Konu Başlığı: Gayret Ve Kendiliğindenlik Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Aralık 2010, 10:37:21 I- Gayret Ve Kendiliğindenlik Segur, "insan, gayret olan her şeyden gurur duyar" demektedir[12]/1Mücadele ve fedakârlık ruhunu coşturucu bu fıtrî eğilim —bazı şartlarda ve belli bir derecede meşru eğilim bazen bu ruhtan nihaî bir ga-ye ve bizatihi bir değer hâsıl edinceye kadar gider. Böyle bir görüş tarzını çürütmek için ısrara ihtiyaç var mıdır? Sadece sarfedilmiş olmak için sarfedilen faaliyet, tam anlamıyle eğlenceden ibaret bir oyundur. Her ciddî gayret, ona belli bir kıymet tahsis ettiği ve verileni bizzat bu kıymet sebebiyle ele geçirmeye çalışmak istediği, kendisinden farklı bir mevzuu farz ettirir. Gayret, aranan mevzu ile münasebetinden, aracının değeri olan kıymetini elde eder. Daha da özel olarak gayret, ancak ahlaken hayır olan bir şeyi meydana getirme vasıtası olarak ahlâkî değere sahiptir. Hem faide, hem de zarar vermeye elverişli hayatî dinamizmin ifadesi olarak kısacası gayreti oluşturan parola, şairin:dediği gibi, aydınlanmış şuurun değil, kor içgüdünün bir parolasıdır. Eğer herhangi bir zamanda günahkârın gayreti, ahlaken yaratma kaynağı olarak takdir edilebilirse, bu sadece fiilde onun gayret ettiği mevzuun bir yana bırakılması ve onda mevcut imkân nedeniyle başka bir mevzu-ya kendini vermesi, yani faziletin hizmetine koyulması suretiyledir.İki felsefî tutum, bu ahlâkî gayrete fazla değer biçmede kendi temayüllerini göstermişlerdir. Onlar, şimdi reddettiğimiz prensipten, yani bizatihi değer olan vasfiyle gayret prensibinden etkilenmeseler bile, bunu pratik bir eşdeğer olarak ileri sürerler.Var oluş alanına yerleşen birinci tutum, beşerî ruhun kendi rızasiyle ve bir sevgi hareketiyle ahlâkî kanuna itaate elverişsiz olmasını savunmaktan ibarettir. Şer üzerine başarı, daima bir fedâkârlığa mal olmak ve bizzat kendi üzerinde bir baskıyı zorunlu kılmak mecburiyetinde olduğundan, mücadele her yerde ve her zaman faziletin bir şartı, iyi davranışı kazanmanın vasıtası olacaktır.Kant, "Aklın Sınırlarında Din" adlı kitabında, Aziz Pavlos'un şu sözünü tekrarlamaktan hoşlanmaktadır: "Yazıldığına göre, hakkaniyetli adamlar yoktur; hatta tek kişi bile yok"[13] ve "Pratik Aklın Tenkidi" adlı kitabındaki bazı ifadeler, bizzat bu karamsarlığı açığa vurmaktadır. O, bu konuda şöyle diyor: "insanın yerleştirildiği ahlâkî derece..., ahlâkî kanuna hürmettir..., ve daima içinde olabildiği durum ahlâkî fazilettir, yani sahip olmadaki kudsiyet değil, mücadele içerisindeki ahlâkî niyettir". Bu,"üvendereye de firene de ihtiyacı olmayan, kendiliğinden olan bir iyiliğin ruha isnâd edilmesinden ibaret havaî, sathî, hayalî bir düşünme tarzı olacaktır"[14] Bununla beraber onda başka tabirler, daha az köklü ve daha makul bir şüpheyi açığa vurmaktadır. O, sadece bir yaratığın "bütün kanunları" ondan inhiraf etmeye teşvik eden bir arzunun imkânını onda bir tek bile olsun bulamayacak surette isteyerek yapabileceğini inkâr edecektir[15]. Hatta, "hürmetkar korkunun temayül ve hürmetin sevgi haline dönüşmesinin imkânını" kabul ediyor gibi görünüyor: "Eğer bir gün bir yaratığa, ona erişmek nasip edilmiş olsaydı, bu en azından kanuna tahsis edilmiş bir niyetin kemâli olacaktı"[16].İkinci felsefî tutum ise, insan kudretinin teveccüh ve ihtimam ile muayyen bir ödevi, mutlak olarak yerine getirmesini inkâra kadar gitmez. Fakat bu şartlar içinde edâ edilmiş amel, onun gözünde daha az değer ve sevaba sahip olacaktır. Şu halde gayret ile ahlâkî değere ait iki terim arasında o kadar sabit bir alâka olacak ki onlardan herbirinin aynı ölçü ile ölçülebilirliğinin kesinliği bir denklem şekli altında ifade edilebilecektir. Onlardan birinin varlığı veya yokluğu, artması veya azalması, kaçınılmaz bir şekilde ve aynı nisbette diğerininkini ardından sürükleyecektir.Kurala uygunluğun, ancak iradenin az-çok büyük bir gerilimi pahasına elde edilmesi ölçüsünde, biriktirilmiş her cehdin aynı ölçüde bir değer kaybına denk olduğunda hiç şüphe yoktur. Yükümlülüklerini zahmetsizce yerine getirmesine izin veren kişinin ahlâkî gücünün bulunduğu, tersine durum için de bu böyle midir?Bu mesele, müslüman ahlâkçılar arasında ihtilaflıdır. Basra ulemâsı tamamen zıt tezi savunduğu halde, müsbet cevap lehinde karar verenler arasında Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin taraftarlarının ismi zikredilmektedir[17]. Eğer biz kamu vicdanına göz atarsak, aynı ihtilâfı ve aynı tereddüdü müşahededen geri kalmıyoruz.Bu kararsızlığın temelinde bizzat ahlâkî düşüncedeki tenakuz, her ikisinin de görüşüne göre meşru olabileceği iki takdir ölçüsü arasında bir çelişki bulunmamakta mıdır? Ehliyet, karakterinin asaleti, büyüklük ve ruhun temizliği herkes için takdir ve hayranlık mevzuu değil midir? Doğuştan olan bu sıfatlan, çalışarak kazanılanlarla karşılaştırırken, sağlamı dayanıksız ile, sürekliyi geçici ile karşı karşıya getirmekten başka bir şey yapıyor muyuz? Kim, itimat edilmesi gereken tarafı söylemekten çekinir? Biri, hareketlerini zerafetle ve kendiliğinden yerine getiren, diğeri aym hareketi ancak güçlük çekerek ve terleyerek gerçekleştirebilen iki sanatçı arasında, biz açıkça yetkinliği karakter yetersizliğinden ayırıyor ve daima tabiî olanı, yapmacık olana tercih ediyoruz. Fakat diğer taraftan, yalnız âdil olarak değil, aynı zamanda bizzat adaletin tarih' olarak "herkese işine göre" diyen meşhur formülü göz önünde tutuyoruz. Oysa ki tabiatın bize bağışladığı, doğuştan vasıfların bizim amelimiz olmadığını kim bilemez? Bu ölçüye göre vakaları hesapladığımızda, bütün değeri gayrete tahsis etmek ve kendiliğinden olan her şeyi değerden çıkarmak zorunda değil miyiz? O takdirde velînin nefsi, değer ıskalasında en aşağı dereceyi işgal etmek zorunda değil midir ? Ancak, bunu kabule kim yanaşır?Böyle bir tenakuz karşısında, bir tarafı tutmak mı, yoksa orta bir yol aramak mı gerekir?Doğrusunu söylemek gerekirse, ahlâkî hayatın hiçbir merhalesinde fazilet ne saf bir tabiatın, ne de mutlak bir müktesebâtm neticesidir. En kötü yürekli adamda kötü karakterine karşı mücadele ederken kullanabileceği bir iyilik tohumu vardır; tıpkı en saf ruhun, kadr ve kıymet saflarında yükselmesi için belli bir gayretten asla müstağni olmadığı gibi. Fransız dili, takdire lâyık olan fıtrî veya kesbî her sıfata kadr ve kıymet (merite) adını verirken, bu güzellik veya zenginlik bile olsa, değerin bu çift yönlü ölçüsünü ortaya koymuştur.Ancak insanlarda, faziletin iki unsuru arasındaki farklı bir dozajı çok iyi tanımak gerekir; aynı zamanda ne insanların mücadelelerinin mevzu-unun ne ahlâkî gayretlerinin ortaya çıkmak zorunda olduğu şeklin, insanların hepsinde daima aynı olmadığını dikkate almak icap eder. Burada ahlâkî hükümlerimiz arasında uzlaştırma formülünü keşfetmek için daha fazla üzerinde düşünmek yerinde olur.Ve biz, onlardan birine "bertaraf edici gayret" ve diğerine "yaratıcı gayret" adı verilebilen iki çeşit gayret arasında Kur'ân-ı Kerim'in tesis et- miş gibi göründüğü bir farklılık içinde çözüm anahtarını bulabildiğimizi sanıyoruz. [12] Segur, Hist. Nap.,Vlll, II, Littre tarafından iktibas edilmiştir. Effort maddesi. [13] Epitre de Paul aux Romains, III, 10. [14] Kant, Crif.de la R. Pratique, s.89. [15] Aynı eser, s. 88. [16] Aynı eser, s. 88. [17] Bak. Gazali, îhyâ, c. IV, s. 36-7- Gazali burada şöyle der: "Eğer, tevbe eden İki kişi düşünmüş olsak, biri hiç mücadele etmeksizin günahtan vazgeçmiş, diğeri ise mücâdele ederek ondan vazgeçmiş, bunların hangisi üstündür? dersin: Bil ki bu konu ulemânın ihtilaf ettiği bir konudur. Ahmed b. Ebu'l- Havari ile Süleyman ed-Darânî'nin taraftarları mücadele eden daha üstündür, derler. Çünkü o, tevbe ile beraber, mücadele üstünlüğüne de sahiptir. Basra ulemâsı da, diğeri daha üstündür, derler. Çünkü o, tevbesinde biraz kusurlu ise de, mücâhede edenden selâmete daha yakındır. îki gruptan her birinin sözleri, gerçek olmakla beraber, gerçeği tam manasiyle aksettirmekte eksiktirler...". |