๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran-ı Kerim Ayetleri => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 20:42:43



Konu Başlığı: Asr Suresi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 15 Eylül 2010, 20:42:43
Asr Suresi


Meali



“Asra kasem ederim kî, insan i muhakkak ziyandadır. Ancak imanı olan kimselerle amali salihada bulunanlar, bîr de birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda değildir.” [227]


Tefsiri



Tercih edilen kavle göre bu sûre mekkîdir (Hazreti Peygambere Mekke´de bulunduğu devirde nazil olmuştur). Öyle rivayet ederler ki, imam Şafiî:

“Kur´an namına yalnız bu sûre inmiş olsaydı insanlara elverirdi, insanlar yalnız bu sureyi teemmül etmiş (derin derin düşünmüş) olsalardı onlara kâfi gelirdi” dermiş. Mu­hakkaktır ki Ashabı kiramın (Hazreti Peygamberin güzide arkadaşlarının) ikisi bir yere gelince bu sureyi biri diğerine okumadan, diğeri de ona selâm vermeden ayrılmazlarmış! Ashabın bu âdeti, teberrük içindir (surenin yüzü suyu hürmetine nail olmak içindir) zannında bulunanlar yanılıyorlar. Zira bu sûrei güzini okumaktan maksat içindeki manaları, hususiyle hakkı, sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Taki arkadaşından ayrılmazdan evvel onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celbetmiş olsun.

Hilkat alemindeki eşyadan, yahut şüunu kâinattan birine yeminetmek, Kitabullah´da cari olan âdet muktezasıdır. Bundaki maksat ise insanlara o cayi kasem (o yemin vesilesi) olan şeye ezeldenberi mevdu olan (emanet edilen) hikmeti hatırlatmak, şayet insanlar onda bir nevi şer tevehhüm etmişlerse, hata etmekte olduklarını; fenalığın, şerrin o eşyada olmayıp o eşyayı kullananların, yahut O´ surette itikad edenlerin kendilerinde bulunduğunu anlatmaktadır.

Öyle dinler vardı ki, onlara sarılanlar gerek bu kâinatın, gerek onun ihtiva ettiği varlıkların kevnü fesad (değişen bozulan nesne) olduğunu, onun için hakikî bahtiyarlık peşinde koşanlar için bunu hor görmek, bugünün nimetlerinden, zevklerinden, eğlen­celerinden kaçmak, nefislerini bu kevnü fesad âleminin üstünde bir âleme ayırmak ve hasretmek gerekleşeeeğini zannederlerdi.

Kur´an, onların bu hususta tamamiyle yanıldıklarını açıktan açığa bildiriyor. Allah´ın kitabında varid olan kasemler, (yeminler) o gibi zanda bulunanların hatalarını kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuş usul cümlesindendir. Yani bu eşya, hiknıedi ilâhiyeye mazhariyet bakımından öyle bir mertebede bulunuyor ki Cenabı Hak onunla yemin ediyor, güya ki Cenabı Hakkın tazimine arzi istihkak ediyor. Artık her şeyin halikı olan ve bütün varlıkların varlığı, kendi vücudu ezelîsi ile kaim bulunan hallakı azi-nıin (ulu yaradanın) tazimine mazhariyet kadar büyük şeref olabilir mi? [228]



Asır nedir?



Asır, zamanm malûm olan bir parçasıdır ki; o da konuşan kimsenin başkalariyle beraber yaşadığı müddettir. İster bu müddet senelerin sayısiyle takdir olunsun da meselâ yüz sene densin, isterse miktarı hiç tayin olunmasın. Yahut öğle ile akşam arasındaki bildiğimiz vakittir. Burada her ikisinin ihtiyarı, doğru olabilir. İnsanlar evvelkine sövüp saymayı âdet etmişlerdir- Evet, herkes bulunduğu asırdan şikayetçidir. Sırası geldikçe bu asır, cehalet asrıdır, alçaklık, mürüvvetsizlik asrıdır, menfaatperestlik, ahlâksızlık asrıdır, der. Hayra dair murad ettiği şeylerin hepsini de kendisinden asırlarca evvel geçmiş olan zamana isnad eder. Onun için Cenabı Hak “asr” namına yemin etmek suretiyle bu itikadın

kalplerden silinmesini, insanlar tarafnıdan hor görülen bir mahiy-yetin tazime lâyık sayılmasını murad ediyor.

ikinci manaya göre sie asır gerek Kureyşe, gerek sair kabilelere mensub olan işsiz bir takım araplarm Haremde, yahut diğer mahallerde toplanıp gıybet (dedikoduculuk, fesatlık) gibi, ötekini berikini maskaraya almak gibi hiç faydası olmayan şeylerle uğ­raştıkları zaman olduğu için, zihinlerde bu zamanın fena bir zaman olduğu, serden başka bir işe yaramadığı zannı iyice yer etmişti, işte Cenabı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerinde olduğunu, yoksa o zamanm yerleri, gökleri yaratan halika, cayi kasem olacak derecelerde şeref sahibi bulunduğunu, onun için bu vakti, o vaktin sanma yakışacak surette yaşamak, ulvî işlerle geçirmek, kötü işler yüzünden uğrayacakları ziyandan bu suretle kurtulmak lâzım geleceğini beyan buyuruyor. [229]


Hüsran nedir?



Asır kelimesi iki manadan hangisine alınırsa alınsın, burada ki yemin, Cenabı Hakkın bize irad, etmiş olduğu bir hakikati belirtmek için varid olmuştur ki, o hakikat de insanın hüsran içinde bulunmasıdır. Bu bir haberdir ki, tekide muhtaçdır. Zira halkın bir çocuğunun zannına göre bu Surede istisna edilen a´malin, ahvalin haricinde Öyle işler vardır ki, hiç de hüsranı mucip değildir. Hattâ bunların inanışına göre iman saadeti denilen, fazilet denilen kayıtlardan vareste kalmak; fikir hürriyeti, fiil hürriyeti namı altında hiç bir fenalıktan, hiç bir fuhuştan geri kalmamak, ukbada helaki mucib olsa bile, dünyada nefsin hiç bir hazzını diriğ etmemek ile olurmuş. Yine bu inanışa göre milletler içinde öyleleri varmış ki, ferdleri heveslerine kapılmak, ihtiraslarına esir olmakla beraber servet kazanmağa devam ettikçe, kuvvet ve kudret sahibi olmak için her çareye baş vurdukça mes´ud olmaktan geri kalmıyorlarmış!.. îster bu adamlar îman etsinler, ister etmesinler, ister doğru dürüst işler işlesinler, ister işlemesinler, ister birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye etsinler ister etmesinler, müsavi imiş!..

Bu zannı besleyenlerin sayısı her vakit ve her yerde sayılamayacak derecede çoktur.

Fakat Kur´an-ı kerimin telâkkisine göre bu hattı hareket, hüsrandır (ziyandır). “Husr” lûgatda dalâl, helak, noksan manalarına gelir. Yapmış olduğu işin insana getirdiği her şer, husr´dur. Hüsran ve hasaret de bu manayadır. Zira insan o işiyle bir faide pe­şinde koşuyordu. Halbuki netice böyle zuhur etmiyerek yaptığı iş kendisini istediğinden mahrum bıraktığı, bilâkis çekindiğini başına . getirdiği için hüsrana uğruyor. Yani maksadı yolunda dalâle (sapıklığa) uğramış, nefsinin arzusunu tatmin hususunda noksanlık göstermiş, fakat peşinde koşarken yorgunluğa uğramış oluyor. Sana elem veren, seni mahrum bırakan, canının sıkıntıya uğramasına, kalbinin ıztırap duymasına sebep olan her şey aradığın zevk için bir noksandır.

Sen kalbe huzur verecek, maişetini refaha kavuşturacak bir iş işler de bilâkis ıztıraba düşersen, kastında dalâla, sa´yinde hüsrana uğramış olursun. Âyetdeki hüsran ise mutlaktır. Dünyevî veya uhrevî kaydiyle mukayyed değildir. Surede anlatılan vasıflan taşımıyan her mükellef için gerek bu fanî hayatta, gerek onu takib edecek bakî hayatta hüsrandan bir hisse vardır. Zira yukarda söylediğimiz gibi sure Mekkîdir. Mekkî surelerdeki hitap ise bir çok âyetlerde umumîdir. [230]


İman nedir?



Bu sûredeki iman da mutlakdır ve hiç bir şey ile mukayyed değildir. Bununla beraber muhatapların anladığı manadadır, îmanı, umuma karşı hitaba en mülayim şekilde tarif için şöyle demelidir: İman, nefsin hayır ile şerrin, fazilet ile reziletin arasındaki farkı yakinen anlaması, bu varlık âlemi üzerinde hayra razı olan, lâkin şerre razı olmayan, fazileti isteyen, lâkin rezileti istemeyen mutlak bir vücudun gizli olduğunu yine o itminan ile bilmesi; mahlûkatı arasından dilediğim esrarı ilâhisinden bazısına mahrem ederek bu mümtaz insanları, sair insanlara doğru yolu göstermek, kalplere fasid heveslerin ve ihtirasların nasıl girebileceğini, akıllara sağlam delillerin her yol ile erişebileceğini bildirmek vazifesi ile mükellef tutmuş olması da o vacibül vücudun rahmet eserlerinden olduğuna itikad etmesidir. Ta kî beşer, o sahih delillere yönelsin, o yol ile kendisine telkin olunan hakikatları iyi karşılayarak kabul etsin, kalbinde fasid heveslere karşı açık duran menfezleri kapasın, o gibi fasid ihtirasların ilerde bek­lenilecek sirayetine karşı da katî, ebedî bir azim ile müdafaada bulunsun.

Yoksa iman, umumiyetle sanıldığı gibi aklın, vicdanın dahli bulunmaksızın sırf taklitten ibaret olduğu halde kabul olunan, mü-cerred mahiyet değildir. Bu çeşit iman, peygamberlerin peygamberliğini gerçek saymış bir çok milletleri çöküş kurtaramamıştır.

Asıl imandan maksat, ruhun itminanına, ruhî kuvvetlerin itikadları benimsemesine bağlı olan inandır. “Müminler ancak o kimselerdir ki; Allaha ve peygamberine inanmış, sonra hiç bir veçhiyle şüpheye düşmemiş, Allah yoîmıda ınallariyle, canlariyle savaşmışlardır, îşte gerçek kimseler banlardır.” âyeti bu hakikati apaçık anlatıyor. însanlarm, dünya ve âhirette ziyandan kurtuluşu bu imana bağlıdır.

İnsanların babalarından işiterek öğrendiği, bir müslüman çocuğunun manasını, mahiyetini anlamaksizn diline doladığı, hamiyet şevkiyle müdafaasına kalkıştığı imana gelince, bunun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Çünkü, herhangi dine mensup bir kimse, bu şekilde yetişir. Allah nezdinde kabul olunan iman, ancak ruhun o itminanıdır ki, ruh onun sayesinde, ulvî bir cevherin içine sindiğini hisseder. Kalbin o itikadıdır ki kalp içindeki mevkiini yine kalp takdir eder. Ruhu, hakikî hayata kavuşturan, ruhu, ke­male yükseltecek her şeyi hazırlayan iman; bu türlü imandır. îman olmadığı" halde iman dedikleri şey ise, ruhları tahrib eden, insanları felâkete sürükleyen bir baş belâsından başka bir şey değildir. [231]


A´mali saliha nedir?



Sûredeki a´mali salihaya gelince aklî selimin reddetmediği o hayırlı işlerdir ki, herkese faydası dokunur, herkesin menfaatiyle hem ahenk olarak yapılır. Bunların bir kısmı, bütün mahlûkatına her türlü hayır ve iyiliği lütfeden Allah´a karşı arz-ı şükranı ifade eder. Dinin emrettiği ibadetler gibi. Bir kısmı da hayır yolunda malını feda etmek, muhtaç olanlara yardım etmek; yahut verilen hükümlerde adaleti gözetmek, her hangi bir kimsenin zulme uğramasına imkân vermemek gibi bir takım iyi hareketlerdir. Bir kısmı da emanet gibi, iffet gibi, insaf gibi, ihlas ve muhabbet gibi güzide sıfatların asıl kaynağından sadır olan faziletlerdir.

Demek ki ister bedene bağlı bir zahirî hareket şeklinde tecelli eden, ister ruha ait bir batını vasıf şeklinde göze çarpan her şey, amali saliha cümlesin dendir. Nefis, mücahede ile, a´male alıştırırsa, a´mali benimser ve bunları itiyad eder. Dinin emrettiği hükümler, bu a´nıâl çevresi içindedir. Onun için kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin, akıl yoluylaeşfettikleri faziletler de bu a´mâl sırasına girer. A´mali saliha´nımyle esasları vardır ki, bütün insanlarca kabul edilmiş ve hepsi tarafından tanınmıştır ve onun için bunlar üzerinde ihtilâf vuku bulmaz. Bu yüzden bu esaslar Kur´anda “maruf” diye bahis mevzuu edilir ve zıtlarına denilir. Yani, “maruf” olan esaslar aklî selimin kabul ettikleri, “münker” olanlar da onun red ve inkâr ile karşıladıklarıdır. [232]


Tevası nedir?



Tevası, iki şahısdan birinin diğerine bir şeyi tavsiyede bulunmasıdır. Surei şerife, müminlerin birbirlerine hakkı tavsiye ettiklerinden bahsediyor. Hak, batılın karşıtıdır. Manası hemen herkesçe malûm olmakla beraber, insanların çoğu bu manayı cüziya-ta hamlederek yanılırlar. Meselâ iğlerinden biri kalkarak batıl olduğu ap aşikâr olan bir batılı, hak suretinde telâkki etmek ister. Eğer suredeki hak kelimesi tavsiye eden adamın telâkkisine bağlı olmak lâzım gelseydi o zaman mana şöyle olurdu: “Her biri ar­kadaşına hak olduğuna inandığı şeyi tavsiye eder ve o tavsiye ettiği şeyi kabul etmesini ister”. Halbuki birinin hak olarak tanıdığını ve tavsiye ettiğini bir başkasının ayni şekilde tanıması ve onun hak olduğuna kail olması beklenmiyeceğine göre o takdirde tevası, münakaşa ve mücadeleye yol açar. Âyet-i kelmenin istediği bu değildir. Onun istediği, iki şahısdan her birinin diğerinde, hak olduğuna inanmış olduğu şeyi araştırmayı tavsiye etmesi, onu hakkın delillerini bulmağa, ve asıl hakka varmak için çalışıp çabalamağa teşvik etmesidir. Şayet hakkı tavsiye eden adam, mu­hatabının yaptığı araştırmada sapıttığını görürse delil ikame ederek onu doğru yola çevirecek, onun istidlalde taksirini anlarsa onu ikaz edecek, işlerin iç yüzüne nüfuz etmeksizin dış yüzünde kaldığını his ederse iç yüze nüfuz etmesini sağlayacaktır. Fakat bu vazife yalnız bir tarafa ait değildir, iki taraf da birbirine karşı ayni vazifelerle mükelleftirler, ve tevasının manası budur. [233]

Hakkı tavsiye:



Birbirine hakkı tavsiye etmek a´mali saliha çevresi içindedir. Onun ayrıca adiyle, saniyle zikrolunmasından maksat, hakkın ganini yükseltmek, onun başlı basma bir kurtuluş esası olduğunu anlatmaktır.

Hakkı tavsiye eden bir adamın kendi vasiyeti ile amel etmese de bu vazifeyi yapmakla kurtulmuş olacağını ve kurtuluşun yalnız tevasiya bağlı olduğunu sanması yanlıştır. Çünkü “hakkı tavsiye eden kimse”den maksat, “hak üzere olan ve hakkı tavsiye eden” dir. Zaten başkasına bir şeyi tavsiye eden kimsenin, o şeyden en büyük payı almış olması gerektir. Yoksa bir işi lâyıkiyle yapmayan ve lâyıkiyle yaptığı bir tarafından belli olmayan kimse nasıl olur da başkalarını o işi yapmağa davet eder, yahut davet etse de muvaffak olabilir? Kendileri münfcer olan şeylerden çe­kinmedikleri halde insanları “maruf” olan (makbul ve makûl olan) şeylere sevk etmek isteyenlerin, muvaffak olmaları şöyle dursun, insanları vardırmak istedikleri gayeden büsbütün tiksindirirler. Kur´an-ı Kerîm ise ziyandan kurtuluşu evvelâ herkesin hak üze­rinde olmasına, sonra o hakkı tavsiye etmesine bağlamaktadır ve işin doğrusu da budur. [234]


Sabır nedir?



Sabır ise bütün seçilmiş ahlâkın ana kaynağıdır. Kur´an-i Ke-rîm´de yetmiş yerde zikrolunması, değerinin büyüklüğünü gösteren bir delil olarak irad edilir. Fakat bu sayıyı ileri sürmek okadar büyük bir fayda temin etmez. Bize lâzım olan nokta, Âyet-i Kerîme´-nin bu fazileti öğerek sabırlı kimselerin mutlaka muvaffak olacaklarını, mutlaka murada ereceklerini müjdelemesidir.

Sabır, ruhun o kudret kaynağıdır ki hak yolunda dayanılması güç olan bütün mihnetlere katlanmak, nefsin hoşlanmadığı bütün meşakkatlere göğüs germek ancak onun sayesinde mümkündür. Bütün beşerî meziyetlerin kemali, bu meziyete bağlıdır. Bu seciyeden mahrum olmak, yahut bu kudret kaynağından istifade edememek, bir insan için en büyük felâkettir. Fertleri, bu bakımdan zaafa uğramış olan bir milletin, her şeyi zayıf olur ve bütün kuvvet kaynakları tükenir. Bunu bir misal ile İzah edelim:

Milletlerin birine bakıyoruz, onu ilim bakımından geri görüyoruz. Sebebi nedir? Cehalet ile pençeleşmekten ve onu yenerek ilim ile aydınlatmak için uğraşmaktan yüz çevirmektir, îlim sahibi olmak ise uzun uzadiye çalışmağa, bir çok sıkıntılara göğüs germeğe bağlıdır. Bu çalışmayı ve bu gayreti göze alamıyanlar, yani cehalete karşı savaş açmağa dayanamıyanlar, mukallitklikia iktifa ediyor ve karanlık içinde yaşıyorlar. Bunlar “sabır” faziletinden mahrum insanlardır. Bunlar ilim yolunda hiç bir meşakkate göğüs germemiş, hiç bir gayret sarf etmemiş oldukları halde geçmişlerin gayretlerine kuru saygı göstermekle, onların gece gündüz çalışmış olduklarını anmakla kendi hareketsizliklerinin, gayretsizliklerinin kusurunu örtmüş olacaklarını sanıyorlar. Halbuki bunlar, geçmişlerine karşı hakikî saygı beslemiş olsaydılar, onları kendilerine rehber sayarlar, onların tuttukları yolu tutarlar, araştırma yolunda katlandıkları yorgunlukların bir kısmına olsun katlanırlar, elhasıl onlar gibi çalışırlar, çabalarlar, onların varamadıkları şahikalara tırmanırlar ve böylece sabır dediğimiz o yüksek meziyeti haiz kimseler olduklarını isbat ederlerdi. Milletleri bırakarak fertlere bakalım:

Fertler içinde öyleleri vardır ki, bir şeyler öğrenmek için çalışır ve öğrenir. Fakat öğrendiğini başkalarına öğretmeğe takat getirmez. Yani sabr edemez. Böylesi hakkında verilecek hüküm onun sabır faziletinden mahrum olduğudur.

Yahut bir talebe, mektebine bir sene veya iki sene devam eder, sonra tahsil güçlükleri yüz gösterir, dersi bırakır, yahut okuduğunu anlamak hususunda gevsek davranır, yahut babası tahsil masrafını kısmak ister, oğlunu kendisi için daha kârlı saydığı başka bir işe sürükler, oğlu da ilim peşinde koşmaktan vaz geçerek cehalet yoluna dalar. Bunların hepsi sabır ve sebat faziletinin zaafından ileri gelen kötülüklerdir.

Tamahkar adamın bütün iş gücü malını tutmak elinden çıkarmamaktır. Böylesi, bir çok hayırlı işler karşısında kaldığı halde hepsinden yüz çevirir ve hiç birine de yardım etmek istemez. Böylece vatanına ve milletine zulmetmiş, milletini hor görmüş olur. Bu adamın elini bağlıyan sebebi araştıracak olursak “sabr” ın zaafderhal

göze çarpar. Çünkü bu adam vahimesinde dolaşıp, günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdid eden zaruretin korkunç hayaline karşı duracak derecede bir sabra, bir metanete malik olsaydı, kendini bu hırstan kurtarır ve milletine mutlaka faydalı olurdu.

İsrafa dadanan bir adam, keyfi uğrunda bir çok şeyler heder eder. Hevesine baş eğen bir adam, türlü türlü kepazeliklere dalar, nihayet günün birinde varı yoğu biter, hali fenalaşır eskiden sahibi olduğu halde sefalete uğrar. Bütün bunlara uğramasının sebebi, nefsanî hava ve heveslerine mukavemet göstermemesi, yani sabr edememesi, kendini uçurumlara yuvarlanmaktan alıkoyamamışdır bu adam nefsani temayüllerine karşı sabır ve metanet göstermiş olsaydı hem serveti elinden gitmez, hem kendisi de bu felâkete düşmezdi.

Elhasıl bütün rezillikleri saymak, hepsinin asıl sebeplerini araştırmak istemiş olsak, ya sabrın zaafında, yahut yokluğunda karar kılarız. Bütün faziletleri de sayacak ve faziletlere kan ve can veren kaynağı araştıracak olursak yine sabr a varırız.

Mevkii bu derece yüksek olan bir fazilet, Âyet-i Kerîme´de anılmağa liyakat kazanmaz mı?

Hak, ilmin medarı hayatıdır, itminan onunla hasıl olur. Ve akıl, onunla yakın sahasına varır. Sabır bütün faziletleri faaliyete geçirir, bütün kötülükleri def eder ve bütün iyiliklere varlık verir. Bu kadar kıymetli iki esas, insanların başarabilecekleri en değerli işler arasında, herhalde en fazla anılmağa lâyıktır. Çünkü herkesin dikkatini bunların üzerinde toplamak, ve herkesi bilhassa bu iki esasa tutunmağa teşvik etmek bu sayede mümkün olur.

Şimdiye kadar verdiğimiz bu izahat, Sûrei Celilede bahis mevzuu olan bütün esasları kısaca belirtmiş, ve insanlar içinde hüsrandan kimlerin kurtulmuş olduğunu açığa vurmuştur.

Bizim beyan etmiş olduğumuz manaya gere iman, insan ruhunun o tavrıdır ki; insan, bulunduğu fena halden kurtulmak için o tavra (o tekamüle) yükselmiştir.

İnsanların nefsi, şehvetlere düşkünlük bakımından, hayvanlar gibidir. Bir farkı, geçmişdeki bir zevkini hatırlamak, göz önüne getirmek, gelecekte duyacağı bir hazzı tasavvur edebilmektir. Bu yüzden ülfet etmiş olduğu lezzetleri elde etmek, istikbalde onları kat kat sağlamak için gösterdiği hırs, hayvanların hırslariyle Ölçülmiyecek derecededir. Her nefis, heveslerinin ve hırslarının gözettiği zevki elde etmek için kuvvetlerini kullanır. Beşerin her ferdi kendisi için lezzetli, yahut faydalı tahayyül ettiği her geyi elde etmek, nahoş, yahut nıuzur saydığı bir şeyi mahvetmekten başkabir şey düşünmezse, bundan büyük bir fenalık tasavvur olunabilir mi? Çünkü bu takdirde arzu ettiği bir şeyi başkasının elinde görünce onu gasb için hücum edecek, yahut kendisi için muzır saydığı şeyi ortadan kaldırmak için saldıracak.

Bir saldırganın tecavüzünü Önlemek için, hücuma uğrayan şahsın kuvvetinden başka bir engel yok. İçlerinden biri de hayrın, yahut şerrin, faziletin yahut reziletin aslına astarına inanmıyor. Herkesin nazarında hazzı; hoş veya faydalı gördüğü şeyden ibaret. Ama o şey başkası için fena, yahut muzur olmuş, kendisince müsavi.

Beşeriyetin hayır ile şerri ayırt edemediği devri tasvir eden bu vaziyet, hayır ile şerri ayırt edememenin ne büyük bir mahrumiyet, ve ne büyük bir felâket olduğunu apaçık belirtmiyor mu? Bu vaziyetin en büyük hüsran olduğu aşikâr değil midir?

Hayr ile şerri ayırt etmek esasma, şuuru lâhak olmayan her ferdin dalâletten, kötülükten hissedar olması pek tabii olduğu gibi bu ferdin diğer fertlerle olan muamelelerinde haksız davranacağı da muhakkaktır. Ama bu fert hayr ile şerri ayırt edebilirse vaziyet değişir. Başkasına vereceği ezanın kendisine de ezâ getireceğini anlar. Git gide bu yüzden vicdan azabı duymağa bağlar. Fakat hayr ile şerri ayırt etmek kâfi değildir. Beşeri kurtaracak kuvvet, her bir hareket ve her bir amel kendisine müntehi olan O fevkalhayal kudrete, o saltanatı kahireye iman etmektir. Çünkü ona iman etmeyen, masivanm ona müsahher olduğunu anlamayan insanın gözü kör, basireti aksak, vehmi büyük ve güvendiği her şey sarsaktır. Böylesi, karşısında gördüğü kuvvetlerin her birini, var oluşunun kaynağı sanır, onun kendi hayatı üzerinde müessir olduğuna kapılır, sebebini anlamadığı bir ger kendisine isabet ederse o karşılaştığı kuvvetlerden birini sebeb olarak tahayyül eder, yahut emeği olmaksızın kendisine bir hayr isabet edecek olursa vehimleri o hayr için körü körüne bir kaynak icad eder. Bu yüzden nazarında ilâhlar çoğalır, her şeyin sebebini araş­tırmak ve bulmak yolu yüzüne kapanır ve bunun neticesi olarak hayatına ait bütün islerde güvenilmeğe lâyık olmayan şeylere güvenir durur. Bu ise putperestliğin alabildiğine inkişaf etmesine, beşer aklının bu yüzden bozuldukça bozulmasına ve insanlığın ´hüsrandan hüsrana uğramasına sebebiyet verir.

Fakat gördüğümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sadır olduğuna, o kuvvetin de bîr iradenin idare etmekte olduğu nizama tabi olduğuna iman eden kimse, karşılaşacağı hayrın, yahut şerrin sebebine vakıf oluncaya kadar araştırmalarda bulunmak ister, yahut işi mukadder esbaba vardırmak her akıl için vacib olduğuna itikad eden insan, şüphe yok ki, bu sapıklığın şerrinden emin kalır ve kâinatta mevcut olan eşyanın hepsi de gözüne müsavi görünür, cümlesinin bir Allaha ait olup bu hususta hiç birinin diğerine karşı bir imtiyazı olmayacağını, arada bir fark varsa hususiyetler itibariyle olacağını yakineıı anlar, bu sayede kalbi her bakımdan sükûnete kavuşur, birliğine inandığı Allah´a karşı itimadı artarak a´mel ve efalinde Onun ezelî kanununu aşmaz, esbab ve müsebbibatm tabi olduğu nizamdan ibret alarak huzur ve itminan içinde yağar, kudreti ilâh´iye hakkında anlayabileceği mertebeyi anladıktan sonra hiç bir şeyden korkmaz olur.

Bu yüksek hikmetin insanlar arasında doğru yollan gösterecek, şek ve şüphe perdelerim açacak müjdeciler ve peygamberler zuhurunu icab ettireceğine inanmıyan, o güzîde varlıkların peygamberliğini teyid eden delillere karşı göz yuman insan, bu mür­şitlerin irşadından istifade olunmaksızın elde edilmesi güç, yahut büsbütün imkânsız bir takım bilgilerden, hakikatlerden mahrum kalır, hayatî meselelerin bir çoğunu anlayamaz, efalinin çoğunda doğru yolu göremez, hayra çalışmak isterken şerre düşer, menfaat ümid ettiği yerden zarar görür. Acaba bundan büyük bir ziyan olur mu?

Fakat Allah´a karşı imanını, şu bizim beyan ettiğimiz tarzdaki imanını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın ilk derekesi, kudret ve azemeti -bütün varlık âlemini sarmış olan Kadiri Mutlaka tam itimattan doğan azim kuvvetinden mahrum olmasıdır. Mahrum olacağı nimetin en hafif derecesi de güçlüklerle kar-

şılaştığı zaman ruhun en büyük desteğinden uzak düşmesidir. Uğrayacağı ziyanın en naçiz mertebesi ise türlü türlü hava ve hevesler arasında şaşkın kalarak yöneleceği doğru yolu gösterecek bir rehber bulamaması, içinden çıkamayacağı karanlıklara düş­mesidir.

Hangi mahrumiyet bundan daha büyük olur? Fakat bu mahrumiyet fertlere has değildir. Çünkü milletler de fertler gibi bu mahrumiyete uğrarlar.

A´mali saliha (yararlı işler), en çok, sağlam imana ´bağlıdır. Bununla beraber halk içinde şu zannı da besleyenler var: Güya, iman, ef´ale tesiri olmayan, içte kalan bir hayali, bir mücerred mahiyeti ifade eder bir kelimedir! Yahut bir şahsın kendini diğerin­den ayırt etmek üzere edinmiş olduğu itikaddır. Bir müslümamn muvahhid olduğuna, Hazreti Muhammed´in ümmetinden bulunduğuna itikad ederek sair dinlere bağlı olan kimselerden kendini ayırdığı gibi! Yahut bir dine mensup olup herkes gibi o dine ait ol­duğu sanılan her şeye itikad etmekle beraber kendini o dinin muktezasınca harekete mecbur görmemesi gibi! Böyle bir iman, sahibini hüsrandan kurtaramaz! Şüphe yok ki hüsrandan kurtulmak için a´meli salîh (yararlı iş ve hareket) Iazımdır. Bu yararlı iş ve hareketlerin ne olduğunu yukarda anlattık. Bunları ihmal edenlere, gerek dünyada, gerek ahirette yüklenecek ziyan kadar büyük ziyan tasavvur olunamaz. Hüsrana bu manayı yerdikten sonra, o imanı kaybedenlerin ve yararlı iş ve hareketleri terk edenlerin de hüsran içinde oldukları açığa çıkar. Çünkü Âyet-i Kerîme mü-min´lerden olmayan ve yararlı işler işlemeyenlerin hüsran içinde olduklarını, apaçık bildiriyor.

Bunun ise hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun, hangi hal üzere bulunursa bulunsun, bütün beşere şamil olduğunda şüphe yoktur.

Surei celilede milletlerin de, fertlerin de ziyandan kurtuluşunu temin edecek iki esas (iman ve a´mali saliha) zikrolunduktan sonra iki esas daha varid olmuştur ki, bunların her biri fertlerin el birliğiyle gerçekleşir. Bunlar, birbirine hakkı tavsiye etmek, birbirine sabrı tavsiye etmek! Tek fert, bunları tek bağına eda edemez. Çünkü “birbirine tavsiye” ancak müteaddit şahıslar tarafından yapılabilir. O halde sayıları ne kadar çok olursa olsun, milletin fertlerinden her biri tanıdığı sair fertlere hakkı talep ve iltizam ile, her işte sabr ve metanet dairesinde hareket ile vasiyette bulunmadıkça hüsrandan kurtuluş yoktur. Eğer tek bir şahıs bu vazifeyi ifa eder de başkasına vasiyette bulunur, lâkin başkaları onun ifa ettiği bu vazifeden geri durursa cümlesine behemehal dünyada hüsran gelecektir. Zira bir milletin en büyük kısmı haktan, ve herkesi hakka çağırmaktan yüz çevirir ve kalplerdeki sabır ve metanet zaafa uğrarsa, şüphe yok ki, o millet batılın istilâsına uğrar, o milletin azmi korleşir, hali fenaîaşir ve böylece kendisi izmihlal uçurumunu boylamış olur. Dünyada bu böyledir, Âhirete gelince, orada ziyan, yalnız vazifesini yapamayana, yahut kendisine hak´ ve sabır tavsiye olunduğu halde bu tavsiyeyi dinlemeyene ve kabul etmeyene ait olur. Eğer tavsiyede/bulunan adam, sözünün dinlenmesi için muhtaç olduğa vasıtaları elde etmez de muhatabının kabulünün imkansızlığı kendisinin nasihat hususunda tuttuğu yoldan ileri gelirse, yani o nasihatlan başka bir suretle anlattığı takdirde kabul etmesi ümid

olunursa o zaman ahiretteki hüsrandan onun da hissedar olması lâzım gelir.

Kötülüklerin alabildiğine yayıldığını gördükleri halde ağıllarını açmayan, kötülüklerin önünü almak için hiç bir harekette bulunmıyan bir millet hangi kurtuluşa lâyık olabilir. Kötülükler ise fertlerin bozulmasına ve milletlerin çökmesine sebep olur.

Birbirine hakkı tavsiyeye, birbirine sabra tavsiyeye iki esas dahil oluyor ki, biri marufu emir, diğeri münkeri nehiydir. (Marufu emir, iyiyi, doğruyu, güzeli istemek, münkeri nehy kötüyü, batılı, çirkini yasak etmek). Zira hak ile vasiyette, hakka davette bulunan adam batıldan nehiyetmedikçe bu vazifeyi tamamiyle ifa etmiş sayılmaz. A´mali salihanin (yararlı işlerin) güçlüklerine sabr ile tavsiyede bulunan adam a´mali rezillenin (rezil ve kötü işlerin) kötülüklerini, güzel işlerin bırakılmasından husule gelecek neticeleri anlamadıkça ve göstermedikçe maksada varamaz. Fertlerinden herbiri elinden geldiği derecede bu farzı eda etmeyen bir millet için dünya ve âhirette ziyandan kurtulmağa imkân yoktur. Hüsrandan (ziyandan) kurtulmak isteyen her millete şu farzı eda etmek vacibdir O da:

Hayrı tavsiye etmek, gerden korunmak, yahut birbirine hakkı, birbirine sabrı tavsiye etmek.

Şayet bir millet ahlâkça uğradığı alçalmalar yüzünden hayr namına, hak namına vuku bulan tavsiyeleri kötümsüyor, yahut herkesi hayra davet etmek hususunda gevşeklik göstermeyi tercih ediyorsa bu hal o milleti dünyada zillet, esaret ve izmihlale, ahirette azaba sürükler.

Bîr millet bu yolda gevşeklik gösterdiği halde onun ıslâh ediIemiyeceğine inanarak ortalıktaki fenalığa yalnız kalben bûzzetmek

suretiyle, dünyadaki hüsrandan olmasa bile, uhrevi hüsrandan kurtulacağına kail olmak, hiç bir kimse için caiz olmaz. Gerçi bugünkü müslümanlardan bir kısmı, bilhassa din âlimleri buna zahib olmaktadır. Fakat bu zehaplarında pek büyük hata ediyorlar. Çünkü bunların vazifesi kendilerinden yüz çevrilse de, başka ne yapılsa da, halkı irşad etmek ve ziyandan kurtulmanın yolunu göstermektir. Onun için bu vazifeyi başarmaktan kaçınmağa imkân yoktur. Şu var ki gerek ulemâya, gerek ulemadan görünenlere bu vazifeyi eda için halin, zamanın bütün icaplarını, her milletin hu­susiyetlerini nazarı dikkate almaları, söz söylemenin usulünü öğrenmeleri, söz söyleyebilmeleri için milletlerin tarihini, milletleri yükselten ve alçaltan amllerin mahiyetini öğrenmeleri, ahlâk ilmine, ruhiyat ilmine vakıf olmaları, elhasıl batıl fikirler akıllara nasıl yol bulur, akıl ile hakkın arası nasıl bulunur, insanlar serden nasıl korunur, hayra nasıl cezbedilir gibi bütün incelikleri bellemeleri ve ona göre insanlara hitab etmeleri lâzımdır. Bunları öğrenmeden halka karşı söz söylemeğe teşebbüs ettikleri takdirde halka bir şey öğretemiyeeckleri için halkın vebalini yüklenmiş olurlar. Bunların âciz olduklarını söylemeleri de bir fayda temin etmez. Zira bunlar dedikodu ile, elfaz münakaşası ile o kadar vakit kaybediyorlar ki, kayıb ettikleri bu vakit, müsbet ilimleri tahsil etmelerine fazlasîyle kâfi gelir. Bunlar da eski büyükler gibi ilim tahsiline çalışırlarsa Allah da onlara yardım eder. Halbuki böyle yapacaklarına lüzumsuz bir takım tahayyüllere dalarak vakit kaybediyor, sonra acz iddia etmekle vebalden kurtulmayı umuyorlar. Bunlar mazeretlerinin kabul olunmasını değil, başlarına bir belânın gelmesini beklemelidirler.

Bu belâdan kurtulmak isteyenler, gösterdiğimiz tarzda çalışmalı, uğraşmalı ve bu surenin anlattığı dört esasa sarılmalıdırlar. Çünkü bu dört esas, insanların bahtiyarlığını temine kâfidir [235].


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Kaan Han üzerinde 20 Ocak 2015, 19:18:13
Cok guzel sure. meali de cok guzel herkez ezberlemeye calissin.


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Bahrişan 8 üzerinde 20 Ocak 2015, 19:33:25
kuran namina yalniz  bu sure olsaydi insanlara elverildi insanlar yalniz bu sureyi teemmul etmis olsalardi onlara kafi gelirdi
allah razi olsun paylasimdan


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Ceren üzerinde 17 Mayıs 2015, 11:17:15
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Hak yolda olan,sabır eden ,salih kullardan olalım inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Mehmed. üzerinde 04 Eylül 2015, 16:05:13
Ve aleykümüsselam ve rahmetüllah , Bu surede üzerinde durulacak ve hayata geçirilecek üç husus ; iman , salih amel ve hakkı ve sabrı tavsiyedir. Rabbim (celle celalühü) bizlere bu üç hususu doğru şekilde anlayıp uygulamayı nasib eylesin ve bizleri hüsrana uğrayanlardan eylemesin.


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Sevgi. üzerinde 28 Ekim 2016, 07:19:54
Esselâmü Aleyküm Ve Rahmetüllah. Mevlam bizleri tüm sûrelerin kıymetini bilerek okuyup anlamayı ve kendimize rehber edinmeyi nasip etsin inşaAllah. Amin
  Bilgiler için Allah ( c.c ) Razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Asr Suresi
Gönderen: Ruhane üzerinde 28 Ekim 2016, 13:55:25
Aleykum selam ..Rabbim sen bizleri ameli salih kullarindan eyle..Doğru yolundan ayirma ..Kuranı kerim i her gün düzenli olarak okuyan ve amel edenlerden eyle bizleri..