Konu Başlığı: Sonuç 1 Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:41:43 SONUÇ O halde bize mükemmel bir açıklıklıkla görünmektedir ki, iki doktrinden her biri, ahlâkî gerçeğin yalnızca bir tek veçhesini bulundurmaktadır. Onların müşterek kusuru, müsbet taraflarından ziyade, tekelcilikleri ve karşılıklı inkârlarından ibarettir.Bilgi teorisi hakkında vaki olan şey aynıyla pratik felsefenin başına gelmiştir. İdealizm veya realizm, rasyonalizm ya da ampirizm ve daha başka birçok felsefî fırkalar yalnızca, öteki pek çokları arasından sadece bir unsur olduğu halde, yeterli şart ve külli sebep olarak tutmak suretiyle herbirini kendi payına insan bilgisinin kaçınılmaz bir şartı üzerinde ısrar ettiği için, birbirlerine karşı çıkmışlardır. Bir yandan, gerçekten, ne mantıkî kavram, ne ilmî kanun, ne de bilinen kavramlar ve kanunların tamamı onların kavşak noktası olan fakat onları sonsuz şekilde aşan müşahhas nesneye asla kavuşamaz ve onu tüketemez. Fakat, öte yandan, her gerçek nesne, eğer zihnimizin kanunları ve kalıpları altında derecelen-mişse, bizim için tamamen yabancı ve özümsenmez-olarak kalacaktır. Başka bir deyişle, eğer ilk prensipler ve genel kanunlar bizi, kendilerini gerçekle yüzleştirmekten kesin olarak muaf tutarlarsa, eğer bu gerçek başka hiçbir şeyi ihtiva etmezse, bize yeni hiçbir görünüm sunmazsa, dünya özdeş ve ayırt edilmez olana irca edilmiş olacaktır; hayatsız, tarihsiz, boyutsuz olacaktır. Ancak, karşılık olarak, eğer orada hiç kazanılmış gerçek ve yerleşmiş kanun bulunmasaydı zihin bizzat kendisi olmaktan çıkardı: o, yapısal birliğini kaybeder, darmadağın olur ve onun tabiat üzerinde hiçbir kavrama gücü bulunmazdı. Karşılıklı olarak bağımlı bir şekilde, pratik bir görüş açısından, eğer bilgin daima başlangıçtan itibaren yeniden başlamak zorunda ise, hiçbir ilerleme mümkün olmayacak, gerçeğin binası asla inşa edilemeyecektir. Gerçek bilginin kıvılcımı ancak, düşüncenin ve nesnenin, suretin ve maddenin, varsayımın ve deneyin aksi yönünden fışkırır.Ahlâkta da durum aynıdır. Birbirinden ayrı olarak alınmış halde, ne bir kuralın soyut formülü, ne özel durumun inceden inceye tahlilî irademize kılavuzluk etmeye pek yeterli değildirler. Az Önce olduğu gibi, vicdanımızın mükemmel kılavuzu, yukarıdan gelen evrensel bir idealin ve Onun sadece düzenlenmesinden ibaret bulunan aktüel realitenin sentezinde bulunmaktadır. İdeal ve gerçek arasında mutlak ve izafi arasında birleştirme çizgisi olan insan vicdanı, onların arasında onların mesut bir-leşmesinjjen doğan fiilin aynı zamanda hem ebedî kanunun istikrarı ve hem de san'at yaratmasının yeniliğini temsil eden bu çift yönlü karektere büründüğü bir birleşmeyi tesis ederek, daima bu iki terimi biribirine yaklaştırmak zorundadır.Bu Kur'ân buyruklarından çıkan şekliyle bizzat yükümlülüğün anlatımı değil midir?Bize şöyle hitap ettiği zaman, Kur'ânı dinleyelim:"Gücünüz yettiği kadar Allah'a itaat edin"[184] Bu formülü ötekilerden ayırdeden karekteristik özelliği derhal görmüyor muyuz? Bu, o anın ilhamına göre, size iyi imiş gibi görüneni yapınız, formülü değildir; aynı şekilde gaddarcasına katı istisnasız ve değişmez ödev formülü de değildir. O, ne biri ne ötekisidir; bununla beraber o, biri ve diğerinin derin eğilimlerine cevap vermektedir. Şu veciz ve berrak terimlerde Kur'an-ı Kerim, kendimizi tamamen gerçeğin sağlam temellerine dayamış olarak bizi, bakışlarımızı Allah'a çevirmeye teşvik etmektedir. Böylece zincirin iki ucu orada birleşmiş bulunmaktadır:İdeale doğru yükselme ve tabiatın korunması; kanuna itaat ve ben'in hürriyeti.Fakat, bu gerçekten mümkün müdür, diyeceksiniz? Bu iki zıt terim, bir arada yeniden uyuşmazlık etmiyecekler midir? Madem ki, özel durumuna göre her fert ödevini belirlemeye yetkilidir, bizzat bu yolla o, kendisinin en muhteris telkinlerine kapılmaya ve böylece emrin oteritesini yıkmaya yetkili bulunmamakta mıdır?En küçük bir şekilde değil; zira Kur'ân'm hitap ettiği vicdan, Rousse-au'nun tabiat insanında bulunduğu gibi şu boş, ham ve ilkel durumunun dışında başka kılavuzu olmayacak şekilde bırakılmış vicdan değildir; aynı şekilde o, Kant'm aşkın ben'i gibi yapmacık bir ben'in vicdanı da değildir. Bu, birliği başka yerde bulunmayan iki şartı bir araya toplayan bir vicdandır. îlkin o orada ödevlerin yeterince belirlendiği ve oldukça mer-tebelendiği müsbet bir öğretim tarafından aydınlanmıştır; üstelik o, yaşayan ve son derece saygı duyulan bir gerçeğin karşısına konulmuştur. Kısacası bu bir müminin vicdanıdır. İmdi, bu tür bir vicdanın hususiyeti, onda hazır bulunan ve danışılmaya tam anlamıyla amade olan, kanun koyucusunun şahsiyetine sahip olmaktadır. Şu halde o, bizzat kendi kendine ihanet etmeksizin, kanun yapıcısının gözünde gayrı meşru bileceği mülahazalara kendini teslim ermeyecektir.İşte bir örnek. Allah bana diyor: Engel olmadıkça bunu yap; bir ihtiyaç sebebiyle zorlanmadıkça şunu yapma; ve o, sahte bir ihtiyaç perdesi altında beni emri çiğnemeye götürebilecek olan gizli âmillere karşı uyarıyor[185] Bu şartlarda ben, bu kelimelerden Allah'ın bunu kastetmediğini bildiğim halde, küçük bir tedirginliği engel olarak veya hafif bir sıkıntıyı zorluk şeklinde düşünmek suretiyle bizzat kendimi haklı çıkarabilir miyim?Elbette Allah, şüpheli durumlarda bana daima açık olarak cevap vermiyor: hatta O, bizzat bizim hepimize aynı olumlu ya da olumsuz çözümü teklif etmiyor. Şu halde benim için daima bir yorum veya tanım hatası işleme ihtimali olacaktır. Bu ihtimaliyet, benim beşerî durumumun ve aynı durumda bana bahşolunan hürriyetin tabiî bir sonucudur. Mü'min olarak benim için temel olan şüphe halinde, buyruklarının tamamına göre Allah'ın emri olabilecek olan şeyi ayırt etmeye ve onu iyi niyetle izlemeye gayret etmektir. Kendimi aydınlatmak için bana düşen zorunlu çabayı gösterdiğime göre, eğer benim çözümüm hatalı olursa, ben bundan dolayı suçlu olmayacağım[186]Şüpheli durumlarda herkesin kendi vicdanına danışmak ve belli bir tarzda kendi cevabıyla iktifa etmek zorunda olmasını, Kur'ân-i Kerim'den mülhem olan[187] Hz. Peygamber bize oldukça meşhur olan hadislerinde beyan etmiş bulunmaktadırlar. İşte onlardan bazıları: "Helal ve haram açıklanmıştır. Fakat onların arasında şüpheli durumlar vardır. Şüpheden kaçınan kimse imanını ve şerefini kurtarır[188]"Seni şüpheye düşürecek şeyden sakın. Zihnini bulandırmayacak şeyi seç; doğruluk sükunettir, yalan şüphedir[189]Kendisine iyi ve kötünün tarifi hususunda sorulan Hz. Peygamber şöyle cevap verir: Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler, sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir[190].Fakat nisbeten nadir olan şüpheli durumların dışında, eğer kanun her şeyi düzenlemişse, ferdî vicdan artık ödevin tesisinde hiçbir rol oynamaz diye itiraz edeceksiniz.Eğer bir gün bir kural, önce yönettiği bütün fertleri seçmeye daha sonra her bir kimse için çözümlemek zorunda olacağı bütün durumları önceden görmeye, nihayet her vak'ada ona, öteki kurallarla ahenk içerisinde, onların genel yargılarının somut bir imajını sağlamaya kadir olursa, o zaman bu doğru olacaktır diye cevap vereceğiz. Başka bir deyişle bu, eğer bir kjjralı sadece bir tek anlama tarzı, bir tek uygulama ve onu ötekilerle uzlaştırma tarzı mevcutsa, doğru olacaktır. Oysa ki, bu üçlü görüş açısından, hiçbir şekilde o öyle değildir.Birinci nokta çözümlenmiş varsayılırsa, formüle edilebilecek en sarih kuralın, kaçınılmaz şekilde herhangi bir belirlenmemiş taraf ihtiva edeceği kolayca anlaşılacaktır. Halbuki belirlenmemişten belirlenmişe, sadece psikolojik bir şuurun serbestçe seçimi için değil, fakat aynı zamanda ahlâkî vicdanın zekice takdiri için de, mümkün her düzen mevcut olacaktır[191]. Zira, emsalsiz fiilin ayırt edici Özellikleri ne tamamen ihmal edilebilir, ne de tamamen değerlidirler. Hatta ekseriya onlar, ister durumlara göre ard arda, isterse alınan görüş noktasına göre zamandaş olarak olsun, bu çifte karekteri sunarlar. O halde, onları tam değerleri ile değerlendirmek ve onlardan kendini en fazla empoze edeni seçmek için kişisel bir çaba ve Özel bir fetanet gerekecektir.Sadece kanun koymaya muktedir uzmanlara mahsus bir imtiyaz olmak şöyle dursun, objektif gerçeklikle alakası içerisinde ödevini belirlemek için, bu ferdî çabaya başvuru, en yetkilisine olduğu gibi en profan insana da düşen evrensel bir ödevdir. Ahlâkî kavramdan ahlâkî fiile geçiş söz konusu olduğu andan itibaren orada bir zorunluluk mevcuttur. Nasıl ki hakim, incelediği her bir vak'a için, gerçekten onun falan kanun veya filan hukukun formülünün öngördüğü durum olup olmadığını tahkik etmek zorunda ise, bizlerden her biri kendisinin davranmayı düşündüğü tarzın hakikaten kuralın gerçeklerini yerine getirip getirmediği hususunda bizzat kendisi için karar vermek mecburiyetindedir188. Meselâ, öksüzlerin ihtiyaçlarını sağlamamızı emreden ahlâkî kuralı ele alalım. Bu kural bize, her bir durum için yeterli ve uygun kabul edilen ağırlık, ölçü, tür ve Özelliği göstermez. Aynı şekilde, mü'mine ibadeti esnasında falan noktaya doğru yönelmesini emreden ibadet kuralı, pozisyonunu düzenleyeceği oku, her yer değiştirmede onun için çizmeyi üstüne almamaktadır. Hakime, şahit olarak sadece dürüst ve namuslu kimseleri kabul etmeyi emreden hukukî kaide, falan bayın doğruluğu ve samimiyeti hakkında ona bilgi vermez. Bu belirsizlik, her kuralın bu kaçınılmaz susuşu, kavramı ve gerçek arasındaki bu genleşme payı, kuralın başlattığı yasama işlemini devam ettirmek için vicdanımıza yönetilen en güzel teşviktir. Hatta bizim bu işlemi, oradaki her çeşit müphemliği giderinceye kadar sürdürmemiz gerekir, öyle ki herkes, "benim ödevim gerçekten burada, bu emsalsiz fiildedir, başka yerde değil" diyebilsin. O halde kuralın belirlenmiş görevinin ve onunla birlikte onun otoritesinin baskısının bittiği yerde,hürriyetini kullanma hususunda ferdin vazifesi başlamaktadır. Daha da ileriye gidebiliriz. Bizzat onun tesbiti noktai nazarına kendimize yerleştirerek biz, bir kuralın hiçbir zaman hürriyetimizi kösteklemek için değil, fakat herhangi bir şekilde onu artırmak için yapıldığım kabul etmek zorundayız. Hikmetli düsturların aranışı hususunda düşüncemizi mümkün bütün yönlerde dağılıp saçılmaya terk etmek yerine, yerleşmiş bir kuralın avantajı, önce bizi birçok tereddütlü yoklamalardan esirgemek ve böylece yanlışlık ihtimallerimizi azaltmaktır. Üstelik faaliyet alanını bizzat ihata etmesi vakıası ile o, sadece onun gücünü ve verimini artırmaktan başka birşey yapmamaktadır. Yatağı oyulan ve kıyısı daha da daraltılan bir su akıntısı gibi. Hürriyetimiz, genişlik yönünden kaybettiğini, bir ödevi en iyi şekilde yerine getirme şekillerinin aranışmda derinlik yönünden kazanacaktır.Fakat, yalnızca bir tek ödev yoktur. Hayat şartlarının karmaşıklığı ve sürekli değişmesinin ötesinde, ahlâkî emirlerin çokluğu ve birbiri içine girmişliği vardır. Ve işte açıkçası bu iki birliğin karşılaştırılmasından, hürriyetimizin önüne son derecede geniş bir alan açılacaktır. Buna kanaat getirmek için, izninizle, oyun kurallarından bir örnek alalım.Meselâ bilinmektedir ki, bir satranç oyununda, her bir parçanın yürüyüşü basittir ve sıkı bir şekilde belirlenmiş bir kuralı İzlemektedir. Bununla birlikte kuralın sertliği oyuncunun hürriyetini hareketsizleştiriyor denilebilir mi? Tersine, şu bilmen bir vakıadır ki, her satranç oyuncusu harekâtını, iki tarafın tertibi asla birbirinin aynı olmayacak derecede dallandırıp budaklandırmayı deneyebilir. Fakat, bu karşılaştırmada en ilginç işaret şudur ki, her bir oyuncunun orijinalliği bir kuralı uygulama, bir parçayı yürütme tarzından daha çok hamleleri düzenleme, hareketleri koordine etme, güçleri birleştirme biçiminden ibarettir. İşte, oyuncunun dehâsı orada, bu labirentin ortasında onu çıkışa götüren en kısa ve en emin yokı keşfettiği sezgide tezahür etmektedir.Ahlâkı düzende, benzeri birşey vuku bulmaktadır: benim yerine getirmem istenen görevler arasında bazıları bana günlük olarak empoze olunmakta, başkaları devrî ya da şartlara bağlı olmakta, nihayet ötekilerin yerine getirilme fırsat ve imkânı belki de sadece hayatta bir kez zuhur etmektedir. Bedenim, ruhum, ailem, vatanım, bağlarımdan her biri bir kural tarafından belirlenmiş bir faaliyet istemektedir. Bununla birlikte, sabahleyin kalktığım zaman işlerimin planını muhtelif suretlerde yapabilir ve onların icrasında izlenecek yolu çizebilirim. Belli bir zaman aralığına az veya çok büyük bir sayıdaki iyi işleri sığdırabilir, birinden ziyade ötekini daha mükemmel yapabilir, onu mümkün olan en erken veya en geç zamanda yerine getirebilir, olağan iyilik şekilleriyle yerinebilir yahut onun gayet değerli yeni bir şeklini yaratmaya çalışabilirim. Bir tek ve aynı harekete kadar hiçbir şey yoktur ki sayısız ödevlerin az çok maharetli bir sentezi olarak düşünülmek zorunda olmasın. Böylece herkes, bu beşerî hünerin genel kurallarına tamamen riayet etmek suretiyle, kendi ahlâkî hayatından orijinal bir sayfayı kompoze edebilir. Ahlâk bozukluğu veya çılgınlık iddiasında bulunmaksızın, bu kadroları çatlatmak amacıyla daha güçlü bir hürriyet dozu nasıl talep edilebilir? Bu isme lâyık her kanun koyucu hikmetin, davranışımızın ana hatlarını bize göstererek bizi zahmetten kurtaracağı şey işte budur. Tabiî hakkımızı çiğnemek ve bizi kölece mihaniki bir itaate duçar etmek tehlikesi altında onun yapmaması gereken şey, fıtraten herkesin kendi usulüne göre inşa etmesini kesinlikle arzu ettiğimiz işlerimizin ayrıntılarına müdahale etmektir.Yükümlülüklerimizin kanunlaşmasında bize düşen pay, bu durumda iyice belirlenmiş olmaktadır. Biz, kanun kurallarını yaratmıyoruz, onları kanun koyucumuzun ellerinden tamamen hazır olarak zımnen veya açıkça alıyoruz. Somut ödevlerimizin tarifini, mevcut imkânlarımızın ölçüsünde, bu ideallerden hareketle inşa ediyoruz. Bizim görüşümüze göre, Kur'ân-ı Kerim'in ahlâkî mükellefiyetimizin aldığı aklî ve uzlaştırıcı tavır böyledir. Böylece o insanı, hakkı olan yere, tabiat ve saf ruh arasında, açıkça ona uygun şartların arasına yerleştirmektedir. Biri yükümlülük ahlâkı diğeri yaratma ahlâkı şeklinde ahlâkın iki türünü keşfettiğini sandığı zaman Bergson, bir tek ve aynı gerçeğin çözülmez iki unsurunu sadece sun'î olarak ayırmaktan başka birşey yapmıyordu. Gerçek ahlâklılık ne katıksız itaat ne de mutlak İcattır: o aynı zamanda hem biri hem de diğeridir. Bu ne bir kölenin turumu ne de mutlak bir efendininki değil fakat gerçekten hakkı olan seçim ve teşebbüs aracılığı ile âdeta kanun yapıcı otoriteye iştirak eden bir vatandaşın tutumudur.Aşırılığa kaçarak veya yanlışlıkla hata yapmaksızın kim oraya birşey ilâve edilebilir veya birşeyi oradan çıkarabilir?Şu ana kadar biz sadece kanun koyucu ve eylem insanı arasında, onlardan her birinin somut Ödevin tanımının bir bölümünü ona göre sağladıkları bir çeşit uzlaşma tesis ettik. Bu durumda tebanın kanun koyucu iktidara iştiraki temelinde iş bölümünün yattığı bir çeşit iş birliği şeklinde kendini sunmaktadır, tki işin birbirine karışmaksızm birbirini tamamladığı ve iki iş arkadaşının henüz birbirinin dışında kaldıkları ve ancak yarı yolda karşılaştıkları bir işbirliği. Gerçekte, daha çoğu ve daha iyisi mevcuttur. Şöyle ki bir yandan, kutsal kanuna bağlanmak suretiyle bizim vicdanımız, adetâ ebedî gerçeklerin yaratılışına iştirak ediyormuşcasma, kendini ona benzetir, onu savunur ve onu kendine mal eder. Öte yandan, yerleşmiş farklı kuralları terkip eder, onları bizim durumumuza ayarlarken biz bunu efendinin yokluğunda değil, fakat onun patronluğunda, gözetiminde ve kontrolünde yapmaktayız. Sanki o, en küçük ayrıntısına kadar kanun koyucu rolünü bizzat bizim içimizde hâlâ sürdürüyormuş gibi, biz daima ondan esinleniyoruz. O şekilde ki, burada denebilir ki kanunun âmili ve faili arasında, yalnızca iş birliği değil, fakat birleşme vardır. Âdeta iki iradenin eriyip katışması denilebilir.Dünyevî felsefeler arasında, bu kadar taban tabana zıt gerekler arasında, böylesine içten bir uzlaştırmayı gerçekleştiren hangisidir?Kanaatımıza göre, sadece dinî bir ahlâk bu işin üstesinden gelebilir ve Kur'ânî ahlâkın mükemmel bir suretle hakkıyla yaptığı şey işte budur. [184] et-Teğâbün 64/16. [185] el-Mâide 5/3. [186] el-Ahzab 33/5. [187] el-îsrâ 17/36. [188] Buharı" Kitâbü'1-Iman Bab 39. [189] a.e. Kitâbü'1-Buyû, Bab 3. [190] Krş. Ahmed, Müsned; aynı şekilde Bkz. Müslim Kitâbü'1-Birr, Bab 5. [191] Bk. Gazali, Mustasfâ, c.II, 230-1; Şatibî, Muvafakat, c.IV, s.89-105. |