kalanlar hemen pişmanlık duyarlar. Keşke kendileri de sa­vaşa katılmış olsalardı. O zaman onlara da ganimetten pay verilecekti. Bu psikolojik tasvirin şu âyette gözler önüne serildiğini görüyoruz: «Şüphesiz aranızda pek ağır davrananlar vardır; size bir musibet gelirse: «Allah ba­na iyilikte bulundu, çünkü onlarla beraber bulunmadım» der. Allah'tan size bir nimet erişirse, and olsun ki, sizinle kendi arasında bir dostluk yok­muş gibi: «Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı ka~ zansaydım» der.» [127]

Lâkin Kur'an'ı Kerim bu ruhî durumu tasvir için bu veciz iki âyeti seçin­ce, bü âyetler, -Mücahid, Katade ve başka müfessirler aksini iddia etse bi­le [128]-Peygamber (S.A.V.) zamanında vukubuirnuş belli bir savaştaki ima­nı zayıf belli bir kaç kişiyi kasdetmemiştir.. Aksine bu iki âyetle o yaratıcı fırçasıyla her zaman ve her yerde tekerrür eden ve her asırda var olan bel­li insanların belli bir sınıfının parlak bir tablosunu çiziyor. İbnü Cüreyr bu iki âyetin tefsirinde şöyle derken meseleyi kökten kavramıştır: «Bu âyet­ler, münafığın vasfı ile ilgilidir. Münafık, müslümanları Allah yolunda cihad etmekten oyalar ve aüşmanlar müslümanlardan her adam öldürdüklerin­de sevinirler. Ama müslümanlar başarıya ulaşınca da kıskançlık duyguları kabarır. [129]

Buna vahyin çeşitli şekillerini kıyaslayabiliriz. Meselâ, Hümeze suresi­nin itk âyetlerinin karşımıza çıkardığı tabloyu kıyaslayalım. Bu âyetlerde, durmadan insanlara dil uzatan ve alayoi tavırlarla onlara hakaret eden, on­lara haklarını vermeyen, şahsiyetlerini küçümseyen ve kendisinin bu dün­ya hayatındaki değeri, topladığı ve durmadan hesabını yaptığı maldan iba­ret olan ve varlıkta herşey son bulduğunda malının kendisini ebedî kılaca­ğını sanan alçak ve kötü bir insanın vasıfları çiziliyor. İşte bu basit ve ha­kir insan hakkında âyetler şöyle diyor: «Mal toplayarak onu teker teker sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının   kendisini

ölümsüz kılacağını sanır.» [130] Bazı müfessirler bu sûrenin çerçevesini daraltarak derler ki: «Bu kişiden maksat ei-Ahnes b. Şerîk'dir.» [131] ez-Zamahşerî, bu âyetin ona has olduğunu söyleyenlere karşı çıkıyor ve gö­rünüşü bütün açıklığıyla şöyle ilân ediyor: «Sebebin özel fakat vaîdin ge­nel olması caizdir. O çirkin işi yapan herkesi içine alır. Lâkin hakkında nassın varid olduğu kimsenin temel hedef olması, onun için daha sakındı-rıcı ve daha aşağılayıcıdır. [132] İmam ez-Zerkeşî «Sebebin Hususiliği ve Lafzın Umumilği» şeklinde bir başlık açınca bunu kasdetmek «Sebeb hu­sûsi ve lafız umûmî olabilir. Tâ ki ibretin umûmî olduğuna uyarı olsun.» [133] demiştir. Sonra da ez-Zamahşerî'nin yukarıya naklettiğimiz «Hüme-ze» sûresinin tefsirinde söylediklerini delil olarak getirir.

Her nesilde tekerrür eden ve her çevrede benzerine rastlanan bu be­şerî «örnekler» başlangıçta belli şahıslar nüzullerine sebeb olmuş ve âyet-îer başlangıçta onları kastediyordu. Ama Kur'anda öyle beşeri gurubtardan bahsedilir ki, müfessirler bu âyetlerle kimleri tayin etmek için ne kadar gayret etseler de onları tayin edemezler. Çünkü bu âyetler zaman, mekan ve şahıslar üstüdür. Başlangıçta da her hangi bir sebeb ve mukaddime üzere inmemişlerdir. Sanki onlar, insan cinsini biribirine benzer bir bütün olarak yahut bu cinsten biribirine benzeyen özellikler taşıyan fertleri tasvir eden sanat tablolarıdır.

Yüce Allah'ın: «İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen dar­lıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşlerinde tutumsuz olanlara yaptıkları böylece güzel görünür»[134] âyetinin tevilinde müfessirler hoşlarına gideni söylesinler. Onlardan hiç biri bu eşsiz ve canlı tablodan kastedilen şahsı tayin edemez. Bana göre hiçbir kimse, çağımızın İslamcı mûcid ya­zarı üstad Seyyid Kutub'un bu âyette tesbit ettiği insan psikolojisine uyum­dan daha güzelini, daha mükemmelini ve daha doğrusunu ortaya koyan ol­mamıştır. O, şöyle diyor: «İnsan, gerçekten de böyledir: Darlığa düşüp ha­yatından ümidini kesti mi, kendine gelir ve O büyük gücü hatırlar. İşte o zaman O'na sığınır. Ama o darlığı atlatır ve hayat engelleri ortadan kalktı mı, varlığındaki dinamizm harekete geçer ve hayat tutkusu tekrar kabarjr. Hemen onların peşine takılır gider. Sanki daha dün hiç bir şeyle karşılaş-mamışçasına!» [135]

İnsan tipleri, insan karakterleri miktannca değişiklik arzeder: iyi ola­nı vardır, kötü olanı. Yücesi vardır, hakîr olanı. Mü'min olanı vardır, kâfir olanı. Ağır başlısı vardır, aceleci olanı. Düşman olanı vardır, dost olanı. Âlim olanı vardır, cahil olanı. Araştırmacı Kur'an'da bütün bu tiplere rast­lar.

Şayet burada Kur'an'ın edebî yönünü anlatmayı uygun görseydik, bu insan tiplerini Kur'an'a daldırdığımız fırça ile çizmeye gayret ederdik. Lâkin biz burada nüzul sebeplerini, âlimlerin takip ettiği metodla Kur'an ilimlerin­den birini anlatmaya çalışıyoruz. Nüzul sebebi bulunmayan âyetlerin ındi-riliş sebeplerinin, her zaman ve mekanda yaşayan canlıların kendileri ol­duğunu isbatlamaya gayret ediyoruz. [136]





[76] el-Burhan,1/30.

[77] el-Burhan,1/29.

[78] Bu ibare es-Suyutî'nm olup [eMtkan, 1/55) onu Sahih-i Buharîden nakletmiştir. Buhgrî'nin bu konuda başka bir rivayeti mevcut olup lafız bakımından es-Suyûtî'nin naklettiğinden az farklılıklar gösterir. (Bk. Kitabu'Mefsir, 6/87.) İbnu Kesir de tefsi- rinde (1/60) Ahmed'in Abdullah b. Mesud senediyle yaptığı rivayetle bu hadise işa­ret eder.

[79] el-ltkan, 1/55.

[80] el-ltkan, 1/55.

[81] el-Buhârî, 6/182.

[82] el-ltkan, 1/45.

[83] et-Tevbe: 74.

[84] el-Mücaclile: 18.19.

[85] Alu Imrân: 195.

[86] en-NIsâ: 32.

[87] el-Ahzâb: 35.

[88] Âlu İmrân: 195.

[89] el-ltkan. 1/57-58.

[90] el-Burhan, 1/25-26.

[91] el-Burhan, 1/26.

[92] en-Nisâ': 51.

[93] Kars. Tefsıru't-Taberî, 5/85.

[94] en-Nisâ': 58.

[95] Tefsiru'bn-u Kesîr, 1/515. Ayrıca kafş. Tefslru't-Taberî. 5/91-92.

[96] Ebu Bekr b. Muhatnmed: Şafiî mezhebinde fakih olup Hafızdır. el-Muzenî'ye talebe­lik yapmış ve sonra Irak'ta Şafiîlerln imamı oim-jştur. H. 324 yılında vefat etmiştir. (Şezerâtu'z-Zeheb, 2/302).                    "         .                               

[97] el-Burhan, 1/36.

[98] el-Bakara: 189.

[99] Tefsîru't-Menâr, 2/197.

[100] el-Ğâşıye: 17-20.

[101] Kars. Fî Zilâli'l-Kur'an, 30/149.

[102] et-Burhan, 1/45. .

[103] el-Kıyame: 16.

[104] el-Kıyame: 14-15.

[105] el-Kıyame: 20-21.

[106] ez-Zamahşerî'nln bu fevkalade kavrayışındaki üstün edebî zevkini takdir etmemiz, ona karşı bir görevimizdir. Bu âyetlerin tefsirinde o, şöyle diyor: Lâ «Hayır, Hayır!» ifadesi Rasûlûllah (s.a.v.) i acelecilik geleneğinden alıkoyup durdurmaktır. Ağırbaş­lılık ve teenniye teşviktir. Allah Teâlâ ardından «Aksine siz çarçabukluğu seversiniz» sözüyle uyarı daha da etkinleştirilmiştir. Sanki şöyle buyuruyor. Aksine siz, ey Âdem oğulları! Acelecilik üzerine yaratılmış ve karakteriniz o şekilde teşekkül    ettirilmiş gibi her şeyde acele edersiniz. Onun içindir ki çarçabuk gelip geçen (dünyayı) se­ver ve âhireti bırakırsınız. (el-Keşşâf, 4/165).

[107] el-A'raf: 26.

[108] Tefsîru'I-Keşşâf, 1/59; Ayrıca karş. «I-Burhan, 1/49.

[109] el-Enfâl: 5.

[110] el-Enfâl: 4.

[111] Tefsîru'i-Keşsâf, 1/114.

[112] el-Fâtiha: 6.

[113] Kars. el-Burhan, 1/38.

[114] Sebe': 54.

[115] el-Burhan, 1/39.

[116] el-Burhan, 1/39.

[117] Kasas: 8.

[118] el-Bürhan, 1/38.

[119] Bk, Tefsirubnu Kesîr, 4/318-322.

[120] en-Nur: 7-9.

[121] en-Nur: 4.

[122] el-ltkan, 1/51.

[123] el-Munâfikûn: 4. O münafıkları tasvir eden İbnu Kesir'in Tefsirlndekl    İfadelerine (4/368) müracaat et: «Cüsseleri muntazam ve fesahat, sahibi kimselerdi. Düzenli ko­nuşabildikleri için dinleyici onlara  kulak verir dinlerdi. Allah Teâİâ:    «Her   çığlığı aleyhlerine sayarlar» buyuruyor. Yani her bir mesele yahut olay veya korkulu birşey olduğunda ödlekliklerinden dolayı kendileri hakkında olduğunu sanırlar.»

[124] Kars. Tefsîru'l-Menâr, 1/148-149.

[125] Kars. Tefsîru'bnu Kesir, 1/47.                                                                                       .

[126] Tefsîrubnu Kesir, 1/43.

[127] en-Nisâ: 72-73.

[128] Tefsiru't-Taberî, 5/105.

[129] Müfessirlerin imamı Taberî de bunu benimsemektedir, 5/105.

[130] Hümeze: 1-3.

[131] Tefsirubnu Kesîr, 4/548.

[132] el-Keşşaf, 4/232.

[133] el-Burhan, 1/32.

el-Burhan, 1/32.

[134] Yûnus: 12.

[135] Seyyid Kutub, et-Tasvlru'1-Fennî fî'I-Kur'an; İkinci baskı, s. 178. Okuyucuya bu kitap­ta «Nemazicu İnsaniyye» konusunu okumalarını tavsiye ediyorum. Arap dili ve Kur'-an'ın belağatiyle ilgili büyük ciltlere ihtiyaç bırakmayacak bir mükemmeliyette.

[136] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 103-132.