Konu Başlığı: Geçerlik Şartı Olarak Niyet Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 22 Aralık 2010, 22:48:44 A. Geçerlik Şartı Olarak Niyet Niyetin yokluğu ile ilgili birinci meseleye gelince, önce ona biraz daha açıklık getirmek için sorumluluk konusunda söylenilmiş olanı hatırlatalım.Biz, îslâm kanununun, bilmek ve istemek gibi iki psikolojik unsurdan birinin eksik olduğu yerde, herhangi bir eylemin hiç bir durumunu nasıl oluşturmadığını gördük[2]. Meselâ uyuduğumuz zaman, farkına varmadığımız yollarımızla meydana gelen şuursuz eylem veya sırf maddî hâdise, bize yükletilemiyeceğine göre, ne iyi, ne de kötü vasıfla nitelendirilemez. Bilinçli, fakat irade dışı eylem içirt de aynı şey söz konusudur. Bu, düşme veya çarpışma gibi karşı konulmaz bir güçten ileri gelen, bizden dolayı maruz kalınmış bir olay görünümünde, bilgimiz dışında değil, fakat bizim irademizden bağımsız olarak gerçekleşen bir şeydir. Buraya kadar, kanunî prensipler ile ahlâkî prensiplerin atbaşı gittiklerini söylemiştik. Şuurlu ve iradî, fakat kasıtlı olmayan bir eylem söz konusu olduğu andan itibaren, yani bir tarafta kanunun ve diğer tarafta iradenin bulunduğu yerde, bu prensipler ayrılmaya başlarlar; öyle ki maddî yönden eylemin kanuna uygun veya aykırı olduğuna itibar edilmesine rağmen, eylemin kendisinde oluştuğu ruh açısından böyle olamaz; hata ile insan öldürme veya hakikaten kasıtlı, fakat başkalarına bir zarara neden' olan herhangi bir olay gibi. Diğer taraftan ceza kanunu gibi ahlâk kanunu, eylemlerimizin ancak kendisiyle ifa ettiğimiz niyete oranla bize ait olduğunu bildirdiği halde, medenî kanun burada bir uzlaşma yapmaya çalışmaktadır: O, sebep olunan zararın tamirinde, şahsı temize çıkarsa da, onun zenginliğinin bir kısmını yükümlülük altına sokmaktadır.Sorumluluk ve ceza bakımından yapılmış bulunan bu mülâhazalar, burada geçerlik açısından yeniden ele alınmış olmalıdırlar. Bu sonuncu açıdan her ne kadar, niyetimize aykırı veya haberimiz olmadan meydana gelmek zorunda ise de, bizim vardığımız sonuç, İslâm hukukunun elde edilmiş netice ile yetmiyormuş gibi göründüğü yerde birçok noktalarda nakzediliyormuş ve hücuma uğruyormuşa benziyor. Bu, belli bir borcun, üçüncü bir şahıs tarafından, borçluya haber vermeden ve onun malına müracaat olunmadan ödenmesinin yapılabilmesi gibidir. Hatta alacaklı, sert tedbirlere başvurarak alacağını zorla almaya gelse, onun hak olarak isteyecek artık hiç bir şeyi olmayacaktır. Emânetin edâ edilmesi, muhtaçlara maddî yardımda bulunulması, aynı şartlar içinde yapılabilir. O derece ki zenginlerin öşür vergisini red durumunda, hükümet, borçlu olunan payı fakirlere sağlamak için zenginlere her türlü baskıyı yapabilir, hatta yapmalıdır. Bu amaçla, birinci halife Hz. Ebû Bekr tarafından girişilen zorlu savaş bilinmektedir.Fakat şimdi işaret ettiğimiz bütün durumlar, çok ciddî güçlükler arz etmemekte ve ahlâkçıyı güç duruma düşürecek nitelikte de değildirler. Gerçi bizden ayrı olarak veya irademize rağmen meydana gelen bir olay ile tamamen ödevlerimizden afvedilmiş olmamız doğru değildir. Sözü edilen misaller içinde, iki farklı görünümü ödevden gereği gibi ayırmak gerekir. Herkesin hakkı olduğu mala sahip olması, adaletin gerektirdiği hususlardandır ki, o çift yükümlülükten neşet etmektedir: Önce, bir şeyi haksız olarak elinde bulunduran kimse için, onu sahibine teslim etmek; sonra topluluk için, hak sahiplerinin zarara uğramamaları hususuna dikkat etmek. Haksızlıkla bir şeyi elinde bulunduran kimse tarafından o şey sahibine geri verilmemiş ise, yeniden dirlik-düzen getirmek için gerekli müdahele olmalıdır. İnsanlar arasında adaleti hâkim kılmak zorunda olan, bu genel görevde, yalnız cemiyeti temsil eden üstün organ olan Devlet değil; aynı zamanda camianın her üyesi, kanunî yollarının sınırı içinde bu ahlâkî zorunluluğa uymalıdır. Öyle ki kötülüğün hâkim olmasına göz yummaktan ve bozulan adaletten genel bir suç meydana gelecektir. Şu halde böylece benim yerime benim sosyal Ödevlerimi ifâ edenler, veya bana rağmen beni onları edâ etmeye zorlayanlar, yaptıklarını gerçekte benim için yapmıyorlar, bilakis kendileri için başka bir ödev gereğince yapıyorlar. Oysa bu sonuncu ödev, istendiği kadar yerine getirilmiş olsun ve adalet, üçüncü bir şahıs lehine, ne benden ne de başkalarından bir şey istemek zorunda olmasın, ben şahsen onu kendi isteğimle ve sorumluluğumun tam bilincede olarak yerine getirmediğim müddetçe, benim ödevim tamamen bana! ait kalacaktır Bu cevabın yetersizliğini göstermek için ortaya konulan prensiple söz konusu olan olayları uzlaştırmakta ısrar edilebilecektir. Çünkü, bize şjöjy-le söylenecektir: Şurası bir gerçektir ki, siz, ferdî veya genel olsun bir yerde, bir ödevin kendiliğinden veya zorla gerçekleştirilmeye elverişli varlığım kabul etmektesiniz. Biz, ödevin iki yönünü ayird'ederken bununla yükümlülüğün biri aslî, diğeri izafî, iki şahıs arasında ayrım yaptığunızı da cevaplandırmış olacağız; oysa bu sonuncunun Ödevini ifâsı, yalnız birincinin görevini zorunlu olarak ardından sürüklemiyor; aynı zamanda ayrı olarak mülâhaza edilen her şahıs, yaptığını bilmedikçe ve onu kesinlikle istemedikçe sorumluluğundan kurtulmaz.Yalnız bu olaylar içinde açıklanması gerekli bir nokta kalmaktadır. Bu, İslâm hukukunda toplum ile ferdarasındaki şu ilişkidir: Ahlâkî yönden çok az istekte bulunan bu toplumu bize gösteren bu ilişki sebebiyledir ki, toplum üyelerinden maddî bir şey elde ettiği andan itibaren, tamamen şuursuz da olsa, onlara karşı bütün baskıyı durdurmak zorundadır.Böylece ortaya konulmuş meseleye, cevap çok kolaydır. Başka türlü yapmasını nasıl istersiniz? Başkasınınvicdanım mı zorlayabilecektik? Ona herhangi bir hâkimiyetimiz olacak mıdır? Hatta en normal durumlarda, başkaları katında iyi niyeti kabul etmekten veya haricî belirtilere göre aşağı yukarı kesin olarak buna ihtimal vermekten başka çaremiz var mıdır? Genel düzeni ayakta tutma, kamuya ait hukuku koruma, ortaya çıkan haksızlığa engel olma yükümlülüğü, sadece topluluğa düşmektedir. Her birimize düşen, dahilî tutumuna göz kulak olmak, kanunun ruhuna uymamızı tahakkuk ettirmektir.Fakat, şimdi yer aldığımız açıdan itibaren, İslâmî sosyal kanunun saf objektivizm olduğu kanısına varmak gerekmez mi?Gerçekten bu incelemeden sonuç olarak çıkan prensip, buraya kadar gördüğümüz prensipten tamamen farklıdır. Sorumluluk ve ceza açısından ahlâkîlik İle kanuna uygunluk ancak yarı yolda birbirinden ayrıldıkları halde, şimdi biz, fiilin geçerliği açısından ahlâkı kanun ile sosyal kanun arasındaki köklü ve başlangıçtan beri bir ayrımın bulunduğuna şahidiz. Eğer, aynı zamanda bilinçli, iradî ve kasıtlı değilse, herhangi bir eylemden ahlâkî bakımdan sorumluluk doğmaz. Sosyal yükümlülüğü yerine getirmek için, bu şartlardan hiç biri gerekli değildir; meydana gelen iş, baskı ile veya tesadüfen, kendi başına, bilmeden ve istemeden gerçekleşecek olsa bile, eylemin tam objektif, mekân ve zaman, nicelik ve nitelik ile ilgili bazı şartları yerine getirmesi gerekli ve yeterlidir. Şüphesiz umumî kanaat, bundan dolayı tamamen tatmin edilmiş değildir, o benzer şartlar içinde elbette oldu bittilere değer vermez; fakat bu değerlendirmede onun yer aldığı nokta-i nazar sırf ahlâkî mahiyettir.En ciddî itiraz, sosyal hayatla ilgisi olmayan ve kanunun, ondan ahlâkî realite istemeden ister psikolojik realitenin yokluğunda ödevin maddî ifadesiyle, ister bu psikolojik realitenin yalnız varlığıyle yetineceği, ahlâkî fiillerin varlığını keşfetmek olacaktır: Bu ahlâkî realitede ödev kavramı, şuurlu ve serbestçe kabul edilen eylemin Öze ait bir parçasını oluşturmaktadır.Prensip itibariyle böyle fiillerin var olması gerekmez.Önce, biz dalgın, baygın veya sarhoş durumda olduğumuz halde, kutsal vazifelerimizin edasını tasavvur etmeyi bizden men ederken, Kur'ân'm bizden istediği, söylediğimiz ve yaptığımız şey konusunda psikolojik şuur, zihin çevikliğidir[3] .Sonra, sözcüğün en yüksek anlamıyla ahlâkî vicdandır: Kalbin tasvibi, fiilin kendiliğindenliği, ödevin kendileriyle beraber eda edildiği sevinç ve ihtimam. Allah katında eylemlerimizi makbul kılan nitelikler, bunlardır, işte bundan dolayı/bazı sadakalarını ve takva alâmetlerini ifâ edenlere, fakat gevşeklikle ve istemeye istemeye ifâ edenlere karşı, Kur'ân-ı Kerim, onların amellerinin hiç bir şekilde kabul edilmeyeceğini ilân etmektedir[4] işte bundan dolayı o, korku ile itminansızhkla, gevşek bir şekilde iki yüzlü bir iman ikrarında bulunan bu inançsız ve cesaretsiz insanların hiç bir zaman mü'minlerden sayılmadıklarını söylemektedir[5].Kur'ân-ı Kerim'e göre, ahlâkın (hatta imanın kendisinin) kesin şartı, kişinin dinin bütün emirlerini serbestçe kabul etmesinden ve onda tereddüt edilecek bir yan bulmayacak derecede onlara tamamen boyun eğmesinden ibarettir[6].Fakat okuyucuya bu Kur'ânî misâlleri özetleyen ve nihayetsiz kapsamlı genel bir formül vermek için, Buhârî'nin Sahih'inin başına koyduğu Hz, Peygamberin meşhur hadisini zikretmekten başka daha iyisini bulmamaktayız: Genellikle şöyle ifade edilen bu formül: "Amellerin değeri ancak niyetlere göredir." Aslında bu tercümesinden daha manalı ve daha mutlaktır. O, kelimesi kelimesine şöyle demektir: "Ameller (ahlâk bakımından) ancak niyetler itibariyle mevcutturlar".Bununla beraber, icmaen değilse bile, müslüman fakihler tarafından genellikle haklarında niyetin bulunmayışına müsaade edildiği, bazı ferdî ödevler daha doğrusu bazı dinî pratikler bulunmaktadır. Bu, meselâ is-tibra ve temizlenme durumu ve namazdan önceki tüm hazırlıktır. Her müslümanm, namaz kılmak istediği zaman, dünyevî hayatın dinle ilgisi olmayan âlem ile ruhî hayatın mukaddes âlemi arasında önceden bir nevi intikal merhalesi olan bir geçiş yapmak zorunda olduğu bilinmektedir. O, önce bedeninden ve elbiselerinden olduğu gibi ibadet yerinden de bütün kirleri ve lekeleri gidermelidir, ayrıca bu elbiselerin uygun bir kılık kıyafet teşkil etmesi gerekir. O, bundan başka duruma göre, (yüzü, elleri ve ayakları yıkayarak ve başı meshederek) cüzî abdest veya (vücudu tamamen yıkayarak) boy abdesti almalıdır. Nihayet o, Mekke'deki Kabe7 tarafına yönelmeli ve namaz boyunca bu vaziyette kalmalıdır. Oysa bu yönelme, giyim ve tabiî temizlik konusunda bu amaçla şuurlu ve iradî, bir işlemin hiç gerekli olmadığı üzerinde takriben icma vardır. Yalnız ibadetle ilgili temizliğe (abdest ve gusüle) gelince, mesele ihtilaflıdır: Hicaz ve Mısır ekolleri (Maliki, Şafiî ve Hanbelîler), niyetin varlığını namaz için temele ait bir ödev olarak şart kıldıkları halde, Irak ekolü (Hanefîler), gerektiğinde niyetsiz de olsa objektif vakıa ile yetinmektedirler. Benzer bir ihtilaf, Mekke'nin ziyareti (Hac) esnasında, 'Arafat dağında vakfe konusunda da kendini göstermektedir.Şu halde, Hz. Peygamberin her ahlâkî faaliyetten ayrılamaz ilân ettiği niyetin genel prensibini yok etmeye giden bu isitisnaları nasıl açıklayalım?Irak ekolü taraftarları, bunun için iki açıklamada bulunmuşlardır. Onlar, niyete ait hadisin carî yorumunu benimsemek suretiyle başlamakta-lar. Niyetsiz amelin geçersizliği yalnız sözgelişi olacaktır. Niyet, ahlâkî amelin çok kısa ^mevcudiyeti için değil, yani sıhhati için; bilakis kemâli ve tam değeri için' bir şart olacaktır. Böylece onlar, şuurlu bir şekilde edâ edilmeyen bir ödevin, onun emredici karakterinin müsbet bir değere sahip olmayacağını mülâhaza ederek hiç bir mükâfata lâyık olmayacağını kabul etmekte hasımlarıyla tam uzlaşma içindedirler; fakat onlar onu mutlak batıl olarak veya ayıp bir günah olarak görmezler. En azından o, sahibini niyetle beraber onu tekrar iade etme yükümlülüğünden kurtarmaya yetecektir. Sonra bu sarihler, hadisin niyetsiz amelin tamamen iptalini açıkladığını farz ederek, onu başka ödevler için değil de, sadece bizzat kendileri için istenilen esas ödevlere uygulayarak onda bir sınırlama yapmayı istemektedirler. Şu halde bu toleranstan, ancak burada birinci ödev sayılan namaza hazırlık olarak istenen temizlenme şekilleri yararlanacaktır.[7]Bu iki yönlü açıklama, bize pek tatmin edici gözükmemektedir; çünkü birinci kısımda o, açık zaruret olmaksızın kelimelerin hakiki manalarını ihmal etmektedir; ve ikinci kısımda, aynı ekole göre bunlar arasında ödev olarak (meselâ teyemmüm denilen sembolik temizlikler gibi) açıkça edâ edilmiş olması gerekli ödevler olduğu halde, o, bütün yardımcı ödevleri sistematik olarak uzaklaştırmaktadır. Bize gelince, berikiler ve ötekiler katındaki bu toleransın gerçek sebebini çıkartmaya çalışacağız.Bizim görüşümüze göre, cevaz verilen bütün durumlar, niyet prensibine gerekli bir sınırlamayı göstermez; ancak o, şu veya bu amelî kuralla amaçlanan mevzuunun anlaşılmasındaki mücerred bir ihtilafı gösterir; bu ihtilaf iki kelimeye inhisar eder: Davranmak ve olmak. Gerçekten ifâ edilecek bir faaliyet söz konusu olduğu sürece, elbette bu ancak iradî olabilir ve bu faaliyet, irade bu faaliyetin yükümlülüğe ilişkin karakterine dayanmadıkça, ahlâkî niteliğe sahip olmayacaktır. Ahlâkîlik ile niyet çözülmezcesine birbirine bağlıdır. Ancak erişilecek bir durum söz konusu olduğu zaman tam tersinedir. Burada, eşyanın bu durumunun hasıl olduğu tarzı pek önemli değildir: Hatta tesadüf ve mucize de bundan hiç bir şekilde hariç tutulmamalıdırlar. Yalnız olması gerekli şey, vaki olduğuna göre, bu şartlar içerisinde hangi vasıtalarla olursa olsun meydana gelen neticenin, mutlak olarak bizi yükümlülüklerimizden muaf ve müstesna tutacağı açıktır. Oysa biz, bütün bu istisnaların temelinde, iradenin dinamikliğini hep birlikte gerektiren müsbet ödevin dışında, eğer şöyle ifade edilebilirse, bazan olumsuz veya pasif başka bir zorunluluk, yani sakin bir ödev olarak idrak ettiğimiz bu derin sebebin varlığına inanmaktayız. Biz, bazı kanunları bizim tarafımızdan sadece bir faaliyet gerektirmeyen olarak tasavvur ederiz, fakat ve bilhassa ne pahasına olursa olsun onlar erişilecek bir neticeyi gerektirir, hatta onların bu neticeden başka hedefleri olmaz. Şu veya bu kanunun gerçekten böyle hedeflere sahip olup olmadığını bilme meselesi, daha çok tatbikatlarla ilgili olan ayrıntılı bir meseledir. Bizim için, bütün bu ruhsatlara hâkim olan genel noktai nazarı ortaya koymak söz konusudur.îslâm Hukukunun usûl ilmi, daha önce kanunun şerhinde iki küçük farkı ayırmıştı: 1- : Talimi Söz, herhangi bir şeyi yapma veya terketme ile ilgili olan, 2- : Vaz'î Söz, bir şart, bir sebep koyan, sıhhatinin veya sıh-hatsizliğinin durumunu açıklayandır. Bu ilimde yükümlülük konusu olacak güçten uzak fertlerin, özel şartlı hükümlerle yöneltilmiş olmaya elverişli oldukları tesbit edilmiştir. İşte bus uretle çocukların ve delilerin malları, cemaatin diğer üyelerininkiler-le aynı sıfatla vergiye tabidir. Bu vergiler, zamanlarında düzenlendiğine göre, kanun, tamamen tatmin edilmiştir; yani bu yeteneksiz fertler, ahlâkî kişiliklerine ulaşınca veya yeniden kavuşunca, geçmişte yapılan ödeme için, artık yeniden niyeti de bulundurarak ödeme yapmak mecburiyetinde olmayacaklardır.Davranma ile olma ödevi arasında şimdi yaptığımız ayrımda, bu eski kanunî kavramı, daha açık ve daha sade dile getirerek ve onu ahlâkî fiillere yayarak yararlanılabilecek duruma getirdik.Böylece sadeleştirilmiş ve genişletilmiş bu kavram, şimdi anlattığımız güçlüklerin iki serisini bir hamlede çözmeye kabiliyetli duruma gelmektedir. Ve daha yukarıda zikredilen ferdî veya sosyal bütün durumlar üzerinde onun doğruluğunu tahkik etmek çetin olmayacaktır, ki orada bilmeyerek veya baskı ile olmuş bitmiş olay, biraz kabul edilmiş olma şansına sahiptir.Bütün bu teşebbüslerin amacının ahlâkta objektivizmi yeniden itibarlı kılmak ve niyetin bulunmadığı amele birdeğer vermek olmadığım söylemeye gerek var mı? Böyle bir fiilin bir şahsa yüklenemiyeceği gün gibi ortadadır; bu, ferd için hiç bir değere neden olmayan sanki faili meçhul bir eylemdir. Fiilin sıhhatinin şartı olarak niyet konusunda daha az titizlik isteyen Irak ekolünün, fiilin değerinin şartı olarak niyeti gerekli gören diğer ekollerin yanında nasıl yer aldığını gördük. Şu halde bu noktada, ic-ma, gerçekleşmiş bir husustur. Bilâkis, hakikî ve müsbet bir ödev söz konusu olduğu sürece, meselenin diğer yarısında bu icmayı bulmak yani realitede göstermek söz konusudur, bildiğimiz kadariyle, hiç bir îslâmî doktrin, vicdanda ödev kavramının eksik olduğu objektif bir amele ahlâkî sıhhati, hiç bir zaman vermemiştir. Gerçekten, fiilin bu sıhhatinin bazan vuku bulduğu yerde, kanunun, eşyayı hedef edinip, şahsı hedef edinmeyerek, sanki formül şu sadedde değilmiş gibi: Yapmanız gerekir; fakat böyle olması gereklidir... Nötr ve gayr-i şahsî bir adalet suretinde tasavvur edildiğini az önce gördük. Bu, belli bir durumda, kelimenin ahlâkî anlamıyla yükümlülük kavramını ilga ve iptal etmekle başlanmış demektir. Böylece, hadisin "amel" ile "niyet" arasında tesis ettiği genel ve gerekli bağ, icmâ ile itibar bulmuştur. [2] Bak, daha yukarıda, s. 128. [3] en-Nisâ 4/43. [4] et-Tevbe 9/54. [5] et-Tevbe 9/56. [6] en-Nisâ 4/65. [7] Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde kurulan en eski dinî mabedin Kabe olduğunu İfade etmektedir (Âl-i İmrân 3/96). |