๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran-ı Kerim Ayetleri => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 16:11:09



Konu Başlığı: Hasbihal 15 Ağustos 1326-1910
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 16:11:09
Hasbihal 15 Ağustos 1326-1910


Arifin kırathanesinde oturmuş, birini bekliyordum. Beş on dakika sonra karşımdaki masaya biri sarıklı, diğeri fesli iki adam geldi. Bunlar galiba yolda başladıkları bir münakaşaya devam ediyorlardı: Çünkü mübahesenin başlangıcında ses o kadar yüksek perdeye çıkamazdı.

Dinlememek, kafamı dinlendirmek istedim, kabil olmadı. Bu iki muarız, kulaklarımı iyice ses hapsine aldılar! Fesli diyordu ki:

“Hem memlekette bir şey yapılmıyor, diyorsunuz! Hem de medeniyet namına hangi işe teşebbüs olunursa engel olmak istiyorsunuz. Biz hep olduğumuz yerde mi sayalım? Hiçte mi ilerlemiyelim?

“Hoppala! makul olmak şartiyle ne gibi harekette bulundunuz da bizden bir muhalefet yahut mümanaat gördünüz? Dikkat ediyor musun “makul” diyorum, meşru olan işlerin hepsi makuldür.

“Din namına bu kadar müsamahakârlık da mutlaka zatı fazılanelerinin içtihadı olacak!..

“Hayır efendim, hazreti peygamber (Din, akıldır; aklı olmıyanın dini de yoktur) buyuruyor. Akla bu kadar yüksek paye veren müslümanlığın ahkâmında makul olmayan bir hüküm bulunabilir mi? Ne hacet! Bütün tekâlifi şer´iye zevilukule (Şer´î teklifler akıl sahiplerine) ait değil midir? Yoksa siz ilmühali de mi anlayarak okumadınız?

“Rica ederim sadedi kaybetmeyiniz... Bir heykel için bu kadar söz söylenir mi?

“Asıl sadedi solda bırakan sizsiniz. Ben heykel dikmek şer´an haramdır, yahut mubahtır tarzında yarım kelime bile söylemedim. Yalnız şimdi bunun sırası mıdır? dedim. Siz bu sualim üzerine az kaldı beni irtica ile itham edecektiniz!

“İyi ya, ay efendim Mithat paşa gibi muazzam bir vatanperver için heykel dikmek yar ve ağyar nazarında Osmanlıların kadirşinaslığını bîr bat daha iylâ etmez mi? Basra´ya çıkan bir Avrupalı merhumun heykelini görür görmez bizim hakkımızda ne müsaid hisler beslemez!

“Heyhat! Sîz direkler arası caddesinin tam göbeğinde yatan Osman baba türbesini gördüğünüz zaman nasıl bir his ile mütehassis oluyorsanız, her türlü umrane kabiliyeti olan Basra´yı, o güzel memleketi yangın yeri halinde gören bir yabancı göz de o harabenin ortasında bir heyekeli mamura tesadüf edince ayni duyguyu duyar! Ölülere heykel dikeceğinize birer meyyit-i gayri müteharrik, birer heykel-i camit şeklini alan şu zavallı milleti merhumeye ruhi gayret, hayatı faaliyet nefhetmeye çalışınız. Bu hal­kın binde dokuzyüzdoksani Mithat paşanın kim olduğunu, kendilerine ne gibi mebrur hizmetlerde bulunduğunu okuyup anlamadik-çe heykeline onun mezar taşına baktığı nazarî hürmetle bile bakmaz; bakmamakta mazurdur. Mektep yok, medrese yok, yol yok, şimendüfer yok, vapur yok; namütenahi hazain-i servet topraklar altında yatıyor, aldıran yok; okuyan yok, yazan yok... bu kadar yokluk içinde bir yüksek tasavvur var, o da heykel!..

“Lâkin ne kadar bedbinsiniz! Asırlardanberi harab edilen bu memleket iki günde Almanya gibi olsun diyeceksiniz; yavaş yavaş hepsi olacaktır.

- Ben zaten olmiyacak demedim; hem olacağından eminim. Olması için hisseme düşen faaliyeti de eda etmekten hiç çekinmiyorum. Namlarına heykel dikilmesini hoş görmediğim Midhatların, Kemallerin nasıl adam olduklarını Üç senedir üçyüzden fazla şakirdlerime adam akıllı öğrettim. Çocuklar Mithat´ın, Kemal´in ruhunu anladılar, heykelini görmeseler de olacak...

“İyi ama görseler daha iyi değil mi?

“Fesuphanallah! Siz hiç lâkırdı anlamıyorsunuz! A kuzum baksanıza yapılacak neîer var! İstanbul´a otomobil, otobüs getirdik, her gün bir iki kurban veriyoruz. Sabredin memleket istediğimiz hale gelsin; halk okusun, yazsın; ordumuz, donanmamız tuttuğu tariki terakkiyi, müntehasına kadar kat´etsül; bütün cihanı medeniyette bize en muhterem, en muazzam bir mevkii hürmet ifraz edilsin; elhasil bizim Avrupalı dostlarımızdan bir eksiğimiz varsa, o da eâzım için heykel dikmekten ibaret kalsın... o zaman el eîe verir heykel dikelim mi dikmiyelim mi diye düşünür, karar veririz.

Muhaverenin alt tarafını zabtedemedim, çünkü arkadaşım geldi, beni evvelce kararlaştırdığımız bîr yere götürdü.[39]

Hasbıhal



19 Eylül 1326-1910

Tanıdıklarımdan bir fransız vardı. İkimiz de bir adamın hususî muallimliğini ifa ettiğimiz için ara sıra buluşur, konuşurduk.

Gariptir ki; Avrupalılar dine karşı lâkayıt olduklarım daima ileri sürdükleri halde îtikadiyat üzerinde münakaşadan hiç geri durmazlar, Feridin dediği gibi bu heriflerin küfürleri imanlarından çok zayıf! Öyle olmasa din bahsini hiç karıştırın azlar, samimî fıtratlarında gizli duran hiss-i imanın uyanması ihtimaline karşı bu kadar telâş göstermezlerdi.

Fransalı arkadaşım da tıpkı böyle idi: Beni gördükçe edebiyata dair beş on söz söyledikten sonra, sadedden yükselerek bermutad din meselelerini karıştırmaya başlardı. Ben de bahusus bir yabancı iîe din üzerinde münakaşa etmeyi hiç sevmediğim halde müslümanlığı aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar muhatabıma anlatmak mecburiyetinde kalırdım. Adamcağız beni bir hayli dinledikten sonra günün bîrinde dedi ki:

- Eğer müslümanlık böyle ise çok iyi!.. O halde Jül Simonların yeniden bir din ibdama kalkışmaları hiç icab etmiyecek. Lâkin güphe etmem ki siz müslümanlığı olduğu gibi değil, olması lâzım geldiği gibi gösteriyorsunuz. Ben mesleğin iktizası bir çok müslüman ailelerle münasebette bulunuyorum ki; bunlara saplanıp kaldıkları bataklıktan kurtulmaları için ne kadar çare saydımsa evvelâ hükümeti, sonra dini mani gösterdiler; hiç birini kabul edemediler.

“Hükümeti bir tarafa bırakın, ona dair söz söylemek zaiddir, Çünkü olanca maskaralığı meydanda! Lâkin dinin mani-i terakki olmasına hiç aklım yatmaz. Mösyö, siz işin iç yüzünü bilmiyorsunuz! Başımızdaki hükümetin Allah belâsını versin! İstibdadını idame için bizim o güzel dînimizi mesnetti de "böyle umacı şekline soktu! Halkın tealisi, idarenin hiç işine gelmiyeceği için terakkiyat-ı fikirye, medeniye namına vuku bulacak harekâtı lisan-ı din ile men´etmek istiyor, görüyorsunuz ki ne güzel de muvaffak oluyor!..

“İdarei müstebide diyorsunuz... Lâkin sizin için başka şekilde bir hükümet tesisi kabil midir? Müslümanlık buna müsait mi?

“Lâkin siz tarihten büsbütün gafil gibi davranıvorsunuz! İlk müslümanlarm hükümeti böyle bir hükümeti keyfîye mi idi?

Siz ecnebiler,, daima ayni hataya düşüyorsunuz: Müslümanlığın lehinde, aleyhinde vereceğiniz hükmü bugünkü müslümanların haline bakarak veriyorsunuz...

“Ya ne yapmalıyız?

“Evvelâ dinin esaslarını tetkik etmeli, sonra dini doğrudan doğruya peygamberden telâkki eden eslâfın harekâtını nazarı itibare almalısınız...

Üç gün evvel Beyazıt´tan Fatihe doğru gidiyordum. Yolda tesadüf ettiğim simalardan birinin ufacık bir müşabeheti bana senelerdenberi görmediğim o fransız arkadaşımı hatırlattı; derken yukardaki muhavereler birer birer zihnimden geçmeye başladı. Kendi kendime Mösyö... elime geçse de vaktiyle dine isnad edilen cinayetler hükümete mi ait imiş, yoksa değil mi imiş, göstersem dedim O aralık biri aşağıdan, diğeri yukardan olmak üzre kemali sür´atle iki araba geliyordu. Ben bunların altında kalarak çiğnenmemek için tahayyûlâtıma veda ederek hemen kendimi sol tarafa atıp kur­tulmak istedim. Göğsüm Osman baba türbesinin parmaklığına çarptı. Fena halde canını yandı. O acının tesiriyle “yol ortasında da mezar olur mu? Bu ne maskaralık!” demiş bulundum. Vay efendim, derhal sağdan soldan itiraz sesleri yükselmeye başladı! Garibi neresi, işin içine yine din bahsi karıştırıldı,..

Zavallı din! Kimlerin elinde, hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar dini Üzerimize çökmüş bir kâbus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kalabalık bîr caddesinin ortasında bir Ölü yatmış, gelip geçen dirilerin hayatı üzerinde âdeta tasarruf ediyor! Yahu şu mezarı kaldıralım desen, derhal kıyametler kopuyor, dinin müsaadesi yoktur, ne yapıyorsun? deniliyor.

Demek bizim o mülevves hükümeti sabıkamız müslümanlığı şekli aslîsinden okadar çıkarmış ki halâ simay-i hakikisini tanıyamıyoruz; halâ bir emri hayra teşebbüs edeceğimiz zaman sakın din buna mani olmasın, demek istiyoruz!

“İyi amma Osman babayı kaldırmak için ne yapmalı?

“Pek kolay. Evvelâ parmaklığı, sonra taşlan kaldırılır. Daha sonra başındaki ağaçlar kestirilir. Bu işler bitince zemini düzeltilip bırakılır.

“Vakıa aklen böyle!

“Hayır efendim dinen de böyle!.. [40]


Hasbıhal



16 Eylül 1326-1910

Müslümanlığın ilme karşı pek hürmetli, pek müsaadeli davrandığını isbat etmek, bunun aksini iddia eden hasmını susturmak için merhum Şeyh Mehmet Abduh bir eserinde şöyle diyor:

“Cizvit, Frere, Amerikan mekteplerinde yüzlerce müslüman çocuğu görebilirsiniz. Halbuki bu müesseselerin hepsi, hususiyle cizvitlerinki birer din mektebidir, pek âlâ! Bana dershanelerini her millete açık tutan bir dinî müslüman mektebi gösterebilir misiniz, ki içinde tek bir hıristiyan şakirdi bulunsun? Hıristiyan talebeye ancak hükümetin açtığı mekteplerde tesadüf olunabilir ki, buna da sebep bu gibi resmî mekteplerde tedrisatın din esası üzerine müesses olmamasıdır.”

Şeyh merhumun sözleri maatteessüf pek doğru. Maatteessüf diyoruz, çünkü milliyeti, diyaneti hakkında henüz hiç bir telâkkisi, hiç bir fikri olmayan masum evlâdını papazların eline teslim etmek mülâhazadan, histen azıcık nasibi olan bir baba için isteye isteye yapılır bir hareket olmasa gerektir!

Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hale getirmek, yahut yeniden adam akıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğerparelerimizin terbiyesini o istikbalin hayalinden bile ürken bir takım yabancılara bırakıyoruz!

Zengin, orta halli, züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarif sizlikten şikâyet ediyoruz; fakat hiç birimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış, bir adam olsa da lâf etsek! demişler!.. Biz de tıpkı böyleyiz: milyonlarca herif bîr yere toplanmışsız “ah bir sahibi hayır çıksa da çocuklarımız için mektep açsa” diyoruz.

Bizde pek garip, bununla, beraber pek fena bir tabiat var: Mes´uliyeti hepimize birden racî olması lâzım gelen yolsuzlukları, hataları ağız dolusu, sayfa dolusu muahaze etmekle vazifemizi eda eylemiş oluyoruz; şu heyeti içtimaiyeyi teşkil eden efrattan biri bulunmak itibariyle meydandaki fenalıklardan kendimizin de mes´ul olduğumuzu hiç hatırlamıyoruz. Memleketimize bir şeref teveccüh ederse her birimiz en büyük hisseyi nefsine ayırmak istiyor; milletin şanını, haysiyetini lekeleyen içtimaî maskaralıkların töhmetini ise hiç birimiz yanına yaklaştırmıyor!

Bîr de, bakıyorum, vazifeperverliği, fedakârlığı daima başkalarından bekliyoruz. “Dostlar, şehit, biz gazi!” nağmesi dört elle sarıldığımız bir düstûr.

Evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçura Yusuf bey şöyle bir vak´a hikâye etti:

Lehistan müslümanlarından bir zengin adam, geçenlerde Istanbula gelmiş. Maksadı hem bu memlekette büyücek bir iş yapmak, hem de oğlunu mekteplerimizden birine vermek imiş. Çünkü ora cimnazyalarına devam eden çocuğunun ruslaşmasını istemi­yormuş.

Bu hamiyetli adam evvelâ mektebi sultaniye gitmiş; maksadını dili döndüğü kadar anlatmış. Fakat karşısındakiler bir türlü zavallı adama istediği malûmatı vermemişler; hatta eline sundukları program da fransızca yazılmış imiş.

Başka bir mektep yok mu, demiş. Robert Koleji sağlık vermişler. Gitmiş. Yanına kattıkları tercüman vasıtasiyle, gezmekte olduğu müessese hakkında malûmat alırken ma´bede benzer bîr yer nazarı dikkatini celbetmiş!

“Burası nedir?

“Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir protestan papazı çıkarak talebeye vaaz eder.

“Vaazı dinlemek mecburî midir?

“Evet, umum talebe için mecburîdir.

“Pek âlâ! Talebe içinde müslüman yok mu?

“Seksen kişi var.

“Çok şey! Müslüman çocukları protestan papazın vaazında bulunsunlar, hem de mecburen bulunsunlar ha! Lâkin Rusya mektepleri buradan çok iyi imiş. Onlar müslüman talebeyi papazların verdiği vaazlarda, din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun, talebe kendiliğinden girmek istese men´ederler.

Bunun üzerine adamcağız şu ukdeyi çözmek için heyeti idareye içinizde bir Türk olsa da onunla anlaşsak, demiş. Kendisine vardır cevabını vererek, centlmen bir zatın yanma götürmüşler. Bu zat, umuru talebenin mev´îze günleri ma´bedde bulunması müessesenin vâkzfı tarafından vaz´edilmiş bir usul olduğunu, binaenaleyh müslüman çocukların da bundan istisnası kabil olmayacağını söyledikten sonra, sırf ahlâkî bir zeminde ceryan eden bu mev´izelerden okadar ürkmek icab etmiyeceğini bildirmiş.. Zaten insan dini mektepte almazmış, düşüncesi kuvvetlendikten sonra din hakkında bir fikir edinirmiş...

Bu mülâhazaları dinleyen lehistanlı kardeşimiz: “iyi ama insanın büyüyünceye kadar bulunacağı muhitler, maruz olacağı telkinler büsbütün tesirsiz mi kalır? Bunların her birinin vicdaniyat üzerinde mühim mühim intibaatı olmaz mı?” demişse de muhatabın­dan “o halde mektebi sultaniye müracaat ediniz” sözünden başka cevap alamamış.

Şimdi bu adamcağız rast geldiğine çocuğu için bir mektep soruyormuş.

Bir müslüman çocuğuna, hem Rusyadaki jimnazlar derecesinde ulûmu fünun öğretecek, hem de sağlam bir fazilet telMn edecek bir mektep kimin hatırına gelirse lütfen bize bildirsin! [41]