Konu Başlığı: Bertaraf Edici Gayret Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Aralık 2010, 10:35:30 A . Bertaraf Edici Gayret Bertaraf edici gayret ile şu ameliyeyi kastediyoruz: Bizi şerre teşvik eden kötü-eğilimlere karşı mukabele ettiğimiz, bu eğilimlerin tesirlerini uzaklaştırmaya yetenekli bir mukavemet gücüdür.Ne zaman üstünlüğü ele geçirmeye doğru yönelen düşman bir kuvvetin karşısında bulunursak, böyle bir ameliyenin gerekliliğine hiç kimse itiraz edemez. Gerçekten o anda insanın birinci ödevi, en acil işi, ihtiraslarını susturmasıdır. Gördük ki, Kur'ân-ı Kerim bizden bu mukavemeti bir çok defalar ısrarla istemektedir. Ona göre, şerefli akibetler, şehvetlerini yenmesini bilenlere tahsis edilmiştir. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Büyük, müthiş felâket ortalığı sardığı zaman, o gün insan ne için çalıştı ise onu hatırlar. Cehennem de her görene apaçık görünür. Taşkınlık eden, dünya hayatını tercih eden için, şüphe yok ki, varılacak yurt cehennemdir. Rab-binin huzurunda suçlu durmaktan korkarak nefsini süflî heveslerden nehyeden için de şüphe yok ki, varılacak yurt cennettir."[18] Ve burada, amelî hükümler olarak diğerleri arasında senenin on ikide bir kısmında ve bu mecburî devrenin dışında birçok şartlarda imsaktan iftara kadar olan esnada Kur'ân'm farz kıldığı mutlak orucu zikretmeliyiz. Bu, hiç şüphesiz nefsine körü körüne itaati kırmak için mükemmel bir temrindir.Fakat bu başarı, her yerde ve daima bizden zahmetli bir fedâkârlık isteyecek kadar meşakkatli midir? Ahlâkî hayatı simsiyah gören ve ona göre şer tabiatın acımasız bir kanunu olan aşırı kötümserliğe rağmen, biz bu soruya, durumun daima böyle olmadığı şeklinde cevap veriyoruz.Pek tabiî biz, şer meselesinin hiç ortaya çıkmadığı meleklere yaraşır bir fıtrattan bahsetmek istemiyoruz; çünkü böyle bir fıtrat için hayırdan başka bir şey işlemek imkânsızdır. Biz, falan şer için bedenî gücü veya filan haz için normal zevki tamamen eksik olan bir hastadan da bahsetmiyoruz. Ahlâk-üstü veya ahlâk-dışı, bu iki durum aynı şekilde söz konusu olmamaktadır. Fakat biz, içgüdüler ve akılla donanmış tam beşerî bir fıtrat alanmda kalarak, birçok kişilerde aşağı veya yukarı doğru giden sayısızderecelerle hayırlı kararlar içinde bir kendüiğindenlik tesbit ederiz. Şu anlamda ki; bu kararlar, birbirine zıt kötü eğilimlerle gözle görülebilir bir şekilde birbirlerine ters bulunmazlar. Yalnız adî veya anlamsız bir karar sözkonusu olduğu zaman değil, aynı zamanda çok önemli karar alındığı durumda dahi, halk için ancak büyük bir gayret karşılığında elde edilen bu azim, bu şahıslarda daha yumuşak ve daha kolay bir tarzda gerç ekleştirilmektedir.Bu aşağı yukarı kendüiğindenlik iki tarzda meydana gelebilir: Ya fıtrî bir istidat ile lütfedilir, ya da az çok uzun ve güç bir müddet sonunda bir gayretin başarısı ile hasıl olur.Birinci durumda, nefsanî arzular henüz şuurlu bir seviyeye itildiklerinden ve hayır fikri ruhta mümtaz bir yer işgal ettiğinden salih amel, bir sevgi ve sevinç mevzuu olarak kendini gösterir. Ahlâkîliğin kendine doğru yöneldiği bu yüce durum, aynen Allah'ın yarattığı üzere büyük velilerin durumu olacaktır. Bilhassa başından beri ilâhî bir görevi tebliğ için seçilmiş olan Peygamberler. "Hak Teâlâ, Peygamberliği kime vereceğini daha İyi bilir."[19] İkinci durumda, hadiseler ancak en sonunda ve ekseriya yenilenmiş bir mücadele sayesinde bu şekilde cereyan ederler. Bu yalnızca belli bir manada bir melekenin uygulanmasının icra olunan melekeyi aynı Ölçüde beslediği bir kanun değil, aynı zamanda ciddî şekilde doğru yolu arayan kimseye hidayet etmek için Allah'ın da müsbet bir yardımla müdahale etmesidir. "Bizim yolumuzda (çalışıp didişenler) mücâhede edenleri muhakkak ki (doğru) yolumuza iletiriz. Hak Teâlâ iyi işler işleyenlerle beraberdir"[20]. Bir hadîs-i kudsîde de şunları okuyoruz: "Benim gerçek kulum, bana yaptığı nafile ibadetlerle de yaklaşır. Nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim."[21].Fakat bundan daha aşağıya, vasat bir insan seviyesine inersek, kısmen benzer bir durum tesbit etmeyecek miyiz? İster makul bir varlık olmaya lâyık vasfı üzerimde düşünmek için, ister korkunç neticeleri önceden kestirmek İçin belli bir arzu önünde durmaya çalıştığımız zaman, bu görünümIer veya bu değerler, tasavvurumuzu istilâ etmeyi ve kalbimizin içine girmeyi başardıkları zaman, o zamana kadar görünmemiş kalan ve bundan sonra serden uzaklaşmamızı daha kolay kılan belli canlı bir gücü kendimizde hissetmez miyiz? Halbuki veli aşkla itilmiş, vasat insan akıl ile desteklenmiş, alelade insan korku ile zaptedilmiş veya ümitle cezbedilmiş olsun —fikirlerle az çok yüce duygular arasındaki bu özel farklılığın dışında vetire daima aynıdır. Şu veya bu durumda irade, ilerlemesini destekleyen diğer muharriklerle donatılmış bir surettedir; ve bundan dolayı karar daha çabuk ve daha kolay hale gelmekte ve gayret aynı oranda azalmaktadır.Bu, orada artık anlaşmazlık bulunmadığı anlamına gelmez. Hatta had safhada bile onun olduğunu söyleyebiliriz. En azından göreceğimiz nass-larm tamamından ortaya çıkan budur.Yalnız burada karşı karşıya bulunan iki güç, aynı ölçüde silahlandırılmış değildir. Hiç şüphesiz genel kaide olarak, "insanın nefsi, ona kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin rahmetiyle kötülük yapmaktan koruduğu başka."[22]. Resûlallah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç bir kimse yoktur ki, kendisine cinlerden bir arkadaşı vekil kılınmamış olsun!" As-hab: "Ya sana! Rasûlallah! dediler. "Bana da, şu kadar var ki, Allah onun hakkında bana yardım etti de o müslüman oldu. Artık bana hayırdan başka bir şey emretmiyor"[23]. Allah'ın bütün sadık kullarının durumu da aynıdır. "Gerçekte (Şeytanın), iman edip Rablerine güvenen ve dayananlar üzerine hiç bir tesiri yoktur."[24]"Kullanma gelince, gerçekte senin, (öz) kullarım üzerinde hiçbir tesirin yoktur."[25] Onların hassas fıtratlarının bu şeytanî amele maruz kalmasının tesiri, insanların çoğu üzerinde kendini gösteren tesirden sebat ve devamca daha azdır. Bu geçici bir bulutun gölgesi ile meydana gelmiş ve çok hızlı dağılmış olan hafif bir kararma kabilin-dendir[26]. Şer isteğinin ruh üzerinde meydana getirdiği sadme, sarsılmaz bir yapıya karşı bir toplu iğnenin temasını çok geçmez[27]Gerçektir ki, en salih kimseler, keza kendilerinin kâmil tabiatlarından yararlanan kimselerdir[28]Hakikaten îsîâmın velîsi, şehvetten tecrid olmuş bir budist hakimin veya acılara karşı duyarsız bir stuacı hakimin modelinde tasavvur edilmemelidir. Çünkü tersine, bazı şeyler bizimkinin hoşuna gider, diğer bazısı ona tiksinti verir. Ve o, iki durumda da onun fıtrî veya alışılmış temayülü, bir ödevin tersi olmadıkça, ona karşı durmaya çalışmaz. îşte bu suretle hadis, bize Peygamberin özellikle bal ve şekerli şeyleri sevdiğini[29], kötü koku yayan sebzelerin onun hoşuna gitmediğini[30] anlatmaktadır. Bir gün kendisi için alışılmamış bir yemeğe davet edildiğinde, ona elini sürmemişti. "Ondan yemek haram mıdır? Yâ Rasûlallah" diye soruldu. "Hayır, fakat memleketimde ona alışılmamıştır, binaenaleyh onun için kendimi isteksiz hissediyorum"[31] şeklinde cevap verdi. O, fırsat düştüğünde gerçekliğini hiç bir zaman bırakmaksızın güler ve şaka yapardı[32] Can çekişen küçük çocuğunu görünce gözyaşlarını tutamadı: Sa'd kendisine "Bu ne yâ Rasûlallah?" dedi. Resûlullah (s.a.v.): "Bu bir rahmettir. Allah onu kullarının kalblerine tevdî buyurmuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına rahmet eyler"[33] buyurdu. Aynı olay, Ashabından birinin ölümünde hazır bulunduğu zaman da vuku bulmuştu[34]Bununla birlikte ona göre, en canlı ve en derin heyecanlar, kaynaklarını bu bayağı olaylar düzeninden almazlar. İnsanların kurtuluşu için kaygıları ve onların yolunu şaşırtmalarını görünce duyduğu acılar, onun ruhu üzerinde başka türlü dokunaklı bir tesire sahiptirler[35]. Aynı şekilde onun sevimli, cana yakın duygulan, daha ziyade bu yüksek değerlere doğru gitmektedir. Keza bizzat o, bize şöyle buyuruyor: "Bana verilen en derin şevk ve safayı namazda duymaktayım."[36]Şu halde tslâmî velayet, fıtrata karşı mutlak bir kayıtsızlıktan değil, fakat manevî değerler için özellikle tekid edilmiş bir tercihten ibarettir. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim gerçek mü'minleri tavsif ederken, onların ancak Allah'ı sevdiklerini söylemiyor mu? Lâkin onlar: "Allah'ı her şeyden çok severler".[37]Oysa ki gayret ve kendiliğindenlik problemini ortaya çıkarmak için, Ödeve zıt güçlerin tamamen yok olacakları bir durumu farzetmeye hiç ihtiyaç yoktu. Rakîb güçler arasındaki bu eşitsizlik vakıasından başlamak bize yeter; çünkü lütufkâr duygunun en cüz'i üstünlüğü, orantılı olarak yükümlülüğün ağırlığını ve mukavemetin gerektirdiği fedâkârlığı hafifletmek zorundadır. Bizzat Kur'ân-ı Kerim, bu işareti yapmıştır. O, sabır ve namaza başvurmayı canlı bir şekilde tavsiye ettikten sonra şöyle der: "Bu da, şüphe yok ki çok ağır gelir, fakat içi saygı ile ürperen kimselere değil!"[38]Gerçekte o kadar nisbetsiz böylesi güçleri, karşı karşıya getiren çatışma arasında belirlenen veya ana hatlar içinde daha önceden ortaya çıkan bir başarıyı görmek zor değildir. Yalnız onu ana hatları ile söylüyoruz, çünkü adetâ buharlaşmış bir hale gelmiş ve gerektiğinde insanın doğrudan doğruya ve gayr-i ihtiyarî bir tarzda kendini ona teslim edeceği Özel bir amel söz konusu değildir. Söz konusu olan, en işlenmiş ve en gelişmiş eğilimle şematik olarak belirtilmiş bir istikâmettir.Şimdi, az önce tavsif ettiğimiz şartlar içinde edâ edilen amelin değeri nedir? Bu, ne sırf kendiliğinden, ne tamamen kazanılmış bir ameldir; o birleşik iki gücün bir semeresidir: fıtrat ve şahıs. Zaten çeşitli miktarlarda her beşeri amel de böyledir. Fakat, fıtratın bu katkısı arttıkça, şahsî meziyet azalmak zorunda değil midir?Mesele işte budur.İlk önce, müsbetin imkânsızlığının bedâheten zuhur ettiği bir jdurum vardır. Bu, gelişme halinde olan ve onun için tabiatın bu esnekliğinin, bizzat iradenin bir kesbi olduğu vasat insanın durumudur. Şimdilik bu durumla yetinelim.Böylece, nisbeten kolay bir hal olan ahlâkî ameli küçümsemek, neticelerinin en iyisi içerisinde bizzat gayreti tanımamak değil midir? Çoğu zaman bu zikredilmiştir: Mücadelenin varlık nedeni, bizzat mücadele içinde değil, fakat ondan sonuç olarak çıkan başarıda yatmaktadır.Bununla beraber bu başarı tesadüfi veya arızî bir anlamda anlaşılmamalıdır. İlk olarak belli bir iğvâya karşı mücadele ettiğim ve ondan uzaklaşmayı başardığım zaman, bu şan şeref içinde, bana galibiyet unvanını vermek için yeter bir sebep değildir. Orada tesadüfün küçük veya büyük bir ölçüde katkısının olup olmadığını kim bilir? Bir atasözünün dediği gi- bi, Dit gülle bahar olmaz. Ve işte şüphesiz bu bakımdan Aristo, fazileti alışkanlık kategorisi içerisinde tasnif etmiştir. Şu halde şartları değişmeye ve fırsatın çeşitli şekiller altında kendini göstermesini bırakalım, eğer aynı başarılı sonucu elde ediyorsam, o takdirde ona sevinebileceğim, fakat henüz tam olarak değil.Çünkü ben, eğer her fırsatta aynı kaynaklara başvurmak ve davranışımda ahlâkî bir uygunluk sağlamak için aynı güçlüklere maruz kalmak zorunda olursam, buradan fıtratımdaki asi karakterin gelişmeye elverişsiz olduğunun ortaya çıktığını söyleyemesem bile, onun değişmeden kaldığım müşahede ederim. Balonunu suya batırmak için boşuna çabalayıp duran çocuğun klâsik misali, hiç bir ilerleme kay d etmeksizin daima birbirlerine benzer bu teşebbüslerin tam bir tablosunu bize vermektedir. Zavallı, balonunu sulara batırmaya boşuna çalışacak, delmedikçe veya içine ağırlık koymadıkça onu, bırakır bırakmaz balon zıplayacak ve suyun yüzüne çıkacaktır. Açıkça mukavemet içinde bu şiddetli hırsın zaruretini durdurmak, belli bir dahilî denge sağlamak veya mümkün olduğu kadar ona yakınlık kurmak amacını hâvî olan bütün ahlâkî ihtimamı doğrularken müslüman mutasavvıfların bize tavsif ettiği gibi mübalağa etmiyoruz. Bu gerçeği açıklayan binlercesi arasından, Ebû Muhammed el-Murta'ış'ın içebakışla ilgili olarak kendini incelediği aşağıdaki kıssada bize bir misâl verilmiştir. Bu mutasavvıfın, her yıl edâ ettiği haclar esnasında kendini her çeşit sıkıntılara sokma alışkanlığı vardı. O, nefsinde hiç bir itiraz duymaksızın açlığa ve yorgunluğa tahammül ediyordu. Bu bakımdan o, önemsiz bir hadise onu uyandırdığı zaman, tabiî eğilimlerini tam bir disiplin altına almaya karar veriyordu. Bir gün annesi ondan bir testi su getirmesini istediği zaman, bu onun nefsine çok ağır geldi. Bunun üzerine bizim sûfî maziye dönerek, geçmişe ait bütün amellerini, zahiri ve ahlâka aykırı bir itaatle icra olunmuş sayarak, mahkûm etti[39] Onun ödevi henüz gayesine erişmemişti.Şu halde gayretin amacı gayreti azaltmaktır. Ondan elde ettiğimiz en büyük faide, yavaş yavaş ondan kendimizi bağımsız kılmaktır; bu da gayretin uygulandığı amelle bizi daha içli dışlı kıldığı ölçüdedir. Elbette bu, statik ve her teşebbüsü dışarıda bırakan şekil altında anlaşılan bir alışkanlıkla değil, fakat uygulanırken gelişen, mevzuyu değiştirirken kendisi değişikliğe uğrayan ve en değişik ve en umulmadık şartlarda bile duruma hakim olmayı sağlayan dinamik bir kaynak gibidir. Mücadelenin içe nüfuz etmesi, kökleşmesi, asıl bir huy haline gelmesi ve sanki ikinci bir fıtratmış gibi olması gerekir. Yalnız bu surette, istenilen bir ahlâktan değil, sahip olunmuş olan bir ahlâktan söz edilebilir.Mücadele ve zaferin veya daha genel olarak haricî katkı ve kendiliğinden atılımın bu iki merhalesinin, Arapça'da huluk ve tehalluk olarak aynı kökten, farklı ve gayet manidar, iki şekilde ifade edilmiş olduğunu kaydetmeliyiz. Huluk kelimesi veya gerçek anlamiyle ahlâkîlik, davranışın kendiliğinden ondan neş'et ettiği bu fıtrî veya kesbî kuvveye delâlet etmektedir. Başka bir ifadeyle, huluk Allah tarafından her yaratığa verilen zahirî şekil olan halk'm tersine iç varlığımızın sabit şeklidir. Sayesinde amellerin, cömert ve kendiliğinden bir hamle ile fışkırdığı, bu istikrar elde edilmedikçe, şu veya bu tarzda davranmak için tehalluk halinde, yani teşebbüs ve deneme halinde bulunur. Bu şekil altında terim, çoğu kez yapmacık ve gösterişe yaklaşan pejoratif anlamda kullanılmaktadır. Sadece kelimelerin tariflerini düşünmek suretiyle üstün değerlerin hangi yönden yerleştirildiği anlaşılır.Amelin realitesi bilgininki gibidir. Hükmetmek için olduğu gibi, amel etmek için de, kendisinden alınacak bir sermaye gerekir. Hakikat araştırıcısı eğer birinci prensiplerin ve genel kanunların bir sistemini elinde bu-lundurmazsa ve araştırmalarım nereden yöneteceğini keşfetmediği sürece, onun işi en uzun ve en zor amellerden olur. Biz, insanın gerçeğe ulaşmakta ne kadar aheste olursa, o nisbette âlim olduğunu söylemek hakkına sahip miyiz? Ben hiç kimsenin bu hususta anlaşmak isteyeceğini sanmıyorum. Fakat buradan bize, aynı şekilde en faziletli insanı, ihtirasın sesini anmda susturmaya ve iyi kararı daha çabuk ve daha emin bir şekilde vermeye kabiliyetli, bir iç vasıtalar bütününü elinin altında bulunduran kimse olarak tarif etmek zorunda değil miyiz?En büyük mukavemetle edâ edilen en ahlâkî ameli tarif eden aksi tezi savunmak, ilkel merhalede kalmakta son derece inat etmek olacaktır. Orada insan, bir ilkel ve yabanî duygular yığını ile karşı karşıya bulunacak ve bunlara karşı o, kendini ancak en umutsuz mücadeleci bir gayrete başvurarak savunabilecektir. En titiz ahlâkçı filozoflarımızın[40], orada sadece geçici, aşılmaya ve zıttiyle yerini değiştirmeye elverişli bir durumu gördükleri bu ilkel merhale, şüphesiz cihanşümul değeri haiz bir kanun ve bir ölçü şeklinde alınamaz. Çünkü böyle düşünüldüğünde en üstün ahlâkî hayat, yalnız yeni başlayanların ve çıraklarınki değil, fakat daha ziyade kötülerin ve eğri yolda olanların ahlâkî hayatı olacaktır. Bizim modelimiz dürüstçe davranmaya, ancak fıtratına bir nevi bükülmeyi kabul ettirecek ve zor bir hareketi istemiye istemiye yaparak karar verebilen insan olacaktır. Oysa Kur'ân-ı Kerim, bize bunun tamamen zıddına bir nokta-i nazarı kabul ediyor gibi görünmektedir. Biz, Kur'ân-ı Ke-rim'in, ödevlerini zevkle ve içtenlikle edâ edemeyen, namaza ancak üşe-ne üşene gelen ve fakirlere yalnız isteksiz olarak mallarını veren kimseleri nasıl açıkça ayıpladığını ve mahkûm ettiğini gördük[41]. Şu halde Aristo, güzel amelleri edâ etmekten hoşlanmayan kimsenin gerçekten hayırlı insan olmadığını söylemekte haklıydı.Biz buraya kadar, bu kerim ve hayırlı huyun, tabiatın bağışı olmadığı, bilâkis gayretin bir zaferi olduğu durumunu inceledik. Halen büyük mukavemetle karşılaşmaksızm bile olsa, bu hidâyetten sonra edâ edilen amel, az çok geçmişte birikmiş bir mukavemetin karşılığıdır. Bu şartlar içinde tamamlanan amelin, şahsî liyâkate verilmiş olması gerektiğini savunmaktayız. Gayretten ileri gelmiş olan kendiliğindenlik ona karşı çıkmaz, bilâkis onun aslmdan olarak hissedilir. O, onu devam ettirir, gaye ve vasıta suretinde yüceltir. Bu şekilde akıl yürütürken bize, hatta insanın ilâhî lütuftan bağımsız olarak biçim değişmesine elverişli diğer bütün unsurları bir yana bırakmak suretiyle, beşerî iradeyi sanki ahlâkî varlığın bu şekil değiştirici gücüne sahip olarak takdim ediyormuşuz gibi itiraz edilecektir.Hiç bir şekilde, diye cevap vereceğiz. Çünkü Kur'ânî ahlâkın açıklamasında böylesine bir karışıklığı irtikâb etmek, fahiş bir hataya düşmek olacaktır. Faraziyemizde örtülü olarak bıraktığımız şeyden açıkça bahsetmek zamanı gelmiştir. Şu halde bir kelimeyle, Kur'ân'da ve hadiste bize göründüğü gibi bu yüce unsurun müdahalesinin neden ibaret olduğunu söyleyelim. Çoğu kez, o kendini bize ahlâkî tabiatın teşekkülünde çok iyi belirlenen, bir rolü oynar şekilde gösteriyor. O, başlanmış veya daha önceden tamamlanmış beşerî bir gayrete cevap olarak verilmiştir, ister ona yardım ve onu desteklemek için, ister daha verimli kılmak ve sonuçlandırmak için olsun, o, bu gayretin arkasından gelir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu konuda bize şöyle buyurmaktadır: "Bizim yolumuzda (çalışıp aidişenler), mücadele edenleri muhakkak ki (doğru) yollarımıza iletiriz."[42] "Doğru yola iletilenlere gelince, Hak Teâlâ onların hidâyetini artırır, onlara (fenalıktan) sakınmanın (mükâfatını) verir.,"[43] "îman edip iyi işler işleyenleri Rableri, iman-lariyle hidâyete iletir."[44]Şu halde daima önce bizim tarafımızdan gelen bir şey vardır. Işığı almak için insanın onu istemeye başlaması ve ona açılması gerekir; o, ihtiyacını ona açıklamak, ellerini ona uzatmak ve ona doğru bazı adımlar atmak zorundadır. Peygamberimiz (s.a.v.) bize şöyle buyurur: "Yanımda mal olsaydı sizden esirgemezdim. Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allah, iffetli ve temiz kılar. Halktan müstağni olmak isteyenleri de Allah zengin eder. Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır verir. Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir şey verilmemiştir."[45]İlâhî yardım, böylece beşerî bir gayretle şartlandırılmış olduğundan, bu gayret değerini tamamen muhafaza eder; ve zaferi takip eden sulh ve sükun onun ecrinden hiçbir şey eksiltmez.Elbette Kur'ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde şart ile şartlandırılmış olan şey arasındaki bu ilgiden söz etmez. Hatta bazen o, beşerî teşebbüse hiç bir telmihte bulunmaz ve seçkinlerin kâmil hidâyetinden bahsederken, onu doğrudan doğruya ilâhî lütuftan gelen karşılıksız bir ihsana bağlı olarak takdim etmektedir. Kur'ân'da bunu şöyle okumaktayız: "Hak Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun gönlüne îslâmiyeti (kabul için) açar; her kimi sapıklıkta bırakmayı dilerse, onun gönlünü darlaştınr, kasvetleş-tirir, sıkıştırır ve bu adam zorla göğe çıkıyormuş gibi olur."[46]. Gerçek mü'minler "o kimselerdir ki, Allah imanı onların kalblerine yerleştirdi, onları kendi tarafından bir ruh ile (vahy ile) destekledi."[47], "imanlarını bir kat daha iman ile teyid için müminlerin kalbine itminan veren O idi" [48], "Hak Te-âla imanı size sevdirdi. Kalblerinizde onu süsledi (size hoş gösterdi), küfrü, fışkı, isyanı (hakikati tanımamayı, haddi aşıp taşmayı, karşı gelip itaatsiz olmayı) çirkin gösterdi" [49]Fakat bir şeyin zikrinin ihmâli, zarurî olarak onu inkâr etmek değildir. Söz konusu aynı âyetlerin bazüarıyle bu tutum hakkında hüküm vermek istersek, bu ilâhî lütuf, bu insanların daha önce ortaya koydukları1 güzel bir davranışı mükâfatlandırmaya yönelmiş gibi kabul ve itiraf olunur. "Hak Tealâ onların kalblerindekini bildi de onlara huzur ve itminan verdi."[50], "îmanlarım bir kat daha İman ile teyid için mü'minlerin kalbine itminan veren O idi."[51]. Şu halde burada takviyeye muhtaç bir iman, mükâfatlandırmaya elverişli duygular vardı.Tabiî biz, insanî amelin mutlak olarak birinci olduğunu iddia etmeye dek gitmeyiz. Çok açıktır ki bizim bedenî, psikolojik, sosyal varlığımız, tam anlamiyle ahlâkî varlığımızın önünde yer almaktadır. Ve bu ahlâkî varlığımızın içinde kuvve halinde mevcut imkânlar ondan daha önce gelmekte ve şuurlu faaliyeti hazırlamaktadırlar. Hatta biz, gayet istidatlı ruhlar için bir nevi ilâhî müsbet yardımın ve kötü eğilimlere karşı onları mukavemet konusunda büyük bir gayretten muaf tutan bir ilave gücün bulunduğunu söyleyeceğiz.Karşı nazariyenin delilini kesin olarak reddetmek için, biz bu son durum üzerinde duracağız.Şu halde nassların bu imtiyazı kasdettiğini, kendileri vasıtasıyla kazanılan bu gücün bir ölçüde onların iradî ve mücahedeci müdahalelerine bağlı olmadığını farzedelim. Ve Kur'ân'la beraber onların takva hususunda güzel istidâtlariyle "buna hakkiyle lâyık ve takva ehli olduklarını"[52] tamamen kabul ederek kesin olarak onların "Allah'ın inayet ve nimetine"[53] karşı borçlu oldukları hususunda da mutabakata varalım. O zaman bir soru ortaya çıkmaktadır: Öyleyse onların liyâkati için geriye ne kalıyor? Kur'ân-ı Kerim'in hiç bir övgü vasfını onlara yöneltmeyi esirgemediği hiç bir güzel va'din tahsisini onlar için ihmal etmediği vakıasını nasıl açıklarız?Gayretin ve kendiliğindenliğin tenakuzu işte burada gayet açık bir şekilde görülmektedir.Gayretin aslî ve kayıtsız şartsız değerinin taraftarları, belki görüşlerinin sertliğini yumuşatmak ve bize bir anlaşma teklif etmek isteyeceklerdir. Geri kalan öteki ihtiraslarla mücadele için bu gayretin kullanılabilir ve hareket halinde mevcut olması şartıyle, onlar bize uzaklaştırılmış bir arzu karşısında, gayretin yokluğunun ahlâküiği geçersiz kılmadığını, ancak son hadde, bütün kötü temayüller mağlup edilince, ahlâkîliğin vuku' bulmayacağını ve bu durumda yerini veliliğe bırakacağım söyleyeceklerdir. Bu çözüm yolu bize pek tatmin edici görünmemektedir.Önce, naslar yalnızca bu mücadeleden tamamen veya kısmen muaf tutulmuş ruh arasında bir ayırım yapmamakta, bilâkis onlar en yüksek değeri, kendisi için bütün kötülüklerin bir iğrenme ve tiksinme mevzuu olduğu ruha izafe ediyormuş gibi görünmektedirler[54].Diğer taraftan yumuşatılmış olmasına rağmen yeni formül, eski formülü kurmuş olan aynı paradoksal prensipten ilham almaktan geri kalmamaktadır. Daima ruhun işlenmemiş tarafına bakılmaktadır: Ahlâkîlik ancak mücadele edilmesi gerekli şu veya bu kötülük var olduğu ölçüde bulunacaktır. Ahlâkîlik ve müdafaa gayreti aynı şey olmasa bile, birbirine sıkı sıkıya bağlı olacaklardır.Bizim çözümümüz tamamen başkadır.Bir taraftan biz nasslann küllî muhtevasını nasslara bırakıyoruz. Zaferin vüs'ati ne kadar geniş olursa olsun ve sebebi ne olursa olsun, onun Çok üstün bir mükâfatı, musallat olan kötülük isteklerine maruz bulunan ruha göre, kötülük eğilimlerinden kurtulmuş ruha verdiğini sanıyoruz.Mukavemetin güçlüğüne paralel olarak yürümek şöyle dursun, bu güçlük azaldıkça takdirimiz artmak zorundadır. Bizim için gerçek formül, değer ile mücadeleci gayretin zarureti arasında ters orantılı bir alâka kuran formül olacaktır; değer, bir ilerlemeye değil, fakat bu zaruretin bir azalmasına bağlı olacaktır.Fakat buna karşılık biz, bu başarının arkası sıra ahlâkîlik halkasını kapatmayız. Faaliyetlerimizin bir tek cephesiyle çakıştırmak yerine ona, ikincisi daha az değerli olmayan iki yönlü bir alan tahsis ediyoruz. Karanlığa karşı mücadeleden sonra, aydınlık için de mücâdele vardır. Bastırılmış olan her hırs, aşılmış bir engel, kaldırılmış bir boyunduruk, hürriyet ve verimliliğin daha yüksek bir derecesidir. İyi irade, kendini düşmanı tarafından gözle görülür bir biçimde engellenmiş bulmadığı ve mücâde- Feci gayret mecbur edici olmayı bıraktığı andan itibaren, başka bir gayret kendim gösterir ve kabul ettirir. Yıkma ve düzeltme çalışmalarına tahsis edilmesi gerekli zaman ve güç, bundan böyle, daha kâmil bir şekilde fazla dağıtılmadan verimli ve yapıcı işlere tahsis edilmek üzere tasarruf edilmiş olacaktır. Bazen ahlâkîlik "insanın ihtiraslarına hakim olma sanatı" şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif eksiktir. Çünkü o, sadece menfî tarafı ve amelin en az değerli yönünü ifade etmektedir. Hatta biz, hazırlayıcı bir safhayı da ifade edeceğiz. Ahlâk, kelimenin tam anlamiyle, aynı zamanda ve bilhassa müsbet değerleri aktüelleştirmek için bir teşebbüstür. Onun ilk parolası "Kendini kötülükten sakın" değil, fakat "İyilik yap" parolasıdır. Nazarlarımızı gayemizden başka yana çevirmek isteyen düşmana karşı hücumumuzu yöneltmek zorunda kalışımız sadece arızîdir ve talihsizlik eseridir. Buna kânı olmak için, îslâmî emirlerin şu silsi-lei merâtibini okumak yeterlidir.Hz. Peygamber: "Her müslüman üzerine sadaka vermek vaciptir" buyurduğunda, Ashab "Eğer bulamazsa?" diye sordular. O, "Kendisi için ve başkasına yardımda bulunmak için çalışsın[55] buyurdu. O zaman Ashab: "Gücü yetmezse?" dediler. Peygamber: "Acil ihtiyacı olana yardımda bulunsun" diye cevap verdi. Ashab: "Bunu da yapmazsa?" diye sordular. O: "Hayrı (veya iyiliği) emretsin" diye cevap verdi. Ashab: "Bunu da yapmazsa" diye sordu. Peygamber bunun üzerine: "Öyleyse o, kendini serden korusun; çünkü bu onun için bir sadakadır" buyurdu.Zaten ahlâkı, bir yönü beden için olan, diğer yönü ruh için olan tıbba benzetmek beylik bir düşüncedir. Oysa hekimlik sanatının amacı sadece yeniden sıhhate kavuşturmak için vücudun marazı durumunu tedavi etmek değildir; o, aynı zamanda ve en iyi nitelikte sıhhati korumak ve geliştirmek için normal durumla da meşgul olur. Benzer bir görev, ruhların hekimliğine de tahsis edilmiş olmalıdır: Bu, asıl varlığımıza beslenme düzenini ve onun gelişmesine en uygun takip tarzını göstermelidir.Böylece, bertaraf edici gayretin üstünde yaratıcı gayret gelmektedir. Birinci karşısında Kur'ân'ın tavrını tayin ettikten sonra, şimdi ikinciyle olan durumu görmemiz gerekir. [18] en-Naziât 79/34-41. [19] el-En'âm 6/124. [20] . el-Ankebût 29/69. [21] Krş. Buhâri, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 37. [22] Yûsuf 12/53. [23] Müslim, Kitâb-ı Sıfat el-Kıyâme. [24] en-Nahl 16/99. [25] el-lsrâ 17/65.. [26] el-A'râf 7/201. [27] el-A'râf 7/200. [28] Krş. Müslim, Kitâbü'1-Birr, Bab 25. [29] Krş. Buharı, Kitâbü'1-Ef ime, Bab 32. [30] Aynı yer, Kitâbü'l-I'tisâm, Bab 24. [31] Krş. Mâtik, Kitâb-ı Cami', Eklü'd-Dabb. [32] . Krş. Tirmizî, Kitâbü'I-Birr, Bab Mizah. [33] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Cenâiz, Bab 6. [34] Aynı eser. [35] eş-Şu'arâ 26/3. [36] Krş. Neseî, Kİtâb-ı 'Işratu'n-Nisâ, Bab 1. [37] el-Bakara 2/165. [38] . eİ-Bakara 2/45. [39] Krş. Kuşeyrf, Risale, c.Iİ, s.131. [40] Bak, meselâ Muhasibi, Ri'âyc, vrk. 50. [41] et-tevbe 9/53-54. [42] el-Ankebût 29/69. [43] Muhammcd 47/17. [44] YûnÛs 10/9. [45] Krş. Buhârî, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 19. [46] el-En'âm 6/125. [47] el-Mücâdele 58/22. [48] el-Fetih 48/4. [49] el-Hucurât 49/7. [50] el-Fetih 48/18. [51] Aynı sûre, 4. [52] Aynı sûre, 26. [53] el-Hucurât 49/8. [54] el-Hucurât 49/7. [55] Krş. Buharı, Kitâbü'1-Edeb, Bab 33. |