๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kitap => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 16 Haziran 2012, 19:01:22



Konu Başlığı: Âdem in dünyaya düştüğüdür
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 16 Haziran 2012, 19:01:22
ÂDEM’İN DÜNYAYA DÜŞTÜĞÜDÜR
Said YAVUZ • 47. Sayı / KİTAP


Mesnevi geleneğinin büyük ustası Şeyh Galip, bir şiirinde insanın dünyaya sürgün edilişini ifade ederken şunları söyler: “Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâra düşdü / Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâra düşdü”.

Buradaki “düşmek”; parçalanmanın, kopmanın, uzaklaşmanın, kırılmanın bir göstergesidir. Sengsâr ise dünya ya da nefsanî arzularla donatılmış bir bedendir. Allah’ın cennetinden dünyaya düşüş. Düşmek, tekrar çıkmayı da işaret eder.

İnsanlığın yaratılışında suça bağlı düşüşün izleri suç devam ediyorsa görülebiliyor demektir. Ne ki “Hata yapmak fırsatını Âdem’e veren de” O’dur. Niçin Âdem affedildiği hâlde yine de düşürülmüştür? Niçin bulunduğumuz mevki bir “dünya sürgünü”, nefes alıp verdiğimiz bu topraklar “kovulmuşlar evidir”? Kendi elimize bakıp niçin Âdem’in yasak meyveye uzattığı eli görmekteyiz? Bu düşüş, bize bir kirlenmişlik duygusunu mu aşılamalı yoksa aslî yurda ulaşmak iştiyakını mı? Dağların, taşların taşımaya takat yetiremediği teklifi kabullenişimiz değil mi bizi küçük bir kâinat kılan?

Bütün bu soruların cevabını insanın ilki, hepimizin kanında gizli bir yazgı gibi akan Âdem cevaplayabilir. Âdem’in hayatını okumak, insan olarak ne olduğumuzu anlamamıza imkân sağlar. Çünkü Âdem, bütün insanların hülasası, özetidir. Madem Âdem insanın biricik numunesidir, onu anlatan da Âdemlik’ten nasibini almış biri olmalıdır. Mevlana der ya “akıl İblis’ten Aşk Âdem’den” diye. Yazan yazdığını aşk ile yazsın ki Âdem’e yakışır bir şey olsun bu! Kısaca bilginin bir noktadan sonra bilinmezlik perdesiyle perdahlandığını bilsin, kurcalamasın, aklın tiksinti veren küstahlığına boyun eğmesin. Verilene razı olsun. Âdem’i Âdem gibi anlatsın. Ve desin ki “Ben de Âdem gibi dünyaya düşmüş biriyim”. Desin ki “Benim bir Âdem olarak yanılgım rabbim tarafından sahiplenilmemin bir sebebidir”.

Lâ isimli eserle karşılaştığımda bu nasiplinin Nazan Bekiroğlu olduğunu anladım. Evet, Eylül’ü geçirmişken, ağırbaşlı bir şekilde her Eylül’de beklediğimiz Mustafa Kutlu hikâyelerinin yanında onun muayyen bir vakte denk gelmeyen âni bir yağmur gibi bastıran Lâ’sı geldi. İnsanın ekmeliyete açık bir varlık oluşunu bu denli ifade eden bir başka hece var mıdır? Reddetme iradesi bulunduğu hâlde özgür iradesiyle Allah’ın birliğine şahit oluşu onu insan kılan vasfıdır.

Allah’ın buyruğuna isyan eden Âdem’in ayırıcı vasfının ilk ortaya çıkışını hatırlar yazar, onu insan olmanın bilincine erdirecek günaha uzanış. “Lâ”. Sonra bile isteye teslimiyet: İllallah. Bütün bir eserini Bekiroğlu, bu hecenin ve bu heceden sonra gelen bilinçli tercihin üzerine kurmuştur.

Eser, klasik mesnevi formatına yakın bir düzlemde, hamdele ile açılır. Adını koymadığı hâlde eserin mesnevi adıyla anılmasını sağlayacak kısımları hâvî olduğu erbabının malumudur. İsmet Özel’in “Bir Yusuf Masalı”nda gördüğümüz mesnevi formatının bir benzerini burada görmekteyiz. Sadece naat hüviyetinde bir bölümü gözümüzün aradığını belirtmek isteriz. Ehl-i sünnet inancını esas aldığı için muhayyilesinin geniş ovalarına açılamaması, pergelin bir ucunu sabit bir noktada tutmak zorunluluğu onu Yusuf ile Züleyha’daki yoğun sembolist söyleyişlerden arındırmış, berrak bir ırmağa dönüştürmüştür. Özellikle Âdem ile Havva’nın yasak meyveyi merak edişlerinin anlatıldığı bölüm, hem secili kafiyeleri hem de anlam ve çağrışımlar yoğunluğu bakımından unutulmayacak bir bölüm. Samimi bir dili var demek yeterli bir değerlendirme olmaz. Aynı zamanda edebi bir kaliteyi gözettiği de aşikâr. Yazarın yaratılışı, “düşüş”ü anlatan edebî gelenekten fazlasıyla beslendiğini biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var. Edebiyatımızda Kur’anî kaynaklı bir hikâye olan Yusuf ile Züleyha’yı konu alan birçok eser yazılmıştır. Fakat başlı başına Adem’i konu alan bir mesnevi yok. Nazan Bekiroğlu’nun bu eseri aynı zamanda edebiyatımızda bir ilki temsil etmektedir.

Allah’ı bilmek kendini bilmekten geçiyor, kendini bilmek de Âdem’i bilmekten. Çünkü Âdem’de bütün insanların hâlleri gizli. Bizde Âdem’in hâlleri.  Nazan Bekiroğlu’nun Lâ’nın ardına ekledikleri “ilahe illallah”tır. Darwin öğretisini reddiye için yazılan bilimsel makale ve kitapların hiçbiri Nazan Bekiroğlu’nun eserinin bu öğretiyi bütünüyle tahrip eden edebî gücü taşımadıklarını ifade etmek gerekiyor. İnsanın fıtratına dair yapılan göndermeler, psikoloji kitaplarının sıkıcı tarif ve tanımlarından daha cezp edici. Sanki yazar insanın yaratıldığı balçığı alıp günler ve gecelerce incelemiş, o balçıkta şeytan ve kabil’in kaderi suçlayan haykırmaları, yine o balçıkta Âdem’in meraklı yutkunuşlarını duymuştur.

Bir insanın atı ilk görüşü, kadını ilk görüşü, kanı ilk görüşü.