๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kitabüt Tevhid => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Temmuz 2011, 09:26:06



Konu Başlığı: Kulun Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Temmuz 2011, 09:26:06
Kulun Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim nezdimizde asıl olan odur ki; gerçekten kudret ismi ile anılan şey iki kısımdır :

Birincisi : Sebeblerin saliklerin salim, aletlerin de sıhhatli olmasıdır.

Bunlarda fiillere takaddüm[465] eder. Onların hakikatleri, her ne kadar fiil­ler ancak onlarla meydana gelip ayakta dururlarsa da, onlar fiiller için yapılmış değildir. Fakat onlar, Allah-u Teâla'nın nimetlerindendir. Allah onları dilediğine ikram etmiş, ve sonra, nimetlere ulaşmaları akıllarının onları anlamağa ulaştığı zaman onlara karşı şükretmelerini kendileri is­temiştir.[466] Çünkü onun o anda ve çağda akıl sahibi olanlara teklif edilmesi haktir[467] o da nimetlerin şükrünün edâ edilmesi ve nimetlerin hakikatinin bilinmesi, nimetlere nankörlük edilmesi ve onların hakikatinin bilinme-meşinin nehyedilmesidir. Eğer o, olmamış olsaydı akılda nimete nankör­lük etmeden korunma, ona şükretmenin lâzım olması gibi bir şey geç­meksizin emir ve nehiyden birisi ihtimal dahilinde bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : Bir manâdır ki, haddinin açıklanması için herhangi bir şeyle imkân dahilinde olması, ancak, onun fül için olmasından başka bîr şeyde olmaz. O her hangi bir hal ile vaki olmaz ki, vukûbulduğunda ken­disi ile fiil vaki' olmasın. Bir gTup insanlar katında ise ondan önce, yani, onun gibisi ile sevap ve azabın bulunması ve fiilin hafif olup kolaylaşma­sı olan ihtiyarî fiilden önce vuku bulur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra gücün kısımlara aynldıgma Allah-u Teâla'nın şu âyet-i celîle-leri delâlet etmektedir : Fakat kim, (keffaret ödemek için bir köle) bu­lamazsa, yine cinsî münasebeti bulunmadan önce, arka arkaya (aralıksız) iki ay oruç tutmak vardır. Ona da gücü yetmeyen (sabah-akşam) alt­mış yoksulu doyursun[468], onun dediği -âyet-i celîlede beyan edilen- şu sözü de[469]aynı hususu ifade ediyor. Âyet-i celîlede meâlen «... Bununla beraber eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[470]

Sonra hakikaten, güçten maksad, haller ve sebeblere olan güçtür. Yoksa fiile olan güç değildir. Bu da birkaç yönden ispat edilir.

1- Allah-u Teâla'nın «ona da gücü yetmeyen» kavli ancak iki ay oruç tutmaktır. Hiç bir kimse o müddet için kendisine fiili icra etmek için kudret gelmeyeceğini bilemez. Öyle ise ondan maksad ve muradın gücün bulunması olduğu sabit olur. Münafıklar da onun gibidir. Onlar kendisinde fiillerin bulunduğu gibi bilmiyorlardı. Onlar ancak onunla, hastalığı veyahut malın kayıp olmasını murâd etmişlerdir. Nitekim Ce-nâb-ı Allah, kavl-i celîlinde şöyle beyan buyurmaktadır[471]. «Allah'a ve Resu­lüne sadık kalmak (hiç bir fenalığa meyletmemek şartıyle, ne zayıflara (ihtiyar, çocuk ve sakatlara), ne hastalara, ne de sarfedeceklerini bula­mayan fakirlere, savaştan geri kalmakta bir günah yoktur. İyilik eden­leri ayıplamaya bir yol yoktur. Allah da Gafûr'dur, Rahîm'dir[472]. Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa sevkedesin diye, sana geldikleri zaman (kendilerine) sizi bindirecek bir hayvan bulamı­yorum, demiştin. Bu uğurda sarf edecekleri şeyi bulamadıklarından do­layı kendilerinden gözleri yaş döke döke döndüler. Muâhazeye yok, an­cak o kimselerdir ki, zengin oldukları halde, savaştan geri kalmak için senden izin isterler. Bunlar kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Allah da kalblerini mühürledi. Artık başlarına gelecek felâketi bilmezler[473]. Di­ğer bir delil : Bilinen bir şeydir ki, gerçekten bulunan güç iki ay müd­detle kalmaz. Savaşma gücü de, düşmanla karşı! aşıncaya dek Medîne-i Münevvere'de bulundukları zamanda bakî kalır. Bilakis güç zaman zaman var olup yenilenir. Onlara, lâzım olan, gücün ilk meydana geleceğini bil­meden önce savaşa çıkmaktı. Bunun içindir ki, onlar : Bununla beraber, eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık» Sözle­rinde yalancıdırlar. Çünkü onlar ilkin gücün nefy edilme sini gerçekleş­tirdiler. Artık sabit olmuştur ki, o güçten murad edilen, fiillere olan güç değil, sebeb ve hallere olan güçtür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, Allah-u Teâla'nın hakikaten onların ve onu bilmek için delil, kendilerine zahir olmadığını bildiği şeyde inatlaşmaları ile bir kavmi ayıplayıp onlara sitem etmesi caiz olmaz. Onun, beraber, önce, baki ka­lır ve baki kalmaz diye hakkında kelâm ettiği kuvvetin ihtimalini avam­dan olan hiç bir kimse düşünemez. Ve onlara aklı da ermez. Böylece sabit olur ki, münafıklar hakkındaki müşahede ve müsaade edilen, onların bil­dikleri ve idrak ettikleri husustur. Bu hususu Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi teyîd etmektedir : «Sizden her kim, hür olan mümin, kadınları nikâh edecek bir zenginliğe kudreti olmazsa...»[474]  «Azık ve binek bakımuıdan yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i haccetmesi, insanlar ülserinde Allah'ın hakkıdır, farzdır...»[475]. Bu nevi onsuz hitap ve teklifin bulunmayacağı üzere ittifak edilen hususlardandır. Ve o, Öyfe güçlerden­dir ki, onun bulunmamasından dolayı fiilin terkedilmesinden sitem ve ayıplama vukubulmaz ve bu güç tam mânâsı île elde edilmedikçe de hi­tap vaki olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlelerin te'vil ve tefsirleri buna göredir : «Allah, bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar teklif eder.»[476], Yine Cenab-ı Hakk'ın şu kavl-i celîli de o hususu beyân etmek­tedir : «... Annelerin yiyeceği ve giyeceği,[477] orta hal üzere gücü yettiği kadar çocuuğn babası üzerinedir. Hiç kimse gücünden ziyadesiyle mükel­lef tutulmaz. »[478] Bunların hepsi fiillerin vukubulmazdan önceki haller ve sebeblerin ifade edildiği zaman zikredilmişlerdir. Kullara fiili gerçek­leştiren tümünün sözü ve görüşü buna göredir. Aynı fikir ve görüşte birleşmeleri ise konuya iki yönden bakıldığmdandır.

Birincisi : Kendisinde bulunmayan sebebin kullanılmasıyla emrin mümkün olmaması. Bunlar ise sebeblerden ibarettir. Meselâ, görme gücü yokken, gör, veyahut eli olmayana elini uzat denir.

İkincisi : Emir ve nehiyin her ikisi de, ancak şükrü yerine getirme ve nankörlükten kaçınma hakkında olurlar. Herhangi bir nimet zahir ol­mayan ve onun bilinmesine güç ve takat bulunmayan[479] şey hakkında fi­ilin bulunması muhtemel değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Diğer gücün bulunduğuna Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi delâlet etmektedir : «... Çünkü dünyada, hakkı işitmeğe güçleri yetmez ve ger­çeği görmezlerdi.»[480]

Mûsâ aleyhisselamm dostu ve arkadaşı Hızır'a söylediğini beyan eden Cenab-ı Hakk'ın kelâm-ı celîli de bu hususu çok,güzel bir şekilde beyan buyurmaktadır : «Hızır; — Sen benimle asla sabredemezsin de­medim mî? dedi.»[481] «Hızır dedi ki :   Sen benimle asla sabredemezsin demedîm mi sana?»[482] Sonra şöyle dedi : «... işte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.»[483] Bunların hepsi hallere kudretin gerçekleştiğini gösterir. Onları, fiillerin izale edilmesinden dolayı nefyetmiştir. Allah-u Teâlâ'nın : «Ö'nun için gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun...»[484] kavl-i celîli ve daha başkaları da böyledir.

Sonra, kudretin bu nevinin hakikati bulunmaksızın külfetin, me­şakkatin gerektiğinin delili naklî ve aklî olan delillerdir. Naklî delili ise, güç ve takati nefyeden âyetlerden haber verilen hususlardır. Sonra, emir, nehiy ve onları ifade etmek, aklın idrak etmesidir. Sonra bu hususu yine Allah-u Teâlâ'nın : «Azık ve binek bakımından, yoluna gücü yeten her kimsenin O Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzı­dır.»[485] kavl-i celîli izah etmektedir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, azık ve binecek bulununcaya dek[486] fiillerin hakikatlanna ulaşmanın hiç bir yolu yoktur. Eğer onun vacip olması ancak kudretin hakikati olarak fiili yerine getiren kudretin bulunması ile olsaydı, O'nun hiç bir kimseye vacip olmaması lâzım gelmezdi. Çünkü fiiller üzerine olan kudret vakit ve zamanların var olması ile var olandır. Hacc, kudretin gelmesine dek farz olmaz. Kudret ise ancak yolu katetnıekle varid olur. Böylece onun için Haccı eda etmemesi mümkün olur. Çünkü o anda Hacc farz değil­dir, savaş işi de böyledir. Zira, eğer kendisiyle beraber bulunan sebeb­lerin kuvveti, ona ulaşmadığı bilinirse, ona savaşa çıkması teklif olun­maz. Malumdur ki, akim kuvveti bulûğ çağma erdikten sonradır. O, hal­de beraberinde değildir. Savaşa çıkmayan kimseye sitem edihnesinden-dir ki, ona savaşa çıkmak farz olmuş idi. Namaz kılmayı, oruç tutmayı ve daha onlardan başkalarını da böyle buluyoruz. Her ne kadar, fiilin hakikatim gerçekleştirmek için kudret, çalışmakla bulunursa da, onla­rın sorumluluğundan bedel verme suretiyle çıkması mümkün olur. Böy­lece sabit olmuştur ki, eşyanın farz olması, kudretle değil, haller ve se-beblerledir. Bütfin ibadetler buna göredir. Kim ki; kendisiyle namaz, oruç, Hacc'ın tamamlanacağı sebebin kendisinde bulunmadığını bilirse, onların başlangıcında, kendisi mükellef olmaz.

Sonra fiillerin kuvveti bakî kalmaz. Kendisi ile kesinlik bulacak olan şey, mevcut değildir. Tekellüf ise lâzımdır. Zekâtlar da böyledir; her ne kadar meydana gelecek özürlerden dolayı edâ edilmesi mümkün ol­mama ihtimâli olsa da malların varlığı ve üzerlerinden yılların geçme­siyle vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Naklî delilin gelmesi ve Al­lah'tan yardım isteme ve emrolunan ibadetleri yerine getirebilmek için Allah'tan güç talep etmede lisanların ittifak etmesi de buna göredir. Eğer kuvvet veyahut ibadet mevcud olmuş olup bulunmaması ile yü­kümlülük düşmüş olsaydı, bu hususta niyazda bulunmak doğru olmaz­dı ve verilen kuvvet nimetine şükretmeyip nankörlük etme emri sadır muş olurdu. Zikrettiğimiz hususlar ile onsuz teklifin gerektiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Şuayb aleyhisselaniın «Ben ancak gücümün yettiği kadar islâh et­mek istiyorum»[487], sözü buna göredir. Bu sözdür ki, gücünün bulunması ile söylediği sözünü gerçekleştirdiğini ispat etti. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra kudreti ispat etmek de kendisinde bulunan mânâyı gerçek­leştirmiştir ki, onunla iki ilâhın varlığını ortaya atan kimsenin sözünü iptal etmiştir. O da iki ilândan her birinin diğerinin ispat etmek istediği şeyi nefyetmeğe kadir olmasıdır. Veyahut da birinin, diğerinin ilminin ulaşamadığı şey ile memnun olmasıdır. Kulu, Allah-u Teâlâ'mn olmama­sını bilmediği şeye veyahut Allah'ın kendisi ile haber verdiği şeyde Al­lah'ı yalancı kılmasına kim kadir kılmıştır? Ve Allah-u Teâlâ'mn ibka etmesini[488] istediği hususu yok etmeğe onu kim kadir kılmıştır? Kul, Al­lah'ı sefih, cahil ve sözünü yerine getirmeyen olarak vasfetmesine ka­dir midir? Vasfı bu olan kimse, ilâh değildir. Bunun gibisiyle seneviye-lerin sözünü nefyettiler. Bununla beraber şu husus, şayân-i taaccüb bir iştir ki, Allah-u Teâlâ kendi rubûbiyetini nakzetmek için birisini güçlen­dirsin. Çünkü onu yalancı yapmaya mâlik olur, onu cahil kılmaya da kadir olur. Vaadettiğini yerine getirmekten de kendisini âciz kılar. Ka­dir olmak hususlarından bu gibisini aptalların en aptalı işlemez. Nasıl olur da Ahkem'ül - Hâkimin olan Cenab-ı Allah jşler?

Onların sözüne göre beşerin âlemin tedbirini noksanlaştırmaya[489] kud­reti olur. Peygamberlerin de yeryüzünde Allah'ın delilinin zahir olmaması için kuvvet bulunur. Beşerden herbirinin âlemin tedbirinin carı oldu­ğu yönünden imtina etmesine maliktir. Bu hususta âlemin ahvalinin yerin ve göğün yaratılmasının insanoğlunun elinde olmasına mebnîdir. Allah-u Teâlâ ise onun bu fiilleri yaratmaya kudreti yoktur. Bütün hal ve durumlar insanların elindedir. İnsanların bu hususlardan bir şey iş­lemelerine kudretleri vardır. Öyle ise bu hususlar için en yüksek minnet ve en yüce nimet onlar içindir. Çünkü onun kudretinin mene&Umesı ve tedbirinin geçerli olması hakkındaki kudretle Allah'ın icâd ettiği ve ted­bir ettiği şeyi işlediler. Allah'ın mülkü ve sultanı, dilediği ve tedbir et­tiği şey üzere tamam oldu ki bu sözlerin hepsi en çirkin sözdür. Tevfik Allah'tandır.

Sonra mahrukatta bu sözün bulunması zahirdir.26 Şöyle ki : Ben bu işimi yapmaya kadir değilim veyahut bunun bana nakledilmesine gücüm yetmez denir. Halbuki Allahu Teâlâ'mn böyle olması[490] caiz değildir. Yani hakikatte yalan olan "bir şeyle onlardan birbirleriyle menedilmeksizin dillerin bu hususları söylemesi caiz değildir. Onlar, hakikaten kendile­rinde hallere ve sebeblere karşı güçleri olduğunu bilirler. Böylece sabit olur ki, onların nezdinde bu hususların ardında öyle bir kudret vardır ki, onlar bunu fiillere güçleri yetmediklerini de zikrederler. Yoksa ev­hamı, hallere döndürecek hususa hamletmekte değil,[491] Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Bu hususlara bakıldığında anlaşılır ki, gerçekten kuvvet, hakikatte araz oîan cismin cüzlerinden değildir. Arazlar ise baki kalmazlar. Çün­kü yok olması muhtemel olan şeyin bakı kalması caiz değildir. Kendisin­den gayri olan bakî kalma müstesna. Araz, bizatihi kâim olmayan şey ile ağyari kabul etmez. Gayrinde bakî kalmak suretiyle bir şeyin de bakî kalması mümkün değildir. Böylece bakî kalma bâtıl olmuş olur. Sonra fiillerin hakikatinin fesada uğraması eğer fiilin vaktinde olmazsa ken­dilerinden önce geçen sebeblerledir. Fiilin kuvveti de onun gibidir. Öyle ise fiille beraber olduğunu söylemek lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Yine gerçekten kuvvet, ancak fiiller için bulunur. Kudretle vasfolun-duktan sonra aczin meydana gelmesi caizdir. Eğer fiil için olan kudret, ondan sonra olmuş olsaydı, fiille aciz olan kimsede bulunur idi ki, bu da fasid olup tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, gerçekten kuvvetler eğer haller için varid olmuş[492]olsaydı, ful­ler var olmazdan evvel bütün fiiller hakkında o kudretlere sahip olun­duğu için Allah'a (c.c.) ihtiyaç duyulmazdı. Halbuki Cenab-ı Allah, bü­tün - mahlûkatı kendisine muhtaç kılmıştır. Bütün mahlûkat fakirdir, Allah ise, Ganî'dir, kimseye muhtaç değüdir, Hamîd'dir.

Bize gereken ihtiyaçtan daha lâyık ve gerçek olarak Allaha muh­taç olmamalarının vukubulması caiz değildir.

Asıl olan[493] şudur ki, gerçekten kuvvet, bakî kalmadığı zaman be­kaya ihtiyaç zail olur. Fül de mevcut değildir. Öyle ise fiil olmazdan önce Allah'tan müstağni olmuş olur ki, bu söz, naklî deliller ile çirkin olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, hakikaten kuvvet, zatı ile bilinmiyor. Ve Allah-u Teâlâ'nın onun hakikatini akılda var etmesinden başka kendisini bildirecek bir tarifi de yoktur. Akil ise, fiüin var olmasından önce mevcut değildir. Aklın bulunması da kudretledir. Öyle ise sabit olur ki, o, kudrete fiil­den önce değil, fiilin olduğu zaman şahit olup görmüştür. Tevfik Allah'­tandır.

Ve yine, hakikaten fail olmayanın kadir olduğunun göründüğü ke­sinlikle söylenemez. Tıpkı aciz olanın fail olarak bulunmadığı gibi. Bi­naenaleyh kudretle hükmetmek, fiili de nefyetmek caiz^ değildir. Tıpkı acizle fiilin bulunmasını söylemenin caiz olmadığı gibi. Çünkü her ikisi de birlikte var olmaktan çıkmakta birdirler. Bununla beraber hakikat­te mânâya zıd olma bakımından aklen bu hususları ifade etmek çok uzaktır. Ölüm ve benzeri gibi hususlar nazarı itibare alınmaz. Çünkü ölüm, genellikle acizdir. Hayat ise umum olarak kudret değildir. Ken­disi ile beraber fiil bulunmadan hayatın bir müddet bulunması caizdir. Fakat bir kadir olanın kendisinde fiil bulunmazdan iki vakitte bulunma­sı caiz değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.                                      

Biz gerçekten dünyada sebebleri görürüz ve buluruz. Çünkü sebeb-ler, eşyanın var olmasını icabettirecek vakitlerde kendisi için sebeb olan şeysiz bulunmamaları bakımından var olurlar. Bununla beraber[494]bu sebebler çıkarmakla beraber çıkmak, izale etmekle beraber zeval bulmak, lezzet alanla beraber lezzetli olmak, fiille beraber yorulmak gibi mec­buri veyahut ihtiyarî olurlar. Sonra onlardan ihtiyarî olanlar da vardır. imânla beraber Allah'ın dostu olmak, küfürle de Allah'ın düşmanı ol­mak gibi. Kabul etmek ve reddetmek ve bunların benzerleri gibi husus­lar da böyledir. Eşyaya hükmetme ve onlara isim verme hakkı da buna göredir. Her ne kadar Allah-u Teâlâ, ezelde fiille mevsuf ise de gerçek­ten o, gayrîne zikri yaklaştırıldığında O'nun vakti, o gayri için olmayan vakitle zikrolunur. Tıpkı şöyle denildiği gibi : Allah-u Teâlâ, onun ol­ması vaktinde var idi ve onu devamlı olarak biliyordu. Ve Allah, onun var olduğu vakit mevcut idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile topluluğunun iddiada bulundukları hususlardan başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten memnu' olan mutlak olarak kendisine fii­lin vukuu, kudretin yok olmasıyla değildir. Böylece onu kudretin ve menedilmenin yok olmasıyla inkâr etmediler. Fiilin mümkün olmaması ile beraber kudretin yok olması birdir. Bununla beraber herhangi bir halde menetme vukubuiması halinde fiilin bulunması caiz değüdir. Amma kudretten tekaddüm eden şeyle kudretin kaybolması ile beraber fiilin bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu konuda asıl olan şudur ki, gerçekten kudret eğer onun fiili ol­mamış olsaydı, —oysaki kendisi mevcuttur— kendisi ile fiil olur, fakat kendisi mevcut değildir. Bunun üzerine gerçekte kudret yok olduğu za­man, fiil için sebep olmuş olur. Bu söz de kudretsiz fiilin[495] bulunduğunu ifade etmek olur. Böylece fül failin kadir olmadığına delil olmuş olur. Oysaki onlar, bununla Allah'ın kadir olduğuna dair delil getirdiler. Böy­lece görünürde delil getirme yeri bâtıl olur. Çünkü kendisinde hak olan onun fiil anında kadir olmadığının bilinmesidir. Öyle ise fiil, kudretin nefye dilmesine delil olur. Bu husus da tevhidi iptal eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kudret mevcud olduğu halde onun bulunması fayda vermediği za­man bulunduğu vakitteki bulunması ile bulunmaması birdir. Buna göre onun üzerine fiilin vaki olduğu, kudretin vaki olmadığını veyahut da kud­retin onunla beraber var olduğunu ifade etmek gerekir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [496]

 

[465] Kitabın aslında «tetekaddemu- kelimesi «tekaddemu* olarak yazılmıştır.

[466] Kitabın aslında «yeste'dîhim» kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[467] Kitabîn aslında «el'kavlû» kelimesi el'ukûlü» olarak yazılmıştır.

[468] El-Mücâdüe, âyet 4.

[469] Kitabın aslında «vemâ kale» cümlesi .vernâ ğayru men kâlehû» olarak yazılmıştır.

[470] Et-Tevbe, âyet 42.

[471] Kitabın aslında cbeyyene» kelimesi cbeyyenâ» olarak yazılmıştır.

[472] Et-Tevbe, âyet 91.

[473] Et-Tevbe, âyet 93.

[474] En-Nisâ, âyet 25.

[475] Âl-i İmrân, âyet 97.                                                                  

[476] El-Bakara, âyet 286.

[477] Kitabın aslında «ve kavluhu» kelimesinden önce noktasız olarak «veillâ yâ eyyetuhâ» gelmiştir.

[478] El-Bakara, âyet 233.

[479] Kitabın aslında -velâ» kelimesi mükerrerdir.            

[480] Hûd, âyet 20.

[481] El-Kehf, âyet 72.                                                                                         .             .

[482] El-Kehf, âyet 75.

[483] El-Kehf, âyet 82.

[484] Et-Teğabun, âyet 16.

[485] Âl-i İmran, âyet 97.

[486] Kitabın aslında -hattâ» kelimesi «haysü» olarak gelmiştir.

[487] Hud, âyet 88.

[488] Kitabın aslında «ibkâehû. kelimesi «ebkâhu. olarak varid olmuştur.

[489] «nekda» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber noktasız olarak metnin dip notunda varid olmuştur.

[490] Kitabın aslında bu ibare metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.

[491] Kitabın aslında  «el'cümeli.  kelimesi noktasız  'ha' harfi ile yazılmıştır

[492] Kitabın aslında «teridu* kelimesi *yeridu»  olarak varid olmuştur.

[493] Kitabın aslında «ve'l aslıu kelimesi «vâsilün»  olarak yazılmıştır.

[494] Kitabın aslında «mea mâ» kelimesi «meâ mâ» olarak gelmiştir

[495] Kitabın aslında «el'fi'lu» kelimesi «el'aklu» olarak varid olmuştur.

[496] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:407-415.