๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Ahlakı => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:28:24



Konu Başlığı: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:28:24
III. Sorumluluğun Toplumsal Yönü

Şahsî, iradî, tamamen şuurlu ve kanunu bilerek, hür bir biçimde yerine geti­rilmiş (baskı olmadan anlamında) fiil; şu hale göre, bizim Allah'a ve bizzat kendimize karşı sorumluluğumuzun zorunlu ve yeterli şartları işte bunlardır.Bu şartlar, Kur'ân-ı Kerim'in tesis ettiği şekliyle, islâm toplumuna karşı sorumluluğumuz için geçerli kalmakta mıdırlar?nsanlar karşısında sorumluluğumuz söz konusu olduğu andan itiba­ren, Kur'ân-ı Kerim'in pozisyonunun nasıl değişme eğiliminde olduğunu göreceğiz. Kim olursa olsun herkes şüphesiz her şeyden sorumlu olabile­cek değildir, fakat yargılanabilir olay ve sorumlu kimse arasındaki ilişki hemen bu tanım sertliğini kaybetmekte ve artık bu şartlar beraberliğini taleb etmemektedir.Bununla birlikte biz, hukukî alanda (medenî diye adlandırılan) ıslah edici sorumluluk ve (cezaî denilen) karşılık verici sorumluluk arasında ayı­rım yapmak zorunda olacağız, bu (son sorumluluk tipi), niyete bağlı ola­rak hareket ettiğinde yetişkin ve normal insanla sınırlanması itibarıyla, ahlâkî sorumluluğa gayet sıkı bir şekilde bağlı kalmaktadır, Sorumluluk üzerine olan sosyolojik incelemesinde Paul Fauconnet, çağdaş Avrupalı toplumlarda bulunan bu sıkı sınırlamanın başlangıcı­nın, tarihen yakın dönemlerde olduğunu göstermeye çalışmıştır.

İlkin bir sujenin bilkuvve mesul olarak seçilebileceği şartlan inceleyen yazar (sadece "ilkel" denilen halklardan değil, fakat teşkilat itibarıyla ga­yet yüksek ve çağımıza oldukça yakın bir zamana kadarki toplumlardan da alınmış bulunan) olaylar vasıtasıyla, çocukların, delilerin, hatta hay­vanların ve eşyanın ekseriya cezaî bakımdan sorumlu olarak düşünül­düklerini ve bu şekilde mahkum edildiklerini göstermiş bulunmaktadır. O "Hayvanın cezaî mesuliyeti, medeniyet önünde silinip kaybolacak il­kel bir olay değildir. Doğru olanı, hemen hemen tersidir. Biz ona, mede­niyetimizin çıktığı üç toplum olan İsrail, Yunan ve Roma'da rastlıyo­ruz"[160] diye yazmaktadır. İşte bu şekildedir ki, Kitab-ı Mukaddes hü­kümlerine göre insan öldüren öküz recmedümekte ve eti yenilmemekte-dir. Bu ceza, sahibi suçlu bulunsa ve ölümle cezalandırılsa bile, uygulanmaktadır[161]. Eflatun kanunlarında bize şöyle diyor: Şayet bir hayvan bir insanı katlederse, o da öldürülecek ve sınırların dışarısına atılacaktır, eğer cansız birşey insanı öldürürse, o da sınırların dışına atılacaktır[162]. Aynı şekilde, tarih öncesi Roma'da, tarlaların sınırlarının yerinin değişti­rilmesi için öngörülen müeyyide, aynı zamanda hem insana hem de ökü­ze uygulanmak zorundaydı[163] Ancak, bilhassa hıristiyan Avrupa'dadır ki, hayvanın cezaî müeyyidesi en yüksek gelişmesine erişmiştir, ilkin XI-II. yüzyılda Fransa'da görünen, hayvanlara karşı davalar, Avrupa içeri­sinde sürekli artan bir şekilde yaygınlaşmış ve orada XVIII. yüzyıla kadar ve hatta Güney Slavlarında XIX. yüzyıla kadar tutunmuştur[164]. Çocuk­lar[165] ve delilerle[166] ilgili olarak, beşerî vicdan onları, bilhassa bütün bir aileyi hedef alan katil veya özel intikam hallerinde, az veya çok ağır bir müeyyideye tabi tutmayı, bir haksızlık olarak mülahaza etmemiştir. Oni-ki levha kanunlarında, buluğ çağma ermemiş çocuğun sorumluluğu, ba­zı suçlar için hafifletilmiş, ancak hükümsüz addedilmemiş tir[167]. Bütün buluğa ermemiş çocuklar burada aynı seviyede tutulmuşlardır. Sonra­dan, oniki levhalarda bir tekâmül, çok küçük çocuğu muaf tutmuştur. Ancak bu tekâmül geç döneme aittir, belki de Hadrianus'a çağdaştır[168]. XVIII. yüzyılda ingiltere'de yine de sekiz yaşında bir erkek çocuğu cina­yetten veya yangından dolayı idam edilmiştir[169] ve Fransa'da hakimler deliye karşı mutad cezayı vermek zorunda olup, Parlemento bu cezayı hafifletme veya ortadan kaldırma yetkisini kendine ayırmış bulunmak­taydı. Hatta krala karşı işlenen cürüm için hiçbir hafifletme yoktur[170] İlk sonuç oradan kaynaklanıyor: Cezanın yetişkin ve normal insanla tahdidi devamı boyunca sorumluluğun gittikçe daha az geniş bir durum aldığı bir tekâmülün nihayeti olarak görünmektedir[171].Daha sonra, muhtelif toplumlarda, fiilde cezaî bir sorumluluk doğu­ran şartların incelenmesine geçen yazar bize, başlangıçta objektif türden olup, giderek sübjektif hale gelen bu sorumluluk düşüncesinin ikinci bir tarihî tekâmülünü sunuyor. Ve gözlenmiş olaylar vasıtasıyla zorunlu kı­lman bazı kayıtlar ifade ederek o, şöyle neticelendiriyor: Müeyyidenin, kısasın yani had cezasının veya bir diyetin (Wergeld)[172] yahut dinî bir ke­faretin özelliklerini muhafaza etmesi ölçüsünde, sadece ihmal veya hattâ tesadüfün getirdiği sırf arızî, hatalı bedenî fiil, onu yüklenen müttehemin sorumluluğunu doğurmak için yeterlidir. Şüphesiz, bu genel sonuca erişmek için sosyologumuz, Çin, Brahma-nik Hindistan, İran, İsrail, Yunan-Cermenler-Romalılar ve Hristiyan-hk'tan geçmek suretiyle Avusturalyalı kabilelerden ve Kabullerden mo­dern Avrupa'ya kadar, son derece çeşitli yapıdaki toplumları kucaklaya­rak, cezaî kurumu, tarihin oldukça geniş bir dönemi içerisinde ve yeryü­zünün gayet vâsî bir bölümü üzerinde incelemek zorunda kalmıştır[173] İşte bu şekildedir ki, diyor bize yazar, Atina'da Roma fethine kadar mu­hafaza olunan Drakon sisteminde istemeksizin adam öldüren, geçici sür­güne mahkûm edilmekteydi[174]. Çok eski Roma hukukunda (Oniki Levha Kanunları), kasıtsız cürümü müteakip bir azası kesilen kimse, eğer diye­ti kabul etmezse kısas hakkını kullanabilir[175] Çin kanununda dikkatsiz­lik yüzünden veya kazaen ebeveynini öldüren kişi, yüz kamçı darbesi ve sürgün cezasına uğramaktadır[176] Tevratın ilk beş kitabında kasıtsız adam öldüren kimse bir çeşit sürgünle cezalandırılmakta ve şayet o sığı­nak yerini belli bir müddetten önce terk ederse intikam sahibi kişi onu meşru olarak Öldürebilmektedir[177]. Kilise hukukunda, bilgisizlik sebebiy­le işlenen gayrı iradî hataların kefareti olarak uzun yıllar boyunca ağır ce­zalar empoze olunmuştur[178], İngiltere'de, XIX. yüzyılın başlangıcına ka­dar, mallarının müsaderesinden başka, istemeyerek adam öldüren kişi, ancak Prens'in affı sayesinde mahkûmiyetten kurtulabiliyordu. Bu so­nuncu hüküm aynı şekilde eski Fransız hukukunda da yer almaktadır[179]. Fakat, ne "kronolojik, ne coğrafî" ne de etnolojik bir sınırlaması bu­lunmayan, böylesine geniş bir incelemeye göz gezdirirken, bir işaret bize kendini zorla kabul ettiriyor. Belgelerin bu seçiminin altında yatan dü­şünce nedir? Neden belli bir bölgenin falan toplumu, falan çağı ve filan ülkesi de, filan ve filan başkası değil? Meselâ, Mısır ve Arabistan'ın değil de İran'ın seçilmiş olması bir tesadüfün eseri midir? Niçin Brahmanik Hindistan da, ötekisi değil?Yazar önsözünde, gözlem alanını, sadece olayları emin belgelere isti­nat ettirebildiği toplumları içine alarak sınırladığı şeklinde cevap veriyor. Ancak Kabullerin örfî kaideleri hakkında, onların hemşehrilerinin yazılı müesseseleri üzerine olandan, Avustralyalı kabileler konusunda onların komşuları olan Doğu Hind Adaları ahalisi hususunda olandan, Avesta veya Vedalar yahut Hamurabî kanunu hakkında Kur'ân-ı Kerim üzerine olandan daha mı iyi belgelenmiş durumdayız? Şu vakıa sebebiyle haki­katen hayrete düşülmektedir ki, Çin'den Fas'a, yedinci yüzyıldan günü­müze kadar seyahatinin tamamı boyunca yazar, aralıksız olarak müslü-man toplumların yanından geçmekte, ancak daima o, onların çevresini dolanmaya ve ileriye geçmeye itina etmektedir. Bununla birlikte, dünya yüzünde ihmal edilmeyecek bir sayıyı temsil eden bu toplumların ince­lenmesi, büyük güçlükler veya karışıklıklar arzetmemektedir. Bunlar, te­mel kanunları itibariyle belli bir tesanüde sahip bulunan, gözümüzün önünde yaşayan ve onlarla Avrupa'nın istikrarlı iktisadî ve siyasî müna­sebetleri sürdürdüğü yüz milyonlarca insanlardır. Acaba Fauconnet, her ne kadar ona dolaylı imada bulunmakla birlikte, bu konuda müslüman hukukun buyruğunu şahsen bilmemekte miydi?[180]Bu sistemli ihmali belirleyen sebeb pek önemli değildir. Sadece şunu müşahade edelim ki, bu ihmal tarafından bırakılan mühim boşluk bize, yazarın evrensel bir kanun şekli altında sunmak istediği iki sonucu eksik istintaç şeklinde sunmaktadır.Bir yandan, gerçekten de, cezaî müeyyidenin yetişkin ve normal in­sanla sınırlanması, İslâm Dünyasında yakın tarihlerdeki bir menşe'e hiç­bir şekilde sahip değildir; o, onüç asırdan daha yaşlıdır ve tesisinden bu yana kımıldamamıştır. "Çocuklar evlenme yaşına kadar, deliler de akıllanınca-ya kadar tam anlamıyla gayrı mesuldür" diyor İslâm'ın kurucusu[181]. Çok da­ha haklı nedenlerle hayvanlar da böyledir[182]. Hatta Zahiriyye mezhebi bu naslarm yorumunda daha da ileriye gidiyor. O, sadece bu varlıkları ter-hibi cezadan kurtarmakla kalmamakta, üstelik hayvanın sahibini ve ço­cukların ve delilerin sorumluluğunu üstünde tutanları da her çeşit tazmi­nattan muaf tutmayı anlamaktadır[183].Öte yandan, getirilmiş tüm kısıtlamalara rağmen Fauconnet'nin ikin­ci formülünün genelleştirmesi de aynı şekilde Kur'ânî kanun tarafından cerh ve reddolunmuş bulunmaktadır. Zira, yanlışlıkla adam öldürme ha­linde bir tazminat ve kefareti kesinlikle emretmesinin yanısıra Kur'ân-ı Kerim, kasıtsız adam öldüren kişiyi de her çeşit bedenî cezaya karşı hi­maye etmektedir.Tekâmülü bu yönde gerçekleşmiş gibi görünen Roma hukukundan bahsetmeksizin, hiç olmazsa, cezaî sorumluluk hususunda işaret olu­nan bütün sapmaları tereddütsüz ve dolambaçsız bir şekilde bir ham­lede bertaraf etmiş bulunan bu İslâmî kurum için bir istisna yapmak gerekmez miydi? Fauconnet'nin evrenselleştirilmiş sonuçları hakkında bu ihtiyatı ifade etmek, aynı zamanda, tarihî öncüller tarafından tabiî olarak açıklanmaya kendini bırakmayan müslüman hukukun devrim­ci özelliğini kabul etmek olacaktır. Hakkında esasen iyi bilgi sahibi ol­madığımız Arap eski zamanlan içerisinde, nihayeti İslâm olacak olan belli bir tekâmülü bedavadan var saymadığımız müddetçe; böylesine bir varsayım, Arap sahrasının tabiat tarafından, toplumsal ilerlemesine gayet erkenden ve yer yuvalığınm geri kalan bütün kısmına nisbetle çok önceden başlayıp, onu tamamlayacak ölçüde, tabiat tarafından im­tiyazlı tutulduğu şeklindeki şu paradoksu müdafaa etmek anlamına gelecektir.İslâm Hukuku açısından, cezaî sorumluluğun ahlâkî sorumlulukla sıhriyetinin bulunduğunu ifade ediyorduk. Bu husus, birçok bakımlar­dan doğrudur, Maamafih o, ondan temel hatları itibarıyla ayrılmaktadır. İlkin, her ne kadar zihinde içe ait fiil ve dış olay birbirlerine çözülmez bir biçimde karışmışsa da, ahlâkî olduğu kadar cezaî her sorumluluk hükmü hususundaki hakim unsur ve adetâ çekim merkezi, yerleşilen gö­rüş noktasına göre yer değiştirmektedir. Bu ahlâkı ziyadesiyle ilgilendi­ren ve onun için kesin surette kaçınılmaz olan iç harekettir. Sırf bedenî fi­il, hiçbir şekilde ahlâkî bir sorumluluk doğuramaz. İradî fiil onu ancak onun niyetliliğinin fonksiyonuna göre yapabilir. Tersine, ceza daima haricîbir olayı önceden var saydırır ve amaçlar. Fizikî ifadesi tarafından re­fakat edilmeksizin, yalnız başına, en kötü niyet, en temiz niyet gibi, hu­kukî bir sorumluluk hükmü belirlemeye muktedir değildir.En son haddinde, hakim unsur yegâne unsur halini alabilir. Bu husus, ahlâkî plânda itiraz kabul etmez bir durumdadır. Burada iradenin teza­hürü talep edildiği zaman, bu ahlâkî olayı meydana getirmek için, içten alman kararın tek başını yetersiz olması demek değildir. Fakat, icra sade­ce karan uzatmak, ayakta tutmak ve şiddetlendirmekten başka bir şey yapmadığı gibi (aynı şekilde, seyirci açısından O onun sağlamlılık ve et­kinlik derecesini doğrulamaktadır); bu yolla o yeni sorumluluklar getirir veya daha doğrusu o daha önce teessüs etmiş bulunan sorumluluğu güç­lendirir ve artırır[184]îslâmda bunun karşılığını bulmakta mıyız? Katıksız objektif fiil, ce­zayı sürükleyebilir mî? Şüphesiz, gördük ki, cezaî hükmün, karşılık ve­rici özelliğini ispat etmek için, iradenin kanuna karşı fiiline istinad et­meye kesinlikle ihtiyacı vardır. Fakat oraya daha yakından bakalım. Hakim, suçluluğun zorunlu şartı olarak sübjektif unsura müracaat etti­ği zaman, gerçekte o, bir takım haricî alâmetlerden istidlal ederek ve daima objektif bir görüş noktasına yerleşerek, sanığın kötü niyetini zan ve tahmin etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Hakim, bir peygam­ber dahi olsa, vicdanın sırlarını doğrudan doğruya yakaladığını asla id­dia etmez[185].

Nihayet, iki sorumluluk çeşidi, hareket noktalarından çok sonuçların­da daha net bir şekilde farkhîaşırlar. Eğer kötülük esasında iradenin düs­turunda yatmakta ise, aşikârdır ki, kanun karşısında tutum değiştirdiği andan itibaren suçlu derhal beraat ettirilmek zorundadır. Ve hakikaten o yüce Hakim nazarında öyle olacaktır. Kur'ân-ı Kerim, hatalarından dönen kimseler için güzel vaadlerle dolup taşmaktadır. Hali hazır hayatta kendi­ni zorla kabul ettiren müeyyideler için de durum aynı mıdır? Pişmanlık ve ıslah-ı hal, suçlunun uğraması gereken cezadan kurtulması için yeterli midirler? Bir tek vak'a için Kur'ân-ı Kerim soruyu sormuş ve ona olumlu cevap vermiştir. Bu, adaletle kuvvet kullanarak isyan vak'asıdır. Kur'ân-ı Kerim tarafından hakimlerin ve hukukçuların takdirine bırakılmış olarak, durumlarının ağırlığına göre, karışıklık çıkaranlar, ölüm cezası, azaların kesilmesi veya sürgünle cezalandırılabilirler. O "...Ancak, onları yakalama­nızdan önce tevbe edenler bunun arşındadırlar, onlar için, biliniz ki Allah, bağış­layıcı ve merhamet edicidir[186] diye şart koşmaktadır.Fakat, bu af vasıtasıyla ilga edilmiş bulunan hakların tanımı konusun­da' fıkıhçılar arasında bu metnin sebebiyet verdiği münazaradan[187] baş­ka, burada îslâm Hukukundaki tek bir vak'anın söz konusu olduğuna da işaret etmek gerekir.Şurası gerçektir ki, îbn Hazm, Irak'ta talim ettiği eski ictihadmda İmam Şafi'nin bu özel durumu genelleştirebileceğine ve nedametin mü­eyyideleri önleyeceğini evrensel bir ilke halinde tesis edebileceğine inan­dığını, müşahade etmektedir. Fakat, Mısır'a gelip yerleştiğinde örf ve adet konusunda daha iyi bilgi sahibi olan Şafiî, bu kanaati terk etmiş ve yeni ictihadmda bu konuda sırasıyla; biri, bu dünya hayatını düzenleyen diğeri Öbür dünyadaki son yargıyla ilgili olan gayet farklı iki İslâmî sta­tüye ait iki sorumluluk çeşidi ayırt eden müşterek doktrine katılmıştır. Dinî plânda, tevbenin müessiriyeti evrensel kalmakla birlikte, sosyal alanda o zorunlu olarak öyle değildir[188].Hakikaten, Sünnet bize, orada suçluların suçlarını kendiliğinden iti­raf etmek ve bizzat kendilerinin cezalandırılmalarını ısrarla istemek üze­re geldikleri zina vak'alannı öğretiyor. Oysa ki, onların hareketlerinin büyüklüğünü ve tevbelerinin engin değerini tamamen kabul etmekle bir­likte[189], Hz. Peygamber kanunun öngördüğü cezayı onlara vermekte te-reddüd etmemiştir. Başkasının şahsına, mallarına ve şerefine karşı işlenmiş bulunan ve faili cezalandırmazdan önce nedamet getirmiş olan her suikast için de bu böyledir.Fiili yüklemek için gözönünde bulundurulmuş olan içe ait tutum/ şu halde daha önce meydana getirilmiş bulunan kötü sonuçlan durdurmak sözkonusu olduğu zaman artık hesaba katılmamaktadır. Bu, müeyyide­yi belirleyen, şahsın dışındaki çeşitli mülahazaların buraya müdahale et-mesindendir. Teessüf, pişmanlık, yeniden kazanılan iyi niyet, belki suç­luyu ıslah etmek, onun kanuna saygısını tekrar sağlamak için yeterlidir­ler: Ancak onlar, onun hayat ve emniyet konusundaki kutsal hakkına za­rar verdiği kimselerde sebep olduğu elim teessürleri yatıştırmaya pek de yeterli değildirler. Üstelik onlar bize onun suça dönüşüne karşı garanti sağlayacaklar; fakat onu izlemeye kalkışacak kimseler tarafından Örne­ğin, taklit edilmesine karşı asla sağlamayacaklardır. Ahlâkî emrin ve mücerret adalet prensibinin dışında, şu hale göre, aynı zamanda geçmi­şe ve geleceğe ait olan ve başka şekilde hareket edildiğinde ahlâklılık tat­min edilecek olsa bile, cezanın uygulanmasını gerektiren, çift yönlü geri dönülmez bir mecburiyet kendini zorla kabul ettirmektedir. Bir yandan, fiille özel surette ilgilenen ve yapılan kötülükten duygulan rahatsız olan kişilerin meşru talebi, diğer yandan hiçbir mukabele-i bilmisile mahal bulunmamış bile olsa ahlâkî sirayete karşı ve hatta eğer suçlar cezasız kalırsa kötülüğe teşvike karşı, genel düzenin korunması, toplumun mu­hafazası.Fakat, cezaî sorumluluktan medenî mes'uliyete geçtiğimiz andan iti­baren, ahlâkî olanla hukukî olan arasındaki fark, çok daha büyük bir ha­le gelmektedir.

Şüphesiz bu, oradan sübjektif özelliğin tamamen ortadan kaybolacak duruma gelmesi demek değildir; iradî faaliyet artık sorumluluğun zo­runlu bir şartı olarak kalmıyor değildir. Bu, İslâm Hukukunda hiçbir şe­kilde vaki değildir; kendisine ait olmayan bir eşyaya sahip çıkan ve onu haksız yere kullanan ve bu eşyaya hatta kazaen ve sırf tesadüf eseri ola­rak bile arız olan her şeyden sorumlu olarak tanınan gasıbm örneği, bize karşı çıkartılmamalıdır. Zira, onun başlangıçtaki fiili saldırgan ve kötü niyetli bilinmek üzere, bütün tabiî sonuçların oraya dahil olmaları tama­men normaldir. Fakat, bu vak'a bir yana bırakılırsa, doğrudan doğruya her sorumluluk, sujesi tarafından sebeb olunan zararda belli bir iradî mü-daheleyi ister.Buraya kadar, ıslah edici bir sorumluluğun şartları ile karşılık verici bir sorumluluğunkiler arasında fark yoktur. Bizim vasıtamızla, ancak ira­demizden bağımsız olarak ve mecburî bir sebeb yüzünden hasıl olan ka­za (meselâ, rüzgâr sebebiyle gemilerin çarpışması veya oyun arkadaşıyla birlikte çekmekte olduğu ipin kopması yüzünden oyuncunun düşmesi gibi) bize karşı ne te'dip ne de tazmin edici hiçbir tedbiri yaratmaya muk­tedir değildir. Bu tür bir olay:  hükümsüz olarak tanınır[190].Böylece, Fauconnet tarafından Yunan, Roma, Yahudi vs.., hukukların­da, arızî vak'a ve iyi niyetle vaki olan hatalı fiil arasında işaret olunan ka­rışıklığın, îslâm Hukukunda yeri yoktur.Fakat, daha yukarıda işaret ettiğimiz gibi, iradî bir hareket zorunlu olarak kasdî değildir.Oysa ki, cezaî sorumluluk, tamamen ahlâkî sorumluluk gibi, kanuna muhalif niyeti farz ettirirken, medenî sorumluluk, iradenin sadece mev-cuduyeti ile iktifa edecektir. Bu çeşitli alanlar arasındaki başlıca fark­lılıklardan biri orada yatmaktadır. Eğer hata, dikkatsizlik veya becerik­sizlik tarafından hasıl olunan zarar, faili için bir tenkîli belirlemezse, bu­na mukabil o onu, kurban lehinde nakdî bir mecburiyete tabî tutar. Kur'ân-ı Kerim, hatanın sebebiyet verdiği adam öldürme için bunun prensibini koymuştur[191]. Sünnet, başkasının canına veya mallarına kar­şı, dikkatsizlik yüzünden işlenen her zararı ona temsil etmiştir. "Bir avı hedef alan bir oku fırlattığında, ok bir adama veya bir mülke isabet ederse, diyor îbn Hazm, insanın sorumlu olacağını tartışan iki müslü-man cemaat yoktur[192].Tabibin medenî sorumluluğu veya bir hadise göre, önceden öyle bilin­mediği halde tabiblik yapan kimseninki, oradan kaynaklanmaktadır[193].Aynı şekilde, mezheplerin ekserisine göre, sürüsünü kapatmayı ve muhafaza etmeyi ihmal eden ve bu ihmali müteakip hayvanları kaçan ve komşularm tarlalarına zarar veren hayvan sahibinin sorumluluğu da oradan ileri gelmektedir. Esasen bu vak'a İslâm öncesi tarihte bilinmek­tedir ve Kur'ân-ı Kerim ona imada bulunmuştur[194]Zahiriye mezhebi için, benzeri bir durumda insana düşen sorumlu­luk, sırf ahlâkî türdendir. Bu sorumluluk, ilkin delilerin talim ve terbiye edilmesi, daha sonra, zararlı olayların geri dönüşüne engel olacak şekil­de, daha etkili ihtiyat tedbirlerinden ibarettir[195] Bu mezhep ister sorum­suz varlıkların (çocuklar, deliler, hayvanlar), bizim kendilerini ona tahrik etmediğimiz kendiliğinden yapmasından, isterse, hatta eğer ona baskı yapmaksızın onu yapmaya davet etmiş olsak bile, başkasının yapmasın­dan sonuçlanan, dolaylı her meşru sorumluluğu sistematik olarak berta­raf etmektedir.Bu talî müzakere hususunda ne olursa olsun, islâm hukukunda mede­nî mes'uliyet içerisinde belli bir objektif unsuru bulmak için, yetişkin ve normal insanın (meselâ doktor), bunun için ne beşerî tenkile ne de ilâhî cezaya uğramak zorunda olmadığı halde, iradî, fakat hakikaten kasdî ey­lemler vasıtasıyla doğrudan doğruya sebebiyet verdiği zarardan nakdî olarak sorumlu bulunduğunu gözlemek yeterlidir. Şüphesiz ahlâkî so­rumluluk burada tamamen dışarıda bırakılmış değildir. İhmal önceden bir dikkat eksikliğidir; o bir hata veya yarı hata olarak düşünülmelidir. Aksi halde, Kur'ân-ı Kerim'in istemeyerek yani yanlışlık sebebiyle hata­dan dolayı adam Öldürme halinde mecbur tuttuğu kefaretler nasıl açıkla­nabilir?[196]İlgililere mecbur olunan diyetin dışında, kasıtsız bir şekilde birkardeşinin ölümüne sebeb olan müslüman, köle olan bir başka kardeşine hürriyetini vermek zorunda olacaktır. Birinin tabiî Ölümü halinde ahlâkî hayata bir başkasını dahil etmek suretiyle o, ona bir çeşit ikame yapacak­tır[197]- Bu olmazsa, iki ay boyunca sürekli oruç tutacaktır. Fakat, dikkatin bu olumsuz hatası, hakim objektif karekteri medenî müeyyideyi belirle­mek için yeterli olan haricî fiili cezaî bakımdan olumlu bir şekilde suçla­maya muvaffak olamaz.İşte, sivil sorumlulukla öteki sorumluluk çeşitleri arasındaki tezadı ta­mamlayacak olan, konulmuş prensiplere bir başka muhalefet.Bunlar daima sıkı ferdî özelliklerini muhafaza ederlerken, hata tara­fından sebeb olunan zararların tamirinde birden bire, ferdî payı masset­meye temayül edecek kadar güçlü olan kollektif bir unsurun zuhur etti­ği görülür.İstemeksizin bir başkasının ölümüne, sakatlanmasına veya yaralan­masına sebebiyet veren bahtsız kişi, sadece her çeşit mukabele-i bilmisil-den kurtulmamakta, fakat kurbanlar tarafından ondan taleb edilen taz­minatlar sadece asgarî haddiyle ona yüklenmektedirler. Hakikaten bu tazminatlar, adet olduğu üzere onunla tabiî veya itibari bir daya-nışma bağı tutan ve onun onlara içlerinden herhangi biri gibi katıldığı, oldukça geniş bir yetişkin ve normal insan grubuna bÖlüştürülecektir. Ona bu yükten esaslı bir ferahlamayı temin edecek, yeterince kalabalık, bu tür bir grubun yokluğu halinde, onun yerine bu tazminatları devlet tediye et­mek zorunda kalacaktır.İlk bakışta, bu sorumluluk çeşidinde, birikmiş muhalefetlere şahit olunduğu sanılır. Fakat, oraya yakından bakıldığında, burada kollektif veçhenin, sınırlanmış ve hafifletilmiş de olsa, sadece gerçek bir objekti­vizmin mahzurlarını asgarîye indirmek için müdahalede bulunduğu fark olunur.Gördüğümüz gibi, yanlışlık yüzünden hatalı fiilin karmaşık tabiatı onu tam olarak iki aşırı durum arasında ortaya yerleştiriyor: Kasdî fiil ve sırf kaza. Şayet, herhangi bir taraftan o anlardan biri veya diğerine benzerse, başka bir taraftan da ondan ayrılır. Şu halde o, onlardan nebirine ne de diğerine irca edilemez ve aynı tarzda muamele yapılamaz. Binaenaleyh o, ne tam bir sorumsuzluktan yararlanmak ne de küllî bir sorumluluğa konu teşkil etmek zorundadır. Hakikaten, kötü niyet ora­da bulunmadığından, onu cezadan muaf tutmak, adaletten başka bir-şey değildir. Bununla birlikte, belli bir hatanın mevcudiyeti, beşerî bir tashihin gereğini meşrulaştırmak için (orada mes'uliyeti tabiata ham­letmekten başka birşeyin uygun düşmediği) arızî bir olaydan onu ye­terince ayırteder.Fakat bu onarımı kime mecbur tutmalıdır? Onu bütünüyle ferde em­poze etmek istenmemiş bir hatayı istenmiş bir felâketle cezalandırmak ve böylece toplumsal sorumlulukla ahlâkî ilke arasındaki mesafeyi genişlet­mek olmayacak mıdır? İşte vicdanın bu isyanını yatıştırmak için, cema­atın iştiraki mükemmel bir uygunluğa sahiptir.Bir tek ve aynı sorumluluğun, şualar saçarak bir çeşit yayılması söz konusu değildir. Bilgisi dışında yerine getirilen, ancak güçlükle ferde yüklenebilen ve her halükârda ona bizzat iştirak etmediği bir olaydan dolayı toplum, hakkaniyetle müteselsilen mes'ul tutulamaz. Fakat, ferde düşen yarı sorumluluktan dolayı, onun için müstehak olmadığı talihsiz bir durum doğmuştur. Halbuki toplum, üyelerinin nisbî bir refahından sorumludur, şu manada ki o, bizzat kendi felâketlerinin iradî failleri ol­mayan kimseleri, beklenmedik sefaletle karşı karşıya bırakmamak zorun­dadır, işte bu nedenle, müslüman Devlet'in harçlarının bir bölümü özel şahısların borçlarını kapatmaya tahsis edilmiştir[198].Şu halde burada söz konusu olan dayanışma, güçlük hallerinde, aynı bir topluluğun insanları arasında karşılıklı şekilde gerçekleşmesi gere­ken, bir çeşit hayırsever yardımlaşmadır. Bunun için, mesele konusu olan zarar ve ziyanı taksimi, mükelleflerin hisseleri arasında sayısal bir eşitlik­le, mekanik bir şekilde gerçekleşmemektedir. Tersine, her bir kimsenin imkânlarını hesaba katmak ve sonuçta ona, onu sıkıntıya uğratmayacak türden bir payı empoze etmek gerekir[199].



[160] Fauconnet, La Responsibilite, Etüde de Sociolngie, s.59.

[161] a.e.s.61

[162] a.e.,s. 60-1.

[163] a.e.s.63.

[164] a.e.s.31.

[165] a.e.s.41.

[166] a.e.s.34.

[167] a.e.s.35.

[168] a.e.s.37.

[169] a.e.s.30.

[170] a.e.s.61.

[171] a.e.s.42.

[172] a.e., s. 117.

[173] a.e., s. 129

[174] a.e.s.110.

[175] a.e.s.113

[176] a.e. s.130.

[177] a.e. s.107.

[178] a.e. s.133.

[179] a.e.s. 135-6.

[180] a.e.,s. 122, not: 1.

[181] Daha yukarıda bk. sh. 88.

[182] Krş. Buharı, Kitâbü'l-Müsagâh Bab 4, Kitâbü'd-Diyât, B.28.

[183] Bk. daha İlerideki sayfala

[184] Yalnızca, işaret edelim ki, ilâhî müeyyide plânında, Islâmî ahlâk burada iyi ve kötü eylemi tefrik ediyor gibi görünmektedir. İyi iradenin icrası, onun değerini artırır ve mükâfatını ço­ğaltırken, hatanın iki anı, ilâhî İnayetin nazarında bir tek ve aynı fiilin iki veçhesi şeklînde ad­dolunmaktadır (el-En'âm 6/160) Krş.   Buharî, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 30, bu hadisin yorumu hakkında, bundan başka bk. Gazali, thyâ, C. III, s.35.

[185] Krş. Buharî, Kitâbü'l-Ahkâm, Bab 19.

[186] eİ-Mâide 5/33-4.

[187] Bazıları bu iptali, hâlâ onların ellerinin altında kalan eşyanın gen verilmesi dışında, asiler tarafından çiğnenmiş bulunan bütün müşterek hakların müeyyidelerine teşmil etmekte; öte­kiler, kurbanların aileleri tarafından bağışlanmamış bulunan katli de istisna etmekte, dıger bazıları hak sahipleri tarafından vazgeçilmemiş bütün zararları da aynı şekilde ayırmakta, nihayet başkaları ve onlardan imam Malik bu affa münhasıran isyanın müeyyidesinde spe­sifik ve istisnaî olan hususlarla ilgili gayet sınırlı bir şümul (yani onun katil veya hırsız olma­yan teröristlere uygulanması) atfetmektedir. Bu sonuncu ekole göre, toplumun kucağına is­teyerek geri dönen isyancılar alelade müşterek hukukla ve hatta "hakkuilah" diye adlandırı­lan ahvâU şahsiyye ile; meselâ alkolizmin müeyyidesi ile ilgili bütün cezalarla yine de ceza­landırılabilir. Krş. îbn Rüşd, Biââye, C.II, s.382.

[188] Krş. îbn Hazm, Muhallâ, C.XI, s.126.

[189] Bk. daha ileride s. 139.

[190] Krş. Amîr, Mecmu', C.II, s. 358.

[191] en-Nisâ 4/92.

[192] Krş. îbn Hazm, Muhallâ, C. XI, s. 2.

[193] îbn Rüşd, Bidâye, C. II, s. 348.

[194] el-Enbiyâ 21/78-9.

[195] Krş. îbn Hazin, Muhallâ, C. X, s. 344, C XI, s.6.

[196] Şüphesiz, verilirken neticede fakat yalnız neticede istemeyerek adam öldürenin sarfettiği bü­tün temiz gayretlere ve tüm ihtiyatlara rağmen, onun amacının mahiyeti konusunda aldandı-ği durumlar varsayılabilir. Hatanın ihmalle açıklanmadığı bu durumlarda müeyyide artık ağır veya hafif bir hatanın kefareti olarak düşünülemez. Bu durumda, onu geçmişe doğru döndürmek yerine, geleceğe bakan bir ihtiyatî tedbir şeklinde açıklayabildiğimiz! sanıyoruz.Hatta bîr kötülük kaynağıdır ve kötülük muzaffer olmamalıdır. Ahlâkî nizamda o ayıbı doğurur, entellektüel düzende sahtelik gibi, ayıp ve sahtelik ruhu kirleten iki büyük kusur olarak onun enerjisini ve safiyetini azaltırlar. Şüphesiz, hata meydana geldiği zaman, ona karşı yapılacak bir şey yoktur. O orada, henüz olmadığı zaman, hiç olmazsa onu bertaraf et­mek için beşeri olarak mümkün olan herşeyin yapıldığı farzedildiğinde, artık onu Önlemek için hiçbir şey yoktur. Şu halde, ona karşı emri vaki veya muhtemel tarihî gerçek olarak mü­cadele yapılamaz. Fakat, şayet vuku bulan kötülük karşısında faaliyetsiz kalınırsa, o nükset­meye ve sürüp gitmeye temayül eder. Ve alışkanlık sayesinde, o bizde, o zamana kadar uyu­yan kötü eğilimleri uyandırabilir. Böylece, önceden dikkatsizlik sebebiyle yapılan fiil, serbest ve iradî fiil halinde dejenere olabilir. Oysa ki, eğer hatanın bir hakikati varsa, onun gayelili-ği de mevcuttur. O, bize kendini amirane bir şekilde empoze etmek ve onun mukadder so­nuçlarına bizi uğratmak için değil, fakat onun meş'um sonuçlarından kendini sakındırmak üzere, zihnî merakımızı ve ahlâkî gücümüzü teşvik etmek için oradadır. Şayet, bizzat hatayı bertaraf edemezsek bile, buna rağmen, onun yaratmak zorunda olduğu kötü eğilimleri ve ay­nı şekilde karşı her fiilin yokluğu halinde husule gelmeye elverişli olan, hatanın sık sık tek­rarını önleyecek çarelerimiz mevcuttur. Bizim tepkimiz öylesine etkili olacaktır ki o, geçici bir teessüften veya tabiatımızın önemsiz bir suçlamasından değil, fakat hassasiyetimize do-kunmaya, hafızamıza yerleşmeye ve ahlâkî merakımızı yeniden canlandırmaya muktedir iradî eylemlerden ibaret olacaktır. Mahdut hallerde, gayrı kasdî bir hatayı müteakip, serbest­çe razı olunan bir fedakârlıktan beklenen yararlar böyle olabilirler.

[197] en-Nisâ 4/92.

[198] et-Tevbe 9/60.

[199] Ktş. Amîr, Mecmu', C. II, s. 372.



Konu Başlığı: Ynt: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: Ceren üzerinde 14 Mart 2014, 02:33:30
Evet insan toplumsal bir varlıktır.Ve sorumluluklarını yerine getirmelidir.Çünkü hem kendine hemde çevresindekilere yaralı olamalıdır.


Konu Başlığı: Ynt: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: ✿ Yağmur ✿ üzerinde 14 Mart 2014, 19:34:47
   SELAMÜNLAEYKÜM KARDEŞLERİM VE İLİM DÜNYASI;
ALLAH IN RAHMETİ VE ESENLİĞİ ÜZERİNİZE OLSUN...
Ne kadar güzel bir paylaşım olmuş..Allah sizden razı olsun...

'[184] Yalnızca, işaret edelim ki, ilâhî müeyyide plânında, Islâmî ahlâk burada iyi ve kötü eylemi tefrik ediyor gibi görünmektedir. İyi iradenin icrası, onun değerini artırır ve mükâfatını ço­ğaltırken, hatanın iki anı, ilâhî İnayetin nazarında bir tek ve aynı fiilin iki veçhesi şeklînde ad­dolunmaktadır (el-En'âm 6/160) Krş.  '

Yukarıdaki paylaşımı çok beğendim... Allah yukarıda da dediği gibi sevapllarımızı en güzel şekilde mükafatlandırsın...Allah bizleri o kadar büyük bir
nimet olaarak belirtmiş ama biz Mevlam dan üstün olamayız. Rabbim bizlerden razı olsun... Cümlemizi bu güzel sevap seline dahil buyursun..


Konu Başlığı: Ynt: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: Gülbahar Aktay üzerinde 14 Mart 2014, 20:02:43
insanın çevresine yararlı ve faydalı olabilmesi için yerine getirmesi sorumlulukları vardır. ancak bunları yaptığında yararlı ve faydalı olur.paylaşım için teşekküler.


Konu Başlığı: Ynt: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: Sevgi. üzerinde 13 Mart 2021, 01:35:15
Esselamü Aleyküm. İnsan çevresine herzaman yararlı ve faydalı olmalıdır. Bunların olabilmesi için de yerine getirilmesi gereken sorumlulukları vardır.
Bilgiler için Allah razı olsun kardeşim


Konu Başlığı: Ynt: Sorumluluğun Toplumsal Yönü
Gönderen: Mehmed. üzerinde 15 Mart 2021, 15:57:10
Ve aleykümüsselam Rabbim bizleri sorumluluk sahibi kullarından eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun