๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Ahlakı => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Aralık 2010, 12:41:10



Konu Başlığı: Yaratıcı Gayret
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Aralık 2010, 12:41:10
B . Yaratıcı Gayret

Şimdi kötü eğilimlerimizin birinin veya çoğunun yahut hepsinin elen­miş olduğunu farz edelim. Böylece bir ilerleme gerçekleştirdik. Yabanî otlardan kurtuldukça amel alanımız işlenmeye daha elverişli hale gelir. Bununla birlikte, onun hemen hazır olduğuna inanmamak gerekir. Çün­kü kötü bir eğilimi bertaraf etmek, zarurî olarak faydayı yaratmak demek değildir. Keza, kendi yetiştirmemiz karşısında bir tarafsızlık ve ilgisizlik durumunda kalmamız gerekir. Yabanî otları söküp attıktan sonra, bizim yeni tohumlar aramamız icâb eder. Bu hususta bitaraf bir tutumu benim­semek, bu da ahlâka cephe almaktır.Hatta, şimdi bizde çok belirgin bazı iyi temayüllerimizin birinci mev­kii işgal ettiğini farzedelim. Hiç şüphesiz bu, bizi ahlâkîliğe daha yete­nekli kılan yeni bir adımdır. Fakat biz, henüz onun kendi öz sahası üze­rinde değiliz. Bu merhalede iyilik bize, arzu edilen veya tercih edilen ola­rak kendini göstermektedir. Eğilimler sahasmı terk etmedik. Oysa yönel­mek ve istemek iki ayrı şeydir. Birinci ahlâkî amel, esas manasiyle iste­mektir. Yalnız genel düşüncelerin ihtiva ettiği bütün karışıklıklar ve be­lirsizliklerle kuşatılmış genel kavram olarak hayrı istemek değil, aynı za­manda keyfiyeti, kemiyeti, gayesi, vasıtaları, yeri ve zamanı konusunda belirlenmiş ve tayin edilmiş şu veya bu hayrı istemektir.

Fakat burada hangi anlamda enerjik amelden söz edilebilir? Pekâlâ, üç anlamda:îlkin enerjik amel, her şeyi oluruna bırakmayı reddederek benimsen­mesi söz konusu olan bu müşahhas çözümün ciddî bir araştırılmasından ibarettir. Biz, kendimiz için irademizin mevzuunu tayin etme görevini, ne haricî tabiatm tasarruflarına, ne de dahilî yaratılışımızın hareketlerine bırakmak zorundayız. Bizim ahlâkî rolümüz, önümüzde veya bizde cere­yan eden şeye seyirci olmak değildir. O, heyecanlarla veya en kuvvetli duygularla düşüncesiz olarak kendimizi sevketmeye terketmek de değil­dir. Tersine biz, kendimizi bâtını ve zahirî bütün verilerin üstünde tut­mak ve mümkün bütün çözümlere yukarıdan bakarak açık ve ileriyi gö­ren tercihimizi yapmak zorundayız. Gerçekten bu, nisbeten serbest ve bağımsız fail olarak beşerî şahsiyete düşen paydır. Hatta ona hiçbir deği­şiklik getirmeksizin öne sürülen şu veya bu çözümü seçmek suretiyle, onu doğrulayarak, şahsiyetimizin damgasını ona vurarak, kısacası onukendimize inal ederek, ahlaken amellerimizin faili denmeye lâyık oluyo­ruz. Bize özel ödevlerimizi hatırlatan nasların dışında, Kur'an-ı Kerim, diğer bütün ödevleri zımnen söyleyen bu genel ödevin önemini işaret et­mekten geri kalmamıştır. O, amel etmek fiilini geçişsiz kullanarak doğru­dan doğruya bizim gücümüze seslenmekte ve bu amaçla tekrar edilen nasihatları dile getirmektedir. O, bu konuda şöyle buyuruyor "Çalışın, ya­pın. Allah yaptığınızı görecek"[56]Hayırlı iş yapanlar için bu ne güzel bir ni­met, ne mükemmel bir mükâfattır[57].

Tembel kadercilik, İslâmî ahlâkın bir numaralı düşmanıdır. Bu konu­da iki büyük muhaddis tarafından rivayedilen aşağıdaki olayı örnek olarak vereceğiz. Bir cenaze defni esnasında Hz. Peygamber, kadere iman konusunda ashabına şöyle buyurur: "Sizden hiç biriniz yoktur ki, cennet ve cehennemde oturacağı yer yazılmamış olsun". "Ashab: "Ey Al­lah'ın Resulü! O halde niçin çalışıyoruz? Tevekkül etmeyelim mi?" dedi­ler. "Hayır! Çalışın, zira herkese, ne maksatla yaratıldıysa, onun için ifâ­sı kolaylaştırıhr[58] buyurdu. Sonra Resûlullah, cevabını desteklemek için, Kur'ân'dan şu mealdeki âyetleri okudu: "Her kim (malım verir, (fenalıktan) sakınır ve en iyiye inanırsa ona en kolay akıbeti kolaylaştırırız. Cimri olan, ken­disini (Allah'tan) müstağni sayan ve en iyiyi yalan sayana da, güçlüğe giden yo­lu kolaylaştırırız[59].Gayretin bu mukaddimat kabilinden olan derecesi, ahlâkîlik için mut­lak olarak zorunludur, o onun ruhunu ve cevherini teşkil eder. Doğrudan doğruya bundan daha aşağı derecede yer alan ise, insanın haysiyetinden vazgeçirir ve el çektirir. Peygamberin eşsiz bir tabirini kullanmamız ge­rekirse, biz bu pek basit derecenin yokluğunun yalnız bir zayıflık vasfı değil, aynı zamanda gerçek bir "acizlik" vasfını taşıdığını söyleriz[60].Fakat yaratıcı gayretin ikinci bir anlamı daha vardır. Bu, yalnız iradî herhangi bir seçimden ibaret değil, aynı zamanda iyi bir seçimden ibaret­tir. Hiç şüphesiz, eğer faraza araştırmamız, daha önceden hayra doğru yöneltilmişse, elde edilen bütün çözümler, bize iyi görünecektir. Bunun­la birlikte bir hayrı hedef alan her şey, zorunlu olarak bizatihi iyi değil­dir. Gayenin meşruluğu, vasıtalarmmkini muaf ve müstesna tutmaz. Gözönünde bulundurulan çözümün kabul edilmesi için, onun hayh hedef alması yetmez, bununla birlikte bizzat kendi yapısında, dinden ilham al­ması ve onun kurallarına uygun düşmesi gerekir. Gerçekten, iyi diye va­sıflanmış olması için falan hal tarzı ziyadesiyle tatmin edici, filan başka­sı da daha az tatmin edici olabilir.Sadaka misâlini ele alalım: Kelime genel anlamı üzere bırakıldığı süre­ce, bütün vicdanlar için hiç bir şey ondan ne daha açık, ne de daha umû­mîdir. Fakat bu yükümlülüğü müşahhas olarak yerine getirmek için, her­kesin yapmak istediğini açıklamak durumuna gelmesi anmdan itibaren, en çelişkili tarifler içine düşüyoruz. Tasadduk edenlerin cömertliğine gö­re, fakirlere vermek isteyecekleri malî yardım, basit bir sadakadan bütün bir servetin bağışlanmasına kadar sonsuz derecede değişebilir. Oysa, en azından İslâmî bakımdan söylenirse ahlâkî kanun, olayları düzensizlik içinde cereyan ettiği gibi bırakmamıştır. O bir ölçü kurmuş ve sınırlar koymuştur. O, bir taraftan asgari olarak kabule değer, nakdî servetin % 2 Y2' ini, mahsûlün (sulama tarzına göre) % 5 veya % 10'unu senelik bir yardım olarak tesbit etmiştir. Diğer taraftan o, kişinin son vasiyeti sırasın­da meşru mirasçılarının dışında istediği kimseye toplam servetinin aza­mî üçte birini vermeye hakkı olduğuna hudud tayin etmiştir. Mü'minin ödevi şöyle belirtilmiştir: Haram kılman iki aşın uçtan sakınmak. Ne icâb eden asgarînin altında bir miktarla yetinmek, ne de mubah kılman aza­mîyi aşmaktır.Burada kemmiyete müteallik mülâhazalar; başka yerde keyfiyetle, ga­ye ile, zamanla, mekânla, v.s. ile ilgili mülâhazalar. îslâm ahlâkının iyi bir seçim olarak mülâhaza edebildiği şeyi meydana getirmek için, böyle bir çok yapısal veya ahvâle müteallik şartları yerine getirmek gerekmekte­dir. İçinde bu aslî unsurlardan birinin eksik olduğu amel, derhal düzen­sizlik alanına düşer.Belki bu düzenler içinde ferdî vicdanlar üzerinde, onların irade-i cüz'iyyelerine hiç bir şey bırakmayan bazı tecavüzler bulunacaktır. Arka­sından biz, bu seçime bırakılmış olan serbestliği göreceğiz. Fakat, kabul edilebilir asgarî sınırlı çerçevesini aşmaksızm, kuralın her problemi çöz­mediğini ve hiç bir zaman her şeyi çözemeyeceğini fark etmek zor değil­dir. Böylece aynı misâli tekrar ele alacak olursak, bilhassa mal olarak bir bağış söz konusu olduğu zaman, bize, gerçekten bizim yardımımıza hak­kı olan şahısları, onlara verme tarzını (meselâ alenî veya gizli) seçmekten ve bağışımızın keyfiyetine riâyet etmekten başka şey kalmamaktadır. Kisacası, müşahhas tecrübe içine inildikçe, sıkı ödevin dışına çıkmaksızın, daima seçimimizle ilgili bir alternatif karşımıza çıkmaktadır.Nihayet gayretin üçüncü derecesini inceleyelim. Ahlâkî bir problemi çözmek için, olduğu gibi hepsi iyi ve kendini kabul ettirmiş birçok çö­zümler, bize kendini gösterdiği zaman, çoğu kez hepsinin eşit derecede iyi olmadığı vâkidir. Onların içlerinde mukaddimat kabilinden olan öde­vin şartlarını tam olarak yerine getirenler vardır; yine onların içinde az çok övgüye değer olan başkaları vardır. îşte, üçüncü derecesinde yaratı­cı gayret, daha iyinin aranışmdan ibarettir. Kur'ân ahlâkı tarafından bu daha iyinin aranışı, kısaca iyinin aranışı kadar mecbur tutulmuş mudur? Bu soruya olumsuz cevap vermemiz imkânsızdır. Gerçekten Kur'ân-ı Ke­rim, mü'minleri bu çeşit gayrete devamlı teşvik ve davet etmektedir. O şöyle buyurur: "O kullarımı müjdele ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Allah'ın hidâyet ettikleri bunlardır, tam akıllı insanlar da bunlardır[61]"Rabbiniz tarafından indirilen en güzel söze, bu Kur'ân'a, siz farkında olmadan azabın birden bire gelmesinden evvel tabî olun.[62]Fakat sizi, verdiği kanunla denemek diledi. O halde hayır yolunda koşuşun.[63]ileri gelenlerse, herkesi ge­çenlerdir. Allah'a yakın olanlar onlardır[64]Bu âyetler şöyle demek istiyor gibi görünüyor: yeryüzünde ahlâkı üstünlüğe sahip olanlar, Cennete ilk kabul edilenler olacaklardır. Nihayet Peygamberin sahih hadisleri içinde şu güzel formülü okumaktayız: "Allah... ahlâk üstünlüklerini sever, ahla­ken aşağılığı sevmez.[65]

Bu fikirler dizisinde pek meşhur târihî bir vakıa ile bize verilmiş mü­şahhas bir misal vardır. Yalnız müslümanları memleketlerini terk etme­ye mecbur bırakmış, mallarına ve terk edilen evlerine elkoymuş olanlar­dan değil, aynı zamanda Hicrete gücü yetmemiş zayıflara zulme devam etmiş Mekke'li müşriklerden Hz. Peygamber ve Ashabının ilk olarak öç­lerini alma kararını hangi şartlarda aldıkları bilinmektedir. Medine'ye hicret etmiş müslümanlara, Mekke'de engellenmiş kardeşlerini kurtar­mak ve mütecavizlerin gururunu kırmak için iki yol kendini göstermişti: Ya Suriye'den dönüşünde bu mütecavizlerin ticaret kervanına taarruz etmek veya ansızın sayıca üç misli üstün ve çok daha iyi silahlı ve daha önceden üzerlerine ilerlemekte olan askerî birliklerini karşılamaya git­mek. Ashabıyla istişarede bulunan Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Al­lah, bana sizin seçeceğiniz iki gruptan birine muzaffer olacağınızı va'det-ti." Genel temayül, ilkin en az tehlikeli ve en çok yararlı çözümün lehine belirdi. Oysaki Allah, hak ile batıl arasındaki ihtilâfı çabuk ve kesin bir çözüme bağlamak için en tesirli ve en şerefli olanı istedi ve bu oldu[66].Öyleyse Kur'ân-ı Kerim, ameller silsüe-i meratibinde, mü'minleri en yüksek ve en tesirli olanı araştırmaya teşvik etmektedir.Şimdi ortaya çıkan soru şöyledir: Hangi noktaya kadar bu yüksek gay­ret bizden istenilebilir? O, önce geçen iki dereceyle ayni sertlikte midir?Üstün bir değer söz konusu olduğu zaman ve onu korumak için insa­nın önünde bütün gücüyle mücadele etmekten ve bütün kaynaklarını tü­ketmekten başka vasıta olmadığı zaman, şüphesiz evet. Gördüğümüz üzere, imanm en büyük delili serbestçe razı olunan fedakârlık ve kendi­ni aşan değer için hayatını bile vermektir.Fakat, normal şartlar içerisinde onun bütün şiddet ve inceliğiyle müs-bet cevap verilebilir mi? Bunu zannetmiyoruz. Herşeyden önce bu, ahlâ­kî takdirlerimizde derece kavramını ortadan kaldırmak olacaktır. Amel alanı o kadar dar duruma gelecek ki, ancak yerini fazla veya noksan hiç farklı olmadan tek bir amele bırakacaktır. Tükenmenin aşağısında bazı noktalarda duracak olan cömert gayret, herhangi bir tembel, zayıf veya orta bir amel derecesinde ahlaksızlıkla damgalanacaktır. Daha da âlâsı. Bizzat fazilet, ancak efsane aleminde mevcut bulunan hayâlı bir kavram olacaktır. Çünkü, eğer bizim mümkün en iyi dediğimiz, insanî gücün bu en son haddi ise, o kaçınılmaz olarak, insanüstü veya daha ziyade insanî olmayanla birbirine karışacaktır. İnsanın bütün gücünü kullanmış ol­maktan emin olmak için, tek delil, kendini harcarken intihar etmek ola­caktır. Böyle bir faraziyenin ise hangi saçmalığa sürükleyebileceği pek âlâ görülmektedir.Kur'ân'm tutumu, bundan tamamen başkadır.Bir taraftan o, aşırı hırs ile vasatî gayret arasına, kemâl kavramını koy­maktadır.Diğer taraftan o, insanları tamamen daha iyiyi aramaya teşvik eder­ken gerekçesini göstermekte ve en zayıfından en kuvvetlisine kadar bütün dürüst insanları lütfü ile Örtmektedir. Böylece mallarını ve nefsini fe­da eden mücâhid ile arkada kalan kimse arasındaki mesafeyi hesapladık­tan sonra ve mücâhidin üstünlüğünü bildirdikten sonra hemen şu ihtiya-di getirmektedir: "Bununla beraber Allah, hepsine iyilik vadetti ve mücâhitle­ri, geride kalanlara karşı büyük mükâfaatiyîe, katından ihsan olunan derecelerle, yarlığaması ve esirgemesiyle üstün kıldı.[67] Yani birinin güç şartlar içinde yaptığı teşebbüs ve diğerinin ancak sonradan güçlükler iyice azaldığı za­man gelmesi, iki infak edici arasındaki aynı mukayese ve aynı takdirdir[68]. Buradan Peygamberin şu terimlerle ifade ettiği genel bir kanun doğmak­tadır: "Kuvvetli mü'min, Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevgilidir. Bununla beraber mü'minin hepsinde hayır vardır.[69] Ve bu tam değişikliğin nedeni kolayca anlaşılmaktadır. Az önce gücün toptan yokluğu ve kendini fazlasiyle bir gevşekliğe salıverme söz konusu oldu­ğu zaman, yasaklama açık ve kmama sert idi. Nitekim burada cüz'i bir kötülük, nisbeten basit bir zayıflık söz konusu olduğundan, müsamaha meşru ve yerinde olarak tezahür etmektedir.Sayısız naslar içine girmiş olan bu derecelenme prensibi, müslüman ahlâkçıları ve fıkıhçıları, onlardan her birine başlıca iki sınıf tesis edecek şekilde, hayır ve şer kavramlarını derecelendirmeye götürmüştür. Böyle­ce iyi amelin, ya kesin olarak zorunlu veya sadece müreccah ve memduh olması mümkündür. Tersine kötü amel, ya kesinlikle yasak veya sadece az muteber ve gayr-i müstehab olacaktır.Şimdi biz, ortaya konan meseleye cevap verecek durumdayız.Umumiyetle kabul edilen bu ıstılahâtı kullanırken, biz önce diyoruz ki mümkün bir iyinin aranışı, her ödev için belirlenmiş belli bir bölgeyi aştığı ve kesinlikle mecburî olarak düşünüldüğü andan itibaren bizzat nafile iyilik kategorisine girer. Islâmın temel ödevleri konusunda bilgi almak için Özellikle gelen bedevî'nin vakıası bilinmektedir. O, bu hu­suslarda bilgi aldıktan sonra: "Allah'a yemin ederim ki bu söylediğini ne fazlalaştırırım ne de eksiltirim" diyerek ayrıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Eğer o verdiği sözlerini yerine getirirse, felaha erecektir[70] buyurdu.Diğer taraftan biz, burada daha iyi kelimesinin en üstünlük derecesi an­lamında değil, bilâkis mukayese anlamında alınmış olması gerektiğini söy­lüyoruz. Doğrudan doğruya dikkatle çalışmaya davet edilen herkesin gay­ret seviyesi, en son derece değil, bilâkis kelimenin dar manasiyle ödevin üs­tünde yer alan bütün sahadır. Herkesin rekabeti için oldukça geniş olan bu sahada, herkes tasarruf nisabına göre ve ödevlerinin geri kalanıyle ahenk içinde tedricen bir dereceden diğer dereceye yükselmeye teşvik edilmiştir.

Bu çift yönlü mülâhaza, kendine göre bu ahlâkın merhametli vasfını ortaya çıkarmaya yardım etmekten geri kalmamaktadır. O, daha yukarı­da işaret ettiğimizin dışında ona yeni bir veçhe katmaktadır.[71]Söylediklerimizi özetleyelim: Kelimenin tam anlamıyle yaratıcı gayre­ti meydana getiren üç unsur şunlardır: İradî bir seçim, iyi bir seçim, daim iyi bir seçim. Birincisi genel olarak ahlâkın ruhunu oluşturmakta; ikincisi, özel ahlâklardan her birine, her biriyle ilgili kurallarının mülâhazasiyle, kendine has farkı sağlamakta; nihayet üçüncüsü, ilk ikisinin amelini ta­mamlamak ve kemâle erdirmek için gelmektedir.Eğer ahlâk sistemlerinin çoğu, ödev veya hayır olan tek bir prensip üzerine dayanıyorsa, bu durumda Kur'ânî ahlâk, hem ödev ahlâkı, hem hayır ahlâkıdır. Gayreti, kelimenin tam anlamında insanın elinin erişebi­leceği yerde olduğunu farzedersek, bu ahlâk ancak ilk iki dereceler kar­şısında uzlaşmaz görülür. Üstün derece için, onun gereği, teşvik ve cesaret­lendirme olur.Şimdi yaratıcı gayretin bu üç merhalesine, tedricî bir ahlâkî değerler ıskalasını tekabül ettirmenin nasıl mümkün olduğu görülmektedir. Ber­taraf edici gayret konusunda, yanlışlığını ortaya koyduğumuz (gayretin yoğunluğu ile değerdeki gelişme arasında) paralelizmi isteyerek üretici gayrete veriyoruz. Fakat bu sonuncunun artması, tabiî birincinin meşru azalması yoluyla desteklenmiş olduğundan, iki neticemiz birbirine uy­makta ve karşılıklı olarak doğrulanmaktadır. Onlar, temelde bir ve aynı gerçeğin iki ifadesinden başka bir şey değildirler.Bu kavramın faidesi, belli sayıda problemlerin çözümünde bize yar­dım etmeO, ilkin bize, "her ahlâkî değerin şartı olan gayret" doktrinimn meş­ru ihtimamını tatmine izin vermektedir. Hakikaten bu tez, doğriila: ımasim bu duyguda bulmakta, bu duygu gereğince vicdanımız, amellerinin bir başarısı olmayan şeyin sevabını sâlih kimselere vermekten kendini rahatsız hissetmektedir. Onun müdâfaa ettiği prensip, mükemmeldir; yalnız o, onu kötü ve tek taraftan uygular. O, bir tarafın eksiğinin öte­sindeki diğer tarafın fazlasiyle dengelendiğini görmez[72]. Gerçekten, ve­lînin gayretinin hedefi, fahiş hatalardan sakınmak ve ahlâkın zemin ka­tına düşmekten kendini korumak olmadığı gibi, kemâlin herhangi bir derecesinde durmaktan sakınmak da değil, yüksek katlarda daima da­ha yükseğe yükselmektir. Velîlerin ahlâkı bir harp değildir; o daha zi­yade, ilerleme ve gelişme içinde mücadeleyi ihtiva eden hayatın her şe­yi ile bir hayattır. Bundan dolayı, dinlenmelerinin kısa fasılaları esna­sında, onlar işe yeniden başlamaya çağrıldıklarını hissederler. Bu derû-nî davet, Kur'ân-ı Kerim' de Hz. Peygambere kesin bir çağrı şekline bü­rünmektedir: "Öyleyse (dünya işlerinden) serbest kalınca ibâdete koyul, çalış, uğraş ve yalnız Rabbine yaklaş.[73]Böylece herhangi bir yaratığın, kesinlikle mücadeleden muaf tutul­muş olması şöyle dursun, gayretlerini göstermek için temiz ruhlar önün­de daha geniş bir ufkun sonsuz olarak nasıl açıldığını görüyoruz. Kanu­na zıt eğilimlere karşı artık mukavemet etmek zorunda kalmmasa bile, yüksek semâlarda gitgide uçmak için daima maddenin atâletini yenmek, tabiatın ağırlığına galip gelmek zorunda olunacaktır.Buradan yepyeni ve görünüşte paradoksal şu sonuç doğar: Kutsallığı ahlâkın dışına koymak yerine, bilâkis o, en üstün ahlâkîlik olacaktır. Ve Kur'ân'm nokta-i nazarının böyle olduğunu sanıyoruz; çünkü o, pey­gambere hitaben şöyle buyurur: "Sen en yüksek ahlâk üzeresin.[74]Aynı prensibin ışığı altında çözülebilecek olan ikinci problem, velaye­tin de, sırasında dereceleri kapsayıp kapsamadığını bilmek meselesidir. Kelimenin geniş anlamiyle, bütün derecelerin kemâl çerçevesi içinde da­hil olması şartıyle, olumlu cevap vermemize bize engel olan hiç bir şey yoktur. Bu nokta üzerinde Kur'ân'm tutumu çok nettir. Onun beyanlanndan işte bazıları şunlardır: "Resullerinin bazılarım bazılarına üstün kıl­dık.[75]Nebilerin bazısını bazısına üstün kıldık.[76]Bununla beraber, burada herhangi bir bakımdan benzemesine rağ­men, birbirinden çok farklı iki kavramı karıştırmamaya dikkat etmeliyiz: En az mükemmel ve kusurlu. Çoğu kez akıl, bu iki kavramın birinden di­ğerine doğru kendiliğinden kayar ve daha mükemmel biriyle mukayese ederek, böylece kâmil bir kimseyi küçümsemeye kadar gider. îslâm Pey­gamberi, Peygamberlerle ilgili olarak[77] bu kötü tutuma karşı bizi uyar­maya çok büyük bir itina göstermiştir. Ve Kur'ân-ı Kerim, şu iman rük­nünü müslümanın ağzından dile getirdiği zaman "Allah'ın Peygamberleri­ni biribirinden ayırdetmeyiz"[78]bu nefy, yalnız İman işiyle ilgili bir farka dayanmak zorunda değil "bazılarına inanır, bazılarına inanmayız" diye baş­ka âyetlerin ifade ettiği gibi: IV, 149-150); aynı zamanda bazılarına veri­len ve diğerlerine verilmeyen bir itibar ile kendini gösteren her farka da­yanmak zorundadır. Bundan dolayı sanırız ki, kronolojik sıra takip etme­diği zaman, Kur'ân-ı Kerim, Peygamberlerin zikrinde belirli hiç bir sıra takip etmez. Öyle ki, aynı gruba ait olan aynı isim, bu listede her zaman aynı yerde bulunmamaktadır. Kanaatimizce, çok değişik tertiplerde on­ları zikrederken, onlar arasında herhangi birine karşı uygun olmayan bir tutuma fırsat verilebileceği endişesi ile, iyice yerleşmiş bir değer silsile-i meratibinden yanılmayı kesinlikle uzaklaştırmak söz konusudur.Keza başka bir problem, velayet ve nübüvvetin, ma'siyet ile bağdaşıp bağdaşmadığını bilmek meselesidir.Bu soruya, kelimelerle verilen tariflere göre, Evet veya Hayır diye ce­vap verilebilir.Eğer ma'siyet kelimesi, kasdedilen bir itaatsizlikten ibaret olan alışıl­mış manasında anlaşılırsa, hiç şüphe yok ki, Tanrı'mn bize yol göstermek­le görevlendirdiği şahıslar için söz konusu olamaz. Hukuken olduğu gibi fiilen de bu şahısların ahlaken muafiyetleri, çok basit bir sebepten dolayı, şüpheden uzak olmalıdır. Bu demektir ki biz, kıyas yoluyla onların yolun­dan gitmek zorundayız. O takdirde onların içine düşmüş olacakları masi-yet, bize bir ödev olarak görünecek ve artık masiyet olmayacaktır. Halka karşı dinî görevi olmayan seçkin kimselere gelince, hukuken onların gü­nah ve kabahatten masuniyetleri, daha az kesin olmakla birlikte, bununla beraber bu masuniyet, genellikle vakıa olarak mevcuttur. Eğer vicdanları­nın normal çalışması bir süre için engellenerek unutma veya dalgınlıkla kazara onların günah işledikleri vakî olursa da -ki bu ancak istisnaî haller­de olabilir- ancak onlar bundan çok çabuk döneceklerdir[79].Eğer masiyet kelimesi değerler birikimi içinde, ancak küçük bir gecik­me, geçici bir durmayı belirleyen ince bir anlamda alınırsa, o başka türlü olacaktır. Bu anlamda masiyet, gerçekte başka bir çözüm, öncekinden daha fazla iyi ve mükemmel olduğu halde, velinin gözüne iyi ya da çok iyi görü­nen bir çözümü benimsemekten ibarettir. Bu son çözüm, ona daha sonra kendini gösterdiği zaman, onun hissettiği pişmanlık ve vicdan azabı, bu takdirde dürüst insanın büyük bir günah işlemiş olduktan sonra duydukla­rına denk olur. Kur'ân-i Kerim'in zaman zaman Peygamberlere isnad ettiği ve ondan bizzat İslâm Peygamberinin de muaf tutulmadığı "itaatsizlik[80]haksızlık[81],günah[82] gibi deyimleri, müfessirler bu manada açıklamak­tadırlar. İnsanların umûmuna uygulanmış olan, en lanetlenmiş günahları belirleyen bütün bu deyimler, burada çok hafifletilmiş bir anlamı haizdir­ler. Bir unutma[83], bir yanılma[84] ya da tabiî bir refleks[85] gibi, halkın gözün­de önemsiz olan bütün şeyler, seçkinlerin vicdanında bir nevi büyük öne­me maruz kalmaktadırlar. "Soyluluğun yükümlülük altında bıraktığı" da­ima haklı olarak söylenmiştir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, büyük günahlar­dan sakınmak için mücadele edenlere göre, küçük günahlar Allah'ın rah-metiyle[86] bağışlanabilir olduğu halde, büyüklerin günahlarının diğerlerin-kinden[87] iki kat fazla takdir edildiğini bize haber vermektedir.Böylece her nezâket derecesinin kendine mahsus icabâtı; ve tam ke­mâle erişmek için sonsuzca gelişme vardır.Gerçekten büyük velilerde, olağan davranışlarında çok arzuladıkları yüce mevkiinin altında gibi kendilerini kabul ettikleri sık sık görülen bir vakıadır. Geleceğe göre hali hazırları nasılsa hali hazıra göre de geçmiş­leri, ancak devamlı bir gelişmenin merhalelerinden olduğundan, önceki her durum, kendisini takip edene kıyasla onlara gerçek bir haya olarak kendini gösterecektir. îşte bir çok müfessir, şöyle buyuran Kur'ân-ı Ke­rim ayetini bu anlamda yorumlamaktadırlar: "Elbette gelecek, senin için (Ey Peygamber) şimdikinden daha hayırlı olacak.[88] Aynı şekilde onlara göre, Peygamberin dua için gösterdiği ihtimam ve günde ısrarla Allah'tan af dilemesi de bunu ifade etmektedir[89].Bundan önceki bahiste, bertaraf edici ve fethedid çift yönlü veçhesi al­tında gayretin Kur'ânî kavramını tetkik ettik. Şu veya bu şekil altında ve bütün derecelerde gayretin, ister kötülüğü uzaklaştırmak için, ister hay­rı yerine getirmek için, isterse kemâle erişmek için ahlâkî hayatın nasıl vazgeçilmez bir vasıtası olduğunu gördük. Mücadele, hayatı muhafaza için olduğu kadar, fazileti kazanmak için de insana şarttır[90]. Fakat, bura­ya kadar bizim incelememiz, her şeyden önce gayretin derûnî kısmı üze­rinde olmuştur. Şimdi onu hissedilir şekli altında mülâhaza etmemiz ge­rekir. Şu halde Kur'ân-ı Kerim'e göre, fizikî gayretin ahlâkî değeri nedir?



[56] et-Tevbe 9/105.

[57] Âl-i İmrân 3/136; cl-Ankebût 29/58; ez-Zümer 39/74.

[58] Krş. Buharı, Kitâbü't-Tevhîd, Bab 54; Müsiim, Kitâbü'I-Kader, Bab 1.

[59] el-Leyl 92/5-10.

[60] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Kader, Bab 8.

[61] el-Vâkıa 56/10-11.

[62] ez-Zümer 39/17-18.

[63] Aynı sure, 55.

[64] el-Mâide 5/48.

[65] Krş. Tabarânî, Suyûtî tarafından el-Câmi'us-Sağir'de zikredilmiştir.

[66] Krş. el-Enfâl 8/7-8.

[67] en-Nisâ 4/95.

[68] el-Hadîd 57/10.

[69] Krş. Müslim, Kİtâbü'l-Kader, Bab 8.

[70] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Hiyal, Bab 3.

[71] Bak. Bölüm I, II, B.

[72] Kuşeyrî, bu mükâfaat fikrini İyi kavramıştır. (Bak, Risale, Bab, îrâde, c. III, s. 121). Daha son­ra îbn Abbad, es-Sâiihu'1-meczûb ile el-Meczûbu's-Sâlih arasındaki mukayese konusunda benzer bir uyan yapacaktır (Bak. er-Resail, s. 40-1).

[73] İnşirah 94/7-8.

[74] eJ-Kalem 68/4.

[75] el-Bakara 2/253.

[76] el-îsrâ 17/55.

[77] Krş. Buhârî, Kitâbü'I-Husumât, Bab I.

[78] el-Bakara 2/285.

[79] Al-ilmrân 3/135.

[80] Tâhâ 20/121

[81] en-Neml27/2.

[82] el-Fetih 48/2.

[83] Tâhâ 20/115.

[84] et-Tevbe9/43.

[85] en-Neml 27/10.

[86] en-Nisâ4/31.

[87] el-Ahzâb 33/30-2.

[88] ed-Duhâ 93/4.

[89] Krş. Müslim, Kitâbü'z-Zikr, Bab 12.

[90] el-Beled 90/4.



Konu Başlığı: Ynt: Yaratıcı Gayret
Gönderen: Ceren üzerinde 03 Şubat 2017, 19:00:21
Esselamu aleyküm.İslam için iman için ibadet etmek için ve hem dünyasını hemde ahiretini kazanmak için çabalayan ,gayret eden ve karşılığını allahdan alan kullardan olalım inşallah.Rabbim razı olsun paylaşımdan...


Konu Başlığı: Ynt: Yaratıcı Gayret
Gönderen: Sevgi. üzerinde 30 Aralık 2018, 14:37:11
Rabbimizin bizlere vermiş olduğu ömrü hem dünyası hemde ahireti için en güzel ve hayırlı bir şekilde gayret içinde değerlendiren kullardan olalım inşaAllah


Konu Başlığı: Ynt: Yaratıcı Gayret
Gönderen: Mehmed. üzerinde 30 Aralık 2018, 17:05:02
Ve aleykümüsselam Rabbim paylaşım için razı olsun