๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kuran Ahlakı => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 25 Aralık 2010, 19:21:00



Konu Başlığı: Ahlaki Müeyyide
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 25 Aralık 2010, 19:21:00
1. Ahlâkî Müeyyide

Bir ahlâkî müeyyidenin var olup olmadığı, var olabilip olabilemiyece-ği sık sık sorulmuştur. îki terim kökten uyuşmaz değil midirler? Beşerî faaliyete, bizzat kendisi için ödevin yerine getirilmesinden başka bir amaç önermek, ahlâkî kanunun kesinlikle hiçbir menfaat gütmeyen tabi­atını takdir etmemek değil midir?Kanaatimizce itiraz, ahlâkla ahlâklılık arasında, bizatihi adaletin gere­ği ile irade tarafından güdülen amaçlar arasında talihsiz bir karıştırmaya dayanmaktadır: Zorunlu paralelizm olmaksızın, gayet farklı iki şey. Ha­kikaten biz, müeyyidelerini çabamızın atılımı kılmaya bizi davet etmek­sizin, bir kanunun sıkı bir şekilde müeyyidelenmiş olmasında hangi saç­malığın bulunduğunu anlamıyoruz. Fizyolojik kanun bize önceden bu gerçeğin bir örneğini sunuyor. İçinde yaşadığım hijyenik şartlar, bu so­nuçları hiç düşünmesem bile, müeyyidelerini, onların beni şartlandırdık­ları sağlık veya hastalık içerisinde otomatik olarak bulmamakta mıdırlar? Ahlâk kanunu için bu neden başka türlü olsun? Bana diyecekseniz ki, o size, bakışlarınızı onun azametli düzeninden başka bir şey üzerine dik­menizi yasaklıyor. Olsun! Fakat bu onun beni, benim onu sadakatla gö­zetişime yahut onun boyunduruğunu az veya çok canlı bir surette redde­dişime göre, çeşitli ve türlü şekillerde uygulanan sonuçlardan esirgeye-bilmesine ve hattâ esirgemek zorunda olmasına engel değildir.Evet, zorunlu ve iyi belirlenmiş bir müeyyide, bizzat kanun kavramın­da içerilmiş olmak zorundadır. Yapılması veya çiğnenmesi kendini ona zorla kabul ettirdiği fert lehinde veya aleyhinde hiçbir sonucu içermeyen bir ahlâk kanunu, sadece etkisiz olmakla kalmayacak, fakat keyfî ve akla ve mantığa aykırı da olacak; hattâ o mecburî bile olmayacaktır, yani o bizzat kendisi olmayacaktır.Bütün mesele, "ahlâkî" olarak vasıflandırdığımız bu müeyyidenin ne­den ibaret olduğunu bilmektir. Elbette ki, dış duyularımızı etkileyen her mükâfat ve mücazat düşünceseni bertaraf etmek gerekir. Sadece bu tür müeyyideler ahlâkî denilmeye elverişli olmamakla kalmamaktadırlar; üstelik onlar zarurî bile değildirler. Şüphesiz, orada saadet ve felâketin mütekâbilen iyilik ve kötülükle mükemmel ahenk içerisinde olacakları, bir başka dünyaya atıfta bulunmadığımız sürece. Fakat, henüz din ala­nında olmadığımız müddetçe, benzeri bir dünya düşüncesi sınırları halihazır şuurun çitlerini pek geçmeyen, tabiî ahlâka kesinlikle yabancıdır. Oysa ki, bu dünyada, ne kadar çok kabahata başarı diye taç giydirilmiş­tir! Ne kadar çok fazilet, her çeşit alçaklık tarafından çökertümiştir! On­lara her gün ziyadesiyle rastlanıyor.Aynı şekilde, savunulabildiği üzere, sadece içe ait sevinç veya acı dü­şüncesini de bertaraf etmek gerekir mi? Keza, vicdanın azabı ve hoşnut­luğu da ahlâka yabancı duygular mıdır? Onların, kanun tarafından hiç v-ar oluş sebepleri yok mudur? Bu duyguların, muhtemelen sadece objek­tif bir sorumluluk düşüncesinin ince artıkları oldukları, bize söylenmiş­tir. Eğer vicdan azabı cezanın korkusu değilse, o onun beklenişi veya ümit edilişidir[1] Ve işte, onları kesin surette ahlâk alanından sürmek için, bu su-i zanlara karşı getirilen can alıcı delil. Sadece bu haller bir insandan diğerine büyük bir ölçüde değişmekle kalmamakta, fakat onlar bazı fısk ve fücur vak'alarmda tamamen kaybolmaya yönelmektedirler. Şu halde bunlar, ödeve itaatin veya itaatsizliğin zorunlu sonuçları değildirler. Öz anlamıyla ahlâkı olan bir müeyyidenin imkânsızlığı sonucuna oradan gi­dilmektedir.Fakat, kelimelerin anlamı üzerinde anlaşalım.Eğer, "ahlâk kanunu" ile, bizatihi ödeve, vicdan hallerinden bağımsız olarak bütün insanlara kendini zorla kabul ettiren objektif kanuna işaret olunuyorsa, gerçektir ki, bu tür bir kanun, bütün ruhlarda bu hoş veya üzücü hallere sebebiyet vermeksizin var olabilir: Sevinç veya vicdan aza­bı. Ancak, bu özel haller ortadan kaldırıldığında, yerine getirilen veya çiğnenen Ödevin bütün iç tezahürleri tüketilmiş olunamaz. Ve yakında göreceğiz ki, iyi veya kötü her davranış, uygun, evrensel ve zorunlu, mu­ayyen bir iç halini doğurur."Kanun"dan, bizim manevî ışıklarımız ve duygularımıza ilişkin, in­san tarafından tanınan ve hissedilen bir kural anlaşılmış olsa bile, aşikâr­dır ki, davranışta bulunduktan sonra, ödev düşüncesi vicdan sahnesinde, orada az veya çok derin yankılar uyandırmaksızın yeniden görünemez: Başarmış olmaktan dolayı memnuniyet veya yenilmiş olmanın verdiği ıs­tırap. Ve eğer, bilfarz, bozuk ahlâklı insan bu tür hiç bir şey hissetmiyor­sa, şayet o, iyilik ve kötülük duygusunu tamamen yitirmişse, onun için kanun mevcut değildir denemez de ne denebilir? Böylece, her iki terim daima atbaşi gitmektedir; onlar pozitif ve negatif olarak ayrılmaz halde­dirler.Acaba bu bizim, vicdan azabında ve hoşnutluğunda ahlâk kanunu­nun yeterli bir cezalandırması yahut mükâfatlandırmasını gören genel doktrin tarafında yer aldığımız anlamına mı gelmektedir?Heyhat! Eğer bizim, onun karşısındaki tutumumuzun bedeli olarak kanundan beklediğimiz bütün şey, onun bizi sevindirmesi veya bize acı vermesi ise, bu ne çocukça teşebbüstür! iyi veya kötü davrandıktan son­ra duyduğumuz sevinç ve acı, esasında bizim üzerimize kanunun bir re­aksiyonundan ziyade, vicdanımızın bizzat kendisine karşı bir tepkisidir. Bunlar, kavuşan veya muhasım iki duygunun, bizim vicdanımızdaki bu karşılaşmasının tabiî iki ifadesidirler. Bizim gerçek hakkındaki duygu­muzun ideal üzerine olan duygumuzla ahenk içersinde veya çatışma ha­linde bulunmasına göre, ya bu iç dengenin, bizzat kendimizin kendimiz­le uyumunun sonucu olan bir barış veya sükûn halinden yararlanırız. Biz özellikle düşüncemizi fiile geçirme şeklinde bize verilmiş bulunan bu gü­cün şuurundayız; veya biz bu tezattan ve güçlerimizin bu zaafiyetinden, varlığımızda bir yırtılma gibi acı çekeriz.Ahlâkî heyecanlarımızın bu sırf psikolojik olan açıklaması, naslarla ahenkli bir şekilde uyuşmaktadır. Hakikaten, bu ruh hallerine davranı­şımız tarafından talep ve iddia edilen bir karşılık olarak bakmak yeri­ne, Hz. Peygamber orada (ahlâkî) imanın bir ifadesi ve hattâ tarifini görmektedir[2] Bir başka hadise göre bu içten kınamanın şiddeti, bi­zim inancımızın samimiyet derecesini tam olarak yansıtmakta ve ölç­mektedir. Filvaki, ödev duygumuzun az veya çok canlı oluşuna göre, biz hatamızın büyüklüğünü ve ağırlığını az ya da çok canlı bir şekilde hissederiz[3]Fakat, eğer vicdan azabı cezaî bir müeyyideyi meydana getirmese bi­le, ıslah edici bir müeyyide şeklinde düşünülemez mi?Pek değil. Çiğnenmiş kanunu yeniden tesis eden şey, bir duygu değil, fakat iradenin yeni bir tutumudur; bu nedamettir. Vicdan azabı tövbe de­ğildir; bu sadece onun belirtisi ve hazırlığıdır. Ruh kötülüğe dayanama-dığı zaman, onda bir çeşit çatlak meydana gelir.Vicdan azabının yakıcı sıcaklığı içerisinde şüphesiz o, tekrar kaynaş­ma, yeniden yekpare bir şekilde durma ve bundan böyle yükünü daha çok bir enerji ve canlılıkla taşıma yolunu bulacaktır. Felâket, bize açılmış bulunan bu imkândan yararlanmarnamızdır. Bu geçici atılımın derhal ye­niden sıfıra müncer olması, birkaç zaman boyunca yanmış bulunan ate­şin hemen sönmüş ve böylece irade için arkası kesilmiş ve davranış için geleceği olmayan bir hal almış bulunması nadir değildir ve hattâ olduk­ça sık bir durumdur. Şu halde tövbe vicdan azabının bir sonucu değildir; o, onun prensibinin bir neticesi olarak çıkmaz.Vicdan azabı çatışmanın tabiî bir sonucudur, fakat o bir müeyyide de­ğildir. Tövbe tamamen tersidir: O tabiî bir sonuç değil, fakat bir müeyyi­dedir ve gayretin müdahalesini gerektiren sırf ahlâkî bir yaptırımdır. Bu ilk ödevin bir ihmalini müteakip kanunun bize zorla kabul ettirdiği yeni bir ödevdir[4] Artık faydalı olmama tehlikesine koşmaksızın herhangi bir gecikmeden rahatsız olmayacak ölçüde gayet acil ve ivedi bir ödev. İlkin, iradenin hatalı tutumundaki her ısrarı, her bir anda yeni bir hatayı mey­dana getirir[5]. Sunulan tüm lezzetlerden şimdi yararlanmak istemek ve son nefesle birlikte nihayet tövbesini beyan etmek suretiyle herşeyi sil­meyi beklemek bir ütopyadır[6].Derhal tövbe ve suçlu tutumun inatla sürdürülmesi arasında, geçmi­şe teessüf etmek ve onun telâfisini biraz sonraya bırakmaktan ibaret olan tembel çözüm bulunmaktadır. Tehlike işte burada yatmaktadır; zira, Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerine göre, günahın affı ancak tövbelerini hemen veya kısa vadede yapanlara garanti edilmiş bulunmaktadır[7]Gerçektir ki, Hz. Peygamber bu hükmü, vadeyi ömrün süresi ile ça­kıştıracak şekilde yorumlamıştır[8].Ancak, açıkçası çünkü hayatın vadesi bizim için meçhuldür ve o ek­seriya en az beklendiğinde sona ermektedir, onun saati hususunda ihti­yatlı olmak yani daima gidişin eşiğinde olmak ve sürekli olarak hesabını denk tutmak basiretli bir tedbirdir. "Günah peşin ve tövbe de veresiye ol­duğu sürece, diyordu manevî olarak Gazali, orada cehennemlik bir ru­hun ifşa edilişini görmek gerekir"[9]Tövbe, onarıcı bir müeyyidedir diyoruz. Ancak, sonraki («tumun geç­mişteki birini tamir etmesi nasıl idrak edilebilir?Her şey, kelimelere verilen tanıma bağlıdır. Eğer, "tövbe etmek" sade­ce işlenen kötülüğe esef etmek ve artık yeniden başlamamaya karar ver­mek anlamına gelirse bu, açıkçası işlenen fiilin sonuçlarını ortadan kal­dırmaya yetmez. Oysa ki, islâm ahlâkı içersinde tövbe, telâfi edici fonk­siyonunu, bu anlamda doldurmamaktadır. Gerçekten de bu ahlâk içer­sinde "tövbe"den, iradenin çok daha karmaşık bir tutumu anlaşılmakta­dır. Sadece yeni bir hareket çizgisi ittihaz ederek değil, fakat sarsılmış bu­lunan yapının metodik yeniden inşası suretiyle de, aynı zamanda geçmi­şe, şimdiki zamana ve geleceğe bakan ve olayların içinde tezahür eden tutum. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'in ifadesi gayet yapıcıdır. Al­lah'a yeniden dönmek" terimine o daima şunlar gibi başkalarım ekliyor: "düzeltmek, ıslah etmek"[10], veya "iyiyi yapmak, onu gerektiği gibi yap­mak ve bunda sebat etmek[11]. Vadedilen affın elde edilmesi için O'nun kaçınılmaz olarak ifade ettiği şartlar birliği.Samimi bir tövbenin ilk kanıtı, acil bir güncelliğe sahip bulunan ve on­suz tövbe düşüncesinin çelişkili olduğu ödev, şu hale göre, hatasından hemen geri dönmek yani o anda irtikap edilmeye devam olunan kötülü­ğü bırakmaktan ibarettir.Daha sonra bu kanıtı, öteki iki müsbet işlem tamamlamaya gelmekte­dirler: Geçmişin onarımı ve daha iyi bir geleceğin kurulması.Yalnız, onarım düşüncesi biraz belirsiz kalmaktadır ve onu tek anlam­lı bir kavram olarak tammlamak mümkün değildir. Hakikaten o bize, onarılması gereken hatanın türüne göre tabiat değiştiriyor gibi görünü­yor. İhmal edilmiş ve gereği el'an yerine getirilecek olarak kalan bir ödev söz konusu olduğu zaman, onarımın ahlâkî düzenin gerçek bir yeniden tesisinden ibaret olması gerekmektedir. Burada onarmak, tekrar kazanmak demektir. Er veya geç, ihmal edilen fiil yeniden ele alınmak ve kendisine yaraşır biçimde yerine getirilmek zorundadır[12] Fakat, ifa edilmiş sabit bir kötülük halinde, tamir edilmez olan nasıl onanlır? Burada kelimenin bir başka manası zahir olmaktadır. Artık onarmak yeniden tesis etmeyi değil fakat tazmin ve telafi etmeyi ifade etmektedir. Bizzat hatayı ilga et-mek mümkün değilse bile, zıt bir tabiatı haiz olan fiillerin ifası suretiyle, hiç olmazsa onun sonuçları silinip ortadan kaldırılabilir. Gerçekten de Kur'ân-ı Kerim: "Salih amellerin kötülerini silip attığını" bize öğretiyor[13]. O: "Günahlarını itiraf edenler ve iyi bir ameli kötü ile karıştıranların belki Allah tövbesini kabul eder... (Ey Peygamber) onların mallarından sadaka al ki bunun­la kendilerini (günahlarından) temizlenmiş ve ruhlarına, yeniden haşlamak hu­susunda taze bir güç katmış olasın[14]buyuruyor.Bununla birlikte sünnet burada silinmesi gerekli iki çeşit hata ayırdet-miştir: Haksız yere kendini heveslerine kaptırmak gibi, Allah hakkıdiye adlandırılan şahsi bir ödevi çiğneyenler; ve başkasının hakkı­na herhangi bir zarar veren diğerleri. Gerçeği söylemek gerekir­se, Tanrı hakkında ister katıksız şekilde olsun, isterse bir başka beşerî hakla karışmış halde bulunsun, bizim bütün ödevlerimizde rastlanır. Oy­sa ki, Hz.Peygamber'e göre buraya kadar işaret olunan bütün tevbe şekil­leri sadece, bu mukaddes konunun çiğnenmesi olarak bizim günahları­mızı silmeye elverişlidirler. Eğer, üstelik suç, hemcinslerimize karşı her­hangi bir haksızlığı içerirse, o ancak yeni bir unsurun ithali ile tamir edi­lebilir.Yapılan kötülükten pişman olmak, onu affetmesi için Allah'a yalvar­mak, bir daha bu hataya sürüklenmemeye azm etmek, kötü fiili iyi amel­lerle dengelemeye çalışmak, bütün bunlar gerçekten iyi, matlub ve Al­lah'a hoş gelmekle birlikte, noksansız bir tövbeyi oluşturmaya muktedir değildirler. Pişmanlık ve hatadan dönmeden mada, kendilerine haksızlık yapılanların açık ve kesin bir muvafakatini elde etmek gerekir[15]. Müfte­riden katile kadar başkasının hakkına karşı suç işleyen her insan, mağ­durlarına itirafta bulunmak ve kendini onlara teslim etmek ve onların ka­rarlarına bırakmak zorundadır. Bu dünyada onlardan elde edilen bir be-reat bulunmazsa, Ahirette onlar tarafından mecbur tutulabilecek olan ağır bir bedeli beklemek gerektiğini Hz. Peygamber bize haber veriyor. Mütecavizlerinin hasenatının bir bölümünün onların hesabına aktarılma­sından ibaret olacak olan, ahlâkî türden bir tazminat. Bir kere bu hasenat tükenince, artık borçlunun alacaklılarına borçlarını ödemek üzere vere­cek bir şeyi kalmayacağından o, kelimenin tam anlamıyla "iflas" edecektir; ve tersine bir işlem vuku bulacaktır: Mağdurları tarafından işlenen günahlar ona yüklenecek ve o bunları onların yerine ödeyecektir[16].îslâmiyetin sosyal ödevlerimizi ihmale atfettiği tamamen özel ehem­miyeti anlamak için, günahları üç katagoriye ayıran hadisi okumak ye­terlidir. Bu hadise göre, kökten inançsızlık bir yana bırakılırsa hemcinsle­rine karşı işlenen ve onların rızasına bağlı bu'unacak olanlar müstesna, bütün beşerî günahlar ilâhî rahmet tarafından bağışlanabilirler[17].Tövbe kavramını terk etmeden önce, Kur'ân-ı Kerim'de bulduğumuz iki Önemli işareti ilave etmek durumundayız. Birincisi, hak dine yenice ihtida etmiş bulunan kafirlerin, sanki hakiki imana olan bu ihtidanın da­ha önceki tüm günahları temizleyici hassesi mevcutmuşcasma, geçmişi onarıcı her icradan muaf olduklarıdır[18] İkinci işaret, uygun şartlarda sa­mimi olarak yapılan bir tövbe-i nasuhun tesirinin, muhtemel bir yeniden düşme ile (bu durum, hali hazır en metin azimkârlıkta dahi mümkün ol­duğundan) yıkılıp gitmeyeceğidir. Yeri geldiğinde biz, asla ümitsizliğe düşmeksizin, ıslah gayretlerimizi tekrar etmek zorunda kalacağız[19].

Fakat, tövbe hangi şekil altında sunulursa sunulsun, bizim ona verdi­ğimiz karmaşık anlamda, o sadece kanun tarafından bize mecbur tutulan ıslah edici bir müeyyideyi oluşturmaktadır.Onun karşısında takınılan tutumu müteakip, kanunun bizim üzeri­mizde kendiliğinden icra ettiği karşılık verici bir ahlâkî müeyyide de mevcut değil midir?Fakat evet ve sadece en dolaysız müeyyidenin etkisini durdurmak için onun bize empoze ettiği zorunlu müeyyideden çok önce ya ahlâkî mecburiyetin anlamı yoktur veya faziletin uygulanması ve kötülüğe ter­kin bizim lehimizde yahut aleyhimizde herhangi gerçek, şuurlu ya da şu­ursuz bir etkisi mevcuttur. Bu olmaksızın, kanuna itaat, sadece boş bir meşguliyet, yalnızca bizi çalıştırmaktan zevk duyduğu için çalıştıran despot bir efendinin bir mecbur tutması olacaktır. Ve eğer bizim yaşayış tarzımızdan beklenen sonuç, yukarı melekelerimizi az veya çok derin bir biçimde değiştirmeksizin, hassasiyetimizi hoş bir şekilde yahut zahmet vererek etkilemeye götürülürse, bu bir bakıma bin tane işçiyi angaje eden ve onların sadece en alalade olanlarını ödeyen bir patronun haline benze­yecektir. Hayır, bizde mevcut bulunan herşeyi; beden ve zihin, idrak ve intisap melekelerini, emretme ve yapma gücünü kendi hizmetine koy­mak ve herşeyi düzenlemek ve herşeyi muayyen bir başkasında değil de, belli bir tarzda götürmek isteyen bu dayanılmaz iç talep delicesine bir mecburiyettir veya o bizim varlığımızın tamamının en büyük iyiliğini he­def almalı ve şartlandırmayıdır.İnsanın mı kanun için yoksa kanunun mu insan için yapıldığı sorul­maktadır; ve bazan beriki bazan da öteki tasdik edilmek suretiyle cevap verilmektedir. -Bizim düşüncemize göre, iki iddianın her biri gerçeğin bir yönünü ifade etmektedir. Ve biz her iki ifadeye de Kur'ân-ı Kerim'de rastlamaktayız. Bir yandan, Allah: "Görülür ve görülmez her iki âlemi de ben, sadece bana ibadet ve itaat etmeleri için yarattım[20] buyuruyor. Diğer yan­dan, Kitap: "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez, fakat iyice te­mizlenmenizi ve üstünüzdeki ni'metinin tamamlanmasını diler. Tâki şükredesi-niz" diye tasdik ediyor[21]Nisbî gerçekleri ile birlikte her iki ifadeyi birbirine yaklaştırınız, mutlak hakikati elde edeceksiniz. însan kanun için halkedilmiştir, oy­sa ki kanun da insan için yapılmıştır. Şu halde insan bizzat kendisi için yaratılmıştır. Kanun bir gayedir, fakat o nihaî gaye değildir. O, ahlâka açılan veya kendi mükemmelliği için mücadele eden haliyle insan ve külli fazilete sahip, olması gereken şekliyle insan arasında, alelade halktan kişi ve veli arasında, askerle kahraman arasında, sadece bir or­ta terimdir. Kanun adetâ, bizim aynı zamanda hem çıkış noktası hem de varış noktası olduğumuz iki kıyı arasına kurulmuş bir köprü; ayak­ları yere değen ve ona tırmanmak isteyenleri göğe yükseltmeyi vade­den bir merdiven gibidir. Bu statik ve mekanik imajların yerine, daha iyisi Kur'ân'dan onun dinamik imajını alalım. İki meşhur teşbihte Kur'ân-ı Kerim gerçek ve sahteyi biri "Kökü sabit ve sağlam, dalları göğe doğru olan ve Rabbinin izniyle her mevsimde meyve veren" diğeri "Kökü". sabit olmayan ve "Kökleri toprak seviyesinde koparılmış bulunan" iki ağaca mukayese etmektedir[22]. Bu mukayese, teorik düzeninkilerden daha ziyade, pratik gerçekliğe ve sahteliğe uyar. Verimli ve sağlam olan, faal fazilet, bizim değerimizi artırır. Ve bizi gittikçe daha yükse­ğe çıkarır. Fena olan ve geleceği bulunmayan kötü ahlâk, bizi yavan ve bayağı kılar ve hatta bizi insanlıktan çıkarır.Kur'ân-ı Kerim'e göre, çeşitli şekilleri altmda iyilik ve kötülüğün uy­gulanmasının insan ruhunda doğurduğu şeyin birkaç örneği istenmekte midir? İşte onun bir numunesi:



[1] Krş. Levy Bruhl, L'îdee de la Responsabiliti, böl.III, alt-bol.l.                                 

[2] Bk. Ahmed, Müsned, Ebu Umâme'den rivayet:

[3] Krş.Tirmizî, Kitâbü Sıfat el-Kıyame, Bab 49.

[4] en-Nür 24/31.

[5] ct-Tahrîm 66/8; Âl-i îmrân 3/25.

[6] el-En'âm6/18.

[7] en-Nisâ 4/17; ÂH îmrân 3/125.

[8] Müslim, Kitâbü't-Tevbe, Bab 5.

[9] Gazali, %J,CJV,s.4O.

[10] el-Bakara 2/160; el-En'âm 6/54; en-Nahl 16/119

[11] el-Mâide 5/93.

[12] el-Bakara 2/185; el-Kehf 18/24.

[13] Hûd 11/114.

[14] et-Tevbe 9/102-3.

[15] Krş. Buharî, Kitâbü'l-Mazâlim, Bab 10 ve Küâbü'r-Rikâk, Bab-ı Kısas.

[16] Krş. Müslim, Kitâbü'1-Bir, Bab 15.

[17] Krş. Ahmed, Müsned, Hz. Ayşe rivayeti.

[18] el-Enfâl 8/38.

[19] . el-Enfâl 8/33; ez-Zumer 39/53-4; eş-Şûrâ 42/25. Hadisler daha da açıktırlar. Meselâ bir ha-dis-İ kudsî'dekİ şu diyalogu okuyunuz: "şeytan der: Ey Allah, senin kudretine yemin ede­rim ki, ruhları bedenlerine bağlı kaldığı müddetçe senin kullarını baştan çıkarmaya devam edeceğim. Kudretim ve Yüceliğime andolsun kî, merhametimi talep ettikleri sürece ben de onları affetmekten geri kalmayacağım, diye cevap verir" Allah. (Ahmed, Müsned, Ebu Said rivayeti):

[20] ez-Zâriyât 51/56.

[21] el-Mâide 5/6; Aynı şekilde bk: el-İsra 17/15;

[22] İbrahim 14/24-26.



Konu Başlığı: Ynt: Ahlaki Müeyyide
Gönderen: Ceren üzerinde 16 Ağustos 2016, 14:57:42
Esselamu aleykum.Rabbim bizleri peygamber efendimizin yolunda giden ve onun gibi güzel ahlakli kur an ahlaki ile yasayan kullardan eylesin inşallah.Rabbim razi olsun paylasimdan...


Konu Başlığı: Ynt: Ahlaki Müeyyide
Gönderen: Sevgi. üzerinde 31 Aralık 2018, 02:29:33
Aleyküm Selam. Rabbimiz bizlere en güzel örnek olarak canlar cânı gönüllerimizin sultanı Peygamber Efendimizi nasip etmiş. Peygamberimiz bizlere her yönüyle mükemmel örnektir onun ahlâkı Kur'ân ahlakıdır. Rabbim bizleri Peygamberimizin ahlâkıyla ahlaklandırsın inşaAllah