> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Tarihi Eserleri > Konulu Siyer > Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber  (Okunma Sayısı 2196 defa)
01 Mart 2010, 12:43:41
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 01 Mart 2010, 12:43:41 »



Ticaret Ve Maîşet Dünyasında Hz. Peygamber (s.a.v.)

Hz. Peygamber (s.a.v.)´in Doğduğunda Mekke ve Kureyş´in Ticarî Durumu: Peygamberimiz (s.a.v.)´in doğduğu Mekke şehri, etrafı dağlarla çevrili, ziraate tümüyle elverişsiz, çöl ortasında bir şehir idi. Bu şehrin Hz. İsmâil (a.s.)´den beri çok önemli bir yerleşim yeri olması, O´nun babası İbrâhim (a.s.) ile birlikte Allah´ın emri ile inşâ etmiş oldukları Allah için bir ibâdet merkezi olan Kâbe´nin bir câzibe alanı olmasındandı. Her yıl, uzaktan yakından çok sayıda insan Kâbe´yi ziyarete gelir, yerleşik nüfusun çok fazlasında olan bu ziyaretçiler şehirde canlanmaya sahne olurdu. Bu ziyaretler, Mekke´nin ekonomisine de büyük katkıda bulunur, ticaret, etrafındaki şehirlere oranla çok büyük çapta gelişme gösterirdi. Mekke civarında senenin belli aylarında panayırlar, ticarî fuarlar kurulurdu.

Bütün Arap kabileleri, Kâbe´nin muhâfızları olarak Kureyş´e büyük saygı duyduğundan diğer Arap kervanlarına nazaran Kureyş´inkiler büyük avantaja sahipti. Kureyş kabilesi, Suriye, Irak, Yemen ve Habeşistan gibi ülkelerden ziyaret izni ve güvenlik garantileri almışlar, bu ülkelereri çeşitli yerlerine kervanlarını rahatsa götürübilme imkânlarına sahip olmuşlardı. Hz. Peygamber´in büyük dedesi Hişam, doğu ülkeleri ile Suriye ve Mısır arasında Arabistan´dan geçerek yapılan uluslar arası ticarette yer almayı düşünüp başarmıştır. Mekke´nin en asil kabilesi olan Kureyş´e mensup insanların, hac mevsiminde değişik yerlerden gelen hacılara yaptıkları hizmetler sebebiyle saygı ile anılmalarına sebep oluyordu. Onlara ait malların yollarda çalınması konusunda hiç endişe duymuyorlardı. Üstelik diğer kervanlardan alınan, oldukça ağır geçiş ve ticaret vergileri de Kureyş kabilelerinden alınmazdı. Bu imkânlarla uluslar arası ticaret sebebiyle komşu ülkelerin insanları ve farklı medeniyet ve kültürü ile doğrudan ilişki kurma fırsatına sahip olduklarından, Kureyş´in eğitim, kültür ve bilgi standartlarını hiçbir Arap kabilesiyle karşılaştırılamayacak şekilde yükseltmişti. Kureyş, Fil vak´asına kadar ticaret ile büyümeye ve zenginleşmeye devam etti. Aynı yıl, Peygamber (s.a.v.) doğdu. Allah, bu Ebrehe ordusunu herkesi şaşkınlığa düşürecek şekilde İlâhî mûcizesi ile ebâbil denilen küçücük kuşlar vâsıtasıyla bozguna uğrattı (Bkz. 105/Fîl, 1-5). Böylece Allah Kâbe ile birlikte onun hizmetçisi ve koruyucusu Kureyş´i de yok olmaktan korumuş ve diğer kabilelerin gözünde itibarlarını ve Kâbe muhâfızları olarak şereflerini arttırmıştır. İşte, Peygamberimiz´in ilk ticaret hayatına başladığında, bu atmosfer ile Kureyş´in gücü ve zenginliği devam ediyordu.

Dedesi Abdü´l-Muttalib´in ölümünden sonra Peygamberimiz, Kureyş´in diğer liderleri gibi Mekke halkının geçim kaynağı olan ticaretle meşgul olan amcası Ebû Tâlib´in yanında yaşamaya başladı. Ebû Tâlib, Mekke´den Suriye´ye giden bir ticaret kervanı ile Şam´a gidiyordu. Rasûlullah (s.a.v.) o zaman henüz dokuz yaşındaydı. Onu hiç kırmayan amcasına sarılan Muhammed (s.a.v.)´i de bu yolculukta yanına aldı. İbn Hişam ve Tirmizî´nin rivâyetine göre, kervan Suriye´de Busra denen mevkîye vardığında orada konakladı. Manastırda Bahira adında bir râhip vardı. Ebû Tâlib onunla görüştü, râhip onları yemeğe dâvet etti. Bu meyanda Hz. Muhammed (s.a.v.)´i görünce dikkatini çekti. O´nda peygamberlik alâmetlerini sezdi. Ebû Tâlib´e: "Kardeşinin oğluyla geri dön, yahûdilerden onu görüp zarar vermelerinden korkarım" dedi. Ebû Tâlib de yeğeni ile geri döndü. İşte Hz. Peygamber´in ilk dış gezisi bu şekilde Suriye´ye olmuştu.

Amcasının evinde büyüyen Muhammed (s.a.v.), ondan ticarî işler konusunda birtakım tecrübeler edinmişti. Büyüdüğünde, amcasının o kadar zengin olmadığını, beslemek zorunda olduğu büyük bir ailesinin olduğunu anlayınca, Mekke´de kendi adına ticaret yapmaya başladı. Genelde bilindiğinin aksine; ticarî hayata Hz. Hadîce ile müşterek çalışmaya başlamasından çok önce girmiştir. Mekke´de küçük çapta işler yapardı. Bir yerden mal alır, başkalarına satardı. Bu, Hatîce ile çalışmaya başlamadan önce başkalarıyla ticarî ortaklığa girdiğini gösteren sonraki olaylar ile te´yid edilmiştir. Kureyş´in bir ferdi olarak O´nun da geçimi için kabilesinin diğer fertleri gibi aynı mesleği, yani ticareti benimsemesi gâyet doğaldı. Kendi adına ticaret yapacak sermayeye sahip olmamasına karşılık, kendi sermayelerini işletemeyecek olan, fakat dürüst insanlarla ortaklık yapmak isteyen sermaye sahibi birçok zengin, dul ve yetime ait büyük bir sermaye birikimi bulunuyordu. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.v.) için sâbit bir maaş karşılığı veya kâr ortaklığı yoluyla iş hayatına girmesi yönünde birçok imkânlar vardı. Hz. Hadice, Mekke´de temsilcileri vâsıtasıyla iş yapan zengin hanımlardan biriydi. Muhammed (s.a.v.) çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü sebebiyle halk arasında "el-Emîn" (güvenilir) ve "Sâdık" (doğru) isimleriyle tanınırdı. Böylece O´nu güvenilir ve kâr getirici bir ortak olarak gören Hadîce de bazen ücretle, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed (s.a.v.)´i birçok defalar kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticarî seferlere göndermişti.

Hz. Peygamber onun sermayesiyle pek çok ticarî sefere çıktı. Bunlardan biri çok meşhurdur ki; bu seferin sonunda Hadice O´na hizmetkârı vâsıtasıyla evlenme teklifinde bulunmuştu. Bu sefer, Suriye´de Busra´ya yapılmıştı. Bu geziye çıktığında yaşı 25 civarında idi. Hz. Hadice ile Suriye seferi için anlaşmasından önce Hz. Peygamber´in tâcirliği ve dürüstlüğü ile, özel olarak ticarî piyasada, genel olarak da Kureyş´te büyük bir isim yaptığı anlaşılmaktadır. Yaptığı ticaretin çoğunluğunu Yemen´e yaptığı ve bu gâye ile oradaki ticarî merkez ve ticarî fuarlara çok sayıda katıldığı bilinmektedir. Hz. Hadice için buralara dört sefer yapmıştır. Hz. Peygamber´in Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan Bahreyn´e de birkaç sefer yaptığı bilinmektedir.

Özetle ifade edebiliriz ki; Hz. Peygamber, ticarî işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18 yaşlarında başlamıştır. Herhangi bir dürüst ve kendisine saygısı olan kişi gibi, maddî açıdan zengin sayılamayacak durumda olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticarete atılmıştır. Bu sebeplerle de komşu ülkele, özellikle Yemen, Bahreyn ve Suriye şehir ve kasabalarına ve muhtemelen Habeşistan´a gitmiştir. Muhakkak ki O, hayatını helâl yoldan kazanma arayışı içinde çok gayret sarfetmiştir. İş hayatına, bir sermaye sahibi birinin ortağı olarak veya belirli bir ücret karşılığında çalışan bir kişi olarak başlamış olmalıdır. Daha sonra, bu sahada kazandığı tecrübelerle ve doğruluğunun, dürüstlüğünün çevreye yayılması üzerine yukarıda sözü edilen Hz. Hadice´nin O´nu birçok kere maaş karşılığı ticaret için çeşitli yerlere göndermesi ve sonra aynı amaçla büyük bir meblâğla Suriye´ye göndermesi olayında olduğu gibi, kendisine diğer insanların sermayesi ile iş yapması teklif edildi.

Bu olaylar, O´nun çocukluğunda küçük bir ücret karşılığında Mekke halkının koyunlarına çobanlık yaptığını öğrendiğimizde (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149) daha bir gerçeklik kazanıyor. Hz. Peygamber, büyürken, gençliğinin ilk dönemlerinde ticarî hayatına muhtemelen sâbit ücretler karşılığında başlamıştı. Daha sonraları bu tarz ticareti, Yemen pazarlarına düzenlediği her seferin sonunda aldığı bir deve karşılığında Hz. Hadice için birkaç defa yapmıştı. Bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz, hayatının gençlik dönemlerinde sâbit ücret karşılığında Hz. Hadice de dâhil, Mekke´nin farklı zengin insanlar için ticaret yapıyor görmemiz gâyet normaldir.

Günün birinde genç Hz. Muhammed (s.a.v.), birisyle ticarî bir anlaşma yaparken, aralarında bir problem çıktı; bunun üzerine karşısındaki O´ndan iddiâsını ispatlaması için "Lât ve Uzzâ" putları üzerine yemin etmesini istedi. Bunun üzerine O "hiçbir zaman bunu yapmadım. Yolum o heykellerin yakınlarından geçse, kasden onlardan kaçınıyor ve değişik bir yol tutuyorum" buyurdu. O´nun tavrından oldukça etkilenen adam "Sen doğru ve âdil birisin. Söylediklerin de hakikattir. Allah için, sen, bilginlerimizin ve kitaplarımızın sözünü ettiği kişisin" dedi (İbn Sa´d, c. 1, s. 130).

Tarihî kayıtlarda O´nun Said bin Ali Saib ile ortak ticaret yaptığından söz edilir. Mekke´nin fethinden sonra Saib O´nu ziyârete geldiğinde ashâb onun iyiliğinden söz edince Peygamberimiz (s.a.v.), onu herkesten daha iyi tanıdığını ifâde etti. Onu sevgiyle karşılayarak "gel, gel, hoş geldin kardeşim ve benimle hiçbir zaman tartışmayan ticaret ortağım!" buyurdu. Saib de gençliğinde Peygamberimiz´le ortaklık yaptığını ve O´nun ticaret hesaplarını her zaman dürüstçe tuttuğunu anlattı.

Hz. Muhammed (s.a.v.)´in Hz. Hadice ile evlenmeden önce, Suriye ve Yemen´de çeşitli yerlere Hz. Hadice adına seferlere çıktığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Bununla beraber, maîşetini temin için benzeri ticarî gezilere defalarca çıktığı muhtemeldir. Zaten O´nun gibi dürüst bir genç adamın, vaktini amcasının yanında boş geçirdiğini düşünmek imkânsızdır. Çok küçük yaşlarda iken bile amcasının omuzundaki geçim yükünün birâzını almak için Kurey´te çobanlık yaptığı bilinmektedir. 25 yaşına gelineceye kadar yaşlı amcasına bir yük olarak işsiz-güçsüz gezdiğini nasıl umabiliriz? O´nun karakteri ve ahlâkı da göz önüne alındığında, tüm deliller, en meşhurları Said bin Ali Saib ve Kays bin Saib olmak üzere birçok kişilerle ortak olarak veya kendi adına çeşitli ticarî faâliyetlerde bulunduğunu göstermektedir. Yine eldeki kaynaklar bu amaçla Hz. Hadice kendisini ticarî işleri için seçmeden önce Yemen´e ve kasabalarının pazarlarına birkaç sefer yaptığını göstermektedir. Peygamberimiz´in mizacında genç bir adamın gençliğinde bu tarz ticarî işlere girmiş olması gâyet mâkul ve olağandır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi bir insanın, gençliğinde ve hatta oldukça erişkin bir yaşta maîşeti iç...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber
« Posted on: 19 Mart 2024, 08:38:45 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber rüya tabiri,Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber mekke canlı, Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber kabe canlı yayın, Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber Üç boyutlu kuran oku Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber kuran ı kerim, Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber peygamber kıssaları,Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber ilitam ders soruları, Ticaret Ve Maîşette Hz. Peygamber önlisans arapça,
Logged
01 Mart 2010, 12:47:45
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 01 Mart 2010, 12:47:45 »

Hz. Peygamber ve Ashâbının Yaşayışlarındaki Fakirlik: Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç." (Buhârî, Et´ıme 23, Rikak 17; Müslim, Zühd 20-27, hadis no: 2970-2973; Tirmizî, Zühd 38, h. no: 2357-2358, 35 h. no: 2473). Diğer bir rivâyette: "Rasûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir" denmiştir. Bir diğer rivâyette: "Muhammed (s.a.s.) bir günde iki sefer yedi ise, biri mutlaka hurma idi" denmiştir.

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." (Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361)

Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah (s.a.v.)´ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm." (Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978)

"Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim yiyeceğim, Bilâl´in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2474)

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.)´a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, bir sa´ hurma, veya bir sa´ hubûbat bile gecelememiştir." (Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).]

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet! ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475)

Ebû Talhâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.)´a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı. Resûlullah (s.a.v.) da karnını açtı, O´nda iki taş vardı." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2372)

Utbe İbnu Gazvân (r.a.) anlatıyor: "Gerçekten ben kendimi, Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak görmüşümdür. Huble (asma) yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki avurtlarımız yara oldu." (Müslim, Zühd 15, hadis no: 2967)

Fudâle İbnu Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) cemaate namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne´de misâfir olarak bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfaatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369)

Bu hadisler, (son on hadis) Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâb-ı kirâmın zâhidâne hayatı hakkında bilgi vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü özere, ashâb-ı suffe, zühdün ötesinde "yokluk" ve "darlık" şartlarını yaşamıştır. Zühd, belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, varlığa rağmen bir tercihdir. Halbuki açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp kalmak irâdî bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir. İslâm inkılâbı, bu maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şahsen mahkûm olduğu maddî darlıktan hiç şikâyetçi olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara katlanmış, Allah indindeki sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra dâvet etmiştir.

Rivâyetler, Efendimiz´in fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen yaşayış tarzını değiştirmeyip üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevâzi/sade yaşayışını devam ettirdiğini bildirmektedir. Yani O, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen vermiştir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/463)

"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141).

"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342)

"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda mÂişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350)

Ebû Saîdi´l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensâr (r.a.)´dan bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.s.)´dan bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." (Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-) Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm´a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah´ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."

"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344).

"Siz Allah´a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." (Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345)

"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374)

"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu´n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-)

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah´ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." (Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515). Rezin bir rivâyette şu ziyâdede bulundu: "Avn İbnu Abdillah İbnu Utbe rahimehullah dedi ki: "Ben zenginlerle düşüp kalkıyordum. O zaman benden daha heveslisi yoktu. Bir binek görsem benimkinden daha iyi görürdüm; bir elbiseye baksam, benimkinden daha iyi olduğuna hükmederdim. Ne zaman ki bu hadisi işittim, fakirlerle düşüp kalktım ve rahata erdim."

"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah´a kavuşur." (Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî, Zekât 83 -5, 94-)

"İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir." (Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-)

"Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)´dan bir şeyler istedi. Peygamberimiz de verdi. Adam dönmek üzere ayağını kapının eşiğine basar basmaz, Rasûlullah: "Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye birşey istemek için asla gitmezdi!" buyurdu." (Nesâî, Zekât 83 -5, 94, 95-)

"Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır. İnsanlar istediğini verseler de vermeseler de." (Buhârî, Zekât 50, Büyû´ 15)

Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Cenneti garanti etmem mukabilinde, insanlardan hiçbir şey istememeyi kim garanti edecek?" buyurdular. Sevban (r.a.) atılıp: "Ben, (Ey Allah´ın Rasûlü!)" dedi. Sevban (bundan böyle) hiç kimseden birşey istemezdi." (Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1643; Nesâî, Zekât 86, -5, 96-)

"İstemede ısrar etmeyin. Vallahi, kim benden bir şey ister, ben ona vermek arzu etmediğim halde, ısrarı (sebebiyle) bir şey kopartırsa, verdiğim o şeyin bereketini görmez." (Müslim, Zekât 99, hadis no: 1038; Nesâî, Zekât 88 -5, 97, 98-)

İbnu´l-Firâsî´nin anlattığına göre, babası: "Ey Allah´ın Rasûlü! (ihtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.v.) da: "Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalmışsan, bâri sâlihlerden iste!" buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1646; ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Mart 2010, 12:56:08
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 01 Mart 2010, 12:56:08 »

Çocuklarını Ebedî Hayata Hazırlaması: ALLAH Rasûlü ebediyete, yani insanların yaratılış itibariyle talip oldukları şeye talipti. Evet insan, ebed için yaratılmıştır. Ebedden Ebedî Zâttan başka bir şeyle de tatmin olması mümkün değildir. Binaenaleyh Ondan başka bir şey istemez.. bilerek-bilmeyerek hep Onu arzular. Bu itibarla da insana ebediyeti vereceğiniz âna kadar onun doyup tatmin olması mümkün değildir. Evet, insanın sonsuz emelleri ve arzuları vardır. Ona ne verseniz tatmin edemezsiniz! Zaten bütün dinlerin ve peygamberlerin mesajlarının esası da işte bu ukba buudlu nizamdır. Bu itibarladır ki, ALLAH Rasûlü (s.a.v)bir taraftan avuç avuç ve kucak kucak onlara huzur taşırken, diğer taraftan da onları ebedî huzura, ebedî saadete hazırlamayı hiç mi hiç ihmâl etmiyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden birini şu vakada görmek mümkündür: Fâtıma Vâlidemiz, boynunda bir gerdanlıkla ALLAH Rasûlünün huzuruna gelir. ALLAH Rasûlü (s.a.v), bir rivâyette (Nesâînin rivâyeti) Fâtıma Vâlidemizin boynundan gerdanlığı alır. Başka bir rivâyette gerdanlık Fâtıma Validemizin elindedir ve ALLAH Rasûlü ona şöyle buyurur: "İster misin ki halk Peygamberin kızı elinde cehennemden bir zincir, bir kolye taşıyor desin" (burada, halktan maksat, insanlar veya melekler, sema sâkinleri olması arasında fark yoktur.) Evet bir taraftan onları aziz tutuyor, diğer taraftan da teveccühlerini bütünüyle ahirete, ALLAH?a, ebedî ve uhrevî güzelliklere çeviriyordu. Bu söz Hz. Fâtımaya yetmişti. Zira bu söz, onun gönlünde taht Kuranve onu bütün letaifiyle fetheden insandan geliyordu. Onun için Hz. Fâtıma diyor ki: Hemen kolyeyi sattım. Parasıyla bir köle aldım ve o köleyi de hemen hürriyete kavuşturdum. Sonra da ALLAH Rasûlünün huzuruna geldim. Geldim ve yaptıklarımı kendisine bir bir nakledince mesrûr oldu, sevindi. Sonra da ellerini açıp Allaha şöyle hamd etti: (Kızım) Fâtımayı cehennemden koruyan Allaha hamdolsun. (Nesâî, Zînet 39)

Elbette ki, Hz. Fâtıma boynuna taktığı bu kolye ile harama girmiş değildi. Ancak ALLAH Rasûlü onu mukarrebîn dairesinde tutmaya çalışıyordu. Efendimizin ikazı takva ve kurb buudluydu. Bu bir cihetle dünyaya karşı alâkasızlık, ama daha çok da, bulundukları yer ve kıyamete kadar temsil edecekleri cemaat itibariyle, Ehl-i Beytin anasına düşen bir titizlik ve hassasiyet örneğiydi: Evet, Hasana, Hüseyine ve daha sonra gelecek Zeynelâbidin gibi âbidlerin, ziya kaynağına ana olmak elbette kolay değildi. ALLAH Rasûlü onu Ehl-i Beyte ana olmaya hazırlıyordu. Sanki ona: Kızım sen, öyle bir koca evine giriyorsun ve öyle bir eve gelin gidiyorsun ki, senin o mübârek hanenden teselsülen ortaya çıkacak dünya kadar altın halkalar var. Bırak boynundaki şu altın kolyeyi, sen onlara ana olmaya bak! diyordu. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne ana olmak kolay değildi. Onun için ALLAH Rasûlü bu hususta, kendi hanesine karşı daha hassas ve daha sert idi. Evet, O, bu davranışlarıyla şefkat ve refetin yanında onların nazarlarını uhrevî âlemlere çevirme itibariyle de sırat-ı müstakimin ayrı bir yönünü hatırlatıyor ve büyük-küçük bütün fenalıklara karşı kapı ve pencereleri kapatıp onların nazarlarını sadece ahirete çeviriyor ve "size ALLAH gerek, ALLAH!" diyordu.

ALLAH Rasûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün ricsten, pisliğin her çeşidinden temizliyor, eteklerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. Kişi sevdiğiyle beraberdir (Buhârî, Fezâilul-Ashâb 9; Müslim, Zikr 80, 81; Ebû Dâvud, Edeb 100). Hz. Muhammedi seviyorsanız, yolunda olacaksınız, yolunda olanlar ötede O?nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda ALLAH Rasûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı çok iyi değerlendiriyordu. Şefkat olacak, sevgi olacak, kalple ve hisle kucaklama olacak; fakat âhiret adına da kesinlikle bir gevşeklik olmayacak. İşte Sırat-ı Müstakim; orta ve en doğru yol! Bir yol ki ALLAH Rasûlü de bu yolun Baş yolcusu...

Hz. Fâtımanın Hizmetçi İstemesi: Onun terbiye sisteminden bir diğer kesiti de İmam Buharî ve Müslim veriyor. Hâdiseyi bize Hz. Ali (r.a.) anlatıyor ve diyor ki: ?Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu. Zâten, bütünü bir tek odadan ibâret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O odacıkta, Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.

Bu arada bir harp dönüşü Medineye esirler getirilmişti. ALLAH Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Fâtımaya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi... Şimdi, hâdisenin gerisini Hz. Fâtıma Vâlidemizden dinleyelim: Babama gittim; fakat evde yoktu. Hz. Âişe: "Geldiğinde ben haber veririm" dedi, ben de geri döndüm. Az sonra ALLAH Rasûlü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali doğrulmak istedikse de O, buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. ALLAH Rasûlü birden uhrevîleşti ve şöyle dedi: Yâ Fâtıma, Allahtan kork ve Allaha karşı vazifende kusur etme! ALLAHın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da dâima sâdık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allaha karşı kulluk etmek ve sonra da kocana itaatde bulunmak.) Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim: Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa ´Sübhânallah´, otuz üç defa ´El-hamdü lillâh´, otuz üç defa da ´Allahu ekber´ de. İşte bu, senin için hizmetçiden daha hayırlıdır. Bunun mânâsı şu idi: Ben senin nazarını uhrevî âlemlere çeviriyorum ve orada senin, bana ulaşman ve benimle beraber olman için de iki yol var: Birincisi Rabbine karşı kulluk vazifende kusur etmemen. İkincisi de; kocana karşı vazife ve mükellefiyetlerini yerine getirmen. Eğer bir hizmetçi, senin kocana karşı vazifelerinde senin yerini alır ve senin yapman gerekenleri o yaparsa, bu bir ölçüde senin eksik kalmana sebebiyet verebilir. Oysa ki senin iki kanatlı olman gerekir. Bir insan, nasıl en mükemmel kul olur ve Allaha kulluğunu en mükemmel şekilde yerine getirir. Bir insan nasıl en mükemmel insan olur ve üzerindeki mükellefiyetleri kusursuz ve arızasız yerine getirir İşte sana düşen bunları araştırmaktır.

Sen evvela, Rabbine karşı kulluğunu en mükemmel şekilde edâ et ve mükemmel bir kul ol! Sonra da Ali gibi kıyâmete kadar gelecek ehlullahı sulbünde taşıyan büyük bir insana karşı, mükellefiyetlerini yerine getir ve mükemmel bir insan ol! Ol ki, bütün mükemmeliyetlerin ve mükemmellerin toplanma yeri olan cennette benimle beraber olabilesin! Hz. Fatımanın zül-cenâheyn (iki kanatlı) olması için Hz. Ali ve ona hizmet bu denli önemli olunca, Hz. Fâtımanın hizmetçi kullanması, onun kanatlarından birinin kırılması demektir. Böyle tek kanatlı biri ise Hz. Hasana, Hz. Hüseyine ve kıyâmete kadar gelecek bütün aktâba, müceddidîne, müçtehidîne ana olamazdı. ALLAH Rasûlü onu bu büyüklükte bir ana yapmak için, âdeta dünyaya ait bütün alâkalarını kesiyor onun nazarını tamamen âhirete çeviriyordu. Zira ALLAH (c.c.) da Onu böyle yapmış ve böyle terbiye etmişti. (İbn Hişam, Sîre I/262).

Fâtıma Onun kızıydı. Hakkın terbiye adına kendisine lutfettiği ve ihsanda bulunduğu şeyleri o kızından esirgeyemezdi. O kız ki, Hz. Hasan ile Hüseyinden son şerif ve seyyide kadar birçok velînin/ALLAH dostunun anası olacaktı. Bu itibarla onun bu mübârek meyvelere çekirdek olabilecek mâhiyette yetiştirilmesi gerekiyordu. İşte bundan dolayı Efendimiz, bir taraftan fevkalâde sevgisi, şefkati ve gönüllerinde taht kurmanın yanında, diğer taraftan da Fâtımanın nazarını hep uhrevî âlemlere çeviriyordu.

O´nun Mutluluk Evinin Genel Atmosferi: ALLAH Rasûlünün saâdet hânesinde sürekli bir haşyet, ALLAH korkusu tüter dururdu. ALLAH Rasûlünün bakışlarını yakalayabilenlerin, o bakışlarla her zaman cennetlerin imrendiriciliğine veya cehennemlerin ürperticiliğine ulaşmaları, hatta görüp hissetmeleri mümkündü. O´nun evinde yaşayanlar, O´nunla uzun müddet beraber kalanlar, Ona bakanlar, her zaman ALLAHı hatırlardı. İmam Nesaî naklediyor: ALLAH Rasûlü (s.a.v.)namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu. (Nesâî, Sehv 18). O, daima ağlamalı, kaynamalı bir içle Allaha teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Âişe Validemiz kaç defa Onu Rabbinin huzurunda, başı yerde titreyerek, irkilerek secde eder vaziyette bulmuştu. (Nesâî, İşretün-Nisâ 4)

Tabii ki, Onun bu hali, ev halkına da müsbet yönde tesir ediyor, ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allahtan çok korkan bu Nebiler Sultanının, hanım ve evlatlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü ALLAH Rasûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla örneklendiriyordu. İnsanın yaşadığını söylemesindeki tesiri, en bariz şekli ve en çarpıcı keyfiyetiyle ancak Onun evinde görebiliriz. Yeryüzünde mevcut bütün pedagog ve terbiyeciler, bütün terbiye sistemleri adına, bildikleri ne kadar mâlûmâtları varsa hepsini seferber etseler, insan yetiştirme adına, o hâne-i saâdetteki, mutlu yuvada, güzel evdeki etkiye ulaşamazlar ve ulaşamamışlardır da.

Evet, ALLAH Rasûlü (s.a.v.) yapmak ve anlatmak istediği şeyleri daha çok, davranışlarıyla temsil ve ifade etmiş, sonra da davranışlarından dökülen bu şeylere tercüman olmuştur. ALLAH?a karşı nasıl haşyet duyulacak, nasıl takvâ ve zühd içinde yaşanacak, secdeler nasıl bir derinlikle edâ edilecek ve nasıl iki büklüm olu...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 01 Mart 2010, 12:58:12 Gönderen: Derya »
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes