Konu Başlığı: Kant Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:45:58 Kant Dünyevî hayatın mecburiyetlerine boyun eğdirmek suretiyle ahlâkı fazlasıyla yumuşatmış bulunan bazı doktrinlere karşı tepki göstermek için, Alman filozofunun ahlâklılıkla duyarlılık arasında bir sınır çizgisi çizmekle yetinmediği bilinmektedir. O daha da ileriye, çok ileriye gitmiştir. O'na göre, ödev kavramı, sadece her çeşit hissî tecrübeden, uygulanabileceği her çeşit somut gerçekten tecrid edilmiş olunmamakta, fakat kendine has özelliğinden ancak formel karekterini tüm iradeler için geçerli evrensel bir kanun olmak özelliğini muhafaza etmek üzere falan ya da filan kuralın inşa edici maddesinden de temizlenmiş bulunmaktadır. Ödevin şu tarifini o, buradan çıkarmaktadır: düsturu saçmalık olmaksızın evrenselieştirilebilen bir eylem. Ve son derece mücerred olan bu kuraldan hareketle Kant, Bentham'm dediği gibi bir ahlâkî "deontoloji" yani sadece evrenselleştirilebilir olup olmamasına bakarak her pratik kavramın ahlâkî mi yoksa ahlâk dışı mı olduğunu özel surette belirleyen somut bir ödevler bilimi ortaya koyduğunu sanmıştır.Bu tür bir teşebbüs, hakikaten gerçekleştirilebilir mi? Bizzat bu yapının temeli, onu ayakta tutmak için, yeterli ölçüde sağlam mıdır?İşte, bizi meşgul eden görüş noktasından, Kant düşüncesinin şeması. Genel hatları ile onun üç zamanda oluştuğu söylenebilir: a) Temel bir olayın tesisi, b) En genel prensibe kadar çıkmaya izin veren analiz, c) Beşerî ahlâkın temel kaidelerini koymak için yeniden inmek. a) Kant doktirinin temel noktası, dolaysız vicdan tarafından sağlanan şu müşahhas olaydan, yani fiilleri hoşa giden veya gitmeyen neticelerine göre değil, fakat herkese uygulanabilen ve bütün neticelerden bağımsız olan genel bir kaide gereğince değerlendirdiğimiz ahlâkî hükümlerimizden ibarefe. Bu olay tartışma götürmez. Zevki arayış ve acıdan kaçışı, ahlâkî takdir prensibine göre tesis etmek şöyle dursun, bize mal oldukları ölçüde faziletli eylemleri kabul ve tasdik etmekteyiz. Her çeşit baştan çıkarmalara dayanabilen ve bütün engelleri aşabilen mizaçların gücüne, en yüksek derecede hayranlık duymaktayız. Kendimize kendi öz davranışımızı sübjektif durumlarımıza tabi kılmak hakkını atfetmek bir yana, biz onu başkalarını mecburi ettiğimiz şeyle ölçmek gerektiğini kabul ediyoruz. "İnsanların size yapmasını istediğiniz her şeyle aynıyla onlara yapınız". Mukaddes kitaplar bize böyle tavsiye ediyorlar[164] Kur'ân-ı Ke-rim'de "Kendinizin gözlerinizi yummadıkça kabul edemiyeceğiniz adî şeyleri, başkalarına vermeye kalkışmayın"[165] diye vurgulanmaktadır. İslâm peygamberi, bu eşitlikçi sevgiyi imanın bile şartı kılmaya kadar gitmiştir. O, "Hiçbiriniz, kendisi için sevmediğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş sayılmaz"[166] diye buyurmaktadır. Bütün şekilleri altmda egoizmin bu genel tatbikinden, müşterek vicdan, daha önce ödevin karşılıklı olma ve evrenselliği prensibini çıkarmıştır.Şu halde Kant, başlangıçta sadece bu kanunu tesbit ve kaydetmiş, onu vicdanın bir olayı olarak müşahede etmiştir. Her ne kadar O, bu eski vecizelerin kâmil ahlâkî kanunu sağlamaktaki yetersizliğini gösterdiyse de[167]bununla birlikte biz onun onlar tarafından ilham olunan düşünceden hareketle bütün sistemini kurduğunu görüyoruz. Gerçekten de o, sırf pratik aklın kanunlarına tabi hükmün temel kaidesini koymak için "en olağan sağduyuya" başvurmuştur. Kuralı şöyle formüle etmektedir: "Bizzat kendin iştirak edeceğin, tabiatın bir kanununa göre vukubulmak zorunda olduğunu düşünerek tasarladığın fiili kendi kendine sor, sen ona yine de iraden için mümkün olarak bakabilirsin". Meselâ diye devam ediyor o, "herkes, gayet iyi bilmektedir ki eğer o, kendi kendinin gizlice aldanmasına izin verirse bu, herkesin aynı şekilde yapması için bir sebep teşkil etmez; şayet o başkalarının sefaletine tam bir ilgisizlikle bakarsa, buradan onun için herkesin aynı eğilimde olduğu sonucu çıkmaz"[168] b) Fakat, tecrübeler içerisinde modeli bulunmayan, ideal bir eylemin bu amansız zarureti nereden gelmektedir? Bu —pratik formalizmin kurucusu açıklıyor— ahlâkî kanunun bizi tecrübî kanununkinden tamamen başka bir alan içerisine ideal bir tarzda götürmesidir. O, bizi orada irâdenin bağımsızlığının sadece hissî tabiatın kanunu karşısındaki bir bağımsızlık değil —ki bu hürriyetin yalnızca olumsuz bir görünümüdür— aynı zamanda bizzat kendi kendisinin kanununu koyduğu olgusundan ibaret olduğu katıksız akılla idrak edilebilen bir âleme iştirak ettirir. Bu kanun, saf bir aklın kanunu olmaktadır, yani, o her çeşit tecrübî şarttan, her sevgiden ve her muameleden sıyrılmış değil, aynı zamanda iradeyi apriori (tecrübe öncesi) belirlemeye muktedir de olmak zorundadır; zira saf akıl, pratik kullanımında olduğu gibi teorik kullanımında da "apriori prensiplerine göre hüküm veren bir ve aynı akıl"[169] şeklinde yaratılmıştır. Oysa ki, iradeyi apriori olarak belirlemeye muktedir olan evrensel bir yasamanın ancak saf Şekli mevcuttur. Bundan dolayı her davranış kuralı, ahlaken imkânsız olma tehdidi altında bu şekle kendini uydurmak zorundadır.Böylece, sadece tabiatın bir kanunununkine benzer ve onun üzerinde alelade bir hükmün saf akim tipik bir şekli gibi kendini yönetmesi gereken evrensellik değil, fakat sonlu ve sonsuz tüm aklî varlıklara uygulanabilir olan ve temelini saf aklının apodiktik yani zorunlu ve apriori bir yargısında bulan mutlak evrensellik (mevcuttur). Pratik saf akim bu temel kanununu Kant şöyle anlatmaktadır: "İradenin düsturu aynı zamanda evrensel bir yasamanın prensibi olarak kıymet taşıyacak şekilde hareket et"[170]Orada da yine, Kant'ın aşmak istediği alelade aklın işleyişi teşhis olunmaktadır. c) îdrak olunabilecek en genel formülle birlikte, böylece bir kere soyutlamanın tepesine eri sildiğinde, bu genel kanunun insan tabiatına uygulanışlarını bulmak için, aradan inilmesi gereken meyle işaret etmekten kendimizi muaf tutabiliriz.Şimdi doğruluğunu incelemek üzere, üç devresi içerisinde bu gidişi yeniden ele alalım. a) Önce, evrensellik ve ahlâklılık arasında zorunlu bir bağın gerçekten bulunup bulunmadığını kendi kendimize soralım. Bir davranış kuralı için evrensel kanuna dönüşmek imkânını, ona ahlâkî özellik atfetmede zorunlu ve yeterli şartı meydana getirdiği doğru mudur? Aynı şekilde "eğer davranış kuralı umumiyetle tabiî bir kanunun şeklinin denemesini desteklemiyorsa, onun ahlâkî bakımdan imkânsız olduğu" doğru mudur?[171] Yazarımıza inanmak gerekirse, bu çift yönlü kriter içerisinde "genel olarak bizim eylemimizin değerlendirilmesine izin veren kural[172]"tamamen yamlmaz olmak üzere, en çabuk şekilde[173] bilgi edinme aracı mevcuttur. Keza o, "elde bu pusula oldukça, arız olan bütün durumlarda, kötüyü ve iyiyi, ödeve uygun olanı ve aykırı olanı ayırdetmek için gerekli tam yetkiye sahibiz" demektedir[174].Bu kriteryumun ilk bölümünün hangi ölçüde, aynı kavram altında, ödevden itibaren, ilgisiz ve şüpheli fiillerden geçerek, ona tamamen zıd olana kadar, son derecede çeşitli değerleri gruplandırdığmı görmek için, gayet keskin zekâlı olmak gerekmemektedir. Gerçekten de, eğer insanın onların kendi bakımından karşılığını kabul etmeyeceği davranış biçimleri bir yana konulursa, geri kalan hepsi onun gözünde, düsturları evrensel bir kanuri şekline dönüştürülebilecek olan, kusursuz bir davranışı meydana getirmek zorundadır. Namuslu insanın günlük hayatının bir bölümünde bizzat kendisi için edindiği şu genel kuraldan başlıyalım: masum, yani tatminine açıkça izin verilmiş olan eğilimlerini izlemekten. Böylece ahlâkî bakımdan iyi fiil ve çıkarsız fiil, yalnızca bu "mümkün evrensel yasama" kavramı içerisinde birbirinden ayırt edilmez hale sokulma-makta, fakat ödev basit caiz derecesine düşürülmektedir; zira, bu yasama evrenselleştirilmek zorundadır demek başka şeydir, o öyle olabilir demek başka şeydir. Oysa ki, zorunlu eylem ve yanlızca yasaklanmamış olan eylemin onun vasıtası ile ayırdedildikleri bu farklılığı onun takip ettiği "halk" formülü gibi Kant formülü de temin etmekten tamamen acizdir. Öte yandan Kant'ın konusu bir ödev olan davranış kuralları içerisinde hangi itina ile iki kategori ayırdettiği bilinmektedir (meselâ: başkasına iyilik etmek): ödeve uygunluğu tam olarak emreden kategori (hangi nedenle olursa olsun: iyiliksever, kendini beğenmiş veya menfaatperest mizaç...) ve aynı zamanda ödev düşüncesi tarafından belirlenmeyi gerektiren kategori. Halbuki aşikârdır ki, "mümkün" ve hatta "zorunlu" evrensellik kriteri, bu son derece önemli nüansı hiçbir şekilde hesaba katmamaktadır. Bir ikinci karışıklık oradan kaynaklanmaktadır: ahlâklılık ve meşruluhık arasında. Fakat en üzücü karışıklık, sözde "mihenk taşının" müşterek vicdan tarafından değilse bile hiç olmazsa bizzat Kantçı hikmet tarafından en çok takbih edilenlerden de asla, gönüllü olarak evrenselliğe götüreceği her eylemi ahlâkî iyi diye adlandırma hakkını bahşetmek suretiyle ferdî vicdan içerisine sokabileceği karışıklıktır. Gerçekten de, ahlâkî kanuna az veya çok ağır bir şekilde aykırı davrananların duygusuna danışalım, (tedavisi hususunda hastasını aldatan doktor, bir hayatı kurtarmak için zarurete binaen iyi niyetle yalan söyleyen insan sever, bir şerefsizliğe katlanmaktansa intihar etmeyi tercih eden duygulu insan...): davranışlarının kurallarına kendileri ile aynı şartlar içerisinde bulunan bütün insanlara uygulanması gereken evrensel bir kanun değeri vermiyorlar mı? Ve şu da ne? En kaba sefihliğe kendini veren hayasız insan, herkesin kendi örneğini izlemesinde herhangi bir mahzur bulmakta mıdır? Bazıları çıplaklığı ve onun ahlâk dışı bütün sonuçlarını evrensel kanun halinde yükseltmek istemiyorlar mı?Fakat tersine olarak, kendi kendini nakzetmeksizin veya insan tabiatını tehlikeye almaksızın ve bu arada ahlâksızlık şeklinde itham edemiyeceğimiz, evrenselliğe yükseltilmeyecek olan davranış kuralları mevcuttur. Başka hiç kimsenin yerine getirmeyeceği, ahlâkî bir mükemmellik derecesine erişmeyi kendine düstur edinmiş bir insan farzedelim. Madem ki artık üstünlük olmayacaktır, sadece genelleştirme değil, bu tür bir düşüncenin en küçük bir genişletilmesi onu tamamen yıkacaktır. Bu kuralı ahlâkî bakımdan kötü olarak vasıflandırmak için o bir sebep midir? îşte bir başka örnek: bekârlık. Bir tek insan neslinin evlenmemek mecburuyetini kendine empoze ermesine müsaade edelim, bu neslin hayatta olan son kişisi kaçınılmaz şekilde insanlığın sonuna işaret edecektir. Hıristiyanlıkta bu denli övülen bekârlık düsturu caniyane olarak adlandırılabilir mi? Bizzat Kant, o hususta ne düşünmüştür?Çift yönlü olumlu ve olumsuz görünümü altında, böylece evrensel olanın ve ahlâkî olanın paralelizmi bozulmaktadır. Hiç şüphe yoktur ki, ödev ve evrensel arasında belli bir ilişki, anlamı ve şumûlü üzerinde az sonra açıklama yapmak zorunda olduğumuz tek yanlı bir ilişki mevcuttur. b) Ancak Kant, somut, tecrübî ve mümkün bir olay alarak ödevlerimizin evrenselliği müşahedesiyle iktifa etmemektedir. O insan aklını evrenselin bir hassası kılan bir yarı soyutlama ile de yetinmiyor. Bizatihi pratik aklı bizzat özünde yakalamak için o, daha da yukarıya çıkmakta ve bize, "bazı eylemler için belirlenmiş"[175] falan veya filan kuralın değil fakat genel olarak evrensel bir yasamanın sarsılmaz gereği olarak bu saf aklın temel kanununu sunmaktadır. O bize, eğer ödev "hayali bir kavram" değilse ahlâkî kanunun genel olarak bu şekil altında, şu en mücerred evrensellik içerisinde ve hiçbir şekilde başka özelliklerde olmamak üzere varlığını sürdürmesi gerekir diye tasdik ediyor. Kant bize, felsefî bir soyut-laştırma ihtiyacından veya Aristo'nun mantıkî formalizmini bir taklitten değil, fakat en yüksek önemi haiz ahlâkî düşünceler ve bizzat ahlâklılığın mantığı nedeniyle kendisinin formalizmine götürüldüğünü ifade etmektedir. Zira, diyor ki o, eğer eylemin ahlâkî değeri ne kendisinden beklenen sonuçlarda ne de onun eğilimlerimizle uyumunda değil, fakat kanunla olan ilişkisinde yatıyorsa; öte yandan eğer bu kanun aklın, hissetme duygusunun karşısında muhtar ve müstakil olan bu hassanın apriori bir olgusu ise, aynı zamanda hem iyiyi faydalı sonuçlardan ibaret kılan ampirizmi hem de meteal içerisinde yolunu şaşıran mistisizmi ekarte etmek ve tek ahlâkî kanunlarla uyuşmuş rasyonalizmle iktifa etmek gerekir[176]. Buraya kadar biz hem fikir olabiliriz. Oysa ki o, madem ki ben bütün itici güçlerin ve tüm sonuçların iradesine malik oldum, artık sadece ona yegane prensip olarak hizmet etmesi gereken, genel hatlarıyla kanuna evrensel uygunluk kalmaktadır, diye ilave etmektedir[177]. Başka bir deyişle, iradenin konusu olan madde belirleyici bir prensip ise, irade tecrübî bir şarta tabi kılınmış olacaktır; "halbuki, her çeşit madde soyutlama suretiyle kaldırıldığında, geriye sadece şekil kalmaktadır.[178]. Kanaatı-mızca, bu akıl yürütmenin onlar aracılığı ile öncüller ve sonuç arasında bir boşluk bıraktığı müphemlik ve kesinliğin bulunmaması işte orada yatmaktadır. Zira, duyarlılığın itici güçleri ve pragmatik hesaplar bertaraf edildiğinde, saf şekle erişmek için mümkün bütün hal tarzları tüketilmiş olmaz. Gerçekten de, çürütülmüş madde ve ittihaz olunmuş şekil arasında bir vasat görülmemekte midir? Ne herkes için değişen, tecrübeye tabi, "arzu konusu" madde, ne de tamamen boş ve muhtevasız şekil değil, fakat apriori olarak bilinen ve aslî değerinin temsili suretiyle bütün irâdelere kendini empoze eden, idrakin konusu olan, düşünebilir kavram. Böylece, formalizmin içerisinde kaybolmaktan kendini tam anlamıyla koruyarak, ampirizmin kötülüklerinden sakınmış olunmayacak mıdır?Bir tür mantıkî ihtiyaç vasıtasıyla, ahlâkî kanunlar şeklinde addettirmek maksadıyla davranış kurallarımıza zorunlu olarak evrensel bir şekil empoze ettiğimiz doğrudur. Bir eylemin, aynı şartlar içerisinde bulunan bazıları için zorunlu olmasını ötekiler için de olmamasını kabul etmiyoruz. Bu aklı isyan ettiriyor. Fakat, madde ile şeklin bir irtibatı ancak bir taraftandır: Her ödev evrenseldir, fakat tersi gerçek değildir. Bu demektir ki, bu ilişkiyi tesis etmek için ahlâkî hüküm, dahilî mantığı vasıtasıyla yayılmak eğiliminde olan aynî bir değerin aynı zamanda bütün fertlere empoze edilebilen ve açılabilen, tamamen özel bir karakteri haiz değer eylemin içerisinde farkederek işe başlar. Bu çift yönlü şartı doldurmayan bir hareket tarzı bir ahlâk kanunu olamaz. O, bir ödev olmanın dışında, ne ise odur. Fakat o zorunlu olarak bir suç değildir; çünkü o gerçekten de ihtiyarî bir fiil (örnek: bekârlık) veya en yüksek bir şekilde değerli fiil (üstün insanın yüce kahramanlığı) olabilir. En yüksek ahlâkî değer olan ilâhî fazilet, öyle olmakla bütün aklî varlıklar için evrensel bir kanun değildir.Eğer böyle ise, —demek istiyorum ki, şayet bütün değerlerin evrensel bir kanunun şeklini doldurmadaki bu istidatları mevcut değilse ve onların arasından bizzat tabiatı bu evrenselliği talep edeni seçmek gerekiyorsa— en haklı nedenle herhangi bir davranış kuralı için bu somut şekli kabul etmenin yegane mantıkî imkânı bize ahlâkî iyinin ölçüsünü sağlamaktan uzaktır. Bir kanunun evrenselliğini düşünmek onun meşruluğunu . mülâhazayı pek muaf tutmaz. Halbuki biz iddia ediyoruz ki, bir davranış kuralının meşruluğunu takdir etmek için onun muhtevası ve manasını tecrit ederek, genel olarak ondaki saf kanun düşüncesini mütalaa etmekle yetinilseydi, bizim için tek başına ahlâka filan başkasını değil de falan uygulamayı, fazileti olduğu gibi kusuru da koymak imkânsız hale gelecekti. Kant kabul etmektedir ki, bir iyi ve bir kötü kullanıma tabi tutulamayacak olan birşey, mutlak surette iyi değildir. Gerçekten formalizmle ilgili bir keyfiyet değil midir? Evrensel şekil yalnızca, arada bir ayrım gözetmeksizin bir pastanın veya bir tuğlanın döküldüğü bir kalıptır.Kant doktrininin büyük paradoksu, sadece türemiş bir özellikten başka birşey olmayanı, başlıca özellik saymaktan ileri gelmektedir. Hakikaten, Kant için, iyiyi tesis eden formel kanundur, yoksa ona temel vazifesini gören if i değil. Kur'ân'mkine zıd olan bu tutum —biz onu görmüş bulunuyoruz— Kant'ın düşüncesinde bizim az önce beyan ettiğimiz aynı fa-sid kıyas tarafından belirlenmiş bulunmaktadır. "Eğer iyi kavramı diyor o bize, önceki bir kanundan türemiş değil, fakat ona temel vazifesi görüyorsa, artık o sadece arzu edilir birşeyin kavramı olabilir[179]. Tersine biz sanıyoruz ki, bir kanun evrensel olduğu için ahlâkî olarak hükmolunmamıştır. Çünkü ilkin o doğru olarak vaz olunduğu için genelleştirmek zorundadır. Şayet insanlığın mes'ut gelişimi, hatta mevcudiyeti tehlikede olmasa, niçin biz evrensel bir barış arıyoruz? Tersine, en zayıfların hayatta en yeteneklilere yer bırakmak üzere ortadan kaybolmak zorunda olmalarının yerleşmiş olduğunu farz edelim: bizim düsturumuz aynı anda değişecek ve evrensel kavga, ahlâkçının bize vermek zorunda olduğu yegâne öğüt olacaktır. Evrensellik başlangıçta şumûlü bir cevherin şekli altında verilmiş olanı genişleyici terimlerle ifade etmekten başka birşey yapmamaktadır. Mantıkî düzen içerisinde olduğu gibi ahlâkî düzen içerisinde de evrenselliğin var oluş sebebi zarurettir ve sonuç olarak kanun koyucunun düşüncesinde, ona tekaddüm etmesi gerekir; oysa ki ahlâkî zorunluluk, haricî bir şekilden değil de dahilî bir değerden sadır olmaktadır.Faziletin ve kanun ilişkisinin bu dönüşlü idraki, Allah'ın falan şeyi aslen doğru olduğu için emretmediği fakat, sadece O emretmiş olduğu için emrettiği şeyin doğru olduğu şeklindeki teolojik volontarizmi, yalnızca metafizik bir alana aktarıp yerleştirmektedir. Sadece bir ıstılah değişikliği mevcuttur. İlâhiyatçıların Allah'ın yüce emri dedikleri yerde Kant, saf aklın kategorik buyruğu demektedir. Bununla birlikte, şu farkla ki, bu kanaati destekleyen ilâhiyatçılar, haksız emirlere karşı, ilâhî mükemmeliyet içerisinde fiilî bir garantiye sahiptirler. İlâhî akılla özdeşleştirmedik-çe, bu saf akıl soyut kavramı ile hangi garantiye sahip bulunuyoruz?Bizim düşüncemiz üzerinde yanılmmasm. Kant formalizmi içerisinde birçok veçheleri ayır d ediyoruz; madem ki saf aklın kanunu ona birçok kullanımlarda hizmet etmektedir: aynı zamanda o, eylemi ve onun konularını (iyi ve kötü) belirleyen objektif bir prensip ve itaat edilecek iradeyi belirleyen sübjektif bir prensip (bir değişkenidir[180]. Halbuki, bu son nokta üzerine biz hiçbir meşakkat çıkarmıyoruz. Tamamen tersine, kanunun saf şekli, ahlâkî vicdan üzerinde etkide bulunmaya büsbütün kadirdir. Amaçladığı ahlâkî iyiye aldırmaksızın, bir ödev olduğu için ödevini yerine getirmek, mutlak surette halis iradenin tanımı böyledir. Kur'ânî ahlâkın idealinin orada olduğunu göstereceğiz[181]. Kendisine itimad beslenen doktoruna reçetelerinin sebebi sorulmaz. Burada tartışmak, kuşkulanmaktır. Hareket etmek değil fakat hüküm vermek, değerlendirmek, emretmek söz konusu olduğu zaman da aynı mıdır? Genel olarak bir kanun, dış şekli iyi ve kötü üzerinde bir yasama prensibi rolü oynayabilir mi? En mükemmel tavır ve hareket tarzlarımız hususunda müsbet şekilde bilgi edinmemiz için sadece bir tek evrensel yükümlülük düşüncesinin bizim için yeterli olduğunu söylemek, işte bizi aşıyor. Eğer, adaletin ideali ile bu kanunun mükemmel ahengini önceden farz etmemişse, bir kanuna itaati emreden sebeb keyfî ve gaddarca olacak, o, bizzat kendisi olmayacaktır. Şu halde Kant, ahlâkî vicdanın birbirinden gayet farklı olan iki safhasını karıştırmış ve onları aynı tarzda ele almıştır. 1. Orada henüz kanunu tesis etmenin bahis konusu olduğu an. 2. Daha önce tesis olunmuş bir kanunu icra etmenin söz konusu olduğu an. Kısacası, mükellefiyet ve niyet, ahlâk ve ahlâklılıktır. c) Evrensel ödev! Kabul edelim. Fakat yine de birçok evrensellik dereceleri ayırdetmek gerekir. Ne kadar şümüllenme mevcutsa o kadar kavram vardır. Babalık, analık, eşlik, evlatlık Ödevi; başkanlık, arkadaşlık, yurttaşlık, insanlık ödevi; davranmak zorunda olmak, düşünmek zorunda olmak, sevmek zorunda olmak. Herbirine ait engelleri düşürecek ve onlardan bazılarını ötekilerin üzerine binecek şekilde, bütün bu kişiler ve kanılar hususunda bütün bu terimlere aynı şumûlü meşru olarak atfetmek mümkün müdür? Bir başkana üstlerine astları gibi davranmasını, bir kocaya dünyanın bütün kadınlarına kendisininki gibi muamelesini ve karşılık olarak ötekilere de onlara öyle davranmalarını söylemek yetkimiz bulunmakta mıdır? Sınırların ötesinde her ödev bir ödev olmaktan çıkar ve hatta bir suça dönüşebilir. Şu halde daima şumûlü ancak yapıcı unsurlarının tabiatının ve uygunlaştırılmış bütün bir şartlar birliğinin fonksiyonuna göre tanımlanabilen izafî bir evrensel söz konusudur. Ödevleri bölümlemek ve onları tanımlamak, işte öz anlamı ile ahlâkçının başhca işi böyledir. Onu nasıl başarmalıdır? Hiçbir yabancı iktibas olmadan, mutlaktan hareketle izafîye erişilebilir mi? Bir resmin şekli ile, sanatkârın oraya koyduğu renkler ve bütün ayrıntılar nasıl belirlenebilir? Saf bir gramerci bu sıfatla, konuşmanın temel düşüncesini ve üslup inceliklerini hacıyla nasıl açıklayabilir? Ahlâkı bir matematik ve hatta mateme tikten de fazla birşey yapmak, ne büyük paradoks!-Gerçekten de, bütün geometrik terimleri bir tek prensipten çıkarmak imkânsızdır. Davranış biliminde, bu hususta nasıl daha iyi başarı gösterilebilir?O halde, bu şartlar altında imkânsız olan kesin bir istidlalin yokluğu karşısında, Kant'ta biz daha ziyade, şekil ve madde arasında az çok kurnaz bir yaklaştırmaya şahit oluyoruz. Bir yandan, dinî ve metafizik bağlarından kopardıktan sonra müşterek ahlâkın aynı kaidelerini ve diğer yandan, filozofun tercih ettiği faziletli hayat türü üzerine bazı şahsî görüşleri, kanıtlamak amacında olan bir çeşit adaptasyon. Samimi vicdanlar, ahlâkî ideali görmede Kantcı tarzda iltihak edebilirler, biz onu tartışmıyoruz. Fakat ilk prensibi ile ilişkileri içerisinde, onun türemiş formüllerinden bazılarını inclediğimizde, onlar bize kendilerini ya zorunlu irtibat olmaksızın ya da onunla kötü bir ahenk içerisinde sunmaktadır.Zorunlu irtibat olmaksızın, işte beşerî şahsiyete bizatihi bir amaç şeklinde bakarak, bizzat kendimizde olduğu gibi başkasının şahsında da insanlığa saygıyı emreden formül böyledir. Gerçekten, bağımsız ve mutlak hakim olan saf akim niçin, başka bir şeye değil de bizzat kendisine saygı duymak ihtiyacını hissettiği sorulabilir. Daha derinlemesine olarak aklî olmaktan çok hissî olan, madde ve ruhtan müteşekkil bu karışık tabiatı, sadece kısmen öyle olduğu halde, bir amaç olarak mülahaza etmek akla uygun mudur? Bu işaret, Kant'in zihninden tamamen kaçmış gibi görünmüyor. Ve işte muhtemelen bu nedenle o, insan şahsına münhasıran değil fakat "aynı zamanda" amaç olarak davranılmasını istemek suretiyle, formülünü sınırlamıştır. Maalesef, bu istidlal sertliği bu saygıdan sonuçlanan pratik ödevin tarifine erişildiği andan itibaren gevşemekte gecikmedi, însan tabiatının bu ikiliğinin mantığını, sadece şahıs ve fert arasında, müştereken sahip bulunan şeyle, tek basma her insana bizzat ait olan şey arasında değil, fakat aynı zamanda hem akim hakları ve hem de bedenin ihtiyaçları arasında bir ayırım tesis etmesi gerekirdi. Oysa ki Kant, herkesle birlikte insanların emniyete olan hakkını ve onların bedenleri ve mallarına hiçbir şekilde kasdetmemek ödevini muhafaza etmektedir; O, köleliği ve bütün şekilleri altında tahakkümü yasaklamaktadır. Şu halde, prensipte içerilmek üzere, ziyadesiyle geniş alelade şeyler söylemeye erişmek için, bu kadar ince eleyip sık dokumak zahmete değmezdi. Burada, öncüllerden ziyade hükümde fazladan birşey görülmemekte midir? Eğer saygı, insanda hissî olan unsura kadar uzanabiliyorsa ve öyle olmak zorunda ise, neden o başka bakımlardan ona reddolunsun? Niçin ehlileştirmek ve vicdanı sızlamadan öldürmek suretiyle hayvanlara eşya gibi davranmaya izin verilmiştir? Bazan genişletmek bazan da daraltmak üzere, hükümlerine bu gayrı muntazam gidişi nakşetmek için, kanun koyucunun düşüncesi içerisinde şüphesiz, saf mantığa yabancı olan tjaşka düşüncelerin sokulması gerekmiştir.Her kim olursa olsun haklarımıza el uzatmaya müsadeyi bize yasakladığı durumda olduğu gibi, prensiple kötü uyum içerisindedir. Ya kelimeler manalarını kaybettiler veya bir hak bu haliyle, ona malik olan karşısında değil fakat başkası karşısında bir ödevi oluşturmamaktadır. Eğer gerçekten o benim hakkımsa, ben onu tutmak veya istediğime bırakmakta serbestim. Kabul edelim ki, ben'in bir çeşit ikiye bölünmesi suretiyle, ferdî suje olarak ben, insan olarak, insanlığın bu kutsal prensibinin mutemedi olarak hakkı savunmak zorundayım. Fakat, adalet ödevinin dışında, iyilikseverlik ödevi vardır. O da, evrensel olarak uygulanmak hakkını talep etmemekte midir? Oysa ki iyilikseverlik zorunlu olarak bağışlama ve müsamahayı içerir. Bu bakımdan hıristiyan ahlâkı, düşmanlarımızı bile sevmemizi bize emretmek suretiyle, Kant ahlâkından çok daha fazla evrensel ödev prensibine sadıktı.Burada biz, evrenselliğin sadece, karşıt bir ödevinkine zarar vermek suretiyle bir ödeve atfedilebileceğine şahit oluyoruz. Gerçeği söylemek gerekirse, şartsız kesin emir, terimin sert kalıplan içerisinde yani ne tecrübe ve ne de sağduyu tarafından sınırlanmamış olarak, mutlak bir şekilde emsalsiz bir ödevi kabul ederek idrak olunabilir. Madem ki ödevlerin bir çokluğu vardır ve öyle olmak zurundadır, iki durum mümkündür: ya birbirinden rahatsız olmaksızın iki emir âdeta paralel olarak gitmektedirler veya onlardan her biri diğerini sadece etkisiz kılmayı değil fakat engellemeye temayül gösterebilir.Birinci durumda pratik hiçbir güçlük yoktur. Meselâ biz yalan söylememek ve öldürmemek zorundayız; iki ödev mükemmelen uyuşabilir ve her zaman başbaşa gidebilir. Şüphesiz, biri konuşmakla diğeri yapmakla ilgili olmak üzere, onların aynı anda birbirlerini zorlamaları gerekmez. Ancak onlardan her birine ayrılan sınırlar, ona dışardan değil fakat bizzat onun ifadesi ve özel kavramının analizi tarafından empoze edilmiştir. Her tecrübî elemandan bağımız olarak, beşerî idrakin icrası ile te'lif edilmiş bulunan iş.En önemli güçlükler, ödevlerin çatışması halinde ortaya çıkacaklardır. İşte birkaç* örnek: Gerçeği söylemek ve başkalarına karşı nazik olmak zorundayız. Katı gerçek, yaralanmaksızm beyan olunamadığı zaman ne yapmak gerekir? Ben sözümü tutmalıyım. Fakat, eğer vadettiğim yardımın açık bir adaletsizliğin lehinde olduğumu keşfedersem? Yalan söylemem yasaktır; ve aynı şekilde kurtarabileceğim bir ruhu çürümeye terk etmek de bana yasaktır. Gerçek, masum bir üçüncü şahsı teşhir ettiği zaman ne yapmalıdır? Bu durumda başkasının hayatı pahasına gerçeği söylemek, övülecek haysiyetli bir fiil mi yoksa kınanacak bencillik fiili mi işlemektedir. Bir insan hayatını kurtarmak için bir yalan söylemeyi kendine müsaade etmek, esas itibariyle bir hakir görme mi yoksa bizatihi bir feragat ve fedakârlık mıdır? Anlamı karışık bir deyim kullanmak suretiyle bir uzlaşmayı denemek gerçekten fazileti desteklemek mi ya da tersine onun itibarını kırmak mıdır? Çünkü saldırgana karşı, zihnen onu hatalı yönlendirmeye iknaya çalışacak ve böylece yalanın zahirinden kaçınırken onun ruhu alınmış olacaktır.O, pekâlâ görülüyor. Burada, iki emrin, mefhum bakımından da olsa, genelleştirilmesi kaçınılmaz bir şekilde onlann birbirine karşılıklı tecavüzlerini, çelişmelerini ve yok olmalarını sürüklemektedir. Diğerine geçiş sağlamak için, onlardan birinin uygulama alanını mutlak surette daraltma lüzumu oradan kaynaklanmaktadır. Fakat hangisini? Keyfî olarak onlardan herhangi birini tercihe müsaade edilmiş midir? Eşit bir değer atfetmek suretiyle başlamaksızm onlara eşit bir geçit hakkı nasıl verilebilir? Oysa ki, kaçınılmazı, gerekli olanı ve ziyade olanı, en acili ve daha az acil olanı, varlığı ve kemâli aynı seviyeye koymak kabul edilir mi? Ahlâk-çıiun görevi, ödevlerin bir listesini çıkardığında tamamlanmamıştır; onlar arasında onun bir değerler hiyerarşisi tesis etmesi de gerekecektir. Bu düzen tesis edilmiş farz olunsa bile, madem ki o temelinde izafîdir, aslı mutlak olmayacaktır; zira bir vakada kaçınılmaz olan, bir başkasında talî ve bir üçüncüsünde de ziyade duruma gelebilir. İşte bu şekildedir ki, tehdit eden tehlike karşısında, hayatı kurtarmak için en kıymetli iyiler feda edilir; şerefi kurtarmak için hayat tehlikeye konur.Seçimimizin en liyakatli değeri, günlük gerçekle temas sayesinde tanımlanır; farklı ödevler arasında, esasen istikrarsız ve daima değişmeye tabi olan bir işaret çizgisi doğru olarak ancak tabiat üzerine çizilebilir. O şekildeki, belli bir anda bir ödevi belirlemek için son söz herkesin kendi yargısına ve belki de onun altıncı duygusu denilen şeye ayrılmış olacaktır.İşte iki katlı olarak aşılmış olan Kantcılık; ve işte biz, bizzat bu şekilde yolun öteki ucuna götürülmüş bulunmaktayız. [164] Sermon, Bak. Matta, VII, 12. [165] el-Bakara 2/267. [166] Buharî, Sahih, Kitâbü'Uman, Bab 6. en-Neseî, üâve ediyor. [167] Krş. Kant, Fondements de la Metaph. des Moeıırs, s. 153. en-Neseî, ilâve ediyor. [168] Kant, Crit. de la R. prat., s.71-2. [169] A.e., s.3O. [170] A.e., s.130. [171] Kant, a.g.e., s.27. [172] Aynı şekilde, Fondements de la Met. des Moeurs, s.142. [173] a.g.e., s. 104. [174] a.g.e., s. 106. [175] Kant, Fondements... s.103. [176] Kant, Crit., s.73. [177] Aynı şekilde, Fondements..., s.103. [178] Aynı şekilde, Crit., s.26. [179] Kant, Crit. s.60. [180] Kant, Crit, s.79. [181] Bk. daha ileride, böl. IV, alt böl. II, A. |