Konu Başlığı: Ödevlerin Sınırlandırılması ve Kademelendirilmesi Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:51:03 C. Ödevlerin Sınırlandırılması ve Kademelendirilmesi Böylece Kur'ân-ı Kerim'de ahlâkî mükellefiyet çift yönlü olarak şartlandırılmış bulunmaktadır: Onun amaçladığı aksiyon aynı zamanda hem genel olarak (insanın iradesine tabi olan) beşer tabiatına açılabilir ve hem de hayatın somut gerçeğine yanaşabilir (uygulanabilir, zorbaca değil) olmak zorundadır.Hepsi bu kadar değil. Hattâ ahlâkî iyilik alanından çıkmaksızın, ödev kategorisinin içine girmesi için bir fiilin mümkün ve pratik olması da yetmemektedir. Burada biz, ustaca düzenlenmiş ve zengin bir şekilde nüanslara ayrılmış, bir olumlu ve olumsuz değerler ıskalası ile karşılaşacağız.ilk önce, uygulanması hiçbir karışıklığa meydan vermeyen temel ve açık ödevler bir yana bırakılırsa (örnek: yalan söylememek, emaneti iade etmek, aciMhtiyaç içerisinde bulunan başkasına yardım etmek...) yaratıcı ve yapıcı fazilet önünde, tüm mümkün ve uygulanabilir olanların sonsuz derecelerini ihtiva edecek kadar geniş bir faaliyet sahası kalmaktadır. Onları bitirmek mi gerekir? Ondan herhangi bir şeyi kesip ona el atmak yeterli midir? Başka bir deyişle, iyi ve ödev koekstansif iki kavram mıdırlar? Şiddetle mecburî olan fiilin üstünde, ahlâksızlığa düşmeksizin vazgeçilebilecek olan gittikçe daha çok değerli dereceler mevcut değil midir? Şayet biz, ferdî vicdanlara danışırsak, bütün insanlar aynı ahlâkî mecburiyete ve aynı enerjiye sahip olmadıklarından, cevapların çeşitilüiği bize oldukça zıt eğilimleri göstermektedir. Gayet enerjik ruhlar[148] ödevlerini, mümkün mükemmelliğin en yüksek derecesine yerleştirirler ve böylece iki kavramı öz-deşleştirirlerken tersine halk, az veya çok aşağıda kalmaya ve ödevi insanlığın ve toplumsallığın en aşağı derecesi şeklinde tanımlamaya hazırdır.Bu konuda ne derse desin, biz Kant'ı bu kelimeden bizim anladığımız geniş anlamda yükümlülük düşüncesi ile iyi düşüncesinin korelasyonunu destekleyen filozoflar arasında sınıflamakta tereddüt ediyoruz. Zira, Ödev kavramını her şeyin üstüne koymak için o, onun alanından insanın yüce varlıkla ve aşağı derecedeki varlıklarla olan bütün ilişkilerini hariçte bırakarak ve böylece fert ve toplumla sınırlayarak işe başlamıştır. Daha sonra, bu sınırlı alanda o, bazılarını mükemmel veya temel ötekileri gayrı mükemmel veya arızî diye adlandırdığı iki ödev kategorisi ayırtetmiş-tir[149]. Nihayet bu sonuncu kategoriye dahil ettiği ödevler açıkçası, kendi kendinin mükemmelle şmesi ve başkasının mutluluğunu konu alanlardır; katı Ödevler diye adlandırdığı, temelde yasaklayıcı ödevlerdir: insanı aşağılamamak, onu basit bir araç gibi kullanmamak. Kesinlikle zorunlu ve aynı zamanda bu hayatta imkânsız olarak beyan ettiği yegane mükemmellik, ödevini sadece ödev olduğu için yapmaktan ibaret bulunan ahlâkî niyetin mükemmelliğidir.Ancak, ödevi iyinin tüm alanlarına teşmil eden ve aynı zamanda her alana sıkı bir biçimde zorunlu olarak mümkün mükemmelliğin en yüksek derecesini tahsis edenlere, bu mükemmelliklerin tamamını her şahıs için bir Ödev şeklinde mi düşündükleri yoksa, herkese kemâliyet alanının seçimini mi bıraktıkları sorulabilir. Açıktır ki, ilk hipotezde, insanın gücünün oldukça üstünde olan birşey mecburî tutulmaktadır. Ancak, ikincisinde, insanı herhangi bir değer vasıtasıyla inhisar altına almak ve Ötekilerin zararına olarak onu oraya hasretmek, ahlâkî ihtiyacı gerçekten tatmin etmek midir?tnsan bir münasebetler sentezidir. Hayatî, şahsî, ailevî, içtimaî, beşerî, ilâhî olan, dayanışmalı ve sıkıca birbirine bağlı, bütün bir unsurlar sistemi; hepsi tekâmül ve ilerlemeye elverişli; ve insanın içerisinde yaratıldığı bu "hayranlık veren tenasüb"ü sarsmadan, şeklini bozmadan veya harab etmeden, onların hiçbirini ihmal etmek mümkün değildir. Ahlâk duygusu bu bütünün toptan atılımını gerektirir, bu da ancak onun bütün kısımlarını paralel olarak belli bir seviyeye kadar yükseltmekle mümkündür. Daha özel olarak onlardan birisi içerisinde uzmanlaşmadan önce insan ruhunun bütün değerlere iştirak etmesi gerekir. İslâmî ödev anlayışı böyledir[150].Değerlerin bu rekabetinden zorunlu olarak, hayatın her dalındaki ödevin, kendi öz mecburiyetlerini tatmin etmek ve faaliyetimizden meşru paylarını elde etmek için ötekilere yer bırakarak, bu aynı branş için mümkün ve uygulanabilir olan iyinin ancak belli bir alanını işgal etmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır. Orada, salim vicdanların, onun ötesinde, bir başka fazilete zarar vererek, her faziletin bizzat kendisi olmasının sona erdiği yukarı sınırını sezebildikleri bir kriteryum mevcuttur.Fakat, herkesin zekâsına ve şartlarına göre değişen bu üst sınır, ahlâkî iyinin alanını ancak kısmen ve olumsuz bir şekilde belirler. Oysa ki, bu engin alanda, herkes çeşitli kıymet dereceleri tanır. Falan veya filan dereceyi ihlâl bazen ağır kınamayı, bazan az veya çok hafif sistemi beraberinde sürükler; bazan o, vicdanın hiçbir tepkisine yol açmaz. Bu, iyi kavramı içerisinde iki farklı değerin bulunması gerektiğini zımnen tanımak değil midir: asgarî bir zorunlu ve daha değerli bir ilave? Vicdanlar o hususta değil, fakat bazan mecburî olanı mümkün en alt derece şeklinde düşünmek isteyerek aldanmaktadırlar. Genellikle insanların onda tatmin olmadıkları kriteryum. Namuslu adam daha titizdir. O, ona hiçbir sahih mikyas vermediği ortalama bir iyilik tipini bulanık bir şekilde tasarlar. Hakikaten, ödevlerimizin her biri için bu ortalamayı nasıl tanımlamak gerekir, insan zihnî tarafından hiçbir aklî ve objektif kriter sağlanamaz. Bu hususta ferdî vicdana inanıp güvenilebilir mi? Hiçbir uyum sağlamamaktadır. İtibarî bir sınır çizmek üzere müşavere ve müzakerede bulunulabilir mi? Bu, keyfiliğe başvurmak olacaktır. Oysa ki bizim bu tariflere gerçekten ihtiyacımız vardır. Kanunun evrenselliği temelden belli bir homojenliği gerektirir; aksi halde, hiçbir kural gerçekliliğini koruyamıyacak ve kanun sadece boş bir söz olacaktır. Hemcinslerimize karşı olan sıkı ödevimiz bazen aklî olarak tanımlanmaya çalışılmıştır, fakat yalnızca onun olumsuz veçhesi verilmiştir: onlara zarar vermemek. Şu halde insanların, bizim sadakamıza değil adaletimize hakları olacaktır. İşte kanun halinde yükseltilmiş egoizm! Allah karşısındaki ve bizzat kendimize karşı ödevlerimizin zorunlu asgarî haddi nasıl ölçülecektirBütün bu noktalarda, İslâm ahlâkı bize değerli bilgiler sağlamaktadır. Ne kısıtlama ne de sınırlamayı ihtiva etmeyen kesin ödev yani iman fiilinin dışında O, belirlenebilir her fiil içerisinde, ayırıcı ve yeterince açık işaretler verdiği iki iyi derecesi göstermektedir: onun altında ödevini ihmal etmeksizin inilemiyecek olan "asgari miktar" (quantum minima), ve azamiyi aşmaksızm daha üstte bulunan şey; başka bir deyişle; zorunlu iyi ve tavsiye olunan iyi. Onun şiddetle zorunlu şekilde gösterdiği şey şimdiden her bir değere özlü bir iştiraki temsil etmektedir[151]. Üstelik her alanda Kur'ân, daha büyük bir iştiraka yolu açmakta ve herkesi bu müşterek merhalede durmamaya ve daima daha değerli derecelere yükselmeye teşvik etmektedir[152]. Müesses hukukun üstüne o, "takva" faziletini yerleştirmekte ve bilhassa "iyilik severlik" fazileti üzerinde ısrar etmektedir[153]. Vadesinde ödeme güçlüğü içerisinde bulunduğu zaman borçluya süre tanımak bir ödevdir; fakat onun borcunu kesin olarak bağışlamak daha da övülmeye lâyık bir harekettir[154]. Bir haksızlığa karşı kendini savunmak bir haktır, fakat sabretmek ve bağışlamak "büyüklerin kârı olan en büyüklüktür"[155] Üzerine farz olan ödevini yerine getirmek gerçekten iyidir, fakat "Kim ki gönlünden iyilikte bulunursa, Allah karşılığım vericidir.[156].Kur'ânî ahlâkî iyi kavramı içerisinde az önce işaret edilen müsbet değerin derecelerine paralel olarak, Kur'ân-ı Kerim'in onun zıddına koyduğu menfî değerin derecelerini teşhis etmek kolaydır. Fakat, bu iki paralel sütunla birlikte değerlerin ıskalası henüz ana hatları ile bile tamamlanmış değildir. Bu, orada onları kesiksiz olarak kaladrr. Değer ve karşıt değer arasına Kur'ân, değer dışım katıyor, farz kılınan ile haram kılınan arasında mubah olan bulunmaktadır. Farz kılınan içerisinde o, ilkin ana vecibeyi sonra öteki mecburiyetleri ve nihayet gittikçe artacak şekilde değerli olan fiilleri ayırt ettiği ve yasaklanmış bulunan içerisine kebireyi, sonra diğer büyük veya küçük günahları sıraladığı gibi, aynı şekilde mubah fiiller içerisinde o iki derece yani caiz ve mesmuh (hoşgö-rülmüş) derecelerini tesis etmektedir.En titiz ve en ince zekânın, değerlerin bu hiyerarşisine ilave edecek birşey bulup bulamıyacağmı kendi kendimize sormak hakkımızdır. Yazar tarafından katıksız müslüman olarak tanınan bu hiyerarşi tesis etmiş bulunan İslâmî zihniyeti götermek için L.Gauthier'in ihdas ettiği "ayrılıkçı zihniyet" şeklinde adlandırmayı haklı çıkarmaya elverişli herhangi bir boşluğu orada bulmak için biz boşuna uğraştık[157]"Zıtların yan yana konulması, diyor O, Arap dünyasının ve özellikle Müslüman Arap Dünyasının her şeyinin: din, tarih, v.s.nin, özetlenmek üzere orada toplandığı formül işte böyledir[158].İstitrad olarak bu noktaya işaret ettikten sonra, Kur'ânî cevaz ve ruhsatlarla ilgili olarak, bu derecelenmenin gerçek anlamı hakkında birşey söylemek için, az önce terk ettiğimiz noktada açıklamaya dönelim. Asıl manası ile ruhsatlarını sadece ahlâkî bakımdan tamamen ilgisiz fiilleri konu edineceği pek tabiîdir[159].Cevazlara gelince, ilkin ondan, törelerin herhangi bir gevşemesi ya da herkesin ihtirasları ve geçici hevesleri için bir taviz oluşturma düşüncesini bertaraf etmek gerekir.Gayet açıktır ki bu, tarif itibarıyla davranışın kuralı olan, bizzat ahlâkın inkârı olacaktır. Gerçekten de bu bir kurala boyun eğmek, oraya sıkı sıkıya tutunmak ve ondan saptırıcı tahrikle kapılmamak değilse nedir? Fakat işte temel düşünce şudur. Şayet O, Kur'ân-ı Kerim'in onun önünde eğilmez bir şekilde durduğu ve bizi her ne pahasına olursa olsun onu yenmeğe teşvik ettiği bir güçlük çeşidi ise, açıkçası bu bizim eğilimlerimize mukavemeti içeren türdür. Allah'a itaat ile kontrolsuz isteklere boyun eğme arasında seçim yapmak gerekir.Nefsin arzularına uyma (uyarsan) onlar seni Allah yolundan saptırırlar[160]"Nefsinizin hevasına uyarak adaletten uzaklaşmalın"[161]Kendi heva ve hevesine uyan kimseden daha zalim kim olabilir?[162].Şu halde Kur'ânî toleranslarda, heveslerimizin Önünde eğilmek söz konusu değildir. Orada sadece, bizim faaliyetimizin uygulandığı somut gerçeği kayıtsız şartsız olarak hesaba katmak söz konusudur. Yoksa bu yolda, gayretimizi silip atmaya ve ödevimizden yan çizmeye kadar uzanmak demek değildir. Genellikle, gördüğümüz gibi, kural duruma bizatihi bağımlı kılınmış olmamakta, fakat zaman ve mekânla ilgili belirlemeleri içerisinde o, öyle olmaktadır; nicelik, süre, şekil, tarih, v.s... Eğer ahlâk kanununun tatbik ve icra edilemez olması istenmiyorsa, gerçekten de onu, tamamen haricî bir zaman, yer ve şartlar kadrosu içerisine hapsetmemek icap eder; şu veya bu şekilde, onun uygulanma imkânına kavuşması gerekir. Ve bu uygulamanın müessiriyetinin, irademizden bağımsız olan gerçeğe belli bir uyum esnekliği gerektirmesinden daha tabiî ve doğru birşey yoktur. Nihayet, bu gerçeğin aşılmaz engeli önünde yükümlülük zorunluluğa boyun eğdiği zaman (askerlik ödevini yerine getirmeyen malûl insan veya temiz olmayan yiyeceklerden sakına-mayan, tamamen mahrum ve aç insan gibi), orada temelde, onun kadar veya ondan daha çok önemli olan başkalarının zararına olarak bir tek uygulamanın içerisinde tükenişten kaçınmak söz konusudur. Şu halde, bu yasamanın yumuşaklığının maksadı, gayreti azaltmak değil fakat aklîleştirmek olmaktadır.Daha ileride biz[163] Kur'ân-ı Kerim'in bu iki kavramın sentezini nasıl gerçekleştirdiğini göreceğiz. Şimdilik bizzat yükümlülük kavramı ile ilgili sorunlar karşısında Kur'ân'm pozisyonunu ortaya koymakla yetinelim. [148] Meselâ Gazali, Bk. İhya, c. 4, s.10. Aynı şekilde Ebu'l-Maalî'ye de bak. [149] . Kant, Crit, de la R. Prat. s. 168-9. [150] Krş. Buharı, Kitâbü'I-Edeb, Bab 84-£ [151] Meselâ, iştahlarınıza empoze olunan bir aylık mahrumiyet; fakirlere ayrılmış bulunan, ürünümüzün onda biri ve paranızın kırkta biri, günde beş vakit namaz, v.s. [152] Meselâ, el-Bakara 2/184, 219; el-Furkân 25/64. [153] el-Bakara 2/237. [154] birbirine bağlayan orta terim vasıtasıyla iki zıddın birbirlerine yaklaştırılmış bulundukları üçlü bir ıs- el-Bakara 2/280 [155] eş-Şûrâ 42/41-43. [156] el-Bakara 2/158. [157] Gauthİer, întrod. a i'Etude de !a Philos. Musulmam, s.125. [158] Aynı eser, s.37. [159] Meselâ: İkisi de helal yoldan kazanılmış ve aynı ölçüde sağlığa yararlı ve temiz olmak üzere faîan veya filan yemeği yemek. [160] Sâd 38/26. [161] en-Nisâ 4/135. [162] el-Kasas 28/50. [163] Bk. böl. V, alt-bölüm III. |