๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Ahlakı => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 22 Aralık 2010, 22:32:13



Konu Başlığı: Dolaylı Niyetin Rolü ve Tabiatı
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 22 Aralık 2010, 22:32:13
A. Dolaylı Niyetin Rolü ve Tabiatı

Fakat, her şeyden önce, bunların ayrıntılarına girmeden evvel, islâm'da bir amelin değerinin uzakta bulunan hedeflere göre, ne kadar değerlendi­rildiğini belirtelim. Ve şimdilik biz, araştırmamız boyunca epeyce örnekle­rini göreceğimiz, yoğunluk ve enginliği ile Kur'ânî ve diğer çok sayıda nassları, sonsuzca özetleyen ve genelleştiren Hz. Peygamberin bir sözüyle yetinelim. O, "Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir"[56]buyurmuş­tur. Daha önceden dolaysız niyeti, geçerli şart olarak ortaya koymak için bize yardım eden bu söz, aynı zamanda bize, hata ve sevabın son şartı ola­rak, değer ölçüsü gibi daha derinde bulunan niyeti ortaya çıkarmada da yardım edebilir. Bizim, bu nasstan yaptığımız ve bütün sarihlerin zaten yaptıkları bu çift yönlü kullanım, haklılığını önce Arapça ** (niyet) keli­mesinin sözcük kökünde bulmaktadır. Gerçekte, bu kelime, sanki beraber ihtisar edilmiş iki kökten gelmektedir:  Ağır yükünü taşıyarak kalkmak;  Uzak bir yere gitmek. Şu halde, bu çift yönlü kökeni hatırlarsak, bu terim, aynı zamanda yüklenilmiş olan mevcut amele ve yonelinen uzak gayesine dayanan iradî atılımın çift yön-' lü bir veçhesini göstermektedir. Zaten bu zımnî işareti düşünmeye hiç gerek yok. Bu sözün, en ziyade menfî görünüm altmda, özellikle birinci kısım ile ilgili olduğunu farz edelim; fakat daha çok nassm devamını okuyalım, konuşma ilerledikçe ve gitgide müşahhas duruma geldikçe, orada ikinci mananın ortaya çık­tığını ve belirginleştiğini göreceğiz. Hadis-i şerif, "...(Amel ederken) her­kesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur"[57] diye devam et­mekte, üçüncü ve sonuncu cümleyi şöyle sonuca bağlamaktadır: "Her ki­min hicreti Allah'a ve Resulüne müteveccih ise, hicreti Allah'a ve Resu­lüne kaydolunacaktır; nail olacağı bir dünya veya nikâh edeceği bir ka­dından dolayı hicret eden kimseye gelince, onun hicreti hicret sebebi olan şeyle değerlendirilecektir"[58]Ahlâkî takdir prensibinin bu yüksek rolünün, batım veya açıklanmış bir ifadenin sunî muamelesi ile elde edilmiş sathî herhangi bir fikre de­ğil, ancak ruhumuzun derin kaynağından fışkıran normal gerçek bir ni­yete tahsis edilmiş olabileceği açıktır. Bu sahte-niyet, bir süre için hareket ettirici sebeplerimizin gerçek tazyikini boşuna saklayacak, fakat onları değiştirmeye hiç bir zaman erişmeyecektir. Savaşa, intikam niyetiyle, ki­nin etkisiyle hareket ettiğim zaman, düşüncemi bu hedeften uzaklaştır­mam ve kendi kendime, kendi menfaatimi değil, fakat kutsal bir hakika­ti müdafaa edeceğim diye söylemem, hiç bir işe yaramaz. Hiç bir şey gör­memek ve duymamak için, gözlerimizi yummak ve kulaklarımızı kapa­mak suretiyle bütün bir âlemin varlığı ortadan kaldırılmaz. Bu, faziletin ismini mücerret bir şekilde düşünerek hatta telaffuz ederek sahip olunan şey değildir. Sağduyu sahibi bir insana göre, bu etiket, ancak gerçeğin içi­ne işlemek için çok ince bir tülden ibarettir.

Bazı durumlarda amellerimizin gizli sebeplerini ayırd etmenin güçlü­ğünü inkâr etmiyoruz. Bununla birlikte biz, Kant ile beraber onların ha­kikatinin mutlak imkânsızlığını savunmaya dek gitmiyoruz[59]. Bu fikir, Delbos'un işaret ettiği üzere, Kant'ta zamanın dışında seçimini icra eden ve buna göre hiç bir tecrübî bilgiye uygun olmayan ulvî beşerî bir irade­nin var olacağı doktrinine bağlanıyor gibi görünmektedir. Fakat, biz, ta­mamen bilinebilir alanda kalarak, derin saiklerimizin gösterdiği güçlük­lerin çok olduğunu idrak ediyoruz. Bu gerçek saikler, keşfedilmiş farzedilseler bile, onlar düşüncenin basit bir saptırması ile düediğince uzaklaş-tırılabilen ve yer değiştirebilen derecede kolay değildirler. Hatta genel olarak niyetin, yönetilip yönetilemiyeceğini kendi kendimize sorabiliriz. Gazâlî'nin dediğine bakılacak olursa, insan bu yöneltme üzerinde doğru­dan ve dolaylı yoldan hiç bir etkiye sahip bulunmamaktadır. O, niyetimi­zin bizzat iradî bir şey olmadığını, onun, malûmatlar, temayüller, davra­nışın sabit kuralı olarak daha önce uygulanmış düsturlar gibi, bir sürü verilerin tabiî sonucu olduğunu söylemektedir. Öyle ki onu düzeltmek için bu verilerin sistemini tersine çevirmekle başlamak gerekir; hayat an­layışımızı değiştirmek, hassasiyetimize karşı belli bir zorlama yapmak, ruhumuzu dünya sevgisinden kurtarmak ve onu daha yüce bir ideale bağlamak gibi. Bu girişimde başarılı olunduğu zaman, ve ancak bu fedâ­kârlıkla böylece huyu değiştirilmiş olan yeni insan, daha önce sahip ol­duğu niyetten farklı gerçek bir niyetten söz edebilecektir. Aksi takdirde fiille ilgili her girişim, niyetin çabuk ve ucuz hazırlığına ilişkin her dene­me, hayal ve aldanıştan başka bir şey olmaz[60].Daha uzağa gidilebilir; çünkü bu ahlâkî tedavinin sürdürüldüğü ve başarıldığı farz olunsa bile, bu suretle hissî tabiat ortadan kaldırılamaz. Bu yeniden kazanılan fikirler, istekler ve alışkanlıklar topluluğu, doğuş­tan olan temayüllerimizin gücünü gereği gibi smırlandırabilir ve azalta­bilir, buna rağmen bu temayüller orada daima bulunurlar ve onların se­si hiç bir zaman tamamiyle bastırılamaz. Öyle ki akim emri, kendiliğin­den sevginin emri ile aynı olduğu zaman, artık kesinlikle iki emirden hangisine itaat edildiğinin bilinmediği de vakidir.Şunu iyi belirtelim ki, bu şüpheye maruz kalabilenler, ne alelade insan­lar, ihtiraslarına kolayca kendilerini kaptınverenler, ne de dikkatlerini birazcık verebilen yeni mühtedilerdir. O zamana kadar onların prensip­leri tek olduğundan, zıt prensiplerle rekabet etmeden amellerini ilhanı eden gerçek prensip konusunda yanılmanın onlar için yerinde olmadığı aşikârdır; ve bu, onlara karanlık ve belirsiz göründüğü zaman, kendi öz niyetlerini başka türlü tefsir etmek hakkına sahip olacakları sözler veya suretlerden meydana gelen bir oyun vasıtasiyle olmaz. Tersine bunlar, bu konuda pek haklı olarak gerçek saiklerini ayırd etmekte ve onların ves­veselerini yatıştırmakta güçlük çekebilen faziletli insanlardır. Bu para­doksal görünebilmesine rağmen, onlar ahlâkî tekâmülü gerçekleştirdikçe, onları daima sevgiyle fazilet için hareket ettiklerine inandırarak onla­rın yeni edindiklerinin bu kalın tabakasının onları kendi gözlerinden sak­ladığından onların daha fazla korkmak zorunda kaldıkları söylenebilir. Gerçekte onların, tabiatları için gizli dostluk olsun diye şu veya bu fırsat­ta işlediklerini ve bu konuda yanılmış olduklarını, iş işten geçtikten son­ra, bazen keşfetmeleri vakıa olarak bulunmaz mı? Oysa, çoğu kez en dik­katli tetkiklerden gizlenme eğiliminde olan bu derin sırlar, "kalblerin için-dekini okuyan"[61] Zatın murakabesinden uzaklaşabilecekler midir? "Siz sö­zünüzü ister gizleyiniz, ister açıktan açığa söyleyiniz, hep birdir. Çünkü Allah kalplerde ne varsa hepsini bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri gören, bilen ve her şeyin iç yüzünden haberdar olandır"[62]Bundan dolayı, başka her ahlâk için olduğundan daha çok, dinî bir ahlâk için bir zaruret, herkese kanunun kabul ettirdiği veya izin verdiği tesirin dışında, ruhunu her yabancı tesirden kurtarmak maksadiyle ce­surca gayret göstermeyi olduğu kadar, vicdan muhasebesi içinde zekâ ve feraset uygulamasını da kendine gerekli kılmaktadır. Hiç bir âdil kanu­nun, bizi, bize görülemeyeni görmek için, veya aşılamaz olanla mücade­le için fıtratımızın ötesine gitmek yükümlülüğü altında bırakmadığı doğ­rudur. Fakat biz, baştan başa dolaşılarak yolun sonuna varmadan önce, bu fıtratın gücü tarafından durdurulduğumuz zaman, işte bu durma nok­tasında, tek aklın kanununa boyun eğmiş vicdanın tutumu, yüce ve ilâhî lütfün bir kanunu karşısında bulunan kimsenin tutumundan farklı olmaktadır. .Aklen, bulunduğumuz nokta-i nazara ve aynı şekilde mizacımıza gö­re, içinde daha iyiyi yapmayı hissettiğimiz yetersizlik, vicdanımızda, iki zıt, fakat ahlâk için her ikisinin de aynı kötü bir neticeye yol açtığı duy­gu vasıtasiyle ifade edilmesi gerekir. Çünkü kanun karşısında, hiç bir za­man imkânsızı yerine getirmekten sorumlu olmadığımız için kendimizi muaf olarak kabul etmek zorundayız; fakat gayr-i iradî olsa da, zatî ek­sikliğimizin tesbitinin, bize kendimiz için bir hor görme duygusunu il­ham etmesi lâzımdır: Biz, giderilemez ve ahlâkî isteklere yaraşmaz olan bu fıtratı, kesinkes mahkum etmemezlik gücüne sahip değiliz.Böylece, mantıkî ve soğuk olan birinci mülahaza, şiddetimizi uzaklaştır­makta, bizi aşılamaz bir sınır olarak bu hudutta sessizce dinlenmeye da­vet etmektedir; bu durak, bir defa kabul edildikten ve biraz uzatıldıktansonra, çok çabuk gitgide bir gerilemeye dönüşecektir. Eğer uygulamala­rımızla düşüncelerimiz arasındaki bu mesafenin tesbiti, tam tersine kal­bimizin ateşini tutuşturmakta ve bizi büyük bir öfkeyle kendi kendimize karşı kapıp sürüklemekte ise, faraziye ile imkânsız olarak gördüğümüz şey, hiç de fıtratımızı düzeltmek için olmayacaktır; fakat üzüntüler için­de bahtsız durumumuza nefretten dolayı; ve ümitsizlik denilen bu verim­siz tiksinti, önce insanı aynı şekilde aynı durağa ve sonra biraz önce işa­ret edilen gevşekliğe sürüklemek zorundadır. İnsan, kendi güç ve bilgile­rine dayandığı sürece, işte budur.

Halbuki imanla gıdalanmış, bu canlı ve yüce son derece iyi ve sınırsız derecede güçlü hakikat içinde güvenle dolu ruh, Allah adını verdiğimiz bu sevgi ve hürmet mevzuunda, hiçbir zaman ne kendini bu öldürücü ümit­sizliğe, ne de kendi hakkında bu uyuşuk hoşgörürlüğe düşmüş olarak görür. Bu, bir taraftan, fıtratımızdan çıkmayı, bize emretmeyen ilâhî kanunun yumuşaklığı düşüncesinin, bu kanunun yaratıcısının rabbani mutlak il­minin fikri sayesinde vicdanımızda dengelenmesidir. Kalbimizin derin­liklerini bilen ve gücümüzün sınırlarını İnceden inceye ölçen yalnız bu mutlak ilim, yine bâtını davranışımızın göze görülmeyen noksanlıklarını göstermek ve düzeltmek için bizde daha iyiyi yapma gücünün bulunup bulunmadığına bihakkın hükmedebilir. Diğer taraftan, ahlâkî endişe ile ve kendimiz hakkında çok şeyler isteme ve iddiası ile ruhumuzu doldu­ran bu azametli her yerde hazır ve nazır fikri, yalnız unutup ihmal ettik­lerinden dönenleri ve günahlarından kurtulmak isteyenleri kabul etmek için değil, aynı zamanda onlara yardım etmek ve aralıksız onlara artan bir güç vermek için, sırasında bize her zaman yardım elini uzatmış olan bir merhamet düşüncesi ile hafifletilmiş olarak bulunmaktadır.Kur'ân[63]-ı Kerim, mü'minin ruh halini işte bu ışık altında tavsif ediyor: O, ne Allah'tan ümit keser, ne de O'na karşı yalan güven içinde olur[64] fakat her zaman orta yolda ümit ile korku arasındadır, yahut daha çok o, aynı zamanda iki duyguyu da besler[65].Demek oluyor ki, yumuşaklık ve gayret, cesaret ve ümit, canlı diyalog, kendimizi mahv ve telef etmeden, meşalemizi iyice tutarak, kalbimizi so­ğutmadan serinleterek, her şey muvazeneli ve iyice mütenasip bir hal vederecede tutulmuştur. Ve işte bunlar, devamlı ve verimli bir iş vücûda getirmeye gerekli ve yeterli bir şartlar bütünüdür. Ahlâkîlik, başka yerde bundan daha iyi bir cevap bulabilir mi Niyetin genel prensibinin ortaya konduğu şu anda sathî ve yapma­cık bir niyet asla söz konusu değil, fakat, orada onun derin köklerini bul­mak ve düzeltmek için, kendimizde daha ileri derinlikler üzerinde çok düşünülmesi gerekli olan gerçek saiklerin söz konusu olduğunu belirle­dikten sonra islâm ahlâkı içinde bu saiklerin çeşitli kısımlarını incele­mek ve her biriyle ilgili nizamlarını araştırmak hakkında olan bu bölü­mün temel konusunu ele alabiliriz.Bu gayeci niyetin tetkiki boyunca, bazı müslüman ahlâkçılara ve mu­tasavvıflara rağmen, önemsiz olarak nitelendirilebilen basit, orta bir alan­dan geçerek, onun en övülmeye değer olanından en kınanılacak olanına kadar, her çeşidi ile karşılaşacağız. Zira, biri kanuna karşı olan ve diğeri, nihayet onu daha tesirli kılabilen birbirinden öylesine uzak bulunan düs­turları nasıl aynı bir kınama hükmü içerisinde toplayabiliriz? Kur'ân-ı Ke­rim ve Sünnet, bize vakıaları takdir usulleriyle iyi ile kötü'mm iki aşın ucu arasında bir orta yol için bir yerin, farz ile yasak arasında mübah'ın bulun­duğunu talim etmediler mi? "f& J»lf^e**fj*»f£fl** *Ai Onlar vasıtasıyle Kur'ân-ı Kerim'in teşri'inin çeşitli sınıflarını tayin ettiği, en çok cari üç de­yim işte bunlardır. Bu üçlü taksimat, niçin, farklı davranışları teşvik eden ruha uygulanmasın?Oysa, bir niyetin iyi veya kötü, yahut sadece, caiz olup olmadığına hükmetmek için, onu her zaman mücerret kavram saymak yetmez, aynı zamanda hükmümüzü son derece değiştirebilen diğer iki faktörün mü­dahalesini de hesaba katmak gerekir :

1- Filan veya falan gayeyi gerçekleştirmek için uygulamak istediğimiz amelin nevi; zira eğer maddî kıymeti haiz olan şeyler, bu dünyanın gaye­lerine erişmek için vasıta olarak kullamlabiliyorsa, kendisi için veya da­ha yüksek gayeler için tasavvur edilmesi gereken mukaddes bir ödevin durumu ile aynı değildir.

2- Yalnız veya başkasıyle müşterek olduğuna ve bu sonuncu durum­da birinci derecede veya ikinci derecede bir unsur oluşturduğuna göre, hareket ettirici gücümüzün yapısında falan veya filan saikın oynaması is­tenilen rol; çünkü muhtelif saiklerden oluşan bir karışımda, yalnız ilâve edilen her unsurun tabiatına değil, aynı zamanda tümü içinde onlardan her birine verdiğimiz öneme de bakmak gerekir. Bizzat insan karmaşık bir varlık olduğundan tabiatını en iyi surette tasvir eden amelini nasıl göz önünde bulundurmayız? Onun hakkında ancak falan gayeyi, diğer filan gayeye tercih ettiğine göre hüküm vermemiz yerinde olur. Tenasübün manası, bunu gerektiriyor, aynı şekilde Kur'ânî prensibe göre de amelle­rimiz, bir zerre ağırlığında bile olsa, inceden inceye tartılacaktır.Karmaşık ve birbirine girmiş olmasına rağmen, bu araştırmanın planı daha şimdiden şöyle çizilmiştir: Biz, sırayle her biri vicdanın tek efendisi farz edilmiş olan niyetin bu üç şekliyle ilgili nazariyeyi açıklayacak ve so­nunda, irademizin ihtiyarını tayin etmekte yardımcı olmak için birbirine karışabilen birçok saiklerin farklı tarzlarını inceleyeceğiz.

 
[56] Krş. Buhâri, 1, Hadis.

[57] Aynı eser.

[58] Aynı eser.

[59] Krş. Kant, Fondcments... Meta., 2. Bölüm, 2. Sahrbaşı.

[60] Krş. GazâK, İhya', IV, s.319.

[61] el-Mâide5/7

[62] el-Mülk 67/13-14.

[63] Yûsuf 12/87.

[64] el-A'râf 7/99.

[65] ez-Zümer 39/9.