๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kitabüt Tevhid => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Temmuz 2011, 09:21:33



Konu Başlığı: Güç Yetmeyen Şeyin Teklif Edilmesi
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Temmuz 2011, 09:21:33
İki Zatda Bir Kudretin Carî Olması Ve Güç Yetmeyen Şeyin Teklif Edilmesi Hakkındaki Sözler Ve Görüşler

 
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu söz ve görüş sahibi olanlar, "tââtin kuvveti hakkında masiyet için o, salih olur mu[497] veyahut olmaz mı", diye ihtilâf ettiler. Bir grup, kudretin iki işe yani tâât ve masiyetin her ikisine sâlih olur[498] dediler. Bu söz, Ebu Hanîfe ve ona tabi olan cemaatinin[499] sözüdür. Evet, bu sözü i'tizal ehlinin tümünün düşü­nüldüğünde ispat ettiği[500] görülür. Ve güç yetirilmeyen şeyin gerçekleş­tirilmesi ile söylemelerini onlara gerektirir, işte bu, onların kuvvetin tekaddüm etmesini söylemelerine sebeb olmuştur. Tevfik Allah'tandır.

Bunun aslı şudur ki : Gerçekten söz sebeblerinden olan bir sebep, bir şey için ve onun zıttı için sâlih olduğu vakit, kudret te böyledir. Bununla beraber kudretin iki işe, yani, tâât ve masiyete sâlih olmağının nefyedilmesi, kendisi ile meydana gelen şeyin zıttını işlemeğe olan kud­reti yok eder. Aynı vakitte hem onunla emrolunmuş olur ve hem de on­dan nehyolunmuş olur. Buna göre bir kudretin, bir şeye ve zıttma vu-kubulduğunun söylenmesi gerekir ki, emir ve nehiy, kuvvetin kapsa­mında bulunmuş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra asıl olan gerçekten şudur ki : Bir şey için sâlih olan her şey, onun zıttı için sâlih olmaz. Böylece tabiatiyle olan şey, ihtiyarî olarak bulunmaz. Eğer kudret her ikisine sâlih olmamış[501] olsaydı, tabiatiyle vaki olan şeyin ihtiyarî olarak vaki pîması vücud bulmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onlardan bir cemaat da şöyle der : Tâât üzerine carî olan kuvvet, masiyet üzerine cari olan kuvvetin gayridir. Bu sözü söyliyenlerden ba­zısı   Hüseyin   ve   diğerleridir.   Onlar,   şu   görüşü   savunuyorlar;   gerçekten tââta olan kuvvet, tevfik ve ismettir. Masiyete olan kuvvet ;ye, rezil rüsvay olmak ve ihtiyari olan Beyi terketmektir. Buna delil olarak da yardım ve korunmanın talep edilmesinin bulunmasını gösteriyorlar.

Onların delili ise, kendileriyle birlikte şüphe bulunmamasının kav-ranılmasıyle korunması ve yardım olunmasının talep edilmesi ve ken­disinin isabetli olduğunu ihata etmesiyle muvaffakiyet edilmesinin bu­lunmasıdır. Açık olan bir ifade ile, «Ey Allah'ım, sana itaat etmekte beni güçlendir; sana itaatte bulunmak üzere bana yardım et,» diye duâ edilmesi ve şüpheye düşmek, hüsranda kalıp rüsvay olmaktan Allah'a sığınmak da böyledir. Bunun üzerine şu husus sabit olur ki, eğer şüp­heye düşmekle, isabet etmeğe muvaffak olmaktan her birisi ile meyda­na gelen şey, diğeri ile meydana gelenin aynısı olmuş olsaydı, talep edip istediği şeye sığındığı şeydan daha iyi ve doğru olmazdı. Ve eğer ismet ve şüphe bulunmuş olsaydı, kalt mutmain olmazdı. Buna göre, gerçek­ten bunlardan her nevi kuvveti, diğerinin kuvvetinin gayri olduğu sabit olur. Ve yine sabit olur ki, O, ismet (korunma) ve tevfîki istemek, tıpkı yardım olunma, ve güçlendirmeyi talep etmek gibidir kit hakikatte on-larm her ikisi de birdir. Hiç bir kimse, kâfir hakkında onun küfürden korunmuş olup imana muvaffak olduğunu söyliyemez. Amma bu hu­susu mümin hakkında ifade etmekten kendisini engelliyen bulunmaz. Öyle ise gerçekten onun mânâsı iman için yardım talep etmek olduğu gibi diğeri de hüsranda kalıp rüsvay olmaktan ibaret olduğu sabit olur. Yine şu bir gerçektir ki, kendisiyle iki fiil meydana gelmeyi sâlih olma­sı için bir kuvvet iki vakitte bulunması bakımından baki kalmaz. Birbi­rine zıd olan iki fülin bir vakitte bulunmasının da yolu yoktur. Binâena­leyh onun, her ikisi için değil, ikiden biri için kuvvet olduğu sabit olur ve her ikisi için olan da onlara ihtimali olduğu için bakî kalır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine gerçekten kuvvetin bulunması, ancak bulunduğu yerde bulun­ması ile caiz olur. Tıpkı yakmakta ateş, soğutmakta da karın olduğu gibi. O, kendisinde yaratılış itibariyle mecburi olanlarda vaki olur. Bu da tıpkı imanla dostluğun, küfürle de düşmanlığın bulunması gibi. Her iki­sinin birbirine benzemediği içindir ki, onların sebebleri de birbirlerine benzemezler. İki iş üzere vaki olacak olan kuvvetin durumu da onun gi­bidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz, mu'tezilemn söz ve görüşleri, her ne kadar söylenip öne sürüldüğünde kulağa tatlı gelip gerçek olduğu şüphesini verirse de, tet­kik edildiğinde söz ve görüşlerinin çirkinliğini beyan eden hususlardan biz, bir kısmını zikredeceğiz. Tevfik Allah'tandır.

Onların sözlerinden bazıları şunlardır : Gerçekten kuvvet iki va­kitte baki kalmaz. Kuvvet, fiilin işlendiği anda bulunmaz; hakikatte fiil vaki olur ve fakat fiilin vuku bulduğu vakit onu meydana getirecek olan kuvvet bulunmaz.[502] İşte bu mecburi olan ilim ve fiilin tabiatiyle vukubul-masıdır. Sonra onun gibisinin hakkı mecburi olma olduğuna delâlet et­mesidir.[503] Zira fiilin sebeplerinin tümünün kaybolup yok olması, fiilin vaktinde bulunmasını engeller ve sahibi de mecburiyetle vasfolunur. Binaenaleyh fiili meydana getirecek olan kuvvetin yok olup bulunma­ması mecburi olmakla ifade edilmeye daha lâyıktır. Bunun üzerine on lar, kendisi ile Allah-u Teâlâ'nın velisi olacak olduğu şeyde fiili mecburi kıldılar. Allah'a düşman yapacak olan şeyde de fiili ihtiyarî kıldılar. Bu hususu tavzih edenlerden biri de onların şu sözleridir. Onlar diyorlar ki : Gerçekten bulunduğu vakitten ikinci bir vakitte hareket etmeğe nıurad eden kimsenin bu hareketi mutlaka vukubulur. Onu kendisinden men edemez. Kendisinde o hareket ancak başkası tarafından men edilir. İşte bu da mecburi olmanın alamet ve işaretidir. Sonra onun gibisiyle dost­luk ve düşmanlık vacip olur. Bu ise aklen kötü ve çirkindir.

Yine mu'tezilenin şöyle bir sözü vardır : Fiilin yapıldığı zaman ona ne emir ve ne de nehiy varid olmuştur. Ancak o vakit müslümanlarm dediğine göre mecazî olarak emir ve nehiy gelmiştir. O'nun fiille me­mur olmasının mânâsı, ancak fiili yapmak için daha Önceden varid ol­muştu anlamına gelir. O, fiili yapmakla emrolunmuş veya nehyolunmuş olmadığında ise, fiili işlediğinde ne emri yerine getirmiş olur ve ne de nehyi irtikâb etmiş olur. Bununla da dostluk ve düşmanlık vacib olur. Buna göre, her ikisi de hakikatte var olmuş olurlar. Yoksa, tâât ve ma-siyetten dolayı var olmuş veyahut, emir veya nehiyden dolayı var ol­muş değillerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Buna göre de şöyle demişlerdir : O, fiille bulunduğu vakit değil, ikinci vakitte memurdur. İkinci vakit gelince de bulunduğu vakit memur olmadığı için üçüncü vakitte memur olur. Devamlı ve ebedi olarak böy­lece bulunur. Binâenaleyh her vakitte emrolunduğunu[504] istemez. Aynı za­manda da emri terketmiş[505] olmaz. Çünkü o, terk ettiği vakit fiili yap­makla memur değildi.  Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, aklen idrâk edilmesi gereken hususta asıl olan şudur ki, gerçekten yarın yapılması ile emrolunan her memur, bulunduğu an ve halde yapmakla memur değildir. Böylece yakın bir zamanda vacip olur. Buna göre de, gelecek vakitte işlemesi ilk vakûbulan emirle, içinde bu­lunduğu vakitte memur olması aklen vacip olmaz. Sonra onlarla, ikinci vakitte de o fiille memur olmadığı gibi, zıddı ile de nehyedilmiş değildir. Onların sözüne göre aklen ihtimal dahilinde olan şeyle emir ve nehyin hakikati bâtıl olur. Aklen reddedilen şeyle de sözleri bâtıl olur. Bunlar­la beraber onlar, o fiilde, fiili yapan için kudreti olmadığını ileri sürü­yorlar. İşte bunun içindir ki, onların sözüne göre güç yettirilemeyen şeyle teklif vukûbulmuş oluyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra mu'tezilelerle Hüseyin arasındaki meselenin hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü Hüseyin; herşey ki kendisi ile tâât fiili olur, tevfik ve ismetin gayri kâfirde bulunur diyor. Mu'tezile ise Hüseyin'e, muvafakat ediyorlar. Zira onlar kâfir, tevfik ve ismet'le vasfolunmaz. Yani, bu iki sıfat kâfirde bulunmaz, diyorlar. Onların arasındaki görüş ayrılığı ona kuvvet ismini[506] vermek1 veya vermemekte vuku'bulmuştur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra bizim katımızda mesele hakkında asıl olan şudur ki, gerçek­ten fiili işlemeğe kuvveti olmayan kimsede fiilin bulunması, fiilin mânâ­sım iptal eder ve onu başkasına verir. Fiil bilmeyen kimsede fiilin bu­lunması da böyledir; o caiz değildir. Her ne kadar eğer talep olunursa, kendisini elde etmeği muvaffak olacak şeylerden olanın hakikati olmaz­sa da, ilim sebebiyle hitab gerekir. Kudret de böyledir. Facir ise kendi­sinin gücü yettiği şeyin kendisinden zail olduğu için mükellef olması lâzım gelmez. Tıpkı, bileceği şey kendisinden fevt olduğu için mecnun mükellef olmadığı gibi. Tevfik ancak Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî'nin hükümleri hakkındaki yanlış anlayışını beyan eden hususlardan ifade ettiğini zikredeceğiz :   Kâ'bî, iddia ediyor ki, gerçe,kten güç yettirünıeyen şeyle teklif, bedîhî olarak aklen çirkindir. Bu an­cak sıhhatten ibaret olan zahirî kuvvetin gayri, takatin bilinmemesin­den ibaret olan ve akılda ancak böyle bulunan için doğrudur. Amma bu­nun gayri, onun dediği gibi değildir. Bilâkis Allah-u Teâlâ[507] Musa aley-hisselamın dostu olan Hızır aleyhisselama gücünün yetmediğini[508] bildiği şeyle teklif etmiştir. Bedîhî olarak[509] taksim edilmesi de onun gibi bilin-miyen şeyin teklif edilmesi de böyledir. Birinci husus da. bunun gibidir.

Sonra kendisine şöyle denilir : Yine fiilin vuku'bulduğu vakit gücün yetmediği şeyle teklifde bulunmak aklen çirkin olduğu da böyledir. Amma senin çirkin olarak iddia ettiğin husus, kuvvet bulunmaksızın fiilin bu­lunmasını mümkün görmiyen kimsenin aklında olandır ki, bu da fiil ya­pıldığı vakit olur. Böylece onun sözü; fiilin meydana getirildiğinde ak­len çirkin olmuş olur. Eğer iddia etmiş olduğu hususda sadık olursa. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Amma asıl olan, gerçekten kendisinde takat bulunmayan kimseye vuku'bulan teklif aklen fasittir. Amma kuvveti zayi eden[510] kimsenin onun gibisiyle mükellef olması haktır. Eğer onun gibisi mükellef olmamış ol­saydı ancak itaat eden kimse mükellef olurdu ki, bu da mihnet ve me­şakkatin şartı değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bizim nezdimizde ise, gerçekten kudret sahih ve salim olan hak­kında bulunur. Çünkü o, ibadete olan[511] istek kadarı ve ibadeti seçme, ona meyletme 'kadarına tabi olarak meydana gelir. Kimde bu istek var olmazsa onu zayi ettiğinden tabi olmakta meydana gelmez. Çünkü o, çalışmayı tercih etmiş ve fiili ihtiyar etmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Anlama ve ilim işi, bizim ve onların katında bu takdir üzere cari­dir. Sonra onun abtallığma delâlet edecek mânâyı zikrederek şöyle der : Eğer Allah ile Allah'ın gayrinde olan şeyin arasının ayırt edilmesi caiz olmuş olsaydı, Allah'dan olanın doğru, Allah'ın gayrinden olanın ise ya­lan olması caiz olurdu. Onu bu hayale' sevkettiği şeyin ne olduğunu doğ­rusu anlıyamıyorum. Biz, onun bu hususun dışına çıktığını ve iddia et­tiği hususda inatlaştığını beyan  ettik.  Şöyle  ki;   o, iki emrin birinden hâli değildir. Ya dünyada beşer hakkında hikmet, akıllılık ve abdalhk bakımından bildiği herşeyi gaibte de aynısını ifade eder veyahut tahkik ve tetkik hakkında böyle olan mânâya bakar, biz de gaibte onu ifade ederiz. Eğer ilk ifade edileni söylerse bu hususu kendisi ile faydalanma­yan şeyin yaratılması ve bir şeyin bir şeyden olmaksızın yaratılması ve reddedilmeksizin asap verme hakkında söylemesi kendisine lâzım gelir. Sonra bunun caiz olduğunu ifade ettiğinde sözünün yalan olduğu ken­disine söylenir. Ne zaman herhangi bir şeye cevap verirse, söylemiş ol­duğu şey hakkında o şey kendisine lâzım olur.

Eğer manâya bakarsa o sözünü akim[512] pedaheti ile iptal etmiş olur. Bu ise kendisine[513] caiz olmaz. Kendisinin aslı olmayan hayal etmeden bu nevi de caiz olmaz. Eşyanın hakikatleri, akılların bedaheti ile[514]ne saman idrak olunur? Akıllar ise eşyanın bir araya toplanmasını icabeden mânâ­ları ile toplanmış olanların aralarını birleştiren ve ihtilâfı icabettiren ma­nâları ile muhtelif eşyanın aralarını ayırt edici olarak terkip olunmuştur. Bu ise kendileri ile bu hususa ulaşmak için düşünme ve bakmanın hakkı­dır. Sonra bir şeye ilmi olmayan kimsenin, o şeyi bildiğini hiç bir kimse bilip ve iddia edemez. Bir şeye kudreti olmayan kimsenin de o şeye kadir olduğunu kimse söyliyemez. Bilâkis, kudret ve ilmi nefyeden her bilinen o âlimdir, kadirdir, diye ilim ve kudretle vasfolunması ihtimal dahilinde olduğu zaman o kimse acz ve cehaletle vasfolunmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer eşyanın hakikatlerinin sebeblerinden ibaret olan manâlara iti­bar etmeğe rücu ederse bu husus, kendisine teslim olunmuştur. Ve akim bedaheti ile böyledir, şöyledir demesinin hiç bir manâsı yoktur. Böyle demek ancak tabiatın hakkıdır ve ondan kaçınmak da tabiatın hakkıdır. Sonra Allah'ın yarattığında hakikatte çirkin, şer ve fesadın bulunmasını, bu vasıflardan akıllarda sayılamıyacak kadar bulunduğu halde onları in­kâr ediyor. Bilâkis, Allah-u Teâlâ, onları böylece kılması ile fiillerden çir­kin olanı kadar onları menetti ve çirkin olanı parça.parça edip[515] ona bakan her akıl sahibine vaitde bulundu. Bunun gibisini aklın bedaheti iledir diye iddia ederek nasıl inkâr ediyor! Sonra onların imamları hayır, şer, temiz, pis olanın bir varlıktan olmasının caiz olduğunu, onunla iki ilâ­hın olduğunu reddetmek için senviyelerle söz birliğinde bulunmağa devam ettiler. Sonra iki vecihten birisinin Allah hakkında mümkün olmadığına döndüler. Âlemde mevcud olan diğer yönün senviyelerin söyledikleri' şeyi icabettirmesi hakkıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisi ile faydalanmayan şeyin yaratılması hakkındaki itirazı harekete kadir olup başkası tarafından oturtulan[516] şey üzerine onun de­lâlet etmemesiyle reddedildi. Bu husus, onun akim bedaheti ile böyledir diyerek söylediği sözün yalan olduğunu açıklar. O, ancak kendisine has­mının muvafakat ettiği şey üzere kıyas etmeyi iddia etmiştir, başka bii şey değil. Sonra hasmının dünyada yalan olan şeyden gerçek olduğunu ispat eden kimseye göre akim bedaheti ile iddia etmiş olduğu şey husule gelmiştir. Sonra ona lâyık olmayan fiille yararlanmadan kaçınılmasının bulunması ile cevap vermiştir. Böylece sabit olur ki, fiilden çirkin olan şey, ayniyle çirkin değildir. Ve yine böylece hasmını kadir olduğu şeyde bu­lur ki, onunla mükellef olmasa caiz olmaz. Binaenaleyh onun küfür ve fuhşiyat gibi binefsihi çirkin olmadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

O, bunun gibisinin küçüklerden geldiği için daha evlâdır. Çünkü kü­çüklere küfür ve fuhşiyat vasfı lâhik olmaz. Ve onlardan hikmetle vas-folunan nefsine fayda vermeyen fiil meydana gelmez. Onun menfaat hak­kında ısrarla söylediği söz, o yönden hikmettir. Fakat zarar yönünden böyle olmuştur. O, akıbeti zarar veyahut .nimete nankörlük veyahut da fiilde Allah'a muhalefet etmektir. Onun red ettiği şey, bu olup sual, ken­disini nakzeden husustan cevap verdiği oturaklı olan kimse ile ihtilâf et­miş olduğu şey hakkında hasmına sual sormak lâzım gelmez ki, bununla kendisinin üzerine muvafakat ettiği şeyde ve kendisinde muhalefet ettiği hususlarda gerçekten ne kadar uzak olduğunu bilir. Sonra, hasmının ce­vabı çok kolaydır. Onu biz geçen mevzularda açıklamıştık. Allah-u alem.

Sonra der ki : O, ihtiyaç için işlediği kimse hakkında söylenilip öne sürülen şey hakkında denir ki; birincisi de kuvvetlendirmeye mâlik olma­yan ve Allah'dan talep ederse ve ona niyazda bulunursa o kimse hakkın­da da çirkindir. Sonra kendisine kulunun isyan edeceğini bildiği şeyle ku­luna reddettiği şeyle ona itiraz olundu. O da şöyle cevap verdi; O, bazen hikmet olur, tıpkı iman etmiyen kimseye gelen peygamberin haberini bi­len kimse gibi; onu yedirmesi ve benzeri gibi kendi nefsine arız olan ile bilmediği düşünülen kimseye bildiği şeylerden in'âm etmesi caiz olur. Çünkü o zikrettiği şeyin onunla imân etmesi için onu vermesi caiz olmaa ki, onu yapmıyacağım bilir. Ancak onu bu husustan başka yararlar için kendisine verir. Mu'tezile ise, Allah-u Teâlâ, kuluna, kuvveti onunla küf­redeceğini bildiği halde kuvvetle iman etmesi için verir iddiasında bulun­du. O, bir şeye kadir olanlardan değildir. Sonra itirazlar, Allah'a isyan eden kimse hakkında vukubulmuştur. Hiç bir kimse yoktur ki, kendisine ihsan ettiği kulu isyan edeceğini ve kendi rızasını kazanmayıp bilâkis ken­di düşmanlığı ve kendisine sövmekle düşmanlık yapacağını bildiği zaman kendisini hikmet sahibi. olanlardan saysın. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Fakat bu, onun katında ancak dünyada çirkin olur. Çünkü o, kendi­sine zarar verir ve üzerine elem yağdırır. Bu hususun gaibin emrine ihti­mali olmaz. Tevfik Allah'tandır.

Sonra der ki, dünyada olan için imtihan olunmak ve benzeri husus­lar olmayınca gaibin fiili kendisinde bulunan şeyin gerçekleşmesi ile dün­yada takdir olunduktan sonra bu husus, ona nereden gelmiştir. Çünkü o, inkâr ettiği şeylerin hepsine mukabele etmektedir; onun vasfı bu olan fiilden olduğu için hikmetin dışına çıktığını iddia etti. Amma Allah-u Te­âlâ ve onun hikmeti onun hakikati üzere benzeri gibisine akim vukuf et­mesinden yücedir, berî ve münezzehtir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz Allah-u Teâlâ'nm «Allah bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar teklif eder»[517], kavl-i celîlinin tefsirini açıklamıştık. Ve yine onun fiil vaktinde teklifi düşürmesi ve onun üzerine kudreti iptal etmesi hak­kındaki sözünün ne denli çirkin olduğunu açıklamıştık. Böylece o, gücü­nün yetmediği şeyle mükellef olmuş olur. Oysaki, kendisine şöyle denir; nasıl olur? Eğer Allah, onun yapmayacağını bilmiş olsaydı veyahut onun gelecek zamanda yapacağını murâd edip kasdettiğini bilmiş olsaydı. Si­zin sözünüzden biri de; kim ki, bir vakitte bir fiili murad ederse, onu ge­lecek zamanda mutlaka işler. Ancak onu işlemesinden meneden biri bulu­nursa o başka. Böyle diyorsunuz.

O kimse fiilini yapmaktan men mi olunuyor, veyahut zıttmı mı ya­pıyor? Eğer «zıttmı yapıyor» derse, fiilden önce[518] iradenin olduğu hak­kındaki sözünü iptal eder. Ve kendisine onunla beraber emrin ve kudretin bulunmasını lâzım kılar. Bununla da onların fiili icabeden irâde hak­kındaki sözleri batıl olur.", Eğer «menolunur» derse, bununla Allah'ın ilminde yapmıyacağı sabit olan kimseye fiilden meneden kuvvetle teklif vuku bulduğunu ifade etmesi gerekir ki bu, incelendiği vakitte aciz ve menedilmiş olana teklif olur. Her ne kadar teklifi kaldırmakla bir kim­senin Allah, mihnet ve meşakkati kapsıyan hususlardan bir şeyin kendi­sine verilmeyen ve emir ve nehiy kendisine lâzım olanlardan olmasını iptal ederse de. Bu ise zirveye ulaştığı ifade edilen çirkinlerden biridir. İradenin emri de buna göredir ki, gerçekten[519] Allah-u Teâlâ, kendi hükmünde onun yapmayacağı vukubulan fiilden onu menettiği zaman muhakkak onu menetmesi lâzımdır. Tıpkı irade gibi. Bunda da23 tââtden _ menetme vardır. Çünkü onu kendi ilminde işlemiyeceği sabit olan fiilden menetmiş olur ki onu irade ile menetmesi elbette ki lâzımdır. Bu ise, onun katında hayır ve tââtden menetmektir. Sonra denir ki; rivayet olunan hususlar­dan biri de şudur : Biri, Allah'ın Resûlü'ne kılıcını çekip vuracakken onun elini tutmak suretiyle onu vurmaktan menetti. Bu menetme din hakkında Peygamber aleyhisselâm için daha doğru ve daha hayırlı mı idi, yoksa menetmcyip serbest bırakma mı? Eğer serbest bırakma daha hayırlı ve daha iyidir derse, Allah-u Teâlâ'nm kulları için din hakkında ondan gay­rinin daha doğru ve hayırlı olanını işlediğini ikrar etmiş olur. Eğer men­etmesi daha doğru ve hayırlıdır derse, menetmenin daha doğru olduğunu ikrar etmiş olur. Böylece menolunmayan her âsî, daha doğru olanı yap­mamış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun, Allah-u Teâlâ'nm «... Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[520] kavl~i celîli ile ihticac etmesine gelince, biz bu hususta onun aleyhinde olan şeyi ve hasmının ona daha çok tabi oldu­ğunu ve onu kendisinden daha iyi bildiğini izhar eden hususu geçen mev­zuda izah etmiştik. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine ihtiyacın ancak kendilerine fiilin hazırlanmaması ile özürlerini gerçekieştirmeyecek şeyle itiraz edilmiştir. Bu manâ kudre­tin kaybolmasında da mevcuttur.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun cevabı üç yönden verilir : Birincisi : Gerçekten maldan kendisi ile bulunan şey eğer ona ulaşmazsa onun üzerine arız olmaz ve ulaşma fiilînin kuvveti de kendisi ile beraber bulunmaz. Böylece o, kastedileni menetnıez. İki emrin bulunması işinin hal için[521] mümkün olmaması ve her ikisinin de bulunmaması onun gibidir. Ve yine gerçekten mutad olan iş kuvvetin, kulun ihtiyar ettiği şey kadarına ve fiilden dilediği kadarına tabi olmak suretiyle meydana gelmesidir. İşte o kuvvet mutlaka meydana gelir. Ancak o kuvveti ihtiya­rını kuvvetle işliyecek olduğu şeyi gayrine sarfetmesi ile kuvvetin gide­rilmesi müstesna. îate bu kudretin bulunmaması onu zayi etmek iledir. Diğeri ise menetmekle olur. Bunun içindir ki, her ikisi birbirine benzeme-yip ihtilâf etmiştir.

Üçüncü olarak şu cevap veriliyor : Kendisinde kudret bulunmayan bir halde fiilin bulunmasının caiz olmasının ifade edilmesi ile kudretin meydana geldiği sebebin bulunmadığı halde de fiilin bulunmasının caiz olmaması. Böylece sabit olur ki iki vecihten biri, diğerinin benzeri değil­dir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra malı kendisine verilmek üzere çikmasıyle emrin caiz olması bakımından itiraz etti ve şu iddiada bulundu; eğer onun caiz olduğunu ifa-clc ederse sözünü iptal etmiş olur. Eğer caiz görmezse sözünü terketmiştir.

Bu hususa tebliğ olunan ile olunmıyanı tefrik etmek, mutad olan iş ile ve sebeblerin bulunmadığı vakitte fiilin inkâr edilmesi, kuvvetin bu­lunmadığı zamanda inkâr edilmemesi ile üç yönden cevap verilir. Çünkü iki yönden biri onunla olmaksızın yok olur, diğeri de yok olmaz. Ve yine eğer mülklerin gerçek olan haberin birbiri ardınca gelmesiyle hadis oldu­ğu bilinirse her ikisi hakkındaki cevap, mutlaka ihtilâf etmez olur idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber, itirazda bulunmanın mümkün olmaması tahakkuk ettiği zaman ki, o da malın, mülkle beraber kendisine verilmesinden iba­rettir. Bu husus, Allah-u Teâlâ'nm cismi yaratması île beraber hareket gibi ihtimal dahilinde olmayan ve zarurî olarak hareketin bulunmaması ve ihtiyarî olmaması gibi. Zarurî hareketin çeşidi, bazen acizlikle beraber olur. Kudretle beraber ihtiyarî olma da bunun gibidir. Halbuki kudret eğer fiil kendisiyle bulunmama bakımından olmuş olsaydı, kendisiyle fiilin bulunmaması batıl olurdu. Hatta kudretin bulunmaması ile fiil bulunmuş olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Görmez misin ki, gerçekten mallar ve sebebler, fiille kâim olmaları ile beraber onların baki kalmaları ile kadim olmaları ve kudretin ipka edilmesi haliyle yasfolunurlar. Önce geçmenin vasfı da bunun gibidir. Al-lah-u a'lem.

Bu mesele hakkında geçen mevzularda zikrettiğimiz delillerden baş­ka delilde vardır. Şöyle ki: Eğer tekaddüm eden acizlik, kudret anında fiilin yapılmasını menetmiş olsaydı, tekaddüm eden kudretin acizlik anın­da fiili icab ettirmesi mutlaka vacip olurdu. Bu hususun mümkün olma­ması, evvelkinin mümkün olmaması gibidir. Ve eğer fiil, kudretin kay­bolmasından[522] dolayı vukubuîmuş olsaydı, kudret devam ettikçe fiil de devam etmiş olurdu. Çünkü eşyanın sebebleri, kendilerinin sebeb kılınmış olduğu hususlar devam ettiği müddetçe onların da devam etmesini içabet-tirir. Bu husus, onlarla beraber bulunmasının söylenmesini gerektirir. Sonra gerçekten kudretin fiille beraber bulunmasının mümkün olmadığı iddiasında bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu mevcut olarak görür. Kud­retin mevcut olan fiille beraber bulunmasının mümkün olmadığı iddiasın­da bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu mevcut olarak görür. Kudretin mevcut olan fiille beraber bulunması ise mümkün değildir.

Denilir ki : Var olmakla fiilden fariğ olmayı mı, yoksa onun fiilde bulunmasını mı, kasdettin? Eğer fiilden fariğ olmasını kasdettim derse; akıllı olan kimsenin katında yalanı zahir olur ve şu sözünü de iptal etmiş olur : Onun bedel ile bulunması caiz olur ki o da yok olan acizlikten iba­rettir. Her ne kadar fiili yok olarak görüyorsa da yok olanla beraber ac­zin mümkün olmadığını söylemek vacip olmaz. Çünkü yokluk istenen[523] bir şey değildir. Bilâkis o, kendisi ile meşguldür. Sonra kendisine denir ki : Allah-u Teâlâ, onu fiili ile veyahut fiilden önce veyahut sonra mı dost ve düşman edinir? Eğer fiilden Önce, derse, mümkün olmadığını ifade et­miş olur.

Eğer fiilden sonra derse; onu mevcut olarak görür sözünü iptal et­miş olur. Çünkü o, düşmanlık ve dostluk bulunmadığı halde düşmanlık ve dostluk fiilinin bulunduğunu gerçekleştiriyor. Eğer bulunduğu halde vukubulur, derse kendisine fiilin onunla olmasını nefyetmediği halde sebeb, müsebbeple beraber nıevcud olmuş olur. Eğer, dostluk ve düşmanlığın her ikisini birden mevcud olduğunu görüyor ise, kudret de onun gibidir. Ve yine onu hangi hal üzere görürse, kudreti de onunla beraber görür. Çünkü biz, bir şeyin bırakılmasını ve çıkarılmasını, o şeyin çıkması ile ve bırakılması ile beraber olduğunu görürüz. Bırakma ve çıkarmanın hakkı bir şeyi olduğu gibi görmesiyle iptal edilmez. Zikrettiğim husus da bımun gibidir. Çünkü onun mevcud olarak görmesi caizdir. Sebeplerin hepsi de onunla beraberdir ve ondan uzaklaşmaz. Kuvvet de bunun gibidir. Bilâkis böylece görmesi vaciptir. Tıpkı böylece sebeplerle beraber görmesi vacip olduğu gibi.

Genel olarak denir ki; gerçekten fiilin yokluk vakti vardır ki, o da fiilden önceki zamandır. Bir de var olduktan sonra yok olması vakti var­dır, o da kendisinden sonraki vakittir. Bir de var olma vakti vardır ki, o da içinde bulunduğu vakittir. Allah-u Teâlâ, onu, baskasıyle değil, zikro-lunan şey üzere fiilinin halleri ile beraber görmesi mümkündür. Kendisin­de fiiller ve mekânlar vaki' olan vakitler de böyledir. Sebepler de buna göre ifade edilir. Bunun gibi, kuvveti fiilden evvel yok olarak görür. Fiil­den sonra var iken yok olmuş görür, fiille beraber de mevcud olarak gö­rür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun «yahut söyleyip yazdırmağa gücü yetmezse», sözü ile ihticac etmesine gelince; o husus, geçen mevzularda açıklanmıştır. Bununla bera­ber güzel bir ifade olmadığı ihtimali de vardır ki, o da acizliğe güçlü ol­masıdır. Ve yine onun delili bizim açıkladığımız husustur ki, kudretin ta­mamı başlangıçtan önce olmaz[524]. Halbuki hepsi kendisine izafe edilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kadir olmadıkça iman etmez ve iman etmedikçe de kadir ol­maz dedi. Bu ise, onun ebedi.olarak imansız kaldığını ifade eder. Tıpkı kendisine ip ulaşıncaya kadar çıkmadığı zaman kuyuya düşen gibi. Ve kendisine ip ulaşmamıştır ki, kuyudan çıkıversin. Bunun cevabı, eşyadan sebeblerle beraber vaki olan ve ne sebeplerden önce ve ne de sonra bu­lunmayan hususlardan zikrettiğimiz şeyler kapsamaktadır. Sonra bunu ilmi anlamadığı ve kendisinde bulunmadığı zaman, kudretin ilim için va­ki' olduğunu söylemez. Zikrettiğimiz hususlar da bunun gibidir. Onun iddia da bulunduğu şeyin aslmm bulunması, onlardan her birinin, diğerinin ön­ceden bulunması ile bulunur diye ifade ettiği vakitte büyük olur. Amma onunla beraber bulunmasına gelince; dîn ve dünya işinin ekserisi onun üze­rinedir ki, beraber bulunan iki şeyden birinin diğerine tekaddüm etmesi caiz olmaz. Sonra vasfı geçtiği şey üzere bırakmak ile kendisine itiraz olundu. Bu hususa eğer kendisine haya rızkı verilmiş olsaydı, vicdanı kendisine bu hususu söylemeye müsaade etmezdi demekle cevap verme külfetinde bulundu ve bunun üzerine dedi ki : Grçekten bir şeyi bırakmak, o şeyin elinden dışarı çıkmaktan başka bir şey değildir. Güç ise fiilin gay­ridir. Kim ki ona bakarsa yalanım bilir. Zira bırakmak, düşüncesiz ve be­dahetle çıkmaktan başka bir şey değildir.

Gayri olmadığı vakitte kendisine fiili gerektiren hususlardan çık­maktan başka bir şey bulunmaz. Fiili işle memesiyle çıkmanın bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, hasmına cevabı, buna...[525] benzeyen şeyle ihticac etti ki belki bu ona yarar sağlamış olur. Sonra yine kendisinde hiç bir illet bulunma­dığı halde güçsüz ve takatsizim diyerek, kendisine muhtaç olduğu süsünü[526]veren kimsenin sözünü hasmına delil olarak gösterdi ve bununla kuvveti nefyettiğini kastetmediğini iddia etti. BununU ancak zinde ve refahda olmadığı hususu nefyettiğini murad ettiğini ifade etti. Bunun delili ise. soran kimsenin ona avdet ederek bilâkis senin gücün vardır, fakat sen, benim yardımımla ferahlanıp sevinmezsin. Ben felanm ihtiyaçlarını tak­sim ettim, nasıl oluyor da sen benim gücüm yetmez diyorsun?

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun iki yönden cevabı vardır.

Birincisi : Onların her ikisi de doğrudur. Çünkü zinde ve ferahlı ol­mamak kuvveti ortadan kaldırır. Onunla ayakta durması raümkün olduğu için kendisinden ferahlık ve zindelik hasıl olur. Böylece de kuvvet bulun­muş olur. îşte o dediği şeyin kendisidir. Bunların ikisi de bilinen şeydir. Bunun içindir ki onlardan birine yalan denmesi caiz olmaz. Onun söyle­diğine göre onlardan birine yalan lâhik olması caiz olur.

İkincisi : O, muhtaç olan işe göre görüşünü ifade etti. Şöyle ki; kendi­si ile kaim olursa ona kudret denir. Görmüyor musun ki, o, başkasının ihtiyaçlarmin varlığı ile ihticac etti. Malumdur ki, gerçekten o kudret, on­dan zail olmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâfirin, küfür halinde imanla memur olduğunu iddia etti. Bunun te'-vil ve tefsiri şöyledir : Gerçekten nehiy ona tekaddüm etmiştir. Bunun üzerine o, tekaddüm eden kudret ile ona kadirdir, demesi gerekir. Onun, evvelki mesele hakkında terk olduğunu iddia etmesi de bu meyanda ifade edilmiştir. Çünkü müslümanlar böylece ilerliyor, deyip onu mümkün olan hususa yöneltti. Diğeri hakkmda ise böyle bir ifadede bulunmadı.

Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki : Müslümanlardan hiç bir kim­se yoktur ki; onun nezdinde, kâfir, küfür halinde iken bulunduğu hal üze­re kadirdir demesin. Öyle ise emir hakkında söylediği gibi kudret hakkın­da da söyle. Çünkü sözde olsun, elde etmekte olsun her ikisinde de manâ birdir. Sonra onun müslünıanlarm sözünü te'vil ve tefsir etmesi, öyle bîr yönde olmuştur ki, her müslüman gerçekten onun hatırına gelmediğini bilir. Bilâkis herkesin aklı, onun ihtimal dahilinde olduğunu görmez. Eğer kâfir olması için çalışmasını gerektirseydi, küfürden nehyedümiş ve bu­lunduğu halde de emredilmiş olmazdı. İçinde bulunduğu zamanda bulun­madığı hal ile memur ve nehyedilmiş ve zıtları ile de muhatap olmuş olun­ca ikinci, üçüncü ve nihayetsiz zamanlar içinde de böyle olurdu. Bu hu­suslar gerçekten emir ve nehyin bulunmasını batıl kılar. Çünkü o, her şey­le ikinci vakit için emrolunmuş, zıttuıdan da nehyolunmuş olur. Halbuki o, bu hususlardaki emri yerine getirmiş olmadığı gibi nehyedileni de irtikâp etmiş olmaz. Çünkü o, emrolunduğu veya nehyolunduğu gelecek olan her zaman da böyledir. Böylece fiil de ebedî, olarak emrin ve nehyin gerçekleş­mesi batıl olur. Ve emri kabullenme ve nehyedileni irtikâp etme haline rücu eder ki bu da çok uzak bir ihtimaldir. Sonra hasmının sorusunu öy­le bir yönden zikretti ki, hasmı, sözünü[527] ihtimal dahilinde görmez; ve di­yor ki : Siz kendinizde kudretin bulunduğunu ispat ettiğiniz[528] zaman siz, Allah'ı ona benzetmiş olursunuz. Bu hususa cevap olarak şöyle diyor : O, senin kadir olduğunla vacip olmaz. O, gayri ile değildir. Binaenaleyh, bu hususta benzetme olmaz. Tıpkı ilim hakkında ifade edildiği gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer herhangi bir şeye Allah'ın emri ile kadir oldun ise senin kudretinle Allah'ın kudretinin zail olması caiz olmaz. Tıpkı Allah'ın emri ile bir şeyi bildiğin vakit senin ilminle Allah'ın ilminin zail olmadığı gibi. Ve sonra, gerçekten soru iki yönden vukubul-muştur.

Birincisi : Kudretle tek basma kalmak, bununla senviyelerin sözünü nakzetmek için delil getirdin. Bu hususta da aynı şeyi ifade etmen gere­kir.

İkincisi ise : Gerçekten o husus, fiil bulunmadan önce fiil için Allah'a muhtaç olmamam icabettirir. Allah-u Teâlâ'nin her hangi bir kimseyi kendisinden müstağni kılması caiz değildir. Eğer «Allah'a bakî kalması hususunda muhtaç olur», dersen o, sence mümkün olmaz. Çünkü onun ihti­mali[529] bulunmaz. Eğer «başkası meydana gelir» dersen, onu bir vakit için kendisinden gani kılmış olur. Kulluğun bulunması ile beraber eğer o hu­sus bir vakit için caiz olsaydı ebediyyen böyle olması caiz olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu konuda asıl olan şudur ki : Gerçekten kudretin fiil için olmaması mümkün değildir. Fiilden olmayan acizlik de böyledir. Sonra bir vakitte fiile kadir olması, ikinci bir vakitte de aciz olması caiz olur. Çünkü bunun gibisinin bulunduğu bilinmektedir. Buna göre Allah-u Teâlâ, olması müm­kün olmayan şey için kuvvet vermiş olur. Bu husus ise, kuvvetin fiil için olduğunun fasid olduğunu ifade eder. Binaenaleyh kendisine bu husus ak­im icabettirdiği şeyi yani, kudretin daha önce geçtiğini söylemek müm­kün olmadığı için onun ancak fiil için olduğunu34 ifade etmesini gerekti­rir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine Firavun'un işi ile itiraz olundu. Şöyle ki : Eğer Fira­vun imân etmeğe kadir olmuş olsaydı, Allah'ın ilmini iptal etmeğe kadir olurdu. Bu husus Firavun hakkında böyle olduğu gibi Allah'ın indinde imân etmiyeceği bilinen herkes hakkında da böyledir. Bu görüşe cevap olarak şöyle der : O, vacip olmaz. Zira kudret, olmıyacağı bilinen imânın gayridir. Eğer onu kuvvet hakkında[530] lâzım kılarsak, emir hakkında da aynı hususu söylemeniz ise elbetteki lâzım gelir.[531] Sonra âlemin yaratıl­ması üzerindeki Allah'ın kudreti ile itiraz etti ki, Allah'ın ilminin iptal edilmesi için kudretle vasfolunması caiz olmaksızın bu husus mümkün ol­masın. Birinci mesele de bunun gibidir.  Sonra Hüseyin'e, sözü mutlak olarak ifade edip ortaya atmakla itiraz etti. Hüseyin, onunla iman arasını beyan ederken mutlak olarak ifadede bulunup ortada konuşmayı tercih etmiştir. Sen onun, Allah'ın ilmini iptal etmek hakkında da böyle ifade et­tiğini söyler misin? Sonra der ki, o nasıl olursa olsun Allah onu bilir. Am­ma, olmadığı zaman Allah'ın ilminden çıkmış olur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onu nazarı itibare almanın yö­nü, onun kadir olduğu şey üzere değildir. Fakat itibar edilecek husus onun daha salih olanı ifade etmesi yönüdür. Şu malum olan bir gerçektir ki; eğer Allah, onun mâlik olduğu şeye malik olmamış olsaydı, sapıttığını sapıtmağa, kendi Rasûlü'ne itaati menetmeğe kadir olmazdı. Binaenaleyh onun azgmîık ve sapıklığı daha az, itaat etmesine ise daha yakın olur idi. Buna göre daha salih olanı söylemek yersiz ve batıldır.

İkinci olarak denir ki : Onun, Allah'a iman etmiyeceği haber verildi­ği zaman, onun, kendisinin düşmanı olduğunu muhakkak bilirdi. Düşmanı mukadder olanı kötüleyip anlamamağa kadir kılınması onun kendi mül­künü bozup yok etmeğe ve rububiyetini iptal etmeğe güçlü kılması aklın bedaheti ile anlaşılır ki hikmet sınırının dışına çıkmak olur. Maamafih bu hususta düşmanına en büyük nimet ve minneti sağlamış olur. Onun ken­disine şöyle demeğe hakkı vardır : Benim, senin üzerinde her türlü ni­metim[532] vardır. Yahut ta şöyle der : Cahil olan, bir Rab olmayan şeyle beni, rububiyetini nakzetmeğe malik kıldın. Senin hikmetini, yalancı, hik­met sahibi olmayan ile gidermek için bana güç verdin. Onları yapmak için beni kudret sahibi kıldın. Onları yerine getirmek için bana emir ver­din, muhakkak olarak sen bilirsin ki, gerçekten ben dileseydim, mutlak yapardım. Bunun üzerine senin rububiyetin tamamlanır, sana hikmet, nok­sansız olarak verilirdi. Benim, senin üzerindeki nimetim[533] çok büyüktür. Sana verdiğim nimet de daha geniş kapsamlıdır. Öyle ise senin hangi ni­metinle beni azaba çekersin, hangi hikmetini bana emredersin? Bunların hepsi, senin için benimle tamamlanmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Üçüncüsü : Hakikaten iki ilâh bulunduğunu söylemenin fasid ve ba­tıl olduğunu bilmenin yolu ancak birisinin kudretinin ancak diğerinin bil­mediği şeye karşı geçerli olmasıdır. Bu husus ise aksinin vukubulmasını ica­bettirir. Eğer bu ulûhiyetin fesada uğramaksızın caiz olmuş olsaydı, tev­hit ehlinin senviyelerin sözünü ve görüşünü iptal ettikleri husus hakkındaki sözleri batıl olurdu. Onun «Gerçekten Allah, o kimse iman etmiş ol­saydı, nasıl iman ettiğini bilirdi», sözüne gelince bu, kendisinde hiç bir yarar bulunmayan bir manâ ve ifadedir.   Çünkü onu bilmesi ile beraber,

onun iman etmiyeceğini bilir miydi, yoksa bilmez miydi? Eğer hayır der­se, onu yani Allah'ı bilmez ve anlamaz kılmış olur. Eğer evet derse, ken­disine, işte, şimdi bu hususta karşılıklı talepler vukubulur denir. Sen, «Sğcr iman ederse, onun ilminin dışına çıkmaz» dedin. Sahi! Nasıl çıkmaz? Onun oîmıyacağmı bilmiyordu, halbuki oldu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Amma Onun, «Eğer onun üzerine kadir olmasaydı, zemmedilmiş olmaz­dı» sözüne gelince; o, tıpkı kelâm etmek gibidir. Aralarında hiç bir fark yoktur. Bunun delili de onun sözü olmasıdır. Bilâkis, en müthiş derecede zemmedenin zemmi, onun üzerine vaki olur. Zira o, kendisi ile geldiği hu­sustan kaçınarak kudreti yapmış oluyor. O husus, bizi ilgilendirmez. Çünkü kudret, imanın gayridir demesi ise yine reddedilir. Çünkü bu ifa­dede lâzım olmayı meneden husus vardır.

Bilâkis, o kudret, imanın gayri olduğu için lâzım olur. Sonra onu emirle itibare alması fasittir. Çünkü o, kendisi ile kulluğu istemektedir. Binaenaleyh zilleti ve kulluğu zahir olur. Kuvvet ise yücelik, yükseklik ve her şeyden müstağni olmak demektir. İşte bu yöndür ki, bununla Allah'ın gayrinin rububiyeti iptal olunur. Halbuki emirde bu husus yoktur. Oysaki emir ve nehiy olmamış olsaydı iman eder, iman etmeyip küfreder, kadi? olur ve kadir olmaz demenin hiç bir manâsı olmazdı. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra, gerçekten kudretin semeresi fiildir. Zikrettiğimiz hususlar, fiille olur, emirle değil. Bunun içindir ki emir, emirle zikrettiğimiz şeye vukubulmuş olmaz. Halbuki kadir kılmakla mülk sahibi, zengin ve halef olarak bırakılmış olur. Bu hususlar noksansız ve tamam olarak bulun­duğu vakitte de Rab ve İlâh plur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve sonra gerçekten biz, zikrettiğimiz yönden ilmin yolu akıl olan hu­susla itiraz ettik. Emir ise aklın icabettiği şeyle zıt düşmez. Eğer emir olmamış olsaydı, akılla olan evvelkisi kötü ve bilinmez olurdu. Binâena­leyh emir hakkındaki hikmetin yönünü ya bilir veyahut ta bizim bildiği­miz şeyi bilmez. Böylece kendisine ikinci yönün bilinmesi güç olan şeyle onu reddetmesi vacip olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Zikrettiğim hususu, dünyadaki işler teyid eder ki her kuvvetli olan yücelir ve kuvveti ile yükselir. Yüce ve büyük olan da bir şeyle emrolunmaz. Öyle ise, emirde zillet ve kul edinmek olduğu sabit olur. O ise bunu icabettirmez. Kudret sahibi kılmakta ise onun yüksekliğini ve yüceliğini jcabettirir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra, kudret bulunmadığı vakitte zayi olmaz[534], kudretin bulunması kastolunan fiili icabettirir. Emrin hakkı ise lâzım olmayı gerektirir. Yok­sa fiilin var olmasını değil. Nice emirler vardır ki orada emirleri kabul edenler yoktur. Bunun içindir ki, o, vacip olmaz. Allah'ın hakkında zikro­lunan husus ise o, Allah'ın kudreti, dilediğinin olması ve saltanatının ce­reyan etmesidir. İşte Allah'ın böylece nıbubiyeti tamam olur. Bizatihi yüce olmasını gerektirir. Kendisinde korkudan zikrolunan    şeyin    bulunması caiz olmaz. Bilakis onunla hikmeti tamamlanır.   Ve rütbesi yücelir. Bunu gayri için icab ettirmesi ise çelişiktir. Görmüyor musun ki, seneviyelerin sözü, zikrettiğim hususlarla nakzolunmuştur. Onların sözü, Allah hakkın­da benzeri gibisine zıt düştüğü için kabul olunmaz ki, Allah, bildiği şeye kadir olur ki, o, onu işlemez. Bu takdirde rububiyetini nakzetmeğe[535] ka­dir olur. Onun gibisini itiraz ederek ve onu vacip kılarak, Allah'ın gayrin­de olduğunu ifade ettiler. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da bunun gi­bidir. Başka bir yön de vardır ki o, Allah-u Teâlâ'ya, onun şöyle kudreti vardır ve böyle ilmi vardır, sözü ile kudret ve ilim vacip kılmaz ki, bunun hiç bir manâsı yoktur. Bu ise bunları Allah'ın gayrinde gerçekleştirir. Öy­le ise ona itiraz etmek lâzımdır. Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ, kendi zatı ile kadir ve âlimdir. Zikrolunan şeyle Allah'ın vasfolunması mümkün değildir. Çünkü bununla Allah'ın rububiyeti tamam olmuş, ulûhiyeti ve saltanatı yücehniştir. Allah'ın zatı ile mevsuf olan şey, başkasının, onun üzerine hâkim olması ve kudretinin üzerine cari olması sabit olduğu za­man o hususlardan olmuş olur. Tıpkı kendilerinde birbirlerine benzeme-yip muhtelif olan arazlar ve kendileri için bulunan cisimler gibi. Veyahut kendi nefisleri ile kaim olan cisimler ve onlarla   bulunan    arazlar gibi. Sonra Allah-u Teâlâ'nın onların üzerine hükmü ve sultası caridir ve on­lara maliktir. Eğer Allah'a takdirini iptal ve tedbirini noks anlaştırma, il­mini giderme, haberinden hakikati nefyetme gibi hususları isnad edersek Allah, gayrinin kudreti altında ve başkasının hükmünde olur idi. Allah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan büyüktür, yücedir, berî ve münezzehtir. Bununla beraber bu hususları ifade etmek emre rücu' eder ki, biz onu be­yan ettik.

Kudret hakkında kaderiyelere göre iki mesele vardır kî, bunlar Al-lah-u Teâlâ'mn bizatihi kadir olmadığını icabettiriyorlar.

Birincisinde; onlar diyorlar ki : Allah-u Teâlâ, kulların hareketlerine ve sükûnet bulmalarına kadirdir. Vaktaki Allah, kulları o hareketler ve sükûnetlere kadir kıldı. O fiillerin üzerine olan kudreti kendisinden zail oldu. Bunun üzerine gerçekte Allah-u Teâlâ, gayri ile kadir olmuş olur. Çünkü o, bizatihi bulunduğu hal üzere olur. Eğer o kudret Allah'ın zatı için olmuş olsaydı gayrini onun üzerine kadir kıldığı vakitte kendisinden zail olmazdı[536] ve,[537] bunu açıklayanlardan biri de Allah-u Teâlâ,' bizatihi her şeyi bildiği vakitte başkasına bildirdiğinde kendisinden ilmi gitmez. Kudret de bunun gibidir. Bununla beraber arazların cisimler için başka olmasının[538], delilleri cisimlerin arazlar olmaksızın bulunmalarıdır. Gö­rünen husus hakkındaki ilim ve kudretin başka olmasının illeti de bunun gibidir ki, her ikisi de kendisi için olanın gayridir. Allah-u Teâlâ hakkın­da ifade ettikleri sözde böyledir. Bu hususa daha fazla açıklık getiren hu­sus da şöyle İfade edilir ki, eğer onu mecburî bir hareketle hareketlendir­meyi ve mecburî bir sükûnetle durdurmayı kendisinde kudretin bulun­ması ile beraber murad etmiş olsaydı, ondan o kudreti almadıkça onun üzerine kadir olmazdı. Bunun üzerine Allah'ın o kudretle kadir olduğu sabit olur ki, o da kendisinden gider ve kendisine döner. İşte bu arazların hakikati ve cisimlerin de sıfatıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

ikincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, kulunu bir şeyin itlafına kadir kıldığı vakitte Allah'tan murad ettiği şeyin ibkâ etmesine olan kudreti gider. İbkâ etmek ise, Allah'ın fiilidir. Hakikatte kendi fiili olan, o fiilden menedilmiş olur. Kim ki başkasını menetme ihtimali dahilinde olursa, onu serbest bırakma ihtimalinde de olur. Birincisinde aciz kılmak, ikincisinde ise kadir kılmak vardır. Her ikisi de kendisine başkası ile vacip olur. Al­lah-u Teâlâ, bunlardan beridir, münezzehtir.

Sonra Kâbı diyor ki: Biri derse ki, kadir olan bir vakit o kudreti ile bir şey yapmaması caiz olursa niçin böylece bir çok vakitler caiz olmaz? Tıpkı Allah-u Teâlâ bununla vasfolunduğu gibi.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O, muhakkak, meseleyi takdir etmekte hata etmiştir. O husustan sual sormak iki yönden olabilir :

Birincisi : Gerçekten kudret, ancak fiil için olur. Ve ondan bir vakit hâli kalması[539] caiz olunca kendisinden bir çok vakitlerde hâli kalması caiz olur. Bu vasfı, Allah için de gerçekleştirdim.

İkincisi : O, kudretin vaktinden ikinci vakit için kudreti bulamamış­tır. Ve o kudretle fiil caizdir. Niçin onuncu vakit için -her ne kadar kud­reti bulamıyorsa da- böyle olmasın? Veyahut vakitlerle kudret yok olduk­tan sonra o kudretle fiil caiz olmayınca bir vakit için de caiz olmaması vacip olur. Birincisine şöyle cevap verdi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ken­dine fiillerden birbirine zıt olmayan[540] ve kendisine zıt olmayan şeye kadir olması ile böyledir. Halbuki kul, kendisine zıt olmayan şeye kadir olmaz. Bunun içindir ki failsiz vakitlerin bulunması caiz olmadı. Kendisine de­nir ki, zikrettiğin hususlar geçerli değildir. Bu sözlerin kabul olunmamış­tır. Bilakis, sana şöyle' denir : Kendisine zıt olan[541] şeyin bulunmamasının caiz olmamasını kim meneder? O, bir şeyi veyahut zıttını bir vakitte yap­mamıştır. Kim kendisine zıt düşmezse o caiz olur. Sonra denir ki, birbiri­ne zıt olan İQİn kudretin vaktinin bulunması caiz kılmaz veyahut ona ikinci vakitte vacip kılar. O iki halde de bir olduğu halde nereden iki emirle va­cip kıldı? Allah hakkında söylediği şey, fasid ve batıldır. Çünkü onun nez-dinde Allah'ın fiili yarattığının gayri değildir. Yarattığı ise ölüm ve hayat ve başkaları gibi birbirine zıttır. Sonra cismin ilk halleri ile cevap verdi ki, o, hareketten ve hareketsizlikten hâli kalır. Niçin onun bir çok vakitler her ikisinden hâli kalması vacip olmaz?

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Hareket etme ve sakin kalma, her ikisi de bekanın ismidir. Beka, müm­kün olmadığı için cismin hallerinin evvelinde bulunmaları mümkün değil­dir. Çünkü sükûnet, var olma bakımından karar kılmadan ibarettir. Ha­reket ise ondan intikal etmektir. Kudret de ancak fiil içindir. Fiil olmadığı halde kudretin bir vakitte bulunması caiz olsaydı bir çok vakitlerde de bulunması caiz olurdu. Çünkü kudret, fiil içindir. Halbuki cisim, ne hare­ket içindir ve ne de sükûnet için. Onların her ikisi de öyle manâlardır ki, hâli iktiza etmezler. Görülmüyor mu ki bekanın vakitleri onlardan hâli kalmazlar. Sonra kudret de baki kalmaz. Böylece vücut anında ondan hâli kalmaması vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizim meselemiz fiil hakkındadır. Biz, beka için isim olan fiil olmadığı vakitte bekanın bulunması anında cismin bulunmasını caiz kı­larız. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve der ki : Sahih ve doğru olan sudur ki, beka olduğu vakitte fiil­den hâli kalması caiz olur, sonra ebediyyen caiz olmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun söylediği şey hatadır. Bi­lakis o, caizdir. Sonra gerçekten onun makul olduğunu iddia etti. Halbuki o, akla uygundur. Akim hakkı ise durumu aklen sabit olan şeyden çıkmak­tır. Sonra ilim hakkında öyle bir şeyle konuştu ki sanmam ki biri onu'dü-şünsün de hayrette kalması kendisini ona itmediğini ve onun yararının az o'duğundan kendisini terketmediğini bilmesin. Sonra kendisine iman ve küfre kadir olan kimse ile itiraz edip niçin bunlardan birini işledi de diğeri­ni işlemedi? dedi. Bunun üzerine onun mümkün olmadığını iddia etti. Çün« kü o, eğer ancak bir ile gelmiş olsaydı, mecburi olmuş olurdu. Halbuki ihtiyarî olduğu da sabit olmuştur. Sonra onun ayniyle Allah hakkında ken­disine itiraz etti. Biz deriz ki, o, sualin cevabından dışarı çıktı. Çünkü o, onun zıttı olanı nasıl ihtiyarî olarak belirledi? İhtiyarî olmanın şartı, dile­diğini yapmak değildir. Fakat yapılması evlâ olanı seçer. Bilmediği geyi işleyince niçin onu işliyor? Öyle ise, başkasının kendi, fiilinde tedbiri ol-iuğu sabit olur ki o da fiilinin çıkmasıdır. Tevfik Allah'tandır.

Onun, Allah'a Allah ile itiraz etmesi, iki söze binaen mümkün değil-iir. Birincisi; «Allah, bizatihi haliktır.» sözümüze göre. Bunu ifade etmek ;ıpkı, «Allah niçin kadir oldu ve niçin büdi?» sözü gibidir. Ve onun «Ger­dekten o, din hakkında daha salihtir», sözüne göre. Fiilinin vasfı bu olan dmseye soru tevcih edilmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Biz, bizi, bu gibi sorulardan müstağni kılan Cenab-ı Allah'a hamd ü ıenâ ederiz. Fakat, her ikisine zayıf olduğu için kendisi ile soru tevcih et-neğe razı olmayan hususun miktarını zikrettim ki, onlar, onunla razı olan lakkında kadrini bilsinler. Tevfik ancak Allah'tandır.

Sonra imân ve zıttı için bir kuvvet salih olunca, niçin onların üzeri­ce kuvvet verilmesi ile ifade etmek doğru olmaz, diye iddia etti. Bu husus, mir ve nehiy ile reddedildi. Her ne kadar şarabın satın alınmasında har-anması ve dostun   Öldürülmesinde kullanılması ihtimali dahilinde olduğundan para ve kılıçla itiraz etti ve bunların verilmesinin caiz olmadığım söyledi. Biz deriz ki, suâlin tamamı şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ, onu kimin hakkında kullanılacağını bilir. Bunun gibisi görünen âlemde onun üzerine güçlenmesi ile vasfolunur. Allah-u Teâlâ ise onun benzeri ile vasfolunmaz"[542]. Evvelki mesele ile ifade edilen şeyle beraber yaratma hakkında da ifade bunun gibidir. Fakat ondan talep etti. O hususta mu­hayyer kılındı[543], yoksa onunla değil. Bunda verme yönü yoktur. Çünkü o. minnet ve nimet vermenin bir nevidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun itiraz ettiği şey, fasiddir. Çünkü onun iki yönden kullanılması muhtemel değildir. Binâenaleyh o husustan bu vecih için reddetme bu­lunmaz. Kuvvet ise ancak onlardan biri ile muhtemel olur. Onlardan bi­rinin kuvvetle vukûbulmasından hâli kalması caiz olmaz. Bu ise muhak­kak bilinir. Binâenaleyh onun gayrini reddetmeyi ifade etmeye muhte­mel olmaz. Sonra şöyle diyor : Eğer sen «Asî ve günahkâr olan yaptığını Allah'ın kudreti ile yapar» dersen niçin «Gerçekten mâsiyet Allah'tan­dır» demiyorsun?

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O gerçekten iki yönden hata etmiştir. Birincisi, onun hasımları, masiyetin Allah'tan olduğunu ifade etmiyorlar, ikincisi : Kulun fiili, Allah'ın kudreti ile vaki olur denmez. Fakat onu Allah'tan talep etme kudreti ile vaki' olur denir. Buna birin­cisine verdiği cevap gibi cevap verdi ki gerçekten Allah, itaat etsin için verdi ve bunu tamam kıldı. Biz, birincisinin yönünü ve bu sualdeki hata­sını beyan ettik.

Sonra, kendisine kudret hayır için yaratıldığına göre kul, onu başka yöne çevirmeye nasıl kadir oldu? diye itiraz olundu. Bunun üzerine şu id­diada bulundu : Gerçekten (enne)[544] o, ısıtan ve soğutan gibi değildir. Fa­kat kılıç ve para gibidir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Ona, kudret ne iki fiilin yapılmasına ve ne de onların yapılmamasına muhtemildir, denir. Senin karşılaştığın hu­sus ise, her ikisine muhtemeldir. Binâenaleyh kudretin, her ikisi için de­ğil, biri için yaratılmış olduğu sabit olur. Sonra kendisi ile soğuyan ve ısı­nan şeylerden senin zikrettiklerin gibi yaratılmış olanı kudretin onu bir yönden değiştirmesi ihtimali yoktur. Niçin kudretin onlardan biri için -yaratılmış olmasın. Halbuki o, biri için olan şeydir. Mahlûkat hakkında açıkça cari olan örf, bu hususu sana hayır üzere kudret sahibi olması için talep etmesini beyan eder. Eğer kudret şerre muhtemel olmasaydı, ona tahsis edilmesinin hiç bir manâsı, olmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine zenginlikle itirazda bulunuldu : Bunun üzerine «Maazallah; çünkü o, herşeyden ganîdir.» dedi ve kılıç ve para ile kendi­sine itiraz edildi.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O, bu hususta haddi tecavüz et­miştir. Çünkü kuvvetin baki kalması ihtimali yoktur. Halbuki ihtiyacı kud­ret ile vacip kılmıştır. Bu husus, müstahil olduğu zaman bununla gani ol­mağa arız olacak şey lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun karşılaştığı şey ise, varlık yararı idame ettirmez. Bilakis onu Tbekâ idame ettirir. Onun baki kılınmağa ihtiyacı vardır. O, kuvvette yok­tur. Bunun içindir ki, kendisinden sığındığın şey sana lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra hasmına öyle bir soru sordu ki, onun susturup bir şey deme­sine meydan vermedi. O, soru Allah-u a'lem şundan ibarettir : Hakikaten, mu'tezile iddia da bulunup diyor ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, kişinin öm­rünü bir müddet olarak verir, kişi o müddet içinde ömrünü tüketir. Al­lah-u Teâlâ'nın o, kişiyi kendisine verdiği müddet içinde baki kılması Al­lah'ın fiilidir. Allah bunu yapmasını murad eder. Allah, o kişiye bu müd­det içinde rızıklar takdir buyurmuş idi. Sonra Allah kullarından birine Öy­le bir kuvvet verdi ki, onunla Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği müd­det içinde yaşayıp, nimetlerinden yararlanmasını o kimseden meneder. Alemlerin Rabb'isi olan Cenab-ı Hakk'ı da, o kimseye verdiği sözünü ye­rine getirmekten meneder. Böylece Allah'la, o kimsenin hayatını cesedin­de baki kılacak olan Allah'ın fi'li arasına girmiş olur. Ve Rabb'isini ken­disinden menetmek suretiyle, düşmanının kendisini öldürmesi sebebiyle bunun kendi fiilinden olmasını murad etmiştir. Bu hususun tahakkuk et­mesinde, vadi yerine getirmeme, kahretme, mecbur kılma, ve fi'ilinden menetme gibi hususlar ortaya çıkar. Bunların hepsi de, Cenâb-ı Hakk'm o kimseyi bunlara kadir kılmasiyle olur, Bunlar da, acizlikten, sözde dur­mamakta, makbul elan yoldan olur, veyahut olmaz.

Müslümanların verdikleri cevaba, cevap vermek üzere der ki : Ger­çekten mesele her iş hakkında ifade edilen hakkındadır. Eğer o, olmamış olaydı, Allah'ın ilminde olması nasıl düşünülür idi? îgte müslümanlarm katında ifade edilen budur ki, gerçekten Allah'ın ilminde var olan şey o idi. Onun ilminde ve kudretinde, kendisinin başlangıçta o müddetin gay­rini meydana getirmeye salihti. İlmin de onun olmasını kılmış olsaydı, bu olan meydana gelmezdi.

Sonra sözünün hakikatine dönerek şöyle der : Zalim olan onu ancak eceli geldiği için öldürmüş idi ise, o malûm değil idi. Yine bazan başkasmm koyununu kestiği için övülür. Çünkü eğer koyunu kesmemiş ol­saydı muhakkak ölecekti. Sonra muhakkak sen, «Onu eğer öldürmemiş olsaydı eceli gelmezdi» dersin diye kendisine itiraz olununca «Maazallah, bilakis belki de onu benden başkası öldürür, yahut eceli bitmiş olur» dedi. Sonra, Allah-u Teâlâ'nın «... Kendisine ömür verilenin ömrünün uzatılma­sı, ömründen eksiltilmesi muhakkak bir kitabta (Levh-i Mahfuz'da veya Allah'ın ilminde) yazılıdır. Şüphe yok ki, bu Allah'a kolaydır,[545] kavl-i celîli ile ve Resûlüîlah'm (s.a.v.) «Sıla-i rahim (yakın akrabayı ziyaret etmek) ömrü ziyadeleştirir»[546] hadis-i şerifi ile ihticac etti. Bununla öm­rün bilinen bir miktarı olup sıla-i rahimle fazlalaşac ağını haber verdi. Buna göre Haclis-i Şerifin anlamı; eğer sıla-i rahimde bulunursa Levh-i Mahfuz'da eceli şu kadar olur, eğer bulunmazsa eceli şu kadar olur, şeklin­dedir. Sonra kendi aptallığına dönüp mutlak olan bir mevhumla itirazda bulundu. Eğer «Bu hususta, başka bir ş$y değil, men'i reddetmek vardır. Kudrette ise fiili men'etmek vardır», denirse buna «Kudrette de aczi men'etmek vardır, başka bir şey yoktur», diye cevap verdi. Ve devamla eğer ben kudretin icap ettiğini söylersem, kendisine ithal etmiş ve onun üzerine hamletmiş olurum. O fiil de benim gayrimin olur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Onun dediğini ve kendisi ile karşı­laştığı şeyi kim iyi düşünürse, onun cevabın dışına çıktığını yakinen anlar. Fakat biz, onun ciddi olduğu hususlardaki gafletini anlatırız ki, hasım­larının kendisi ile ayrıldıkları hususun tümü hakkındaki özrünü bilsinler. Çünkü bu onun ilmînin, Allah hakkında ulaştığı yerdir. Biz ona deriz ki, Alîah-u Teâlâ, onu Öldüreceğini bilir mi, yahut bilmez mi? Eğer evet bilir derse, kendisine «onun öldürmesi, hayatını yok edip ömrünü giderir mi? Yahut gidermez mi?» diye sorulur. Eğer hayır derse, var olan onu yalan­lar. Eğer evet derse, kendisine §öyle denir; «Onun ömrünün bitmesini, ru­hunun cesedinden çıkmasını başkası ile nasıl yaptı? Evet, eğer bu hususu biliyordu ise nasıl yaptı? Ve Levh-i Mahfuz'da, o, böyle yaparsa, şöyle olur; eğer böyle yapmazsa, şöyle olur; diye nasıl yazdı?» Bu olanı bilmî-yen kimsenin işidir. Amma olanı bilen kimse, böyle olur diye yazar. Eğer o, böyle olmamış olsaydı, felan böylece küfrederdi de Allah'ın gadabma müstahak olur. Eğer o, küfretnıemiş olsaydı, iman ederdi ve Allah'ın sev­gi ve muhabbetini kazanır. Amma o, yahut şu olur, diye olan hususu ke­sinlikle ifade etmeksizin konuşmak ise, sonuçları bilmeyen cahillerin iğidir. Sonra o, nereden ve nasıl, ilimden elde edilen bir haber olur ki, onu olmadan önce tesbit etmiştir. Bu kadarım bütün insanlar bilir. Yani, insan­lar felan, ya öldürülerek hayatını kaybeder, yahut tabii olarak ölür, iman eder, yahut küfreder, şu vakitte harekette bulunur, şu vakitte de bulun­maz diye herkes bilir. Levhden bu kadarı, her gemide bulunur. Ve her geminin levhidir. Yoksa Levh-i Mahfuz[547] değildir, fakat zayi edenin levhi olur.

Onun «Eceli gelirse, gerçekten onun eceli, Allah'ın ilminde olana göre katlin gayri ile değildir, sözü ise, o, gerçekten Allah'ın ilminde ol­duğu gibi öldürür. Fakat kendisinden nehyedilen katil ile yahut, Allah'ın ilminde olana göre emredilenle öldürür. O, Allah'ın ilminde olduğu gibi, iman eder ve küfreder. İşte Allah'ın ilminde olan bu husustur. Onların hepsi onun akıbetinin nereye varacağı Allah'ın bildiği hususlara dahildir.

Eğer onu işlememiş olsaydı, akıbetinin ne olacağı ve sonunun nereye varacağı hususu Allah'ın ilminde idi. Ecel de bunun gibidir. Buna göre, Allah-u Teâlâ, onun sıla-i rahimde bulunacağını bildiği için onun ömrü­nü kendi ilminde sıla-i rahimde bulunmayandan daha çok ve uzun kılmış­tır. Âyeti celîlenin emri de böyledir. Zira onun fiilinin, ilminin dışında ol­ması mümkün değil. Onların dedikleri, bu hususta makul olanıdır, te'vil ehli âyet-i celîle hakkında şöyle diyor : «O, ömrünün sonunu ve ömrün­den geçen her vaktin noksanlaştığmı beyân ediyor. Bir grup da, o, ancak mahlûkatm, uzun ömürlü, kısa ömürlü olmaları arasında bulunan muh­telif ömürlerdir. Yoksa, Allah-u Teâlâ, birine bir ömür verir de sonra ken­disine zahir olan lüzuma binâen ömrünü ziyadeleştirir veyahut noksan-laştınr anlamına değildir. Tıpkı cahillerin ve işlerinde şek ve şüphe eden­lerin yaptığı gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ, «Her ümmet için takdir edilen bir zaman (ecel) var. Müddetleri gelince bir an geri kalmazlar ve öne de geçmezler»[548] buyuru­yor. Onun ifade ettiğine göre; onların ecelleri gelmez, bilakis, ecelleri gel­mezden önce öldürülürler. Yine Allah, ömrü ziyade kılmaz.

Şu vakte kadar ömrünün idâme ettireceğine garanti verdiği hususu bakî kılmaya kadir olmayan kimse sıla-i rahim sebebiyle diğer bir ömrü ziyadeleştirmeye nasıl kadir olur? Bilakis ona düşmanını kadir kılmıştır. Hatta kendisini ondan menetti. Cenab-i Allah, bu gibi vasıflardan yüce­dir, berî ve münezzehtir.

Sonra kendisine denir ki, ona verilen müddetten zikrolunan husus, Levh-i Mahfuz'da onu, ecelinin gelmesi anına kadar Allah'ın bakî kılmam, yahut o vakte kadar bakî kalması, yahut eğer Öldürülmezse idi, onun baki kalması veyahut Allah'ın onu baki kılması yazılmış değil miydi? Eğer bi­rinci ve ikincisini yani Allah'ın onu, o müddete kadar bakî kılacağını ifade ederse, Allah'ın haberinde yalan olduğunu ve Allah'ın vadinden hulf et­tiğini iddia etmiş olur. Eğer üçüncüyü kabul eder, öylece konuşursa, ken­disine «Onun öldürüleceğini Allah biliyor mu idi, yoksa bilmiyor muydu?» denir. Eğer hayır bilmiyordu derse, o, kellesinin bedeninden ayrılmasına ve Allah'ın azabında ebedi kalmasına müstahak olmuştur. Eğer evet bili­yordu derse, kendisine «bilmediğini niçin yazdı?[549] denir. Çünkü bu, örfte cahillerin yaptığı iştir. Allah-u Teâlâ'yı bilen akıllı kimselerin onu söy­lemekten kaçındığı hususlardandır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine Allah-u Teâlâ'nın öldürülmiyeceğini bildiği kimse ile itiraz olundu. Çünkü onu öldürmeyi nıurad ediyorlar, onu etkilendiri­yorlar ve güçlerinin ihtimal ettiği tüm varlıkları ile onu öldürmeyi kas­tediyorlar. Sonra Allah'ın bildiği şey üzere oluyor. Bunlar Öyle sebebler-dir ki, onlardan birinden bu sebeble fiilin vaki olduğunu göremiyorsun. Fiilin vukubulması da onun yalanıdır. Ancak şöyle demesi hariç : Onu meneder, buna göre Allah-u Teâlâ'nın bildiği kimselerin hepsi hakkında Iruvvetle beraber men olmaz demesi kendisine lâzım olur. Bu husus ken­disine lâzım olduğu zaman da Allah'ın bildiği her şey hakkında, kul ona razı olmadığı vakit olur demesini reddetmesi lâzım gelir. Bunun üzerine, her hayır ve şer olan, düşmanlarının sözünün ona götürdüğünü zannet­tikleri red ve menetmekle olur ki, onları bulundukları görüşlerine ileten de budur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Serbest bırakmak ve hâli kılmaktan zikrolunan husus ise üç yönden mütalea edilebilir bir sözdür; güçlüğü kaldırmak ve menetmek. Yahut onunla emretmek. Veyahut da güçlüğü mubah kılmak. Bunların hepsi hayır hakkında mutlak olarak yani kayıtsız şartsız olur. Şer hakkında ise ancak kayıtlı olur ki, o, mecbur ve güç olmaz. Böyle olduğu zaman da zikrolunan şeyle onun itirazda bulunması fasit ve batıl olur. Bizden men' ile cevap verilen de haktır. Allah-u Teâlâ, kavl-i celîlinde : Men'i zikret­tikten sonra «... Eğer tevbe ederlerse, Namaz kılıp zekâtlarını verirlerse kendilerini serbest bırakın...»[550] buyuruyor. İnsanların «Ey Allahım, sana itaat etmek için bize güç ver», diye dua etmeleri hoş karşılanır, fakat «Ey Allah'ım bizimle sana olan teatimizin arasını serbest bırak!», diye niyaz­da bulunmaları iyi karşılanmaz. Binâenaleyh onlardan birinde bulunan halin, diğerinde bulunmadığı sabit olur. Ve böylece o, kudretin yok olduğu zaman fiilin işlendiğini söyler. Halbuki kendisinde kudret bulunmaz. Fa­kat fiilîn işlendiği vakit hâli kalma ve serbest bırakmanın kaldırıldığını söylemez ki onunla sonra kadir olduğu şeyi bilsin. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra rızıkla ilgili sual sorarken Öyle bir kelam etti ki; o verihle soru­lan suâle kimse razı olmaz. Bilâkis, onun hakkındaki suâlin vechi şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allah'a aittir...»[551], kavl-i celîli ile rızık vermeğe vaadedmce ona mülkü ile veyahut ona itham ettiği ile malik olmuştur. Amma her hangi birisinin Allah-u Teâlâ'yı vaadettiği hususu yerine getirmekten menetmeye kadir olması, hatta, kendisine sözünde durmamak ve vaadini yerine getirmekten aciz kalmak gibi hususların lâhik olması, Allah-u Te-âîâ'nın fülinin başkasının kudreti altında olduğunu ifade eder. Böylece gayri ile sözünü yerine getirmeğe vaadettiği geyi vermeğe kadir olur. Bu ise çok büyük bir iştir. Yahut o kimse bu hususlara kadir olmaz. Böylece herhangi birisinin hakikatte o yönden başkasının rızkı olan ile rızık ver­mesi batıl olur. Veyahut ona kadir olur. Bu husus eğer kendisi ile beraber olan kudret hakkında olursa bu kendisine lâhik olan bir[552] vahşet olur. Çünkü o bilir ki rızkını o yönden talep etmiştir.

Der ki: Verrâk suâl sorup onlara şöyle denir dedi; Allah-u Teâlâ'yı düşünüp murakabe etmeğe kadir olduğu halde, Allah'a isyan etmekten kendisini koruyan bir kimse var mıdır? Eğer hayır, yoktur, derse pey­gamberleri vasfetmekte büyük konuşmuşlardır. Çünkü onlar bunu işle­memişlerdir. Eğer evet derlerse; fiilden Önce masiyetin bulunduğunu söy­lemeleri lâzım gelir.

Allah'ın izni ve tevfikiyle kendisine deriz ki; eğer sen kudretle, kulun zayi etmesi olmasaydı, muhakkak arız olacağı kudretin hallerinden ibaret olanı kastediyorsan ne ala, ne güzel. Bütün peygamberler ve Allah'ın seç­kin kulları böyle idiler. Eğer onunla fiille beraber olan kudreti kastedi­yorsan suâli başka noktaya intikal ettirdin. Ve «Kendisi masıyeti işlediği halde, günahları baki kılmakta Allah'ı murakabe eden biri var mıdır?» diyen kimse gibi oldun. Bu ise hiç bir manâsı olmayan hususlardandır. O da sana itiraz ederek «Peygamberlerden bir peygamber, Allah'tan bil­diği, yahut Allah'tan alarak haber verdiğinden masiyeti baki kılmada Al­lah'ı murakabe etti mi?» diyor. Her ne şekilde bir şey hakkında verirse, birinci sorunun cevabı da onun gibidir. Sonra şöyle denir : «Allah-u Teâlâ, velilerinden birine, kendisine düşman olmayı meydana getirecek kudreti ondan menetmekle ihsanda bulundu mu?» Eğer evet bulundu derse biz ona deriz ki;[553] Cenab-i Allah, gerçekten kendisine isyan etmeleri için ve­lilerine kudret vermez. Binâenaleyh düşmanlarına da kendisine itaat etme kuvvetini vermemesi kendisine vacip olur. Bunda ise az önce inkâr ettiği husus vardır. Eğer hayır derse Cenab-ı Hakk'ın velilerine kendisine düş­manlık yapmaları için kuvvet verdiği