๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Ahlakı => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 11:02:49



Konu Başlığı: Ahlaki Yükümlülüğün Kaynakları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Aralık 2010, 11:02:49
I. Ahlâkî Yükümlülüğün Kaynakları

Ahlâkî yükümlülüğün derin analizinde, Fransız filozofu Henri Berg-son, iki ana kaynak keşfetmiş bulunmaktadır. Biri toplumsal baskı gücü, diğeri daha geniş olarak beşerî veya daha doğrusu ilâhî cazibe gücü.O, toplumun bize verdiği rolü oynamak, onun bize çizdiği yolu izle­mek; bal arısı veya karıncanın içgüdüsünü taklid eden, pek az düşünül­müş bir çeşit alışkanlıkla günlük olarak kendimizi ona vermek, işte alışıl­mış olarak ödevini yerine getirmek denilen şey budur, diye açıklamakta­dır. Bir an için ona mukavemet edilse ve onun yörüngesi değiştirilmeye çalışılsa bile, kollektif hayatın bu emredici gücü sayesinde, ister istemez oraya geri dönülecektir. İkinci görüş altında durum tamamen farklıdır.Kalabalığın ahlâkı kollektif bir baskının sonucu olduğu halde, imtiyazlı-larmki ideale doğru bir istektir. Sadece kişinin gidişatını mükemmel bir yöne doğru sevketmek değil, fakat aynı şekilde toplum tarafından yöne­tilmek yerine onunla birlikte toplumu sürüklemek ve onu yönetmek eği­liminde olan şey, yaratıcı bir aşk hezeyanıdır.[3]Tecrübe içerisinde belli bir olayın tasviri ve analizi gibi, denebilir ki Bergson'un açıklaması, pek çok temel hususları ortaya koymayı ihmal et­memiştir; fakat ahlâkî yükümlülük nazariyesi olarak bu analiz, Kur'ânî görüş açısına nisbetle bazı güçlükleri ve bazı sapmaları ibraz etmektedir. İlk önce tasvir bakımından —madem ki iradeye etkide bulunan tüm güçleri belirtmek söz konusudur— insan tabiatında daha eski ve daha derin bir şekilde kök salmış bir üçüncü faktörün yani ferdî olanın veya ha­yatî olanın neden işaret edilmediği sorulabilir. Zira, her vatandaş için önemli olan, sadece toplumun talimatlarına uymak ve bir organizma içe­risindeki bir hücre gibi davranmak değil, fakat aynı zamanda ve bilhas­sa, ait olduğu grubunkinin aleyhine olmazsa bile ondan bağımsız olarak bizzat kendinin muhafazasına çalışmaktır. Ötesini bir yana bırakalım.Daha tehlikeli olanı, bu analizdeki yükümlülük ve ahlâk terimleri bize sırıtıyor ve karşılıklı olarak birbirlerini nakzediyor gibi görünmektedir. Zira, bir yükümlülük aşağı yukarı içgüdüsel bir baskı haline geldiği za­man bu durumda o, ahlâkî Özelliğini kaybeder, tersine aşkın kendiliğin-denliği bizzat yükümlülüğün baskısıdır. Gerçeği söylemek gerekirse, gerçek ahlâklılık burada, ne bir durumda ne de başkasında, hiçbir şekil­de yerini bulamamaktadır. İnsan daima bize herhangi bir gücün oyunca­ğı gibi, bazan içgüdü tarafından itilmiş olarak, bazan bir heyecan tarafın­dan sürüklenmiş olarak takdim edilmekte, fakat asla karşılaştırmaya, de­ğerlendirmeye ve seçmeye yetenekli bağımsız bir şahsiyet olarak sunulma-maktadır. İmdi ahlâklılığın olabilmesi için, idealin bize ne yüceltimiş bir arzunun hedefi olarak ve ne de çevrenin emredici gücünün zalim bir yü­kümlülüğü olarak kendini sunması yeterli değildir. Her ikisinin de, ora­dan akıl tarafından desteklenmiş ve zorla kabul ettirilmiş, adalet yönün­den temellendirilmiş bir şekilde, yeni bir görünüşle çıkacağı gerçek bir ha­zırlıktan geçmesi gerekir. İdealin cazibesi bu emredici ve akla uygun ka­raktere bürünmediği müddetçe, bir serabın arkasına düşmek söz konusu olmasa bile yine de o, belli bir güzel duygusu tarafından belirlenmiş olarak kalmaktadır. Oysa ki, ne kadar asil olursa olsun, bu duygu, bu şekliy­le bir ahlâkî prensip değildir.Doğrulanmamış ve bir çeşit kollektif yıldırma suretiyle icraatta bulu­nan her boyun eğme için de durum aynıdır.Bu nedenle Kur'ân-ı Kerim'in ahlâk düşüncesinin şu iki düşmanına karşı daima muhalefet ettiğini görmekteyiz: düşüncesiz arzunun izlen­mesi[4] ve körükörüne bağlılık[5]. Hiçbir ayırım gözetmeksizin geleneği sür­dürmek isteyenler bunu, "babalan cehalet ve hata içerisinde yürümüş idiyseler dahi"[6] yapacaklar mıdır?Böylece, failin içerisinde aklî bir unsur, sırf ahlâkî bir unsur, emrin içe­risinde bir başkası bulunmaktadır: Zekâ, hürriyet, meşruluk, işte Berg-son'un analizinde ihmali büyük bir boşluk bırakan temel faktörler bun­lardır. "Tarih itibariyle sonuncusu" olan zihin melekesinin temsilî rolüne az değer verilmesine ve ihtisasa karşı mücadelede onun sunduğu az bir miktardır ki müessiriyet üzerinde ısrar edilmesine rağmen, hiç şüphe yoktur ki, bizzat ahlâklılığın özü, bizim benimizin bu düşünülmüş faaliyetinde yatmaktadır.Doktrini sunuş tarzındaki birtakım eksikliklere rağmen Kant, ahlâkî yükümlülüğün kaynağını, hem eğilimden ve hem de dış dünyadan ba­ğımsız olan insan ruhunun bu en yüksek melekesi içerisinde keşfettiğini tasdik ederken daha isabetli bir görüş ortaya koymuştur: "Ödev, diye haykırıyor o, yüce ve büyük isim, sana hayat veren kaynak nedir, senin asil kaynağının kökü nerede bulunmaktadır?... Belki de o, insanı bizzat kendisinin üstüne yükselten şeyden başkası değildir... Onu eşyanın bir düzenine bağlayan şeyi sadece sağduyu kavrayabilir[7] Aynı zamanda hem idrak edilebilir dünyaya ve hem de duyular dünyasına ait olan in­san, en asilinin (akıl) en bayağısına (gayrı meşru izzetinefs) kumanda et­tiği çift yönlü bir tabiata sahiptir. Akim bu sesi, gayet berrak, "nüfuz ka­biliyeti oldukça derin ve en alelade insanlar için bile algılanması gayet kolaydır... Ahlâk düşüncesi ve kendine saygının sınırlan, birine veya di­ğerine ait olan bir şeyi en olağan görüşlerin bile ayırt etmekten aciz kala­mayacakları büyük bir bedahat ve özenle belirlenmiştir.[8]Böylece en basit anlatıma indirgenmiş, her çeşit formalist ve tratisan-daiUalist: incelikten sıynlmış ve aynı zamanda radikal bir peşimizin ve belli bir duygusal soğukluktan temizlenmiş bulunan Kant'in doktlrini, sa­dece tartışmasız değildir. Fakat sanıyoruz ki o, Kur'ân'dan çıkan doktrin­le de Özdeşleşmektedir.Bu Kitab'm bize öğrettiklerine göre insan ruhu, ilkel yapısı içerisinde iyi ve kötü duygusunu kabul etmiş bulunmaktadır.[9] Dil yeteneği ve dış duyular hassası ile birlikte insan, ahlâkî bir görüş keskinliği ile de müceh­hezdir[10]; fazilet ve kusurun iki yolu onun tarafından daha önceden bilin­mektedir[11]. Şüphesiz, eğilim kötülüğe teşvik etmektedir,[12] ancak insan eği­limlerine hakim olacak kabiliyettedir "melekelerine kumanda eden ve ihtiras­larım susuturan kimsenin makamı cennet olacaktır[13]. Şayet herkes bu tesiri bizzat kendi üzerinde icra etmese bile, yine de Allah'ın yardımı ile bunu yapanlar mevcuttur. "Allah bir kul için iyilik istediği zaman, onun nefsi­ne, birşeyi yapması veya ondan sakınması gerektiği hususunda kuman­da eden bir teşvikçi koyar"[14] demektedir, Hz. Peygamber.Şu halde, insanda sadece ona tavsiyelerde bulunmak ve seçimini ay­dınlatmakla kalmayan, fakat aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla söylemek gerekirse yapmak veya yapmamak hususunda ona emirler ve­ren bir iç güç bulunmaktadır.Bizim bu aşağı melekelerimize kumanda ettiğini Öne süren bu içten otorite, ruhun aydınlanmış bölümü olan akıl değilse nedir? Şu alterna­tifi formüle ettiği zaman, kendisine has terimlerle bunu söyleyen yine Kur'ân'dır: "(Kâfirler) bu hususta akılllarının buyruklarına mı uymaktadır­lar, yoksa onlar zalim bir kavim midirler?"[15]. îşte ahlâkta üçüncü haddin imkânsızlığı prensibi bu şekilde ifade edilmiştir. Aklın emri dışında, doğrulanmış başka bir davranış kuralı yoktur. O halde o, yegane meşru otoritedir.Bu şartlarda, Kant ile birlikte denebilir ki, biz aynı zamanda hem ka­nun koyucular ve hem de uyruklarız. Zaten, vicdan azabı tecrübesijbu ikiligi doğrulamaktadır. Ödevimizi yerine getirmediğimiz zaman, bizim ol­mayan bir derekeye düştüğümüzü hissetmekteyiz; suskun bir şekilde iti­raf ediyoruz ki biz, süflî bir asil yaratığız. Ve Kur'ân-ı Kerim bizde, dur­madan bizim bu menşei öz saygımızın duygusunu uyandırmaya ve kök­leştirmeye çalışmaktadır. Allah sadece insanları şereflendirmekle, onla­rın gücünü yeryüzü ve denizlere yaymakla, "onları gerçekten pek çok yara­tıkların üstüne yükseltmekle[16] ve onların babası önünde meleklerin secde etmelerini emretmekle[17]ki bu Kur'ân'ın bize gayet sık olarak hatırlat­tığı ziyade bir şeref unvanıdır[18] kalmamıştır. Fakat, beşerî liyakatin ha­ricî alametlerini bir kenara itmek ve bizi ahlâkî değer açısına yerleştirmek suretiyle Kur'ân-ı Kerim bize, insan tabiatını ne tamamen kötü ne de onulmaz bir şekilde bozulmuş olarak kabul etmiş gibi görünmemektedir. Tersine insan "en güzel bir biçimde"[19] yaratılmıştır. Bununla beraber yal­nızca inanmayanlar ve güzel ameller işlemeyenler, hafif ve kararsız bir karaktere sahiptirler[20] ve onlar[21] yaratıkların en aşağı derekesine[22] düşer­ler; onların "kalbleri vardır ama hiç düşünmezler, gözleri vardır ama hiç gör­mezler, kulakları vardır ama hiç işitmezler" ve işte onlar "hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar". Şu halde aşkın değil, cismanî bir hür seçim söz konu­sudur. Herşey onun üstün yeteneklerinin iyi veya kötü kullanılmasında yatmaktadır. İşlenmesi ruhu "asilleştirdiği" ve terkinin "onu kararttığı" ye­teneklerdir[23].Şüphesiz Kur'ân, sadece zihnî melekelerle yetinmez. O, aynı zamanda bizim en asil ve en meşru duygularımızı uyandırmaya büyük bir özen gösterir. Fakat o, onları sadece aklımızın kontrolü altında işletir. Onun hi­tabı daima bizedir, yani ruhumuzun şu parlak kısmına, bizim anlamak, bütün şeylerin lehinde ve aleyhinde onları tartmak ve farklı değerleri tak­dir etmek yeteneğimizedir.Kur'ân'ın bizde canlandırdığı yüksek duygular arasında Örnek ola­rak[24] "toplum" kelimesinin en geniş anlamında tüm sosyal ödevlerimizi destekleyen duyguya, yani insanî kardeşlik duygusuna[25] işaret edelim. îşte bu şekildedir ki bir kimsenin arkasından ona iftira atmamıza mani ol­ması gereken nefreti, bize duygusal bir biçimde sunmak için Kur'ân-ı Ke­rim müfteriyi "ölü kardeşinin etini yiyen" bir kimseye kıyaslamakta ve şu­nu ilâve etmektedir: "Oysa ki, bu hepinizi iğrendirir[26].Fakat böyle olunca müsbet her Öğretimin yokluğu halinde insanın yapması veya sakınması gerekeni ayırt etmek için gerekli zihnî ve duy­gusal bütün vasıtalara önceden sahip olduğu neticesini çıkarmak icab etmez mi? Ve bu takdirde iyi ve kötü hakkındaki yasama bize ait değilmidir?Bu çeşit iddianın anlam ve değerini açıklamak gerekir. İnsanî açıyla mı sınırlanmak ve bilhassa ferdî şuuru dikkate almak mı, yoksa bizatihi nesne açısına mı yerleşilmek istenmektedir?iyi ve kötü kavramları aklî olarak "kemâl veya noksanlık" "tabiata uy­gun veya aykırı" "Övgüye veya kınamaya lâyık" şekillerinde belirlendik­leri sürece, İslâm kelâmdan bu hususta insanın yasama yetkisini kabul etmek için müşkilâtla karşılaşmamaktadırlar. Fakat bizim kendi bilgileri­mize göre iyi veya kötü diye hüküm verdiğimiz şey zarurî olarak bizati-hî Öyle midir? Başka bir deyişle o buna paralel olarak ilâhî hikmet katın­da da mı öyledir? Sonuç olarak peygamberleri aracılığı Üe emirlerini al­madan bile Allah katında sorumlu muyuz? Onların tartışması işte bu açık nokta üzerindedir. Ve onların bize verdikleri cevap, onu evrensel bir tarzda onaylayan rasyonalistlerden (Mutezilîler, Şiîler) itibaren onu sa­dece temel ödevler için kabul eden Maturîdîlerden geçerek, onu kesin şe­kilde inkâr eden Eş'arîlere kadar çeşitlenmektedir.Fakat, bizim rasyonalistlerimizin insan aklının yanılmazlığına inanç­larını ifrata götürdüklerini kim görmüştür? Hiç olmazsa zekâmızın nü­fuz edemediği bir alan bulunmamakta mıdır? Bu, insanın yaratıcısına ibadetini yerine getiriş tarzıdır. Zira, şayet her kişiye ibadeti düzenleme işi bırakılsa o, ya kararsız kalacak ve hiçbir şey yapamayacaktır veya her çeşit hayal ve keyfîliğe başvuracaktır. Öteki alanlarda bile, eğilim tarafın­dan sarılmış, alışkanlıklar tarafından karıştırılmış bulunan bu tabiî ışık, zamanlar, mekânlar ve mizaçlara göre bir çeşit kırılmaya mâruz kalmak ve pek çok yönlere yönelmek zorundadır. Öyle ki, tüm normal vicdanlanın kabul ettikleri bazı temel ödevlerin ötesinde, ahlâkî gerçeklik yerini tedrici olarak zanlara, tereddütlere ve inhiraflara bırakacaktır.Meselâ, duygusal tabiatımıza karşı ödevimiz nedir? İsteklerimize hiç­bir şey bahşetmemek ve kendimize acılar ve eziyetleri empoze ederek, bu yolda Budizm'le birlikte Nirvana'ya ve yokluğa kadar gitmek mi gerekir? Veya Stoalılar gibi, bu dünyanın tüm iyilik ve kötülükleri karşısında, ba­zılarını kesinkes ötekilere tercih ettiğimiz halde, bir kayıtsızlık göstermek yeterli midir? Yahut nihayet, ister faydacıların takdim ettikleri gibi ihtiyat ve seçimle, isterse Aristippe ve tüm zamanların şairleri gibi kuralsız ve yöntemsiz olarak hayatın bütün nimetlerinden yararlanmak zorunda mı­yız? Halbuki bunların hepsi, insan tabiatına danıştıklarını ve her biri ona uymanın yegâne vasıtasını getirdiklerini tasdik eden zekâlardır.Hem cinslerimizle münasebetlerimizde işler daha iyi gitmeyecektir ve benzeri bir kanaat ayrılığı bizi beklemektedir. Böylece —sadece, daha Ön­ce tartışması yapılmış örnekleri zikretmiş olmak için— bir hakarete ma­ruz kalan kimsenin intikam alması mı, affetmesi mi gerekmektedir veya seçim hakkı bulunmakta mıdır? Kız kardeşlerimize çekingenlik ile mi sertlikle mi muamele yapmalıyız, yoksa onlara kardeş sevgimizi mi gös­termeliyiz? Başkasının kendini faziletli kılmasına yardım etmek mi, yok­sa onu kendi haline bırakmak mı gerekmektedir? v.s. Şayet, günlük ha­yatın ayrıntılarına: Satış, faize verme, içki, evlenme, zina. vs'ye kadar in­mek gerekirse, vicdanların ayrılığı daha da büyük olacaktır. Delillere da­ima deliller, duygulara duygular karşı çıkacaktır.Kant, ferdî vicdanın ahlâkının çarptığı engeli gayet güzel görmüştür. Belli bir noktanın ötesinde, gerçekten de tüm vicdanlara zorunlu olarak kendini empoze eden bir kanun yerleştirmek imkânsızdır. Neden kendi kanaatimi sizinkine kurban edeyim? Şu halde tartışmayı sona erdirmek için üstün bir otoriteye başvurmak kaçınılmaz olmaktadır ve madem ki meşruluk değil ahlâklılık söz konusudur, bu durumda bu otoritenin toplu­ma tanınması imkânsızdır. Kant'ın bu yasamayı, ahlâkî ve evrensel çifte karakteri birleştiren daha yüksek bir otoriteden sormak istemesinin gaye­sinde nedeni anlaşılmaktadır. O, onu çelişkisizlik kanunu vasıtasıyla her-şeyi idare eden, bizzat en sade ve en mücerret şekli altındaki akılda buldu­ğunu sanmıştır. Maalesef, böylesine bir kriterin yanlışlığını ortaya koymak fırsatını elde edeceğiz[27]. Bizzat Kant, özellikle beşeri ödevlerin belirlenmesinde tenkidinin güçsüzlüğünü bilmekte ve beşerî ödevlerin taksiminin in­san tabiatına hiçbir atfı içermeyen, genel olarak aklın tenkidine değil, bilim sistemine ait olduğunu söylemektedir[28]. Oysa insanların açıkça, tabiatları­na uygulanabilen bir kurala ihtiyaçları vardır. Kolay durumlarda herkes, âdeta vicdanına nakşedilmiş bulunan bu kuralı bulabilir: şu halde hiç kim­senin bu şeklî ve mücerret zatiyete ihtiyacı olmayacaktır. Ona ihtiyaç olun­duğunda, bu boş fikir bize kesin hiçbir şey söylemeyecektir.O halde başka yere başvurmak zorundayız. Vicdanımızın her yerde karanlıktan başka birşey bulmadıkları durumda, onları aydınlatmak için bu parlak ışığı nerede aramalıyız? Şüphe ile çalkalanan ruhlarımızı tesbit edebileceğimiz bu son kurtuluş çaresini nerede bulacağız?Bu sorulara, kendini kabul ettiren yalnızca bir cevap vardır. Çünkü, onun varlığının yaratıcısından başka hiç kimse daha büyük bir yetki ve fe­rasetle ruhun özünü ve onun gelişmesinin, olgunlaşmasının kanununu bil­memektedir[29]. Kendi ışık parçamı sonsuz ışıktan almak zorundayım. Vic­danıma yol gösterebilmek için mutlak ve yanılmaz ahlâkî vicdana başvur­mak gerekir. "Sizin, gerçekte sizin için iyi olan bir şeyden nefret etmeniz ve kö­tü bir şeyi sevmeniz mümkündür. Allah bilmekte fakat siz bilmemektesiniz[30].Şu halde "saf akıl" (Raison transcendantale) yerine "aşkın akıl" (Ra-ison transcendante) demek lâzımdır; kavramsal bir soyutlama yerine, ilâ­hî akıldan ibaret bulunan yaşayan ve herşeyi bilen bu somut gerçeğe baş­vurmak gerekir. Sadece vahyolunmuş ışık, içkin ışığın eksiğini gidere­cektir, sadece müsbet ilâhî kanun, tabiî ahlâk kanununu devam ettirmeli ve tamamlamalıdır. Kur'ân-ı Kerim'e göre, akıl ve nakil atbaşı gitmekte­dirler[31]. Mü'min kalbinde, çift yönlü bir aydınlatılma vardır; halbuki, inanmayan ondan ancak bir tanesine sahiptir. îşte, çift yönlü ışık remzi­nin anlamı budur[32].Bu, ahlâkî yükümlülüğün iki farklı kaynağım ayırt etmemiz gerektiğinimi ifade etmektedir?Büsbütün değil. Daha çok biz, en az katıksız olan ile kalabalığa en ya­kın bulunana, aynı kaynağın iki tabakası diyeceğiz.Çünkü bir yandan, bu tamamlayıcı ışık, sadece ferdî vicdanımız açı­sından ve onun tarafından tanınmış olmak şartıyla bize açılabilmekte, bi­zim üzerimizde hâkimiyet kurabilmekte ve ahlâkî bir mânaya sahip ola­bilmektedir. Biz, herhalde doğrudan doğruya emri onun ellerinden kabul ediyoruz. İlâhî akla güvenmemizi bize söyleyen beşerî aklımızdır. İşte bu nedenle Gazali, bize dışarıdan gelen bir mecburiyet, hiçbir anlamı olma­yan boş bir kelimedir diyebilmiştir; zira bizi zorlasalar bile, bizim için hiçbir değeri olmayan bir şeyle uğraşmak saçma olacaktır[33].Öte yandan, kendimi tabiî ışıklarına bırakmış bir halde, davranmadan önce nisbeten açık durumda ödevimin ne olduğunu bilmek için kendi ken­dime sorduğumda, vicdanımın işareti benim gözümde sadece, duyguları­ma bağlı bir gerçeği değil, fakat bizatihî ahlâkî gerçeği bana canlandırdığı­na inandığım Ölçüde bir ahlâk kuralı değerine sahiptir. Tüm kurtuluş ça­balarım, her ahlâkî varlığın bizzat özüne ve derûnuna nakşolmuş olduğu­na inandığım bu gerçeği açığa çıkarmak amacına yöneliktir. Halbuki, kav­ranabilir âlemin üyeleri olarak bizzat kendimizin kanun koyucular oldu­ğumuz bize söylendiğinde akla atfedilen bu özellik üzerinde anlaşmak ge­rekir. Gerçekten de, şu formül ne demek istiyor: "Akıl kendi kanununu kendisi koyar." O, onu yaratıyor mu? Veya iradeye empoze etmek için ya­pısına dahil olarak onu hazır şekilde mi alıyor? Zira, şayet o onun faili ol­saydı, kendi isteğine göre onu ayakta tutmak veya yürürlükten kaldırmak­ta mutlak hakim olacaktır. Eğer buna muktedir değilse, bu demektir ki o, onun kaçınamayacağı bir şekilde yaratılıştan bir fikir olarak, tabiatının faili tarafından oraya nakşolunmuş bulunan önceden tesis edilmiş bir kanundur.Şu halde, aklına danışma demek, sadece Allah tarafından yaratılmış bulunan şekliyle, saf ve katıksız insanî tabiatının kitabından okumak de­mektir. Ve kısacası, en inançsız insan, akim otoritesine müracaat ettiği za­man gerçekte, adını söylemeksizin herbirimizin içinde konuşan bu ilâhî sesi dinlemekten başka birşey yapamamaktadır: İnanana konuştuğu vakit o bunu açıkça söylemektedir. Fakat eğer tabiî ve vahye dayalı bu iki ışık böylece birve aynı kaynaktan fışkırıyorsa, içten veya aşikâre olmak üzere iki farklı şekil altında olsa bile, netice itibarıyla, ödevimizi bize öğretenin daima Allah olduğu sonucunu çıkarmak gerekir.Böylece biz, müsbet kanun şekli altında, İslâm'da ahlâkî yükümlülü­ğü ele almaya getirilmiş bulunmaktayız.Bu yeni sahaya kendimizi yerleştirirken, İslâm hukukunun bir veya birçok kaynağının bulunup bulunmadığını kendi kendimize sormak zo­rundayız. Çünkü, genellikle ona dört kaynak gösterilmektedir: "Kur'ân" veya "Allah Kelâmı ", "Sünnet" veya "Peygamberin Hadisi ", "îcmâ" ve­ya "Ümmetin oybirliği ile olan kararı" nihayet "Kıyas" veya "benzetrne yoluyla akıl yürütme".Bu duruma göre, şayet az önce yaptığımız tahlil doğru ise —ve bu for­müle müteakiben getirelecek olan bazı açıklıklar müstesna— öz anlam ile sadece bir tek kanun koyucu otoritenin bulunması gerekir. Ve birçok âyetlerde Kur'ân, bize yalnızca bu düşünceyi teyit etmektedir. Kesin olarak O, "Hüküm ancak Allah'a aittir" buyurmaktadır[34]"Evet, hüküm ancak O'na aittir[35].O, "kararı bozulmayan" hâkimdir[36]. O, bize Peygamberi, yalnız mut­lak surette ilâhî kanuna boyun eğmiş gibi değil, aynı zamanda ona ilk itaat etmesi gereken olarak takdim etmektedir. "De ki: Şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Kabbi olan Al­lah içindir. O'nun hiçbir eşi yoktur. Ben bunlarla emrolundum ve ben müslü-manlann ilkiyim[37]O halde bu dörtlü prensip gerçekte nedir? [38]

 1. Kur'ân
 
Müslümanların gözünde Kur'ân-ı Kerim, bizzat Allah'ın Kelâmı oldu­ğundan pek tabiîdir ki O, ilâhı iradeyi ifade etmek için tamamen yetkili bulunmaktadır. Ancak bu durumda O'na İslâm hukukunun yegâne! kay­nağı olarak bakmak gerekmez mi? Kur'ân-ı Kerim'in yanında bir başka doğrudan doğruya ve gerçek yükümlülük kaynağı kabul etmek, Allah'a aynı dokunulmaz hükmetme hakkına sahip başka hikmetleri ortalf koş­mak değil midir? Öteki ilkelere verilen yetkinin gerçekte neden ibaret ol­duğunu görelim.[39]                                                               

 2. Sünnet
 
Şurası gerçektir ki herkes, "Sünneti veya Hz. Peygamberin kendisi­nin pratik öğrenimlerini[40], Allah'ın Kelâmı olan Kur'ân'dan sonra İslâm Hukukunun ikinci ve gayet önemli bir kaynağı olarak görmekte uyuş­maktadır. Ve bizzat Kur'ân-ı Kerim mü'minleri, kendi insiyatifi tarafın­dan alınmış dahi olsalar, Peygamberin tüm kararlarına şartsız olarak ita­at etmeye davet ediyor gibi görünmektedir[41].Fakat işin esasına bakıldığında, tüm peygamberi kararlar, herhangi bir kesin ahlâkî, hukukî veya dinî mükellefiyeti sadece, ihtiva ettikleri fikrin, aşikâre ve zımnî bir vahiy karakterine bürünmesi şartı ve ölçüsün­de belirlemektedirler. Bu ilâhî özelliğin bulunmadığı andan itibaren insan tarafından verilmiş bulunan ders ve örnek, yetkisini kaybetmektedir. Bu ayrıma Kur'ân'da bile işaret edilmiş bulunulmaktadır: "Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi diriltecek, size can verecek şeylere çağırdıkları zaman icabet ediniz[42]. Ancak, bunu en açık ve kesin bir şekilde tesis eden Hz. Peygamberdir. "Şayet ben, size kendi reyimden birşey emredersem, ben sadece bir insanım; fakat size Allah'tan birşey ilettiğim zaman onu tutunuz, zira Allah adına yalan söylemem mümkün değildir"[43] Al. Açıkçası bu yönü görevinin dı­şında kaldığından, maddî hayatın tekniği ile ilgili kanaatlerinde yanılabi-leceğini beyan etmekle kalmamakta[44], fakat bizzat ilâhî görevinin konu­su ile ilgili olarak yani ahlâkî, hukukî ve ibadetle ilgili emirde, Vahiy ta­rafından desteklenmediği zaman O, az veya çok hafif herhangi bir hata­ya düşebilmektedir. İşte bu şekildedir ki, Kur'ân-ı Kerim'in birçok defa­lar O'na, inançsızların akıbeti konusunda şefkatli davranmak yolunu tut­tuğu ve daha uzlaşmaz görünmesi gereken yerde, onlara karşı fazlasıyla merhametli bir tutum takındığı için sitem ettiğini görmekteyiz[45]. Ve işte bu şekildedir ki, yine Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiğine göre, O, kendisine başvurulafrbir hırsızlık vak'asmda, kararında az kaldı yanılacaktı. Şayet vahyin yardımı gelmeseydi O, suçsuzu mahkûm edecek ve suçluyu haklı gösterecekti[46]. Aynı düşünce silsilesinde, Hz. Peygamberin, bir gün, an­laşmazlıklarını çözmeden Önce bazı davacılara yönelttiği şu güzel ve coş­turucu hitabeyi zikredelim: "Ben sadece bir insanım" dedi onlara, "ihtilâfla­rınızı bana getiriyorsunuz, fakat sizlerden birinin delillerini diğerinden daha iyi sunması ve benim de onun ifadesine göre hüküm vermem muhtemeldir. Böylece benim, hasmına ait olan bir şeyi sizden birinize vererek onun lehine hükmetmem vaki olursa, o onu almasın, zira ben bu durumda ona sadece cehennem ateşinden bir parça vermiş olurum[47].Bunun da ötesinde, bazan O'nun, cemaate namaz kıldırırken, yersiz olarak bazı teferruatı atladığı veya ilâve ettiği vaki oluyordu. "İbadette beklenmeyen birşey mi oldu?" diye O'na soruldu: "Şayet birşey olsaydı ben onu size söylerdim, fakat ben bir insanım: sizin unuttuğunuz gibi ben de unu­tuyorum, birşey unuttuğum zaman, bana hatırlatınız" diye cevap verdi[48].Kesin olarak yanılmaz olduğunu beyan ettiği durum, gördüğümüz gi­bi O'nun Allah'ın tebliği adına bir emir verdiği zamandır.Bir kere bu tebliğ gönderildiği yere ulaştırıldığı, yeterince aydınlatıl­dığı, umumun hafızasında saklandığı zaman bile, zihni ne kadar güçlü ve parlak olursa olsun, insanın dikkatine isabet etmekten geri kalmayan tabiî eksiklik, bazan gerçekte onda meydana gelebilir. Fakat şu farkla ki o hatalı bir kanaatte asla devam edip gitmez. Şayet O, olağan yoldan ge­ri gelmezse, O'nu hatadan döndürmek ve gerçek yola yeniden ulaştır­mak üzere vahyin müdahale etmesi gerekecektir. Aksi halde, bütün ce­maat delâlete düşecek ve müteakiben yanlış bir yola koyulacaktır. Oysa ki "Allah bir milleti doğru yola eriştirdikten sonra, sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça, asla sapıklığa düşürmez.[49]Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, bu türlü bir düzeltme olmadığı sü­rece onun vahiy tarafından red ve inkâr olunmayan tüm emirleri ve hü­kümleri, zımnen tasdik edilmiş olarak görülürler ve onlar haklı olarak ilâhî emirlermiş gibi kabul edilirler. Aynı şekilde, O'nun tüm davranış tarzları kendisi tarafından aksine bir kanaat serdedilen durumları müs­tesna, prensip olarak, müslümanlarm onlara göre tavır ve hareketlerini düzenliyecekleri ölçüde güzel örneklerdir. Kısacası, neshedilmemiş ve konusu peygamberin görevine dahil bulunan sahih bir hadis, böylece so­nuç olarak, ilâhî iradenin ancak başka bir ifadesi olduğundan, müslü-manlarm gözünde bir Kur'ân metni ile aynı ahlâkî otoriteye sahiptir. Şa­yet, diğer taraftan hadis, Kur'ân metninden daha fazla ayrıntıyı ve açık­lamayı İhtiva ediyorsa o, bu sonuncusu hakkmda hüküm vermektedir[50]. O, O'nu açıklamakta, O'nun muhtevasını belirlemek ve tatbik tarzlarını tesbit etmektedir. [51]

 3. İcmâ':
 
Şu halde işte hangi mânada ve hangi ölçüde Hz. Peygamberin sünne­tinin bir mükellefiyet prensibi olabileceğini görmüş bulunmaktayız.Bu duruma göre, icmâ veya ümmetin ittifak ettiği karar denilen, şeri­atın öteki kaynağına izafe edilen şu yüksek otorite konusunda ne düşün­mek gerekir?îcmâ'm otoritesi, gerçekte aşağıdaki gibi, bazı Kur'ân ayetlerinden çıkartılabilir: "Siz insanlar içinde en hayırlı ümmetsiniz. İnsanlara iyiliği em­redersiniz, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah'a imammmzda devam edersi­niz'[52]. Bu âyet, ister genel olarak Muhammed Ümmetine isterse daha da muhtemel olanı ilk nesile, vahye şahid olan nesle hitap etsin, bunun pek Önemi yoktur. Daima bir yerde ortak kanaati kötülüğe veya iyiliği ya­saklamaya muktedir olmayan, ahlâk konusunda yanümaz olarak mu­kaddes Kitap tarafından onaylanmış bulunacak olan bir insan toplulu­ğu var olacaktır. İcmâ'm bu imtiyazı lehinde benzeri bir delil, müslü-manlar arasından işlerin yönetimini elinde bulunduranlara, Allah'ın ve Peygamberinin emirlerine uymaya atfedilen aynı itaat hakkını bahşettikten sonra, anlaşmazlık durumunda iki ana otoriteye başvurmak ge­rektiği şeklindeki bu ihtiyat kaydını derhal ilâve eden, bir başka âyetten çıkarılabilir[53]. Buradan müşterek bir uyum olduğu sürece başkanlar ta­rafından alman falan veya filan tedbiri adalet katında yargılamak üzere bir başka kriter aramaya hiçbir ihtiyacın bulunmayacağı sonucu çıkı­yormuş gibi görünmektedir. Ve eğer sünnetin ihtiva ettiği belgelere da­nışırsak, bu Kur'ân metinlerinden anlaşılabileceği gibi, bu hakkın sade­ce Ashab çağma tahsis edilmediğini, fakat sınırsız bir şekilde bütün müslüman kuşaklara yayıldığını göreceğiz. Bu hususta, sahih olarak bi­linen ve gayet sarih olan bir metni zikretmekle yetinelim: (olayların akı­şım değiştirmek üzere) Allah'ın İradesi müdahale edinceye kadar, daima üm­metimden düşmanlarının muhalefeti ona hiçbir zarar vermeksizin hakka müza­hir olacak bir grup bulunmaya devam edecektir[54]. Şu halde Hak tarafı böyle­ce daima ayakta kalmak üzere, İslâmda batıl üzerine genel bir uyuşma düşüncesi, fiilen islâm dünyasında imkânsız olduğu gibi, bertaraf edil­miş de bulunmaktadır.Buradan icmâ'ı hangi asırda olursa olsun, Kur'ân ve Hadisin metinle­rini bile yargılayabilen ve ne onlar tarafından yargılanan ve ne de önceki ya da sonraki başka bir kanaat tarafından yıkılabilen, yüce ve değişmez otorite olarak mülâhaza etmeye varılmıştır. Ve genellikle müslümanlar, belli bir sayıdaki Hariciler, Mutezilîler ve Şiîler müstesna, buna gerçek­ten tartışmasız bir şekilde boyun eğmektedirler.Fakat, bu tür bir tutum, bir müslümanm Allah'a, O'nun Kutsal Kitabı­na, Allah'ın sözcüsü ve tercümanı olduğu ölçüde O'nun Peygamberine mutlak itaat ve en derin saygı ile nasıl uzlaşürılabilir? Özellikle o, körü-körüne her bağlılığı enerjik bir şekilde mahkûm eden ve temel akideleri­ne kadar sürekli olarak akıldan ve sağduyudan yana olan İslâm'ın man­tığı ile nasıl uzlaştırılabir? Bu akidenin, Nazzam gibi bir rasyonalisti, han­gi noktaya kadar isyan ettirebildiği ve ona şu beyanda bulundurduğu an­laşılmaktadır? "Gerçek icmâ, bir kişinin kanaati da olsa, meşruluğu ka­nıtlanmış bulunan kanaattir[55]. Eğer temellendiribnemiş ise, icmâ'nı hiç­bir değeri yoktur.Daha yakından bakıldığında Nazzam'ın ne tamamen haklı ne de ta­mamen haksız olduğunu göreceğiz. Kur'ân-ı Kerim tarafından açıkça ta­nınan bir prensibi savunduğu için haklıdır; ancak, kendisinden Önce her­kesin ihmal ettiği bir ön şartı keşfettiğini sanmakta haksızdır.Şu halde bir müslümanın, sağlam ve hukukî bakımdan temellenmiş bir yaşama otoritesi olarak güvenip bağlanabileceği bu icmâ'ı tanımlamak için, yeniden bir açıklama gereklidir.Genellikle icmâ' sözcüğü "ittifak" (consensus) veya "genel ittifak" (consensus omnium) şeklinde tercüme edilmektedir. Bu, harfiyen tercü­me tamamıyla mutabık değildir. Gerçekten de bu ittifakı, bütün bir hal­ka veya tüm müslüman halklara empoze olunmuş ve oraya en profan ve en eğitimsiz kişilerin en kültürlü kimselerle eşit seviyede katılacakları bir plebisitten sonuçlanan bir genel seçim tarzında anlamamak gerekir. Ay­nı şekilde seçmen topluluğun, bir dinî konsül veya seçilmiş ya da tayin edilmiş üyeleri, aynı çatı altında bazı dogmatik, ekonomik yahut politik meseleleri müzakere etmek için toplanan bir halk meclisi şeklinde de dü­şünülmemesi icab eder. Ne konusu ne de şekli itibarıyla icmâ' bu Batılı teşkilâtların hiçbirine benzemez.İlkin, konu bakımından icmâ'm rolü, hayatın teknik sorunları ve aynı şekilde nazarî dininkiler yetki alanının dışında kalmak üzere, ahlâkî, hu­kukî ve ibadetle ilgili yeni bir problem[56] üzerinde karara varmaktır. Mad­dî hayat konusunda, hiçbir metin, ortaklaşa kararda arız olabilecek bir hataya karşı bize garanti veremez. Akîde meselesinde ise, oldukça farklı bir nedenle. Gerçekten de şayet, bütün bir cemaatın amelî türden dinî ko­nu üzerindeki yanılma imkânı bertaraf edilmiş bir varsayım olarak düşü­nülebilire, onun aynı şekilde ve hatta zorunlu olarak inanç konusunda da öyle olması gerekir. Ancak, bu alanda icmâ'a isnadı, ona hoş görün­memektedir. Ve şayet bazıları talî meselelerde ona müsamaha ediyorsa bile, temel inançlar söz konusu olduğunda hiçbir kimse onu kabul etme­mektedir. Bir müslümanın, inancını temellend irmek için başkalarının otoritesinîren meded beklemeye hakkı yoktur; çünkü bu, dini sadece bizzat din tarafından tesis olunmuş bir temel üzerine kurmak yerine, fasid bir daire içerisinde dönmek olacaktır.Şaşmaz bir yasama otoritesi oluşturmak için, seçimin içerisinde ger­çekleşmek zorunda olduğu şartlara gelince, seçmen bünyesi teşkilâtının takınabileceği harici şekle kesinlikle ilgisiz kalmak üzere, yerleşmiş kural temelde gayet müşküpesend gözükmektedir. Üyeleri devlet tarafından tayin edilmiş olsunlar veya olmasınlar, halk tarafından seçilmiş veya se­çilmemiş bulunsunlar, tüm üyelerinin katıldıkları bir oturumda toplan­mış veya dünyanın dört bir yanma dağılmış olsunlar, düzenli bir şekilde sağlandığı sürece, bütün bunlar sonucun değerini etkilemez. Asıl olan, zihnî bağımsızlığının ve ahlâkî sorumluluğun şuurunda olan her üyenin, söz konusu problem üzerinde olgun bir şekilde düşünmesinden sonra kanaatim serbestçe ifade etmesidir. Fakat, dikkatimizi en çok çekmeye la­yık olan husus, konu üzerinde öncelikle yetkili âlim vasfını taşımadığı, yani doğrudan doğruya kaynaklara başvurmak ve oradan âlimane bir tarzda sonuçlar çıkarmak hakkına sahip olmak üzere gerekli şartları ger­çekleştirmediği sürece, hiç kimsenin bu heyetin üyesi olarak düşünüle­meyeceğidir. Başka bir deyişle tüm üyelerinin, sadece falan veya filan problemini halletmek için gerekli belgeleri ellerinin altında bulundurma­ları değil, fakat muteber tenkitlere istinat etmedikleri zamanda, gerçekli­ği ortaya konulması gereken metinlerin eleştirisinde mahir olmaları da gerekir; daha sonra onlar, dili, basit stilinde olduğu kadar mecazî stilin­de de tam anlamıyla tanımak, ister açıkça ifade edilmiş isterse ima edil­miş olsunlar, ondaki temel fikirler ve talî düşünceleri kavramasını bilmek zorundadırlar; üstelik onların, söz konusu İslâm hukuku tarihinde müte-bahhir olmaları, onu belirleyen özel durum ve şartları  ve eğer varsa onun tekâmülünün safhalarını  bilmeleri gerekir; niha­yet onlar Peygamber ve ashabının uygulamaları içerisinde, kanunun ruhuna ve onun erişmeyi amaçladığı hedeflere nüfuz etmiş bulunma­lıdırlar.Böylece, taklit tarafından mihaniki olarak sürüklenmiş veya bir taraf­girlik zihniyeti tarafından, keyfî ve kendiliğinden (düşünülmemiş demek istiyorum) bir kanaatlar yığını olarak kendini sunmak yerine icmâ' tüm aydınlık ruhlara eşyanın hakikatinin empoze ettiği sarsılmaz kanaatların birlik ve bütünlüğü olarak görünmektedir. Sübjektif şartların şahsî gö­rüşlerimizi hangi ölçüde ayırdığını ve çoğu zaman onları hangi noktaya kadar farklılaştırdığını biliyoruz. İmdi bu tür şartlar içerisinde herkesin kendi öz düşünce tarzlanna göre ve her türlü yabancı etkiden bağımsız olarak ortaya koyduğu zihnî çaba, başkaları nezdindeki ile aynı çözüme eriştiği zaman, bu durum belki de sadece bu çözümün tüm vicdanlar içe­risinde, her türlü tartışmadan uzak bir açıklıkla ortaya çıkması nedeniy­le olmalıdır.Şu halde, icmâ'm burada söz konusu olan yanılmazlığı temelde, ne bizzat düşünürlere, ne de gerçekliği çürütülebilen veya yorumu çeşitli şekillerde anlaşılabilen falan ya da filan özel metne değil, fakat, düşünür­lerimizin hükümlerini onun üzerine bina etmek zorunda oldukları gayet iyi tesbit edilmiş ve kâmil bir şekilde incelenmiş Kur'ânî ve Peygamberi belgelerin tamamına atfedilecektir. [57]

 4. Kıyas
 
Zahiriyye veya sırf yorumcu ekol, önceki üç kaynakta (Kitab, Sünnet, İcmâ') durmak gerektiğine inanmış gibi görünürken, öteki mezhepler, Hz. Peygamberin ashabının örneğine ve onların haleflerinin ekseriyetinin kanaatma istinaden, kıyas veya benzetme yoluyla akıl yürütme denilen dördüncü ve sonuncu bir kaynağa geçmektedirler. Onların doktrininin, bu tür yasamaya az önce icmaî karar ve bizzat Hz. Peygamber için red­dedilen, rasyonel bağımsızlığı bahşettiğini kabul etmek mi gerekecektir?Asla.İlkin, bizzat tanım itibariyle bu akü yürütme, yeni vak'anm kendisine benzetildiği daha önceki bir "model vak'a" nın mevcudiyetini farz ettir­mektedir. İmdi, "tip vak'a" öncelikle başka yerde zikredilmiş olmalıdır. Kur'ân, Hadis veya îcmâ'da. Üstelik, her iki vak'aya ait ortaklaşa özelli­ğin, yasamanın niçinmi, ilk vak'anm çözümünün ittihaz edilme nedenini ya tahsis etmesi[58] ya da ihtiva etmesi[59] gerekir. Oysa ki, eğer bu ortakla­şa özellik, metinde açıkça gösterilmiş veya menşei çözümün oluş şekille­ri olarak herkesçe tanınmış bulunuyorsa, onu, önceden verilmiş bulunan kararın belirtisi ve hatta zorunlu ve yeterli şartı kılmak hususunda Zahi­riyye Mektebi için bile güçlük yoktur. Sonuç olarak, bu statüyü genelleş­tirmek ve onu yerleşmiş motifin rastlandığı her yerde uygulamak için güçlük bulunmamaktadır. Bu saiklenmenin, bu sebeplilik münasebetinin sadece az çok etkin bir akıl yürütme gayreti neticesi ortaya çıktığı du­rumda onu, kendisinden çıkan sonuçlarla birlikte, vahyolunmuş kanun­ların zihniyeti içinde içerilmiş olarak düşünmek mi gerekir? Kanaatımız-ca, bu sorunun cevabının iki dereceli olması gerekir. Fakat Zahiriyye Mektebi'nin susması, bazı hukukçuların zihnî serbestliği kötüye kullan­masına karşı bir savunma teşkil etmektedir.Buna karşılık, Mâliki ekolü, liberal anlamda daha ileri gitmiştir. İlk müslümanların örneğine dayanan İmam Malik, bu tümevarımca akıl yü­rütmeyi, sadece aynı çözümü, incelenen probleme benzer belli bir prob­leme uygulayan, belli bir kaç metinden değil, fakat konunun söz konusu meseleyle az çok alakalı pek çok bölümde başvurduğu ve onların tama­mından, filan iyilik şeklinin kanunun tüm mümkün vasıtalarla gerçekleş­tirmeye çalıştığı temel bir hedef olduğu şeklindeki bu kesin düşüncenin çıktığı genel usullerden hareketle de yetkili görmektedir. Yeni vak'a, bu durumda bize sadece, Mâlik'in "Maslahatü'l-Mürsele" veya "belirsiz iyi­lik" diye adlandırdığı bu jenerik iyiliği gerçekleştirmek İçin sırasında kendini kabul ettirdiği zaman kullanılmak üzere, bir başka yol sunmak­tadır. İşte bu prensip sayesindedir ki, bu âlim, her ne kadar bir Ölçüde ka­nunun metni ile ihtilafa sürüklenmekle birlikte, belli bir sayıdaki ahlâk ve hukuk problemini oldukça orijinal bir anlamda çözebilmiştir[60]Fakat, İslâm'da, hukukî düşüncenin çeşitli akımlar içerisindeki araştı­rılması, ne kadar ileriye götürülürse götürülsün, bir gerçek şüpheden uzak olarak kalmaktadır. Bu, hukukçuların tüm teşebbüslerinin nihaî ko­nusunun, orada herkesin yakın ya da uzaktan almak zorunda oldukları şu emsalsiz kaynağa, ilâhî karara erişmekten başka birşey değildir. Bu kararı, ilk olarak Kur'ân-ı Kerim doğrudan doğruya kaydetmekte; daha sonra Hadis onu yorumlamakta ve açıklamaktadır. Her iki metnin sus­ması durumunda, kıyas onu, onların zihniyeti ve en derin mânası içinde keşfetmeye çalışmaktadır, nihayet icmâ', onu birliğin bedâhatı içinde kavramak emelindedir. Şu halde, sadece Allah, kanun koyucudur. Öteki­ler yalnızca O'nun kararının dolaylı ya da dolaysız sözcüleridirler.Fakat biz, Kur'ân-ı Kerim'de ahlâkı yükümlülüğün en derin köküne henüz temas etmiş değiliz.Buraya kadar, biz önce tabiî ahlâkî kanunu, insan aklının bizzat yapı­sında mündemiç bulunan, bir çeşit ilâhî kanuna götürdük. Daha sonra, bize aynı zamanda somut, tam ve evrensel bir kanunu sağlama hususun­da bu kısmî ışığın yetersizliğini ve bu üçlü özelliği elde etmek için, insan­ları tamamen aşmakla birlikte, oldukça açık, olumlu bir öğretim yoluyla onları tam manasıyla aydınlatabilecek olan bir otoriteye başvurmanın lü­zumunu gösterdik. Mutlak bir şuur ve sonsuz bir ışıkla mücehhez olmak zorunda olan bu otorite, mükemmel Varlık'm otoritesinden başka birşey olmamalıdır. Nihayet, bu pozitif hukukun tüm kaynaklarını tek bir kay­nağa, bütün emirleri, açıkça ifade edilmiş veya zımnî olan, bir tek emre, Allah'ın emrine irca ettik.Oysaki, Kur'ân-ı Kerim bu ilâhî emri bize, gözlerimizde ödevin nüfu­zunu tesis etmek için tek başına kendi kendine yeterli olan, mutlak bir güç olarak sunmaktadır. Tersine, bu Kitab'm, kanunun her hükmüne kendi delilini, her emrine onun gerçeğe uygunluğunu oluşturan ahlâkî değeri çoğu kez ilâve etmeye hangi ölçüde itina gösterdiğini görmek çok yapıcıdır, işte bu şekildedir ki meselâ, bizim için uygun olmasa da her uzlaştırıcı onarmayı yakınınızdan kabule davet ettiği zaman o, bu tavsi­yesini şu esasa dayandırmaktadır: "barış daha hayırlıdır[61]. Aynı şekilde o, ölçtüğümüzde tam ölçme ve tarttığımızda doğru bir terazi ile tartma vazifesini bize emrettiği zaman, şunu ilave etmektedir: "işte iyi davranış böyledir"[62]İnsanlardan bakışlarını indirmelerini ve hislerine hakim ol­malarını gerektiren haya kuralının doğruluğunu göstermek için, şu açık­lamayı vermektedir: "Bu onları daha temiz kılar[63]. Hüküm vermeden ön­ce davayı iyi soruşturmayı emrettikten sonra, şöyle devam ediyor: "Yok­sa bilgisizlik nedeniyle başkalarına kötülük etmiş olursunuz.[64] Borçların ve onların vâdelerinin yazılı olarak tesbitini zorunlu kılan emir, şu şekilde beyan edilmiş bulunmaktadır: "Bu usul Allah katında en doğru, şahitliğe hakkını vermek ve çevrenin şüphelerini bertaraf etmek için en sağlam olanı­dır[65]. Özel emirlerin örneklerini çoğaltmak yerine, onun bizi hangi tarz­da manevî değerleri ve genel olarak kemiyetten ziyade kaliteyi araştır­maya ittiğini görmek yeterlidir: "De ki: Murdarla temiz —murdarın çoklu­ğu sizi kendisine çekse bile— bir olmaz"[66]Takva elbisesi (bedenin süsünden) daha hayırlıdır[67] "Hikmet kime verilirse, büyük bir hayra ermiş olur"[68] Hat­ta o bize tüm ilâhî kanunu ilham eden temel prensibi sunmakta ve onu şu şekilde formüle etmektedir: "Allah asla hayasızlığı emretmez[69]"Allah adaleti ve iyiliği emreder[70].Böylece, bizim atıf zincirinin son halkası sandığımız şey, sonuncusu olmamaktadır. Beşerî akıl şöyle dursun, ilâhi hikmet bile, hükmünün Şeklini, ahlâkî yükümlülüğün ilk prensibi olarak tutmak istememekte­dir. Sırasında o da, bir başka kritere başvurmaktadır. O bizi, ödevin bizzat özüne, aksiyonun kalitesine, onun iç değerine havale etmekte­dir. Bizim gözümüzde emir, işte bu objektif gerçeğe tekabülü vasıtasıy­la doğruluğunu ortaya koymakta, işte onun vasıtasıyla o, bizim tasvi­bimizi talep etmekte ve işte onun üzerinedir ki o, ahlâkî nüfuzunu tesis etmektedir.Ancak, bu derin özellik bizatihi doğrunun ve iyinin özünü meydana getirmekle birlikte, biz, her zaman için kendi başımıza ve rastlandığı her yerde onu ayırdedebilecek durumda değiliz. Her öz gibi, onu biz doğrudan doğruya ve bütünlüğü içerisinde göremiyoruz bile; tabiatı­mızda sahip bulunduğumuz, genişlik ve şiddet bakımından gayet sınır­lı bu ışık parçası sayesinde biz onu henüz farkedebiliyoruz. Layıkı veç­hile ve tam bir emniyet içerisinde onu kucaklayabilecek olan, saf ve sı­nırsız sade bir ışık bulunmaktadır. Ve işte açıkçası bu nedenledir ki, ina­nanların, kendilerini oraya götürecek en mükemmel ahlâkî kılavuz ola­rak ilâhî delili seçmek hakları mevcuttur. Şu halde, yükümlülüğün ger­çek kaynağı, değer kavramında yatmaktadır. O, akim delili ve ahlâklılı­ğın nihaî merciidir. [71]


[3] Bk. Bergson, Les Deux Sources de la Morale et de la Religion, böl. I.

[4] en-Nisâ 4/135; Sâd 38/26.

[5] ez-Zuhruf 43/23.

[6] el-Bakara 2/170.

[7] Kant, Critique de la Raison Pratiqııe, s. 91.

[8] Kant, a;g.e., s. 35-6.

[9] eş-Şems 91/7,8.                   

[10] cl-Kıyâmet 75/14.                 

[11] el-Beled 90/8-10.                     

[12] Yûsuf 12/53.

[13] en-Nâzi'ât 79/40.

[14] Deylemî, Müsned el-Firdevs, sahih kaynaktan, Ümmü Seleme vasıtasıyla, Suyutî Catni'de zik­retmiştir.

[15] et-Tûr 52/32.

[16] el-Isrâ 17/70.

[17] el-Bakara 2/34.

[18] el-A'râf 7/11, Hicr 15/29, Tâhâ 20/116, Sâd 38/72 v.d.

[19] et-Tîn 95/4.

[20] el-Me'âric 70/19-22.

[21] el-A'râf 7/179.

[22] et-Tîn 95/5.

[23] eş-Şems 91/9-10.

[24] Daha geniş bilgi için bk. Kur'anî Davet Sistemi, böl. IIIA.

[25] en-Nisâ 4/1; el-Hucurât 49/13.

[26] el-Hucurât 49/12.

[27] Bk. daha ileride, alt-böl. II ve III.

[28] Kant, Critique de la Raison Pratique, Önsöz, s. 6.

[29] el-Mülk 67/14.

[30] . el-Bakara 2/216.

[31] el-Mülk 67/10; Kâf 50/37.

[32] en-Nûr 24/35.

[33] Gazali, İhya, c. IV, s. 4.

[34] el-En'âm 6/57; Yûsuf 12/40.

[35] el-En'âm 6/62.

[36] er-Râd 13/41.

[37] el-En'âm 6/162-163.

[38] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:

[39] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:

[40] Buradan, O'nun fiilleri, kararlan ve hatta susarak tasvib ettiği veya kınadığı tutumların hep­sini kastetmekteyiz.

[41] el-Enfâl 8/24.

[42] el-Enfâl 8/24.

[43] Müslim, Sahih, Kitâbü'l-Fedâil, Bab38.

[44] a.e. aynı yer.

[45] el-Enfâl 8/67; et-Tevbe 9/43,113.

[46] en-Nisâ 4/106-113.

[47] Buharî, Sahih, Kitâbü'l-Ahkâm, Bab 19.

[48] a.e, Kitâbü's-Salât, Bab 31.

[49] et-Tevbe 9/115.

[50] Darimî tarafından naklolunan bir hadisin beyanı böyledir. Sünen, Giriş, Bak. 48. Fakat hadis konusunda Ahmet b. Hanbel'e sorulduğunda o, şöyle demiştin Bu şekil­de kanaat beyan etmeye cesaret edemem. Sadece sünnetin Kur'an'ı açıkladığını ve aydınlat­tığını söyleyeceğim. Şüphesiz bununla o demek istiyor ki, şayet hadisin râvisi onun temel fik­rini anlasaydı, biraz atak ve sünnetle Kur'an arasındaki normal düzeni alt-üst ediyormuş gi­bi görünen bu ifadeyi kullanmazdı. Gerçekte, Peygambere atfedilen bir ifade Kur'an tarafın­dan tesis olunan bir prensiple uyuşmazsa, snz konusu olan bu ifadenin gayrı sahih  olarak reddedilmesi gerekir. İşte bu şekildedir ki (ölü, ailesinin, ağlaması İle azap çeker) ifadesi hic kimsenin başkasının günahından yükümlü olmadığını prensip olarak orta­ya koyan   Kur'an âyeti ile çelişki halinde olduğundan Hz. Âişe tarafından kasdî olmayarak tahrif edildiği gerekçesiyle reddedilmiştir. (Buhari Kitâbü'l-Cenâiz, Bab 32).

[51] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:

[52] Âl-ilmrân 3/110.

[53] en-Nisâ4/59.

[54]  Buharı, Sahih, Kitâbü'l-l'tisâm, Bab 10 "Allah'ın iradesi müdahele edinceye kadar" yerine başka bir rivayet "kıyamet kopuncaya kadar" demektedir. Bu hadisi yorumlarken Buhârî, metinde zikredilen grubun iîim adamları tarafından teşkil edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

[55] Krş. Gazali, el-Mustasfâ, c. I, s. 173.                 

[56] Biz gerçekten "yeni" diyoruz. Çünkü, eğer problem önceden incelenmişse iki durum müm­kündür: tartışma ya bir ittifak veya bir uyuşmazlıkla sonuçlanmış olmalıdır. Birinci durum­da, ikinci bir İncefeme sadece boşuna olmayacaktır, fakat üstelik problem doğrudan doğru­ya vahiy tarafından çözümlenmişse onun hiçbir zaman vuku bulmamış olması gerekecektir, ikinci durumda, sonradan elde edilen ittifakın şüphesiz belli bir yaran olacaktır; ancak şüp­he götürmez ve kesin bir icmâ meydana getirmeyecektir; zira, pek çok usulcüye göre, kana­at, onu sa-vunanlarla birlikte öimez; şu halde ittifak oybirliği şeklinde düşünülmeyecektir.

[57] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:

[58] Kıyas-i illî.

[59] Kıyas-ı şibhî.

[60] Meselâ müteakip meseleyi alalım: Savaş durumunda bize, düşman tarafından esir edilmiş ve bizim üzerimize ateş etmek ve ülkemizi istila etmek için onların arkasına düşmanın gizlendi­ği askerlerimize doğru ateş etmek caiz midir? Veya tersine, masum bir hayata kastetmeyi bize yasaklayan formel kanuna saygı nedeniyle silahlarımızı indirmemiz mi gerekir? (eV-En'âm 6/151). Bu soruya Mâlik, bir alternatifin en az kötü olanını seçerek cevap vermektedir. Kötü ta­lihin, düşmana kalkan olarak kullandırdığı bu bizden olan küçük sayıdaki guruba saygı nede­niyle, eğer biz hareketsiz kalırsak diye akıİ yürütmektedir, büyük kitle olan ordunun geri ka­lanı mahvolacaktır ve bizzat bizim esirlerimiz de müteakiben belki de aynı akibete uğramak­tan kurtulamıyacaktir. Halbuki, hiç şüphe götürmez ki, îslâm kanunu daima kollektif hayatın ve sürekli müşterek menfaatin korunmasına, özel hayatlar ve geçici küçük menfatlarmkine nis-betle önccîik tanımaktadır. Adamlarımızı kurtarmak için gerekli tedbirlerimizi almak üzere onlara zarar verebilecek de olsa, faaliyetlerimizi durdurmamak gerektiği sonucuna varmakta­dır. İşte, hukukî türden, bir başka örnek: Hakim aleyhinde ne maddî delil, ne şahitlik ne de iti­raf bulunmadığı ve bu durumda gayet yerinde olarak suçlu olamayacağı halde, hırsızlıktan şüphelenilen bir sanığın hapse atılmasını emretmek hakkına sahip midir? Kanun metninin, kendilerine maledilen bir hata işlemedikleri sürece, şahıslarına olduğu kadar mallarına ve iz­zeti nefislerine olmak üzere, insanlara zarar verilmesini kesinlikle yasakladığı bilinmektedir. (Müslim, Kitâbü'1-Birr, Bab 10 (Buharı, Kitâbü'1-Hacc, Bab 126) Fakat Mâlik, müteakip şekilde akıl yürütmektedir: Bir cânînin ci­nayetini itiraf etmesi veya onu şahitler huzurunda işlemesi yahut nihayet kendini cürmü meş­huda terk etmesi nisbeten nadir olduğundan, eğer bu noksansız delillere dayanılmak istenirse,cinayetlerin ekserisi cezasız kalacaktır. Halbuki biz biliyoruz ki kanun, sosyal düzeni tesis et­mek ve ayakta tutmak için en büyük ihtimamı göstermiştir; biz biliyoruz ki, o herkesin mül­kiyeti üzerindeki hakkını kullanma yetkisini teminat altına almak için her yola başvurmakta­dır. Şu halde, bizim, şüphesi?, baskı altında yapıldığı için hiçbir değeri bulunmayacak olan, zorla yaptırılan bir itirafı ondan koparmak amacıyla değil, fakat bu sanığın bizi açık bir delilin izine yöneltmesi ümidi ile, maznunu tâbi tutacağımız biraz sert tedbirlere başvurmamız gere­kecektir. Bu arada işaret edelim ki bu mezhebe göre bile, benzeri tedbirler sadece sanığa karşı bir delil başlangıcının daha önce bulunmuş olması şartıyla meşrudurlar.

[61] en-Nisâ 4/128.

[62] el-Kehf 18/35.

[63] en-Nûr 24/30.

[64] el-Hucurât 49/6.

[65] el-Bakara 2/282.

[66] el-Mâide 5/100

[67] el-A'râf 7/26.

[68] el-Bakara 2/269.

[69] el-A'râf 7/28.

[70] en-Nahl 16/90.

[71] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:




Konu Başlığı: Ynt: Ahlaki Yükümlülüğün Kaynakları
Gönderen: Ceren üzerinde 14 Mart 2014, 02:21:51
Allah razı olsun bilmediğim yeni bilgiler öğrendim gene.


Konu Başlığı: Ynt: Ahlaki Yükümlülüğün Kaynakları
Gönderen: Sevgi. üzerinde 13 Mart 2021, 01:38:35
Esselamü Aleyküm. Bu bilgileri bizlerle paylaşan kardeşlerimizden Allah razı olsun