๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran-ı Kerim Ayetleri => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 13:30:14



Konu Başlığı: Hasbıhal 30 Mayıs 1329 -1913
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 13:30:14
Hasbıhal 30 Mayıs 1329 -1913


Müslümanların en büyük hakimi imamı Ali, la tarifil hakka bir-ricali, i´rafi I-hakka, ta´rif ehlehu “hakkı, hakikati bir takım adamlarla kaim bilme. Evvelâ hakkın ne olduğunu öğren ki ehlini de tanıyabilesin.” buyuruyor.

Dünyada bunun kadar kat´î, bunun kadar açık bir düsturu hikmet olamaz. Biz müslümanlar hak ile batılı birbirinden ayırmak için söyleyene değil, söylenene baktığımız; şahsı değil, sözü tarttığımız devirlerde cihanın en yüksek milleti imişiz. Sonraları, ortaya sürülen fikirlerdeki istikamete, yahut sakamete kendi mücahedemizle, kendi içtihadımızla hükmedebilmeyi uzun bir iş görmüşüz de onun için bütün kanaatlerimiz, bütün hareketlerimiz mukallitlikten ibaret kalmış; islâmm ilk devirlerinden zaman itibariyle ne kadar uzak düşmüşsek tahkik [73] denilen denilen feyz-i ilâhi de bizden o nisbette yüz çevirmiş.

îster yüzünü şarka, omuzunu garba vermiş.; ister bu vaziyetin aksini âdet edinmiş olsun... Kimi yoklasanız; mutlak ehli hak tanıdığı mahdut bir iki ´adamın fikrine mümaşat eder. [74] bulursunuz. “Şu söz pek doğrudur. Yanlış olmak ihtimali yoktur. Zira filandan sudur etmiştir.” tarzındaki hükmü garip hepimiz için şiarı hikmet olmuş; gitmiş!

Taklidin bu derecesi demin söylediğimiz vaziyetin devamına en büyük bir sebeb oluyor ki, biz bu sebebi kaldıramazsak kıyamete kadar yüz yüze gelip de milletin, memleketin hayırı için hasbıhal edemiyeceğiz!

Pek sevdiğim muhterem bir arkadaşım sekiz on sene evvel şöyle bir hikâye söylemiş idi: “Daha İstanbul´a gelmemiştim. Bir gün memleketimizin âlim tanılan ricali arasında fıkhın muamelât kısmına ait oldukça mühim bir bahis münakaşa ediliyordu. fikirler, daha doğrusu me´hazler taaruz edince kendi reyini, yani kendi okuduğu kitabın musannifini haklı çıkarmak için sesini diğerlerinden ziyade yükselten bir zat karşısındakine: “Sen bu sözleri yazma kitabtan mı söylüyorsun, yoksa basma kitaptan mı?” dedi. Bu sual üzerine başka başka musanniflere ait iki kitabın biri basma, diğeri yazma olursa hangisiyle amel olunmak, hangisinin sözü tercih edilmek icab edeceği de ruzname-i münakaşata ithal olundu!”

Geçenlerde fuzalâdan biri gayet mühim bir mesele-i usuliyeyi meydana çıkardı ki, bu da bir içtihadın mahsulü değil, ancak sürekli bir mücahedenin semeresi idi. Dine, dünyaya hiç yaramıyan; yahut ehemmiyeti üçüncü, dördüncü derecelerde kalan mesail ile zamanını öldürmeyip de böyle doğrudan doğruya hayat-ı ümmete taalluk eden bir meseleyi nazarı ittılâımızın önüne çıkaran fazıl-ı mücahide an samî-mülkalp teşekkürler ederken bakmız ne işittim:

Bu mesele me´hazlariyle, delilleriyle beraber salâhiyettar olması lâzım gelen zevata izah edilmiş:

Bir kısmı dinlemek zahmetini ihtiyar etmemiş: bir kısmı da son zamanda gelen musanniflerin kitaplarında böyle bir mesele var mı yok mu bilemediği için kabulünden itizar etmiş!

Tarih tekerrürdür, derler. Pek doğru. İşte arkadaşımın on sene evvelki hikâyesi aynen zuhur etti. Esef olunacak bir cihet var ki o da: Tarihin tekerrürü sözü bize gelince musibetin tekerrürü, daha doğrusu temadisi gibi bir mana ifade ediyor. Başka bir şey değil. [75]