Konu Başlığı: Genel Sorumluluk Düşüncesinin Tahlili Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 10:36:36 I. Genel Sorumluluk Düşüncesinin Tahlilî Az önce görülen etimolojik tanımdan, bu kavramın, sorumlu süjenin çift yönlü bir ilişkisini ihtiva ettiği sonucu çıkmaktadır: bir yandan fiilleri ile, öte yandan onun hakkında hüküm verenlerle.Fiil noktasından ve sanıldığının tersine olarak, sorumluluk terimi aslında bir fiil ilişkisi değil, fakat onu meşrulaştıran ve özel yargımızda ona tekaddüm etmek zorunda olan bir hukuk ilişkisini ifade eder. Sorumluluk, her şeyden Önce doğal bir durumdur, o ilkin, şu sorumluluğu özerine alma yeteneği ve sonra da kendi öz çabalan ile görevini yerine getirme gücüdür. Bu çok geniş ve ilkel anlamda alındığında sorumluluk insanın bizzat özünde sahip bulunduğu karakteristik özelliklerin sadece biridir.Normal akışını izliyerek olaylar (fizik ve psikolojik insan dahil) gerçekten yalnızca tabiatın kanununun onlara verdiği rolü mukadder ve değişmez olarak oynamaktan başka birşey yapmamaktadırlar. Ne yerleşik düzeni ayakta tutmak için, ne de onu değiştirmek veya her ne şekilde olursa olslfh tadil etmek için, onların kendi insiyatiflerinden hiçbir mümkün müdahale yoktur. Şu halde, hiçbir sorumluluk da yoktur. Tersine ahlâkî düzende fail daima ister kurala uyarak isterse onu çiğneyerek olsun, kendi hesabına herhangi birisini seçebileceği birçok imkânların karşısına konur.İhtimal ve zorunluk, işte sırası ile sorumluluk ve sorumsuzluğun iki alanını oluşturan iki özellik bunlardır. Ve işte insan birinci kategori için adaylığım koymuş bulunmaktadır.Ahlâkî yetenekleri hususunda, akıl sahibi varlığı akılla mücehhez olmayanlarla karşı karşıya koyan bu tezadı Kur'ân, şu ilâhî vecizede göz önüne sermiş gibi görünüyor; "Biz (ahlâkî kanunun) emanetini göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. Buna karşılık insan onu yüklendi[1]. (Onu çiğnemesi sebebiyle) insan pek zalim ve cahildir[2].Ancak bu nihayet, fiil halindeki bir sorumluluğu yüklenmenin sadece gizli bir veçhesi, uzak bir istidadıdır. Bu ancak ahlâkî anlamlarını bizim va-adlerimize ve taahhütlerimize vermek maksadıyla bazı şartlar (meselâ; yaş ve sağlık şartlan) gerçekleştiği zaman vuku bulacaktır. Hatta, gerçekten sorumlu duruma gelmek için bu genel şartları toplamış olmak da yeterli değildir. Üstelik somut hal ve keyfiyetlerin oraya eklenmesi ve bizi, faaliyetimizi olayların düzen ve tertibini dercetmeye teşvik etmesi gerekir.Bu şartların hiçbir vakit eksik olmadıkları bir gerçektir. Toplumun bünyesi içerisinde, bizlerden her birimiz zorunlu olarak herhangi bir ilişkiyi beslemekte, belli yer işgal etmekte, herhangi bir fonksiyon görmekteyiz. Bu şekilde baba çocuklarının maddî ve ahlâkî refahından, eğitimci gençliğin ahlâkî ve entellektüel bakımdan yetişmesinden, işçi işinin yapılması ve mükemmelleştirilmesinden, hâkim adaletin dağıtılmasından, polis halkın güvenliğinden, asker ülkenin korunmasından sorumludur. Yalnız ve tecrit edilmiş durumda olduğumuz zaman bile, sağlığımızın ve hayatımızın muhafazasından olduğu gibi kalbimizin temizliğinden ve düşüncelerimizin doğruluğundan da mes'ul bulunmaktayız. Öyle ki, insan hayatının her anma, sadece kuvve halinde değil, fakat hazır ve güncel bir sorumluluğun bağlandığı ve genel şartlar gerçekleştiği andan itibaren, durumların çeşitliliğinin yalnızca bu mesuliyetin konusunu belirtmek ve açıklamak için müdahale ettiği gerçekten savunulabilir.Yalnız burada sorumluluğun gayet farklı iki anlamını karıştırmamak gerekir. Az sonra göreceğimiz gibi, tamamen özel mülahazalar müdahale etmedikleri sürece biz, durumun basit bir gereği olan bir sorumluluk döneminde kalmaktayız. Burada henüz sorumlu olmak sadece tam anlamıyla o duruma gelmeye layık olmak demektir. Ahlâkî bakımdan sorumlu kılınmazdan veya olmazdan önce tabiî olarak mes'ul bulunmaktayız.Şimdi, eğer bizim sorumluluğumuzun şu veya bu şekilde daima taahhüt altında bulunduğu doğru ise orada bizim daima onunla uyum içerisinde olduğumuz neticesi çıkmaz. Taahhütlerimizi açıkça aldıktan sonra bile çabamızı aynı yönde tutmamıza veya aykırı muharriklere kapılmaya kendimizi terk etmemize göre, bizim ona sadık kalmak ya da kalmamak imkânımız olacaktır. Sorumluluğun yeni bir merhalesi oradan kaynaklanmaktadır. Kararımızın falan ya da filan tarafın lehine alınmasından itibaren, bu vakıadan ötürü bize düşen sorumluluk artık geleceğe doğru çevrilmiş değildir. O geçmişe doğru döndürülmüş bulunmaktadır. Bundan böyle biz, fiil ve harekette bulunmaya kadir olarak değil, fakat tamamlanmış bir fiilin faili olarak sorumluyuz. Sorumluluk yüklenebilirlik haline gelmektedir.Böylece biz, kavramın öteki unsurunun sınırlarına erişiyoruz. Görev tamamlandığı zaman sadece raporlarım sunmak kalır. Sorumluluğun ilk anı bize kudretimizin duygusunu ilham ediyordu. Bu bir güçtür. İkincisinde tersine bize bir itaat ve boyun eğme tutumu alıyoruz. Bu bir ödevdir.Sorumlu olmak, birine birşey hakkında hesap vermeye davet olunmaktır diyorduk. Kime? Ve neyin hakkında?Madem ki sorumluluğun yükümlülüğü Önceden şart koştuğu kabul edilmektedir, oradan, bir yandan raporun mevzuunun zorunlu fiilin yerine getirilmiş tarzını konu alması, diğer taraftan huzuruna çıkılmak zorunda olunan hâkimin mükellefiyetin kendisinden sadır olduğu otoriteden başkası olmaması sonucu çıkmaktadır. Oysa ki, bu otoritenin üç türünü tanımaktayız: bizzat kendinin kendisi için ittihaz ettiği bir yükümlülüğe boyun eğilebilir veya o başka insanlardan ya da çok daha yüksek bir otoriteden alınır. Birinci durumda sorumluluk bize içten geliyor. Bizi başka hiçbir şeyin mecbur etmediği bir fiille kendimizi sorumlu kılıyoruz. Öteki iki durumda, sorumluluk dışarıdan alınıp kabul ediliyor. Fakat bizzat kendisine karşı, insana karşı veya Allah'a karşı sorumlu olunsun, bir durumda olduğu gibi diğerinde de, sorumluluğun hükmü daima ilk önce emri veren aynı otoriteden sadır olmaktadır.Üç çeşit sorumluluk oradan ileri geliyor, dinî sorumluluk, toplumsal sorumluluk, sırf ahlâkî sorumluluk. Kur'ân onların her üçünü şu emirde toplanmış halde hatırlatıyor:inananlar... Bile bile Allah'a, Peygamber'e ve bizzat kendi aranızdaki emanetlere hıyanet etmeyin[3] IBir anlamda, kabul edildiği andan itibaren her mesuliyet, ahlâkî bir sorumluluktur. Kabul etme olayımızla, başkası tarafmdan yükümlü kılındığımız bir sorumluluk, derûnî şahsiyetimizin bir gereği haline dönüşür. Şu halde, Kur'ân'm bize bizzat dinî mesuliyeti sırf ahlâkî bir sorumluluk şekli altında sunduğunu görmek hayret verici değildir. Böylece, bazıları tarafından gizlice ve ustalıklı bir şekilde bertaraf edilmiş olan farz oruçla ilgili bir emir hususunda O, şöyle buyurur: "Allah sizin kendi nefsinize hi-yanet ettiğinizi pekâlâ bilir[4]Çoğu kez mü'mmleri itaata teşvik etmek için Kur'ân-ı Kerim ilâhî buyruğu onlara hatırlatmakla yetinmemektedi[5]. !İnanmayan bir kimse için ona dışarıdan empoze olunan bir sorurnlu-luk, onun bizzat kendi vicdanından bir sudur olmaksızın idrak olunabil-diği halde tersine inanan için, biri asla diğeri olmaksızın olamaz, zira, imanm birinci fiili, Allah'ın itaat edilmeye ve aynı zamanda sevilmeye ve tapılmaya layık olarak tanınmasını içermektedir.Fakat, başka bir anlamda, denebilir ki, Kur'ân'mki gibi bir ahlâk için her sorumluluğun dinî bir sorumluluğa irca edilmiş ya da hiç değilse tabi kılınmış olması gerekir. Gerçekten de bu ahlâk için ne ferdî taahhütler ne de sosyal kurumlar ancak, ilahî otoritenin bir çeşit vekâlet vermesi suretiyle yükümlülük ve sorumluluk kaynağı olabilirler. İlk önce, ferdî teşebbüsümüz tarafından yaratılmış bulunan sorumluluğu alalım. Şüphesiz İslâm Dini ona geniş bir yer ayırmakta ve birçok bakımlardan onu, vah-yolunmuş kanunun kuralları tarafından tesis olunmuş bulunan sorumluluğa benzetmektedir. îşte bu şekildedir ki, kendiliğinden ve kendi rızası ile bir belgeye imzasını koyan bir hayırsever artık meşru yoldan imzasını geri alamıyacaktır, lütufkârlık suretiyle bir borcun kefaletini yüklenen üçüncü şahıs yerine göre borçlu haline gelmektedir, nafile bir ameli eda etmeye karar veren ve adağına şahit olarak Allah'ı gösteren dindar, bundan böyle üzerine vacip olan bir yükümlülükle karşı karşıya bir duruma gelmektedir. Kısacası, herhangi bir meşru eylem hususunda söz veren bir kimse, bir randevu için bile olsa, bu yolla kendini kesinkes sorumlu kılar. "Verdiğiniz sözü yerine getirin" buyuruyor Kur'ân-ı Kerim. "Şüphesiz verdiğiniz her sözden, her ahitten mesulsünüz[6]Münafığın alâmeti üçtür diyor Peygamber: yalancılık, vadine sadakatsizlik, emanete hıyanet[7] Bu ders, kaynağını Kur'ân-ı Kerim'de bulmaktadır[8].Açıktır ki, önceki örneklerde, iradî bir müdahale ile kendini sorumlu kılan insanın kendisidir, bu müdahale olmaksızın o yapmak veya yapmamakta serbest kalacaktır ve bu durumda onun Allah katında yüklendiği sorumluluk, gördüğümüz gibi, onun aslî ödevlerinin ifasında kendisine düşenden daha az değildir. Bununla birlikte kısıtlama olmaksızın ve ihtiyatsız olarak bu kendi kendine yükümlülük prensibini kabul etmek imkânsızdır. Vaadlerimizin ve adaklarımızın geçerli olması ve sorumluluğumuzu belirleyebilmesi için onların hiç değilse konunun önceden tanıdığı bir iyi türünü gerçekleştirme konusu olarak almaları gerekir. "Bir ibadet fiilîni yerine getirmeyi adayan bir kimse, diye şart koşuyor Hz. Peygamber, adağını gerçekleştirmek zorundadır, fakat bir günah işlemeyi adayan kimse, ondan sakınsın[9]Ferdî irademizden bağımsız olarak, başkalarına karşı bize düşen mükellefiyetler konusunda da durum aynıdır. Meselâ, hiç kimse, çocuklarının saygısı ve itaati hususunda ebeveynin sahip oldukları kutsal hakka itiraz etmemektedir[10] Fakat Kur'ân-ı Kerim'e göre, bu hak onlara yalnızca sınırlı ve şartlı bir yetki vermektedir. Sadece onlar bizden imana ihanet etmemizi**' veya herhangi bir adaletsizliği işlememizi istedikleri zaman bu otorite kesilmez, fakat bizzat onlar bir haksızlığı irti-kap ettiklerinde de hiyerarşi alt üst edilmiş bulunur, bu takdirde çocukların onlara ödevi hatırlatması gerekmektedir. Hatta onlar onları adalet katında dava edebilirler. Bir müslüman[11] eğer o onlarla bir inanç cemaatı oluşturuyorsa, onun gerçeğe olan aşkı ve adalete olan saygısı ona herşeye galebe çaldırtmahdır. Meselâ, Napolyon Kanunnamesi, bir çocuğa, bir amme veya cinayet davasında anne ve babasına karşı şahitlikte bulunmayı yasaklarken[12], tersine Kur'ân-ı Kerim bize şöyle demektedir: "Ey inananlar! Adaleti titizlikle gözetenler olunuz, kendiniz ana ve babanız ve yakınlarınızın aleyhlerine de olsa Allah için şahitlik ediniz.[13].Aynı şekilde biz başkanlarımıza ve üstlerimize itaat etmek zorundayız[14]. Bununla beraber, şu şartla ki, verilen emir meşru olsun. Eğer bu meşruluk tartışmalı olursa, bizim ihtilafımızı sadece kutsal Kitab'm ve Hz. Peygamberin sünnetinin hakemliğine götürmemiz gerekmektedir[15]. Eğer emir kuralla açık bir uyuşmazlık içinde ise, o bizim kayıtsız ve şartsız bir reddimize müstehak olacaktır[16].Nihayet biz hemcinslerimizle yaptığımız mukavelelerimize ve taahhütlerimize sadakat göstermek zorundayız[17]. "Müslümanlar şartlarına sadıktır" diyor Hz. Peygamber[18]. Fakat "Peygamber başka bir yerde meşruluğunu Allah'ın kitabından almayan bir şart batıldır[19]Müslümanlar arasında barışı geliştirmeyi konu alan her düzenleme diyor, yine O, Allah'ın izin verdiği birşeyi yasaklamadığı veya yasakladığı birşeye izin vermediği sürece, geçerlidir[20].Prensip olarak, İslâm ahlâkında, iyi vatandaşın ödevi ile iyi müslüma-nmki arasında çatışma yoktur ve olamaz, çünkü, iki emir, bir tek ve aynı yasama kaynağından neş'et eden, aynı kanundan kaynaklanmaktadır. Fakat, bu çatışmayı doğurmaya elverişli başkanların muhteris bir taleb ve zorlaması ihtimali karşısında, kural gayet basittir. O, Hz. Peygam-ber'in darb-ı mesel haline gelmiş bir hadisinde özetlenmektedir: "Halika itaatsizlik söz konusu olduğu andan itibaren, mahluka itaat edilmez[21].Şimdi de bu çeşitli emirleri uyuşmuş farz edelim, bizzat bizim tarafımızdan veya beşerî bir otorite tarafından tesis edilen ödev Kur'ânî kurala uymaktadır. Bu halde bizim durumumuz sorumluluğun üç alanına ait olacaktır: Biz aynı zamanda hem ahlaken, hem toplumsal bakımdan ve hem de dinî yönden sorumlu olacağız. Bu demek midir ki, yargının bu üç derecesi birbirine karışmakta veya tam olarak üst üste gelmektedirler? — Hayır. Her sorumluluk çeşidi daima kendi özelliklerini ve kendi öz şartlarını koruyacaktır.Onlar yalnızca, ahlâkî sorumluluğun derhal ve daimî bir şekilde faaliyette bulunması, toplumsal sorumluluk sadece az veya çok uzun vadelerde fonksiyon görürken, dinî sorumluluğun açık bir biçimde ancak kıyamet günü görünmesi itibarıyla birbirlerinden ayırt edilmemektedirler. Yine onlar yalnızca, ahlâkî müeyyidenin münhasıran bizim içimizde gerçekleşmesi ve sosyal müeyyidenin doğrudan doğruya bizim vücudumuza, mallarımıza ve medenî haklarımıza isabet etmesi ve bizi derûnî şahsımızı bu haricî olayların aracılığı ile etkilemesi, buna karşılık ilâhî müeyyidenin ebedî bir hayatta korkunç bir ceza veya güzel bir mükâfat vasıtasıyla aynı zamanda hem ruh ve hem de bedene dokunması itibarıyla birbirlerinden ayırt edilmezler. Fakat, üstelik bir yandan bizim ahlâkî ve dînî sorumluluğumuzun ve öte yandan sosyal mesuliyetimizin içerisinde tesis olundukları şartlar, îslâmî yasama içerisinde aynı vüs'ata sahip bulunmamaktadırlar.Metinleri Kur'ân'da bol miktarda bulunan ahlâkî ve dinî sorumluluğun şartlarını inceleyerek başlayacağız. Fakat ilk önce bizim, Kitab'm beşerî bir akıl ile inşan üstü bir akıl arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın, insanların umumu ile onların en salihleri arasında ise hiçbir tefrikte bulunmaksızın, akıl sahibi bütün yaratıklara teşmil ettiği sorumluluğun prensibinin evrensel özelliğine işaret etmemiz gerekir. "Göklerde ve yerde olan herkes, Rahman'm huzuruna kul olarak geleceklerdir[22]. Rabbine and olsun ki hepsine yaptıklarının hesabını soracağız"[23]And olsun ki Biz, kendilerine (peygamber) gönderilenlere soracağız, onlara gönderilen (elçi)lere de her halde soracağız[24].Şüphesiz, bu ayetlerde, kıyamet gününde Allah katındaki sorumluluk bahis konusudur. Fakat, müteakip pasajlarda, Kur'ân-ı Kerim'in ahlâkî sorumluluğa ayırdığı yeri, hatta bu kesin karar anında bile O'nun, yüce yargıyı hazırlamak ve kanıtlamak için nasıl vicdan muhakemesini şahit tuttuğunu görelim: "Kıyamet günü herkese açık bulacağı bir kitap çıkaracağız: oku kitabını (denilecek ona), bugün sana hesap sormak için kendi nefsin bir hakimdir[25]. "O günde... her nefis ne hazırlamışsa bilecektir"O günde..[26].her nefis önceden ne yolladı, geriye ne bıraktı ise bilecektir.Suje yönünden olan bu evrenselliğe, obje yönünden bir başkası tarafından eşlik edilecektir: işte o anda, bu dünyada yapılan bütün eylemler, faillerinin zihninde hazır olacaklardır: "Hiçbirini bırakmaksızın onları mahşerde toplayacağız. Hepsi dizi dizi Rabbine sunulacaktır. Allah onlara şöyle diyecektir: işte sizi ilk yarattığım gibi Bize geldiniz, fakat siz sanıyordunuz ki, size sözümüzü yerine getirecek bir zaman belirlemedik. Amel defteri ortaya konunca, suçluların onda yazılı olanlardan korktuklarım görürsün. Bize eyvanlar olsun1... Bu nasıl bir defterdir ki, küçük büyük hiçbir eylemi bırakmadan hepsini saymış... diyeceklerdir. Gerçekten de onlar tüm işlediklerini yeniden hazır bulacaklardır. Rabbin ise kim olursa olsun hiç kimseye karşı haksızlık etmiyecektir[27].Sadece, açık veya gizli, bütün özel amellerin bir hesabı istenmekle kalınmayacaktır.[28] "Nefsinizde olanları açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çekecektir"[29]Fakat aynı şekilde, melekelerinin kullanılmasının tamamının ve doğuştan yahut kazanılmış, her tabiî malın da hesabı sorulacaktır. "Kulak, göz, kalp (gibi) azanın hepsi de sorguya çekilecektir[30]"O gün (size verdiğimiz) nimetler konusunda elbette hesaba çekileceksiniz"[31] Bu sorgu hakkında Hz. Peygamber bize bir özet veriyor: Herkes hayatını ne işle geçirdiğini, hangi sebepten öyle davrandığı, servetini hangi kaynaktan elde ettiği, onu nerede kullandığı bizzat kendi bedenini ne şekilde kullandığı hususunda hesap vermek zorunda kalacaktır, iki görünümü altında bu evrensel özelliği Özetleyen bir formül vermek için biz, Hz. Peygamberin her bir şahsı adeta bir muhafızla veya idaresi altında bulunanların huzurundan sorumlu bir yöneticiyle kıyasladığı meşhur hadisi hatırlatmaktan daha iyisini bulamamaktayız. "Devlet başkanı...ailesinde kişi...kocasının evinde kadın...efendisinin mülkünde hizmetçi.[32] herkes kendi alanında, kendisine emanet edilen kamu ile ilgili ya da özel işin iyi gitmesinden sorumludur[33]Fakat, evrensel olmak için, ahlâkî ve dinî sorumluluk şartsız da değildir. O halde bu şartlar nelerdir? Kur'ân-ı Kerim onları ayrıntılı olarak veriyor. İşte gelecek faslı onların incelemesine ayıracağız. [1] Müfessirierin ekserisi, âyetin mânâsını işte bu terimlerle tercüme ve ifade etmişlerdir. Fakat burada kullanılan J-*- fiilinin Kur'an'da çift yönlü bir kullanımı mevcuttur. O bazan: mesuliyeti üzerinde taşımak, bir sorumluluğu yüklenmek, meselâ: (en-Nûr, 24/54), (el-Cuma 62/5) bazan bir hatayı yüklenmiş olmak (et-Tâhâ 20/100), (aynı sûre, 111) mânâlarını ifade eder. Terimin bu muğlaklığından hareketle bazı müfessirler onu ikinci anlamında almışlardır, îşte onlara göre mesele konusu olan âyetin anlamı: öteki yaratıklar, mukavemet etmeksizin (tabiatın) kanununa boyun eğmek suretiyle ödevlerini yerine getirdikleri halde, (Fussi-let 41/11), (Ahlâkî) kanunun icabım yerine getirmeyen insan görevini yüklenmiş oiarak kalmaktadır. (Abese 80/23). O halde genel olarak insan değil, fakat inanmayanlar ve itaatsizler söz konusu olmaktadırlar. Şüphesiz bu haliyle kabul edilebilir bir yorum, fakat, âyette belirlenmemiş halde bırakılmış bulunan "insan" kavramına empoze ettiği bu kısıtlamadan maada o, madem ki insan ve öteki yaratıklara teklif edilen emanetler artık aynı değildirler, o, onların ilgiii oldukları zamirler ve isimler arasında İstenilen benzerliği sıkı bir şekilde gerçekleştirmemektedir. Tabiat için kanun karşısında bir çeşit taahhüdü kabul etmek suretiyle mecazlı bir düşünceye başvurmak zorunda kaldığından O, şu hale göre, genel emanet kayramı içerisinde onların bir raslaşması ile yetinmeye mecbur kalmış bulunmaktadır. [2] el-Ahzab 33/72. [3] el-Enfâl 8/27. [4] el-Bakara 2/187. [5] Meselâ: e]-Mâide 5/7; ei-Hadîd 62/8. [6] el-İsra 17/34. [7] Buharî, Kitâbü'1-lman, Bab 24. [8] et-Tevbe 9/75-7. [9] Buharî, Kitâbü'n-Nüzûr, Bab 27. [10] el-îsrâ 17/23-24. (*) el-Ankebût 29/8. [11] Biz gerçekten "bilhassa" diyoruz ve "münhasıran" değil. Hakikaten Kur'an-ı Kerim bize, dinî kanaatların ayrılığının, çocukları ataları karşısında dürüst saygılı ve sevgili bir biçimde davranmaktan hiçbir şekilde muaf tutmadığım talim etmektedir. (Lokman 31/15) Zaten o, bu insanî ödevi ebeveynlere mahsus bir imtiyaz kılmak da istememektedir, tersine o bize, genel olarak insanların, inançlarından bağımsız olarak, bizim adaletimiz ve iyiliğimizden yararlanmaları gerektiğini öğretiyor (el-Mümtehİne, 60/8). [12] Krş. Code Napoleon, Lime I, titre IX. [13] en-Nisâ 4/135. [14] en-Nisâ 4/59. [15] Aynı yer. [16] Buharî, Kitâbü'l-Ahkâm, Bab 3. [17] el-Mâide5/l. [18] Buharî, Kİtâbü'I-Icâre, Bab 15. [19] a.e. Kirâbu'ş-Şurut, Bab 13. [20] İbn Mâce, Kitâbü'I-Ahkâm, Bab 23. [21] Ahmed, Müsned, İmran b. Husayn rivayet etmiştir. [22] Meryem 19/93. [23] el-Hicr 15/92-3. [24] el-Arâf 7/6. [25] el-îsrâ 17/14-15. [26] et-Tekvir 81/14. [27] el-tnfitâr 82/5. [28] el-Kehf 18/47-49. [29] el-Bakara 2/284. [30] el-Isrâ 17/36. [31] . et-Tekâsür 102/8. [32] Tirmizf, Kitâbü's-Sıfat el-Kıyame, Bab 1. [33] Buharı, Kitâbü'l-Vasiyya, Bab 9. Konu Başlığı: Ynt: Genel Sorumluluk Düşüncesinin Tahlili Gönderen: Sevgi. üzerinde 18 Mart 2021, 09:29:05 Esselamü Aleyküm. Bilgiler için Allah razı olsun kardeşim
Rabb'im bizleri herzaman rızasına uygun şekilde yaşayan kullarından eylesin inşaAllah |