๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kıyas Istıhsan ve Istıslah => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 25 Eylül 2011, 12:37:59



Konu Başlığı: Mesâlihi Mürselenin Huccet Olup Olamıyacağı
Gönderen: Ekvan üzerinde 25 Eylül 2011, 12:37:59
Mesâlih-i Mürselenin Huccet Olup Olamıyacağı:


 

İmam Gazzalî, maslahatları önce üçe ayırır:

1) Bir nass'la mute­ber olduğu bildirilmiş olan maslahatlar.

2) Bir nass'la bâtıl olduğu bildirilmiş olan maslahatlar.

3) Muteber veya bâtıl olduğuna dair bir nass bulunmayan maslahatlar. [664] Hüccet olup olmama bakımın­dan esas tartışma konusu olanlar, üçüncü kısma giren maslahatlardır,                                                                                         

Daha sonra mesâlih-i mürsele adı verilen ve hakkında müsbet veya menfî herhangi bir nass bulunmayan maslahatlara göre hüküm verme meselesini, sahâbî ve. tabiîler devrine kadar götürmek müm­kündür. Bu konuda bir çok misalle karşılaşmaktayız; fakat burada biz, sadece bir kaç misal vermekle yetineceğiz.

a) Yemâme savaşında bir çok kurrâ' sahâbîlerin ölümü üzerine Hz. Ömer, Kur'ân'ın zayi olacağından endişe eder ve Halîfe Ebû Bekr'e, cüz'ler halinde bulunan Kur'ân-ı Kerîm'in bir “mushaf” şeklinde toplanması teklifinde bulunur. Halîfe Ebû Bekr, “Hz. Peygamber'in yapmadığı  işi  nasıl yaparız” diye  sorar.

Hz. Ömer de, “Vallahi bu hayırlı bir iştir.” der. Kısa bir süre sonra Hz. Ömer'in teklifine gönlü razı olan Halîfe Ebû Bekr, bu görevi,

Zeyd b. Sabit, “Hz. Peygamber'in yapmadığı bir işi siz nasıl yapar­sınız?” diye sorduğu zaman Halîfe'nin cevabı, “Vallahi bu hayırlı bir iştir.” demek olur. [665]

İşte Kur'ân'ın bir mushaf haline getirilmesi için Hz. Ömer

ve Halîfe Ebû Bekr'in verdiği bu karar ve onu fiilen uygulama­ları, hakkında nass bulunmayan bir maslahatı gözetmiş olma­larından başka bir şey değildir. Bu maslahat da, Kur'ân'ın aynen muhafaza edilmesi ve dosboğru bir şekilde gelecek kuşaklara ulaş­masını sağlamaktır.  [666]

b) Dört Halîfe (Hulefâ-i Râşidîn), sanatkârlara,, kendilerine teslim edilen müşterilere ait mallar telef olursa ödetirlerdi. Hz. Ali, “insanları ancak bu ıslah eder.” derdi; çünkü sanatkârların dikkatli olmaları başka türlü sağlanamaz. O halde âmme menfaatini, şahsî menfaate tercih etmek gerekmekte­dir. [667]

c) Tabiîler de, hakkında nass bulunmayan konularda şerîatın amaçlarına ve gözetmiş olduğu maslahatlara riâyet etme ba­kımından, sahâbîlerin yollarından giderlerdi. [668] Sözgelimi; Kadı Şüreyh de, kassâr (kumaşı aklaştıran sanatkâr)'a, kendisine tes­lim edilen, müşteriye âit bir malı telef ederse ödetirdi. İbn-i Ebi Ley­lâ ve îmanı Mâlikde bu görüşte idiler. Ebû Hanîfe ve Şafiî, Hz. Alinin, biraz önce naklettiğimiz “İnsanları ancak bu ıslah eder” sözünü rivayet bakımından sabit görmez ve Ata b. Ebi Rabah yoluyla yine Hz. Ali'den, “sanatkâra ödetme yoktur.” (diyeyapılan rivayeti sahîh sayarak tamamen ayrı bir sonuca varırlar. Hemen ilâve etmek isteriz ki, eğer sanatkâr, müşteriye ait malı kendi kusuru ile telef ederse, elbette onu tanzim etmekle mükellef tutulur. [669] Sahâbî ve tabiîler devrinde maslahata göre verilen fetva ve hülümler için bu gibi misalleri çoğaltmak mümkündür. Hal böyleyken daha sonraları bazı imam ve müctehidler, maslahatın başlı başına şer'î bir hüccet olup olanrıyacağı üzerinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İman ve müctehidlerin bu konudaki görüşlerini şöylece sıralayabiliriz:

İmam Mâlik ve dolayısıyla Mâlikîler'e göre mesâlih-i mürsele, müstakillen şer'î bir delildir; çünkü İslâm şeriatı, in­sanların maslahatlarını korumak, zararlı şeyleri onlardan uzak tutmak gayesini güder. Nitekim sahâbîler de, bir çok meselenin hükmünü maslahata göre tesbit etmişlerdir. Kur'ân'ı mushaf halinde cem' edişleri, sanatkârlara ellerinde iken telef olan malları ödetme­leri, bir kişiyi öldüren bir topluluğun kısas yoluyla öldürülmesine karar vermeleri, bu arada misal olarak anılabilir. Öte yandan hak­kında nass bulunmayan bir maslahat, İslâmî hükümlerin amaçlarına uygun ise, ihmal edilemez; aksine, ona uymak gerekir. Bir de masla­hata önem verilmezse, insanlar güçlük içinde kalırlar. Oysa Kur'ân-ı Kerîm'de, “O, dinde sizin üzerinize bir güçlük yüklemedi...” [670] buyurmuştur. Burada şunu da söylemek gerekir:

Olaylar, sosyal şart ve çevrelere göre durmadan değişir- İnsanların maslahatları da bunlara paralel ola­rak değişeceğine göre müctehid, bir kısım olayları maslahatı gözönüne alarak bir hükme bağlamaktan yoksun bırakılırsa, Kıyamet'e dek kalıcı olan İslâm'ın hükümleri, zaman ve yaşayışa ayak uyduramaz; bütün hukukî ihtiyaçlara karşılık veremez: dolayısıy­la geçersiz bir duruma düşer. [671]

Şihâbuddin Ahmed el-Karâfî (Ö. 684 H.) gibi mesâlih-i mürse­le'yi şiddetle savunan Mâlikîler'in yanında İbn-i Hacîb (Ö. 570 H.)'in, “Bize göre bir delile dayanmayan mesâlih-i mürsele'yi reddet­mek gerekir.” [672] deyişi cidden tuhaftır. İbn-i Hacîb, Mâlikîler'den ayrılarak istihsâm da aynı şekilde kabul etmez. [673]

Mesâlih-i mürsele'nin şer'an muteber bir delîl olabilmesi için Mâlikîler şu şartları ileri sürerler:

a) Mesâlih-i Mürsele şeriatın amaçlarına uygun olmalı; hiç bir şer'î esasa aykırı bulunmamalıdır.

b) Mesâlih-i mürsele akla yatkın (ma'kul) olmalı, akıl erba­bına arz edilince kabule şayan görülmelidir.

c) Mesâlih-i mürsele, ya bir zarurete dayanmalı veya zarurî bir güçlüğü kaldırma esasına bağlı olmalıdır. [674]

2) Hanbelîler de mesâlih-i mürsele'yi hüccet olarak kabullerler. Rivayetlere göre Ahmed b. Hanbel, maslahata uyarak bir 'çok fetva vermiştir. [675]  Meselâ; O, bir babanın kör, müz­min hasta, ihtiyaç içinde, aile ferdleri çok, yada ilim tahsil etmek­te olan evlâdına malını özel olarak bağışlamasmı( hibe etmesini) maslahat esasına göre caiz saymıştır. [676]

Mâlikî fakihlerinden İbn-i Dakîk el-îyd de, Ahmed b. Hanbel'i, mesâlih-i mürsele konusunda îmam Mâlik'ten sonra rkinci mücte­hid olarak nitelemiştir. [677]

İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye gibi Hanbelî fakîh ve müctehidleri, maslahata göre hüküm ve fetva vermişlerdir. [678]

Genel olarak Hanbclîler'in kamu yararı (maslahat-ı âmme) esa­sına göre vermiş oldukları fetvalar çoktur. Meselâ; birisinin evi müsait olsa, başka birisi de oturacak bir yer bulamasa, evi müsalat olan kimse, açıkta kalan şahsı evinde oturtmak üzere icbar edi­lebilir. Bu durumda ev sahibinin o şahıstan ecr-i mislinden fazla üc­ret (kira) alması caiz olmaz. Yine bir satıcı, elindeki malı normal değerinden fazlasına satmak istese, halkın ihtiyacı göz önüne alı­narak, o şahıs, bu malı rayiç kıymetiyle satmaya zorlanır; yani sa­tış fiatlarını kontrol etmek gerekir. Bu, satıcının pazarlık etme hakkına bir tecâvüz değil; onun, Allah'ın emrettiği adalete boyun eğmesini sağlamaktır.[679]

Hanbelîler, mesâlih-i mürsele'nin şer'î bir delil sayılabilmesi için, Mâlikîler'in ileri sürdükleri şartlara uygun olmasını kabul ederler. Yani, Hanbelîler de, şer'an muteber bir maslahatın nass'lara aykırı düşmemesini, İslâm'ın ruhuna uygun olmasını, akıl ve mantıkla bağdaşmasını şart koşarlar. [680]

3) Hanefîler, fıkıh usullerinde mesâlih-i mürseleye başlı ba­şına bir kaynak olarak yer vermezler; ancak hüküm istinbâtında istihsâna geniş ölçüde yer veren Hanefîler, İslâm'ın genel prensip­lerine uygun olarak maslahatları korumak ve mefsedetleri defet­mek esasını kabul ederler. Hanefîler'in istihsân anlayışları, mesâ­lih-i mürseleyi de içine alır mahiyettedir. Ebû Hanîfe ve arkadaş­larının vermiş oldukları fetva ve hükümler tetkik edildiği zaman görülüyor ki onlar da, istıslah veya mesâlih-i mürsele terimini kullanmasaîar bile, bazı hükümleri îstinbât ederken maslahatı gö­zetmişlerdir. Hattâ Irak ekolünün ilk temsilcilerinden İbrahim en-Neha'î, görüş ve fetvalarında, dâima maslahatı esas olarak almış­tır.  [681]

Hanefîler'in maslahata göre vermiş oldukları fetvalar için şu mi­sali kaydetmekle yetiniyoruz:

Ebû Yûsuf, İmam Ebû Hanîfe'den şöy­le rivayet etmiştir.

“Müslümanlar, eşya veya koyun gibi bir kısım ganîmet ele geçirseler ve bunları taşımaya güçleri yetmese, düşmanlar (ehl-i şirk) bunlardan faydalanmasın diye koyunları kesip bunların etleri ile di­ğer eşyayı yakmahdırlar.” [682]

İşte bu hüküm, tamamen müslümanlarm masahatma ve onlar aleyhine doğacak mefsedet (zarar)'ın önüne geçilmesi esasına dayan­maktadırlar. [683]

4) Şâfiîler de, mesâlih-i mürseleyi şer'î bir hüccet olarak ka­bul etmezler. el-Âmidî, bu konuda şöyle der: “Maslahatlar, Sâri' tarafından muteber ve gayr-i muteber (mülga) olmak üzere ikiye ayrılır; mesâlih-i mürsele ise, bu iki kısım arasında kesin bir yer almadığından, onun, bunlardan birisine bağlanması tercih edilme­mektedir. Dolayısıyla, muteber olduğunu ve ilga edilmiş olmadığı­nı bildiren şer'î bir delîl bulunmadığı için bu gibi maslahatları hüc­cet saymak  imkânsızdır.” [684]

İmam Gazzalî de, mesâlih-i mürselenin müstakil şer'î bir hüc­cet olamıyacağım söyler. Ona göre istıslahı kabul eden kimse, istih­sân ile hükmeden kimse gibi, kendiliğinden hüküm koymaktadır. Eğer maslahattan maksat, şerîatın amaçlarını korumak ise, bunun hüccet oluşuna kimsenin itiraz etme yetkisi yoktur; ancak şerîa­tın amaçları da Kitab, Sünnet ve icmâ' ile bilinir. Bununla birlikte Gazzalî, bazan maslahatlara göre hüküm verilebileceğini kabul eder ve bunun için şu üç şartı ileri sürer:

 a) Zaruret,

 b) Kat'iyyet,

c) Külliyet. O, bunu şöyle bir misal ile açıklar:

Kâfirler, bazı müslüman esirleri kendilerine siper edinseler; savaş durumunda bulunan diğer müslümanlar da, kâfirlerce siper yapılan müslüman kardeş­lerini öldürme pahasına ok atışlarına devam etmedikleri takdirde, kâfirler tarafından topyekün imha edileceklerini kesinlikle bilseler, kâfirlerin siper yaptıkları müslümanların ölümlerine sebep olsa bile, ok atışlarına devam ederler. Burada şer'î bir yasak ihlâl edil­mektedir. O da, suçsuz olan müslümanîarı öldürme işidir; fakat burada:

a) Bütün müsîümanların canlarını koruma zarureti vardır,

b) Ok atışlarına devam edilmediği takdirde müslümanların toptan imha edileceği kesinlikle bilinmektedir,

c) Olayda küllîlik vasfı vardır; yani, ferdî veya cüz'î bir maslahatı gözetme gibi bîr durum yoktur; bütün müslümanların durumu söz konusudur. [685]

Bizzat İmam Şafiî'nin, cephe almış olduğu mesâlih-i mürsele ne­dir? Kanaatimizce İmam Şafiî, mesâlih-i mürseleyi istihsâna dâhil saydığı için reddetmiş ve onu şer'an muteber bir hüccet olarak ka­bul etmemiştir. Ona göre Allah, kullarının bir kısım maslahatları­nı terketmiş ve onları başıboş bırakmış değildir. Olaylar da, ya nass'lar ve bunların delaletiyle veya onlar üzerine kıyas yapmak suretiyle bir hükme bağlanmaktadır. Şerîatın amaçlarına aykırı olan maslahatlar sebebiyle kullar tarafından hüküm koymaya lü­zum yoktur. Ancak, İmâm Şafiî'nin, nefsî arzuların eseri olmayan ve islâm'ın gayelerine uygun düşen maslahatlara veya bu türlü mesâlih-i mürseleye karşı çıkacağını sanmıyoruz. [686] Nitekim Şafiî usulcülerinden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî, mesâlih-i mür­sele konusunda İmam Mâlik'e uymakta ve hattâ İmam Şafiî'nin de mürsel mânâlara (mürsel illetlere) göre hüküm verdiğim söylemek­tedir. [687] Şafiî bilginlerinden İzzüddin Abdulazîz b. Abdusselam (O. 660 H-), bu hususta şöyle der:

“Maslahatları celbetme ve mef­sedetleri defetme yönünden şeriatın amaçlarını araştıran kimse,hakkında nass, icmâ ve özel bir kıyas bulamasa bile, bu maslahat­ları ihmal etmenin veya bu mefsedetlere yaklaşmanın caiz olma­dığını görür.” [688]

Bu ifâdelerden ve bir kısım Şafiî fakîhlerinin vermiş oldukla­rı fetvalardan [689] anlaşılıyor ki, onların karşı koydukları şeyler, nefsî arzuların mahsûlü olan gelişi güzel görüşlerin mesâlih-i mürsele adı altında şer'î bir hüccet olarak ileri sürülmesi keyfiyetidir. Gerçekte ise, mesâlih-i mürsele böyle bir şey olmayıp “mürsel münâsib” denilen illete dayanmaktadır. Bu da, hakkında nass bulun­mayan maslahatı sebepsiz olarak tercih etmek değildir; çünkü asıl olan maslahatların muteber olmasıdır; ilga edilmiş olması için bir delîl'in bulunması gerekir. Nitekim Şâfiîler de, bu gibi hususlarda “istishab” dan hareket ederek nass, icmâ ve kıyasın kapsamına gir­meyen olayları çözümlemeye çalışırlar. [690]

5) Zeydîlerin mesâlih-i mürsele anlayışları, Mâlikîler'den fark­lı değildir. Mesâlih-i mürselenin muteber şer'î bir hüccet olması için Zeydîler'ce ileri sürülen şartlar da, aynen Mâlikîler'in bu hususta ileri sürdükleri şartlara benzer. Ancak Zeydîler, mesâlih-i mürseleyi kıyasa dâhil sayarlar ve illeti “mürsel münâsib” olan kıyas ile mesâlih-i mürsele arasında bir fark görmezler. [691]

Zeydî usûl-i fıkhına dair yazılmış olan eserlerden “Mi'yâru'l Ukûl ilâ Îlmi'l-Usûl” ve şerhi “Minhâcü'l-Vusul” müellifi, mürsel münasibi:

a) Mülayim,

b) Garîb,

c) Mülga diye üçe ayırır ve şöyle der:

“Bunlardan ikinci ve üçüncüsü ittifakla muteber değildir. Bi­rincisi üzerinde de ihtilaf edilmiştir. İbn-i Hâcîb ve diğerleri, onu mutlak olarak reddetmişlerdir. Zeydî mezhebinde mülayim mürsel münâsib muteberdir ki, îmam Mâlik ve el-Cüveynî'nin görüşleri de budur.” [692]

İmam Zeyd de, ister Zeydîler'in dediği gibi kıyasa dahil olsun, isterse Mâlikîler'in kabul ettiği gibi müstakil bir delîl olsun, mesâlih-i mürsele ile fetva verirdi. Meselâ; O, Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'den üstün (efdal) olduğunu ileri sürdüğü halde, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer'in Hz. Ali'den önce halîfe seçilmiş olmaları­nın meşruluğunu savunurken, bu görüşünü desteklemek için müslümanların maslahatını delîl olarak göstermiştir. [693]

6) Hâricîler'den îbâzîler (İbadıyye), mesâlih-i mürsele konu­sunda olumlu bir durum alırlar. İbâzî usulcülerinden Ebû Muhammed Abdullah b. Humeyd es-Sâlimî el-İbâdî (Ö. 1332 H.) bu husus­ta şöyle demiştir:

“İstidlal vâsıtalarından birisi de mesâlih-i mürseledir. Bu, kul­ların maslahatı üzerine terettüp eden ve onlardan mefsedetin defedilmesini sağlayan münâsib vasıftır; fakat Şâri'in, bu vasfı ne biz­zat ne de cinsi itibariyle herhangi bir hüküm bakımından muteber saymadığı gibi, ilga ettiği de bilinmemektedir. Bunun içindir ki ona

“mürsel” adı verilmiştir; zira mürsel, sözlükte mutlak, yani bir kayda bağlı değil demektir. Sanki bu münâsib vasıf, muteber veya ilga edilmiş olma yönünden itlak edilmiş, bir kayda bağlanmamıştır.

“Sahâbîlerin mezhebini incelediğiniz zaman görürsünüz kî, onlar, bu türlü münâsib vasfı kabul edip ona göre mücmel olan, yani bizzat veya cinsi itibariyle muteber olduğuna dair bir delîl bu­lunmayan olayların hükümlerini tesbit ederlerdi; zira şer'î deliller, maslahatların muteber olduğunu göstermektedir. Kur'ân'da,

“Sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: onları İslah etmek hayırlıdır. Onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, düzeltenle bozanı (İslah edenle ifsad edeni) bi­lir.” [694] buyurulmuştur. Şeriatın amaçları da, maslahatların mu­teber olduğunu göstermektedir. O halde şerîatçe muteber olduğu açıklanmamış olan maslahatları, muteber olduğu bildirilmiş olan­lara bağlamak gerekir...” [695]

7) Zahirîler, kıyas ve istihsâli gibi menşe itibariyle re'ye da­yanan hukukî istidlal yollarını tanımadıkları için mesâlih-i mürseleyi de kabul etmezler. Ancak onlar, bu gibi istidlal vâsıtalarının yerine “delîl” ve “istishab” gibi esasları koyarak nass ve icmâ ile hükümleri açıkça belirtilmemiş olan olayları bir hükme bağlamaya çalışırlar. [696]

İbn-i Hazrn., sahâbîlerin re'y ile verdikleri fetvaların, kendi gö­rüşlerini haber verme veya sulh esasına dayandığını, onların hiç kimseyi ilzam edecek şekilde kesin bir hüküm ifade etmediğini söyler. [697]

Zahirîler'e göre Allah kelâmına, Hz. Peygamberin söz, fiil ve lakrirlerine veya ünımet'in bütün bilginlerinin icmâ'ına dayanmadan hiç birşey hakkında hüküm vermek caiz değildir ve bunların dışın­daki hiç birşey şer'î delîl (asi) olamaz. [698] Dolayısıyla mesâlih-i mürsele de, nassların zahirî mânâlarının dışına çıkamayan Zâhirîler'ce muteber şer'î bir istidlal vâsıtası sayılmaz.

8) Şiîler'den îmamîler (Ca'ferîler)'e göre maslahatların şer'î konularda muteber olduğuna akıl yoluyla hükmediyorsak, onları kabul etmek zorunda kalırız. Eğer onların muteber olmadığına dair aklî bir delîl bulunursa reddedilmeleri gerekir; çünkü bu taktirde onlar, maslahat değil, mefsedet sayılırlar ki Allah da, zararlı şeyler­den (mefsedetlerden) kaçınılmasını emretmiştir. [699]

Herhangi bir maslahatın muteber olup olmadığına dair aklî ve­ya naklî bir delîl bulunmazsa, böyle bir maslahat, îmamîlerce is­tidlal vâsıtası olamaz. “el-Kavânînü'1-Muhkeme” yazarı, maslahat­ların üçüncü kısmından söz ederken şöyle der:

“Mürsel, yani Sâri' tarafından ne muteber sayılan, ne de ilga edilmiş olan, üstün, (râcih) ve mefsedetten hâlî bulunan maslahatı, bir grup, hüccet ola­rak kabul etmiştir. Bizim arkadaşlarımız ve büyük çoğunluk onu reddetmişlerdir. Gerçek olan da budur; çünkü onun hüccet oluşu­nu gösteren bir delîl yoktur.” [700]

M. Ebû Zehra, bu pasajı naklettikten sonra haklı olarak şu mütâlâada bulunur:

Bu ifade, İmamîlerce, mesâlih-i mürselenin hüccet olmadığını göstermektedir; ancak İmamiyye mezhebi iyi tetkik edilince görülür ki, bu mezheb mensublarının maslahatı da ka­bul ettiklerini söylemek yanlış olmaz; çünkü mürsel maslahatın hüc­cet olabilmesi için İmam Mâlik de, onun, şeriatın amaçlarına uygun, akla yatkın ve güçlüğü kaldırmaya matuf olan bir maslahat olmasını şart koşar. Böyle bir maslahatın muteber olduğu akılca isbat edileceğinden, îmamîler ona itiraz edemezler. Ne var ki onlar, böy­le muteber olduğu akılca sabit görülen maslahatlara “mürsel” adı­nı vermezler; zira hakkında nass bulunmayan konularda, onlara göre hakem ve şer'î delîl, bizzat akıldır. [701]



[664] Gazzalî, a.g.e., c. I, s. 284.

[665] Buhârî, el-Câmi'u's-Sahîh, c. m, s. 257 (Tefsir:  9/20);  c. IV, s. 398 (Ahkâm: 37).

[666] Şâtıbî, el-İ'tisâm, 2, bası, c. II, s. 99.

[667] '-Şafiî, el-Umm, c. VII, s. 88; Şâtıbi, a.g.e., c. II s. 102.

[668] M.Y. Musa, Târihu'l-Fıkhi'l-Îslâmî, s. 108.

[669] Şafiî, el-Umm, c. VII, s. 87,88; Ebû Yusuf, îhtilâfu Ebî Hanîfe    ve Ibni Ebî Leylâ, Mısır   1357   s. 228; Şahmın el-Müdevvene, c. XI   s. 30,31.

[670] Hacc: 22/.

[671] A, Haliaf, Masâdir, s. 90,91; M.E. Zelıra, Usûl, s. 268,269.

[672] İbn-i Hacîb, el-Muhtasar, c. II, s. 460.

[673] İbn-i Hacîb, a.g.e., c. n, s. 459.

[674] Şâtibî, el-İ'tisâm,' 1. bası, c. n, s. 307-314; 2. bası, c. II, s. 110-114.

[675] Mustafa Zeyd, el-Maslahatü fi't-Teşrî'i'l-İslâmî, s.  58.

[676] Mustafa Zeyd, a.g.e,, s. 58.

[677] Şevkânî, Îrsâdü'l-Fuhûl, s. 212'den M. Zeyd, a.g.e.( 3. 56.

[678] Mustafa Zeyd a.g.e,, s. 56,57.

[679] İbn-i Kayyım,  et-Turultu'l-Hıkmiyye  fi's-Siyaseti'ş-Şer'iyye, Musır, 131T, s.  23,234,239.

[680] M.B. Zehra, İbni Hanbel, s. 303; M. Zeyd, a.g.e., s. 60.

[681] A. Hallaf, Masadır, s. 99, 90; M. Zeyd, a.g.e., s. 45-47; S. Ş. Ansay, Hukuk Tarihinde  İslâm Hukuku, s. 45.

[682] Ebû Yûsuf, er-Reddü alâ Siyeri'1-Evzâî, s. 83.

[683] M. Zeyd, a.g.e., s. 46.

[684] el-Araidîl el-İhkâm, c. IV, s. 216.

[685] Gazzalî,  el-Mustasfâ, e. I,  s. 3l0-3l5

[686] Mustafa Zeyd,  a.g.e., s. 39,40.

[687] İmamü'l-lHaraHieyn el-Cüveynl, el-Burhan, yazma, Dâru'LKütübi'l-Mısrıyye, No. 414, v. 331'den M. Zeyd, a g.” a. 40, 41.

[688] İzzüddin Abdulaziz b. Abdüsselam, Kavaidü'l-Ahkâm, c. III s. 18'den M Zeyd, a.g.e., s, 42.

[689] Meselâ; Şâfiîler, zaferi kazanmak için düşmanların savaşta kullan­dıkları hayvanları, onların ağaç ve ekinlerini imha etmenin cevazına fetva vermişlerdir. (Bak. Suyutî, el-Eşbah ve'n-Nezâir, s. 63, 61'den M. Zeyd, a.g.e., s.  43).

[690] M. Zeyd, a.g.e.,  s. 43,45,

[691] M.E. Zehra, el İmam Zeyd, s. 445; 446, 449, 450.

[692] Şerif Ahmed b. Yahya b. Murtazâ, Minhâcü'l-Vukul Şerhu Mi'ydri'l Ukul (metin ve şerh aynı yazarındır), yazma, Dâru'l-Kütübi'l-Mısrıyye, v.117'den M.E. Zehra, a.g.e., s. 447.

[693] M.E. Zehra, a.g.e.t s. 451.

[694] Bakara: 2/220.

[695] Ebû Muhammed  Abdullah b. Humeyd es-Sâimî el-İbâdîr Tal'atü'ş. Şems Şerhu Şemsi'1-Usûl  (metin ve şerh aynı yazarındır), c. II, s. 143, 185'den M. Zeyd,  a.g.e., s. 63.

[696] II. bölümümüzün “F” paragrafının 2 numaralı bendine bak.

[697] İbn-i Hazm, el-İhkâm, c. VI( s. 40.

[698] İbn-i Hazm,   a.g.e., VII s. 55, 56.

[699] M.E. Zehra, el-İmam es-Sâdık, s. 528;  Şeyh M.R.  el-Muzaffer, Usû-lü'1-Fikh, c. III,  s. 305.

[700] Ebû Mansur Hasan b. Zeynüâdln el-Âmilî, el-Kavânînü'1-Muhkeme, taş basması, İran'dan M.E. Zehra, a.g.e., s. 528.

[701] M.E. Zehra, a.g.e., s. 520; Târihti'1-Meaâhib, s. 63, 64. Dr. Abdulkadir Şener, İslam Hukukunun Kaynaklarından Kıyas, Istıhsan Ve Istıslah, Diyanet İsleri Başkanliği Yayınları: 142-151.