Konu Başlığı: Fırkaların,Kulların Fiilleri Hakkındaki İhtilâfı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Temmuz 2011, 09:31:48 Fırkaların,Kulların Fiilleri Hakkındaki İhtilâfı Fakih Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Müslümanlar, kulların fiilleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları, kulların fiillerini mecazî olarak onlara isnad ettiler. Fiillerin, hakikatte ise Allah'a isnad edildiğini, birkaç yönden öne sürdüler : Birincisi; fiillerin Allah-u Teâlâ'-ya isnad edilmesinin vacip[354] olması. Çünkü bütün olarak her şeyin yaratılması, Allah'a isnad edilir. Allah-u Teâlâ'ya fiillerin mecaz Olarak isnad edilmesi caiz değildir. Çünkü o, hak ve gerçek olan faildir; hiç bir şey, kendisini acze düşürmeye kadir değildir. Fiilleri kullara isnad etmek, Allah'ın kudretinin dışına çıkarmak, ve fiilinin hakikatini gidermek olur. Kendisinde şek ve şüphe edilmeyen hususlardan bir çoğu Allah'a izafe edilmiştir ki, gerçekten Cenab-ı Hakk, onu, fiillere boyun eğme, sanatı olan bir san'atla kullarda yaratmıştır. Tıpkı ölüm, hayat, uzunluk, kısalık, hareket, sükûnet bulma, toplanma ve parçalanma gibi. Bunların hepsinin faili Allah'tır. O, bunların hepsine kadirdir. Bizim zikrettiklerimiz de bunun gibidir. Bunların Allah'a izafe edilmesi, Kur'an-ı Kerîm'de de açıkça ifade edilmektedir. Bunlar, azaplandırma ve benzeri gibi hususlarda gerçekten Allah-u Teâlâ'nın yaratması ve hepsinin onun emri ve hükmü altında bulunduğu görüşünü benimsemişlerdir. Cenab-ı Hakk, bunlarda dilediği gibi tasaruf eder. Her mâlik olan, kadir olduğu kadannca kendi mülkünde tasarruf ettiği gibi. Her ne kadar bunların hepsi mecazî olarak ifade ediliyorsa da. İkincisi : Hakikaten fiili başkasına gerçekleştirmekte, fiilde bir birine benzeme olur. Halbuki Cenab-ı Hakk, bu hususu «...yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü?...»[355] kavl-i celîli ile nefyetmiştir. Mülklerin hakikati cevherlerde bulunmadığı zaman bunları ilzam etmede, nıülkde birbirine benzeme vâki olur. Fiillerdeki benzeme de bunun gibidir. Ve yine eğer kul için inkâr etme ve yoktan varlığa çıkarma olmuş olsaydı, bu «yaratma», anlamına olmuş olurdu. Bunun üzerine «yaratıcı» ismi lâzım gelirdi. îşte bu husustur ki, «Allah'tan başka yaratıcı yoktur», demekle umûmun çekinip ifade etmekten kaçındığı hususlardandır. Allama Ebu Mansur (r.a.) diyor ki: Bizce ise kulların kendi fiillerinin bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu husus naklî, aklî delillerle ve zaruriyatla sabittir ki, bunları reddeden kimsenin kibirli ve kendini büyük gören kimse olduğu anlaşılır. Naklî delil ise, iki yönden mütalâa edilmektedir : Birincisi; fiilin işlenmesi ile emredilme, işlenmesinden nehyedilme. İkincisi ise : Fiil hakkında bildirilen vaid ve fiil için verilecek olan mükâfatın vaadi. Bunların hepsine fiil ismi veriliyor. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın §u âyet-i celîlele-rinde bu hususları açık-seçik olarak ifade buyurduğu gibi: «...Artık dindiğinizi yapın,..»[356], «...ve hayır yapın ki, kurtulasımz...»,[357] Cenab-ı Hakk ceza hakkında da şöyle buyurmuştur : «...îşte böylece Allah, onlara bütün yapbklarım hasret ve pişmanlıklar halinde gösterecektir; ve onlar ateşten de çıkacak değillerdir.»,[358] «(Bütün bunlar, Cennet'liklerin) işledikleri amellere mükâfat içindir.»,[359]«Zira, kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.»[360] Daha bunlardan [361]başka kullara amellerin isinılerini ispat eden âyetler varid olmuştur. Kulların fiillerine de emir, ne-hiy, vaad ve vaîd ile fiil isimleri isnad edilmiştir. Allah-u Teâlâ'ya isnad edilmekle bunlar nehyedilmez. Bilâkis onlar, yok iken sonradan var etmesi ve bulundukları hal üzere yaratması ile gerçekte Allah'a isnad edilir. Kullar için o fiilleri kesbedip işlemeleri görülür. Hakikaten Allah, emretmiş ve nehyetmiştir. Kendisinde fiil bulunmayan bir şeyle birisine onu yapmasını emretmek, veyahut kendisinde yasaklanmış olan bir şey bulunmıyanla kişinin yasaklanması mümkün değildir. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsam ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor...»8 buyurmuştur. Eğer hakikatte fiilin mânâsı olmadan bunlarla emretme' caiz olmuş olsaydı; dün yapılmış olan veyahut geçen yıl yapılan veyahut da mahlukatm yaratılması için bugün emir vermek caiz olurdu. Her ne kadar mahlûkatın emri hakkında hiç bir mânâsı yok ise de. Sonra tat, masiyet, fuhşiyat ve diğer yasaklanmış irtikâp edilmesinin Cenab-ı Hakk'a isnad edilmesi ve Allah'ın emrolunmuş, nehyolun-muş, sevaplandırılmış, mükâfatlandırılmış, azaplandırılmış olması, aklen doğru değildir ve çirkindir, öyle ise fiilin bu yönlerden Allah'a isnad edilmesi bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır, Yine gerçekten Cenab-ı Hakk, dünyada kendisine itaat edene sevap vadetmiştir. Kendisine isyan edeni de cezalandırıp azap çektireceğini beyan buyurmuştur. Eğer her iki emir de kendi fiili olsaydı o takdirde zik-rolunan hususlarla cezalanan da kendisi olurdu. Sevap ile asap hakikat oldukları zaman emredilmek ve nehyedilmek de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine böylece bir kimsenin kendisine emretmesi, yahut kendisine itaat etmesini veyahut da isyan etmesini,[362]emretmesi mümkün değildir. Allah-u Teâlâ'ya da boyun eğip zelil olan kul, itat eden, asî olan, sefîh ve günahkâr olan diye isim verilmesi müstahildiî*. Allah-u Teâlâ, bunların[363] hepsi ile kendilerine emrettiği ve onları nehyettiği kimselere isim olarak vermiştir. Gerçekten bu isimler, kendinin olduğu zaman böylece Rab o olur. Kul da, yaratan da, yaratılan da o olur. Orada bunlardan başka bir şey yoktur. Bu ise, akli ve naklî delillerle reddedilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Ve yine herkes kendisinin yaptığı,[364] işte serbest olduğunu ve kendisinin fail ve yapan, kazanan olduğunu bilir. Kendisinin bilinmesinin yolu duyu olan hususlardan onun gibisinin men'edilmesi caiz olsaydı, onun gibi olan bütün âlemin bilinmesi iptal olurdu. Bu ise memnudur, mümkün değildir. Cebriye mezhebinin sözü ve görüşü de onun gibidir. Bu Öyle bir görüş ve sözdür ki, kendsi hakkında uzun uzadıya kelâm etmenin hiç gereği yoktur. Çünkü o mezhebin taraftan ve tabi olanları gayet azdır. Mezhep sahibinin, hakkında konuşup fikir yürüttüğü hususun hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü o, kendisinden her fiil ve sözü nefyet-miştir. Fiil ve söz yok olunca da söylenilen söz, ileri atılan fikir bâtıl olur. Bununla kendisi ile münazara edilir ve delil getirilir. Böylece öne sürmüş olduğu deliller yok olup gider. Bir kısım insanlar, ilim, vücud, olmak ve bunlardan başkaları ile birbirine benzeme vukubulur sanmaları ile onlara itiraz etmişlerdir. Bunlar, eğer orada idrak etmeğe muhtemel olan akıl bulunursa lâzımdır. Fakat onlar öyle bir zümredir ki, mahlukatm sınırı dahilinde bulunan şeyle, zaruriyattan olan ilmi inkâr ettiler. Öyle ise onlarla münazara etmenin bir anlamı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır. İnsanlardan bazıları ise kullara fiiller isnad ettiler. Fakat onlardan[365] fiillerde bulunan tedbiri nefyetmiştir. Ve kullardan[366] fiillerin yaratılması için kudreti gidermiştir. Onların fiillerdeki dileklerini[367] tıpkı nefislerin kendisi ile eşyanın hakikatlerinin kendilerinden hariç elmasım temenni eden bazı kimseler gibi yapmışlardır. Bu husus hakkında da emir, nehiy, sonra vaad ve vâid ile delil getirmişlerdir. Halbuki bizim zikrettiğimize nazaran onun gibisi emreden, nehyedenin hakikatine veyahut da aleyhine olan vaîd veyahut leyhine tecellî eden vaadine rücu' etmesi mümkün değildir. Bu hususta delil olarak emir ve nehiy ifade eden âyetleri okudular, aklî deliller zikrettiler, sonra ceza âyetlerini okudular. Bunların hepsi, Allah'a hamd olsun Kur'an okuyan kimseler için ayan beyândır. Sonra bu hususlar da kendilerine Cebriyye mezhebinin söz ve fikirlerinin fasid olduğu hakkında açıkladığımız hususlarla yardım görmüşlerdir. Fiillerin Allah'a izafe ve isnad edilmesinde; fiilin hakikatinin gayrinde, fiiller iki vecih üzere meydana çıkarlar. Birincisi; sebeple ki, o, serlerin bulunmaması ve hayırlar ile emretmekle beraber, fiiller onlardan olmuş olur. Her ne kadar fiillerin hakikati onun için olmazsa da kendisinde sebepler bulunana, fiiller ienad ve izafe edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır. İkincisi; gerçekten mihnet ve meşakkat anında kendisine izafe ve isnad edilmek, fiiller ile kendisinde tasdik ve yalanlama hali[368] bulunan ile olur. Tıpkı îman ve İmansızlık bakımından fazlalaşmaları hususunda Kur'an-ı Kerîm'e izafe edildiği ve duaya izafe edildiği ki, [369] kendilerine nefreti ziyâdelegtirmigtir. Veyahut bir kavme ki, onlar Allah'ın zikrini unutmuşlardır, veyahut kendilerine ibadet etmesiyle insanlardan çoğunu helak eden[370] putlara isnad edilmesi gibi. Bunların hepsi beşerin fiille-rindendir. Allah'a isnad ve izafe edilme de onun gibidir. Haller, gerçekten bu hususlara muhtemeldir. Tıpkı dünyaya gurur ve benzeri ile gurur meydana gelen hususu meydana çıkaracak dünya ziynetlerine izafe edildiği gibi. Her ne kadar onlarda fiil hakkı olmasa da. Ve evlerden hâli olan[371] köylere, konuşmaktan bağlı[372] olana ve konuşabilmiş olsalardı şikâyet etmeleri bakımından hayvanlara izafe edildiği gibi. Allah'a izafe etmek de bunun gibidir. Çünkü ihmal etme, hemen hemen fiillerine rıza gösterdiği hakkında kendileri için delil olması bakımından nimetleri izhar etme ondandır. Bunun içindir ki, onlar, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendilerine fiillerden kendilerinde ihmal ve tehir bulunan hususlarla emretiğini sandılar. Kuvvet ancak Allah'tandır. Müslümanlardan bazıları kulların fiilleri olduğunu ve o fiilleri ile asî ve mütteki olduklarını ileri sürdüler. Kulların fiillerini Allah-u Bâlâ'ya izafe etme bakımından sebkat eden hususu itibare alarak ilk önce Allah-u Teâlâ'nın halk ettiğini ve ikinci olarak da kulların meydana getirdiklerini öne sürdüler. Kullara izafe edilen husustan zikredilen, Allah'a izafe edilenden başka bir şey değildir. Bu, akıldaki cihetin ihtilâf etmesine götüren anlamınadır. Tıpkı sapıttırmak, gekke düşürmek, hidayete ulaştırmak ve korumak gibi. Sonra in'âm ve ihsanda bulunmak, rezil - rüsvay etmek, yükseltmek, sonra her iki yönden ziyâdelegtirmek, sonra zorlaştırmak ve kolaylaştırmak, genişletmek ve aarlatmak gibi hususlar da böyledir. Bu hallerin kendisi ile vasfolunan şeylerde ki zıddiyetin bulunması ile var olması mümkün değildir. Hidâyete ulaştırma, sapıttırma, rüşd ve azgınlık, istikamet[373] ve şek, şüphenin[374] mahlûkata izafe edilmesi. îki vecihten birisinin bulunması, diğerini gerçekleştirir. Çünkü Allah'a izafe edilen şey, manâlarının üzerine vâki olduğu zıtları-na izafe edilmekle beraber mutlaka izafe edilmez. Böyle olunca gerçekten o fiilin hakikati kulun kesbî olması bakımından kula isnad edildiği, yaratma bakımından da Allah'a isnad edildiği sabit olur. Bunun delili şudur M; hakikaten Allah-u Teâlâ'nın fiili gerçekte onun yaratması demektir. Bunların hepsi eğer Allah'a yaratma ismi ile izafe edilmiş olsa, ondan bu hususta yaratmaktan başka bir şey anlaşılmaz. Onlardan bazıları kulun fiilini ve kesbini anlamıştır. Tıpkı «Genişlik ve darlık yarattı ve sapıklık, hidayet yarattı ve benzerleri» dediğimiz gibi. îlk ifade edilen husus da bunun gibidir. Bununla beraber eğer iki yönden biricini haller yahut sebepler veyahut anlaşılanın hakikatinden menedilmesi caiz olsaydı diğeri de onun gibi olurdu. Onların hepsi hakikat değil, mecazdır. Bunun içindir ki, her iki söz cebriye ve kaderiye mezheplerinde karşı kargıya gelmiştir. İşte bu huşu, mürcie ve kaderiyye mezheplerine lanet edildiğinin manâsıdır. Mürcie mezhebinden olanlar, bütün fiillerin Allah'a ait olduğunu, kulun fiillerde hiç bîr rolü bulunmadığını[375] söylediler. Kaderiyye mezhebi ise, fiilleri yaratmanın Allah-u Teâlâ'ya isnad edilmesi kadannca Allah'a izafe ettiler.[376] Fiillerde Allah-u TeâJâ1-nııı hiç bir tedbiri ve idaresi yoktur[377] dediler. Doğru olan her iki sözün yani Allah'ın yaratmasının, kulun da kesbetmesinin ifade edilmesidir ki, Allah-u Teâlâ, kendi zatını vasfetmig olduğu şeyle mevsuf ve onunla hamdolunmuş olsun. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın gu âyeti celîlelerde beyan buyurduğu gibi : «îşte bu sıfatlara sahip olan Rabb'imiz, Allah'tır. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Herşeyi yaratan O'dur...»[378], «...Yine O, onu devam ettirmeğe ve hergeye kadirdir.»[379] ve mufassal olarak adalet olması iğin yukarıda zikredilen iki hususun ifade edilmesi gerekir : Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn şu âyet-i celilerinde ifade buyurduğu gibi : «...Yoksa Rabb'in, asla kullara zulmeci değildir»,[380] «...Eğer Allah'ın nimet ve rahmeti üzerinize olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytan'a uymuş gitmiştiniz.»[381]Sonra bizim açıkladığımız hususta kâfi derecede delil bulunması ile beraber bu hususu ifade etmeği gerektirenin delili, kulun fiillerinde onların düşüncelerinin ulaşamadığı ve akıllarının takdir edemediği hallerin bulunmasıdır. Ve yine kulun fiillerinde gaye ve maksatlarının son bulduğu ve akıllarının ulaştığı başka bir hallerin dahi bulunmasıdır. Öyle ise şu husus sabit olmuştur ki, gerçekten kulun fiilleri birinci yönden onlara mahsus değildir. İkinci yönden ise, kendilerine aittir. Birincisi; tıpkı bir şeyin yok iken varlığa çıkmasının tasvir edilmesi gibi ve tıpkı fiili hava ve mekân kadarınca ve eğer kendisine avdet etmeği istese, kendisi bulunmaksızın ona avdet etmesinin, kendisine mümkün olmayan fiilin elde edilmesi gibi. İkincisi, yapılması em-rolunan ve yapılması yasaklanan hususlarla hareket edilmesi ve sükûnet bulması gibi. Böylece sabit olur ki, kulların fiilleri, birinci veçhe göre kendilerine ait değildir. İkincisine göre ise kendilerine aittir. Eğer onların fiillerinin kendi kasıtlarının dışında zahir olması ile —ki, onların hepsi zikrolunduğu gibi muhteliftir.— Birinci veçhe göre gerçekleşmesi caiz olsaydı —halbuki onlar onun gibisine avdet etmeğe âcizdiler— âlemin bulunduğu hal üzere kadir olmayan, bilmeyen ve her şeyin miktarlarını anlamıyan kimse ile var olması caiz olurdu. Yine âyetlerin beşerle bulunduğu hal üzere bulunması caiz olurdu. Her ne kadar onun ayniyle ve benzerine ilim olmasa ve onlara hâkim olan bir kudret bulunmasa da. Zikrettiğimiz şeylerin mahlûkatın gücünün dışına çıkması ile bir yaratıcının bulunduğunu ve peygamberlerin gönderildiğini söylemek, onlara gerekirse onun gibisini kullann fiillerinde ifade etmek onlara lâzımdır. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[382] buyurmuştur. Böyle olmamış olsaydı, birbirine benzeme hususunda ifade ettiğim yönden mahlûkata benzemesi gerekirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine biz kullann fiillerinin güzel ve çirkin olmak üzere meydana çıktığını görürüz. Fiillerin sahipleri, fiillerin güzelliğe ve çirkin olmağa ulaştıklarını bilmezler. Belki onların katında fiilleri kendi nefisleri güzelleş-tiriyorîar, süslüyorlar. Hal bu ise fiiller, olduklan hâl üzere meydana geldiği vakitte kendilerine olmaksızın düşündükleri halin dışında meydana geliyorlar. Her ne kadar fullerin o hâl üzere onlar için olması caiz olsa da. Onlar, güzelliğin ve çirkinliğin ne dereceye ulaştığını bilmezler. Öyle ise fiili çirkin yapan cehalet olmadığı gibi, fiili güzelleştiren ilim de değildir. Böylece gerçekten onların fiilinin bu yönden kendilerinin olmadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Ancak şöyle demeleri müstesna : Fiiller, kendi nefisleri ile böylece idirler. Fiilin güzel olması ve çirkin olması doğrulandığı vakitte ona fiilin kendisi emreder.[383] Allah-u Teâlâ ise fiili emretmekte o şey'in kendisinden daha lâyıktır. Çünkü şey, kendi nefsi bakımından[384] bulunduğu hâli bilemez. Bununla beraber eğer güzelliğin ve çirkinliğin kendilerini yaratan ohnaksi2in meydana gelmeleri caiz olsaydı, her şeyin yaratıcı olmaksızın var olması caiz olurdu. Bu hususu ifade etmek, düşünmek, islâm-dan çıkmak demektir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine biz, fiillerin sahiplerine eziyet verici, yorucu ve elem verici olduğunu görüyoruz. Tabiatın eziyet verici olmaksızın ezâ görmesi, yorucu bulunmaksızın yorulması, elem verici olmadan elem duyması mümkün değildir. Böylece sabit olur ki, gerçekten fiiller kendileri ile faydalanma ve lezzetlenmek için Rab'leri kasdoîunursa onlar, elem vericidir, yorgunluk ve eziyet. vericidir. Yine sabit olur ki, fiiller, kendileri böyledir. Yoksa kullarla beraber değil. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine mahlûkat arasında bilinen şu söz vardır ki, Allah'tan başka Allah yoktur. O'ndan başka da Rabb yoktur. Eğer biz, fiillerin meydana gelmesini ve yokluktan varlığa çıkmalanm, sonra var olduktan sonra yok olmalarım, sonra Rabb'lerinden takdir edilmek üzere meydana Sıkmalarını ifade edersek, onları mahlûkatı mahlûkat yapan hususla mutlaka vasfetmemiz gerekir. Böyle söylemekte, Allah'tan başka bir yaratıcının bulunduğunu söylemek gerektirir. Buna cevaz vermek, zikrettiğim kimsenin sözünü nakzeder. Bununla beraber eğer o husus caiz olmuş olsaydı, kendi fiilnin Rabb'i olduğunu söylemek cazi olurdu ki bu da reddedilmiştir. Tevfik Allah'tandır. Yine gerçekten kulların fiillerinin hakikati zahiri olan hareket ve sükûnetten ibarettir. Allah-u Teâlâ onlara kadirdir. Eğer Allah kadir olmasaydı32 kullan fiilleri meydana getirmeğe kadir kılmazdı. Böylece bizzat fiiller Allah'ın kudreti altında bulunmuş olurlar. Allah, fiillere kulu kadir kılınca kendisinden kudreti gider. Kudreti kendisinden[385] zail olduğu zaman da, kendisinden zail olan kudretle kadir olmuş olur.34 Sıfatı böyle olan Rabb değil, kul olur. Tevfîk Allah'tandır. Bununla beraber, hareket ile sükûnet ikisi de bulundukları hal ile kendilerine bakıldığında birbirlerine muhalif değiller. Bakan kimse ikisinin arasını ayırd etmeğe bir yol bulamaz. Eğer şüpheye düşüp birbirine benzetmenin hakikati olmasaydı, iki şeyin arasının ayırd edilmesi ihtimali bulunmazdı. Fi'lin birbirine benzeme, iki fiilden birine isim vermesi vacip olan şeyle kendilerine isim verildiğini söylemek gerektirir, îşte bunda birbirine benzeme bulunur. Çünkü görünürde fiillerin birbirleriyle bulunması, faillerin birbirlerine benzemesini gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine tevhîd ehlinin mahlûkatın hadis olduğunu bildiği husus, mah-lûkatm, birbirinden ayrılma, bir araya toplanma, hareket etme ve sükûnet bulmanın dışına çıkmalarının mümkün olmamasıdır. Bu haller, hakikatte onları yerine getiren kimsede, Allah'ın yarattığı olmasaydı her hangi bir cismin ve varlığın bulunduğu hal üzere Allah'ın fiili olduğunun anlaşılmasını tesbit etmemize gücümüz yetmezdi. Çünkü, isimlerden bizim zikrettiğimiz fiillerin, Allah'ın gayriyle vukûbulması tahkik edilmesi caiz olur. Her ne kadar o fiülerin kendisiyle bulunan kimseyi görüyorsak da. Böylece âlemin hadis olmasının delili onu Allah'ın gayrinin ayakta tutması üe olur. Çünkü, onun kendisinden olmayan şeylerden zikretiğimiz hallerden kendisinden izhar etmesine bir yol bulamaz. Halbuki; o haller olmasaydı âlemin hadis olduğu bünmezdi. Öyle [386] Kitabın aslında «lev> kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip notta varid olmuştur. ise, ona bilmenin yolu bâtıl olur. Çünkü âlemi olduğu gibi bulunduran Allah'tır. Sonra vaktaki halleri hepsinin Allah'ın gayriyle var olması ihtimali bulundu; O hallerle Allah'ın kendilerini yarattığı sabit olmaz. Cisimler ise ancak o hallerle belli olup bilinir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetinin bilinmesi için bu sözü delil yapması, rububiyetinin anlaşılması için de şahid kılması bâtıl olur. Korunma ve kurtuluş Allah'tandır. Yine gerçekten Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Allah, hiç evlâd edinmemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah'la beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[387] Sonra Allah Celle-celâhülû hiç bir araz (sıfat) yaratmamıştır ki, onda, kendisini, Allah'ın yarattığım bildiren bir delil yaratmasın. Çünkü bizim zikrettiğimiz hususlar için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde, toplanan, ayrılan, hareket eden, hareketsiz olan yaratığın bulunması caiz olur. Ancak ne var ki biz onu göremeyiz. Tıpkı mahlûkatın içinde her ne kadar kendisi görünse de bizim cevheri ile kendisini göremediğimiz yaratıklar bulunduğu gibi. O fiiller, kendi varlıkları ile görünmezler. Onlar, ancak cevherde bulunan hallerin değişmesi ile bilinir ve görünürler. Cevherlerin görünmemesi mümkün olduğu zaman, onların benzerlerinin, yaratanları için ilim kılmmadıkları ve onunla götürülmüş olmaması caiz olur- Nasıl oldu da bununla mu'tezilenin sözü, mulhidlerin sözüne zıd düştü; onu nakzeti. Halbuki bu görüşte mu'tezile, mulhidlerle beraber bulunmaktadır. Sonu bu olan sözden bizi koruyup kurtarmasını Cenab-ı Hak'tan dileriz. Gerçekten noksan' olan kudret, mahlûkatın her biri için bulunan kudretten ve Allah'ın gayrinde olmayan şey üzerindeki her kudret için olandan ibarettir. Bu takdirde Allah'ın kulunda[388] bulunan husus üzerine hiç bir kudreti olmaz. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın kudreti de her nok-sanlaşmiş olanın kudreti gibi olur. Cenab-ı Hakk, mahlûkatın sıfatları ile mevsuf olmaktan beri ve münezzehtir. Tevfîk Allah'tandır. Yine kudretin altında olan şeyin Allah'ın kudretinin dışına çıkması caiz olsaydı, hatta o, bir şey olmayıp belki[389] bütün mahrukattan daha çok olanların Allah'ın kudretinin dışında olması caiz olsaydı, biz nasıl Allah'ın vaadine ve vaîdine inanırdık? Ve Alla-u Teâlâ'nın öldükten sonra tekrar dirilme hususundaki vaadini işiten kimsenin kalbi nasıl mutmain olurdu? Ve yine eğer Allah dilemiş olsaydı mahlûkatın aynısını yaratırdı diye verilen habere nasıl gönlü yatardı? Onun sivrisinekten daha kuvvetil olan bir şeyi yapması şöyle dursun, sivrisineği meydana getirmeğe dahi kudreti yetmiyor. Kuvvet ancak Allah'tandır. Hakikaten, Cenab-ı Hakk, her şeyin mâlikidir. O'nun eşyaya mâlik olması kulun sahip olduğu mülk için kendisine mülkü icap etiren şeyle değildir. Bilâkis, O, herşeyin yaratıcısı olduğu için bizatihi mâliktir. Amma Cenab-ı Hakk'm kulların fi'line mâlik olmaması, onların da Rabb'i olmaması, bu hususların kulların olmasını gerektirir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın Rab ve Mâlik olması, nakıs olur. Çünkü her yaratık eşyaya mâlik olur. Hatta daha çok mâlik olur. Çünkü kendi fi'line[390] ve başkasının fiiline mâlik olur. Allah ise mâlik olmaz. Cenab-ı Zülcelâl'in her şeye mâlik olduğu sabit olduğu vakit O'nun her şeyi yarattığını söylemek lâzımdır. Çünkü kul yaratmağa mâlik değildir. Kul eşyaya, ona olan güç ve kuvvet sahibi olanın kendisine temlik etmekle mâlik olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Gerçekten kul, Allah-u Teâlâ'nın kendisini kadir kılması île kadir olur. Kudreti olmayanın, kendisine verdiği kudretle kadir olması caiz değildir. Tıpkı kendisi ilim sahibi olmayanın bildirmesiyle bir şeyi bil-mesnin caiz olmadığı gibi. Veyahut birinin, başkasını bir şeye kadir kılmasına kudretinin olması cazi olmadığı zaman, onun o şeye kadir değildir dendiği görülmemiştir. Kimin ilmi olup da onunla başkasına öğretme, kendisinin bir şey bilmediğini söylemek caiz değildir. Bizim açıkladığımız husus da bunun gibidir. Allah-u Teâlâ'nın, onun üzerine kadir olduğu sabit olunca, Allah'ın kadir olduğu şeyin başkasında[391] bulunması mümkün değildir, öyleyse Allah'ın onun yaratıcısı olduğu sabit olur. Hakikaten âlem, cisimler ve arazlardan hâli kalmaz. Araz nevilerinden hepsi, hakikatte başkasının fiili olması[392] imkân dahilinde olur. Alem, var olma ve yaratma bakımından hem Allah-u Teâlâ'nın ve hem de mahlûkatmın olmuş olur. Bu ifade ise âlemin yaratıcısının bir olduğunu söylemeyi iptal eder. Müslümanlar, âlemin yaratıcısının bir olduğunu ifade etmekte ihtilâf etmemişlerdir. Kendisine, bütün müslümanların katıldığı bu ifadeler tahsil edildiğinde onun sözünü iptal etmek isteyen kimsenin sözü ve görüşü tümü ile Cenab-ı Hakk'm şu âyetleri ile reddolunmuştur : «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.»[393], «Her şeyin ilâhı O'dur.»[394] İnsanların, gerçekten onun tahsilinde Allah'a, kullarda olan, adalet ve benzeme vardır, sözü[395]o cümlelerle nakzolunmuştur. Eğer o husus ihtimal dahilinde olsaydı evvelkisi de onun gibi olurdu. Bilâkis, evvelkisi daha lâyıktır. Çünkü o, ikinci metodla ilim elde etmenin yoludur ki, o da âlemin var olması, âlemin yaratıcısının vahtaniyetini gerçekleştiren ifadesinden ibarettir. Bununla ona Cenab-ı Hakk'm «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[396] kavl-i celî-lini ifade etmesini kabul ettirir. Gerçekten Allah-u Teâlâ, birdir. O'nun şeriki ve benzeri yoktur. Âlemin var edilmesinde Allah-u Teâlâ'nın ortakları olduğu zaman, Allah'ın benzeri gibisinin eşyada bulunmasından kendisinin benzeri gibisinin bulunmamasına lâyık olmaz. Veyahut âlemi yarattığı ve onu gayrinden olmak üzere yokluktan varlığa çıkardığı için ilâh olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine eğer Allah-u Zülcelâl, umum mahlûkatın" fiillerinin yaratıcısı olmasaydı, peygamberlerinin ellerinde izhar ettiği delillerini[397] meydana çıkarmağa kadir olmazdı. Âlemin ilk yaratıcısından âlemin işinin sona ermesine kadar, âlemin işi hakkında vukubulan idare ve tedbirine kadir olmazdı. Âlemin bekası için tedbiri olan hususta kendisine neslin türemesi için yarattığı şeyde yoktan var etmesinde mahlûkatı sebep ve vesile teşkil etmemiş olsaydı, âlemin yaratılışı ve idame-i hayat etmesi nakıs ve fasid olurdu. Gerçekten bunların hepsi mahlûkatmm fiilleri ile zahir olmuş hususlardır; kendisi ile de tamamlanmıştır. Kendisine[398] kadir olmadığı ve ancak bankasının ilmi ile ve fiili ile yardım etmesiyle kadir olduğu delilini ortaya çıkarmayı isteyen, ne kadir olur ve ne de hüküm ve hikmet sahibi. Bilâkis o, cahil ve âciz olur. Öyle ise gerçekten onların hepsinin dilediği kimsenin elinde Allah-u Teâlâ'nın nasıl di-Iediyse ve ne şey üzere olmasını dilediyse o şekilde yaratması ile meydana çıktıkları sabit olur. Hakikaten, kıyas, bizim üzerinde durduğumuz konuda kullanılmak veya kullanılmamaktan hâli kalmaz. Eğer kıyas, kullanılmazsa kendisinden duyular kalktığı için sani-i hâkim olan Allah'ı bilme hakkındaki, hasmın mezhebi bâtıl olur. Bununla da Cenab-ı Hakk'm bilinmesi vacip olur.[399] Ve o, arazları ile âlemin mânâlarının hepsine vacip olan şeyle dünyadaki varlıklarla istidlal edilmesi ile mahlûkatın fiillerinde mevcuttur. Eğer onları yarattığını ifade etmek vacip olmazsa, yaratmanın bilinmesi ancak ve ancak naklî delille bilinirdi. Böylece Cenab-ı Hakk'ın : «...Her şeyi yaratan O'dur.»[400] kavl-i celüinin ifade ettiği-umum ile amel etmesi vacip olur. Çünkü Allah-u Teâla'nm kavlinin husus ifade ettiği manâ ile isim vermekle bir şeyi yaratıldığının bulunduğunun bilinmesi mümkün değildir. Veyahut zikroîunan vecihten kıyasla ifade etmek lâzım gelir. Sonra kul, kendi fiilinin yaratıcısı olmaz. Öyle ise kulun fiilinin başkası tarafından yaratıldığı sabit olur. Bununla beraber eğer failin bilinmesinin bir yolu olsaydı, o da ancak fiilin[401] eserleri ile bilinmiş olurdu. Sonra îman, akıllarda güzel görülen fiillerin en güzelidir. Eşyanm en nurlusu ve en tamamı[402] olanıdır, Cenab-ı Hakk'm rızâsına nail olmak için şeref bakımından en yücesi ve en ayan beyân[403] olanıdır. Biz eğer «Hakikaten Cenab-ı Allah, onun yaratıcısı değildir» dersek, bu hususta bize iki şey girmiş olur. Birincisi; Allah'a îman ve gayrî ile itaat eden kimseyi, cevherlerden, çirkin ve habis olanlar, kötü koku ve kazurattan yarattığı şeyle Allah'a üstün kılınması, bununla beraber cevherlerden güzel olan şey, ibadetlerden zikrolunan hususların ulaştığı güzelliğe ve hayır olma derecesine ulaşmaz. Böyle olduğu zaman ve üstün olanların üstünlüğü de fiillerinin birbirlerine olan üstünlüğü ile olduğu da bilinince bunlar, kulun fiil ve yaratmada Allah'dan üstün olduğunu gerektirir. Mu'tezilelerin böyle söylemeleri daha lâyık ve evlâdır. Çünkü onlar, küfür fiilinin bütün yönlen ile ser ve çirkin olduğunu iddia ederler. Maymunlar ve hınzırların durumları böyle değildir. Güzel olan cevherlerin hepsinden olmak üzere îman fiili de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. ikincisi : Cevherin güzel olması hissîdir. îmanın güzel olması ise aklîdir. Hissî olarak güzel olan şey aklî olarak güzel olandan başkadır. Geçen konularda açıklandığı gibi. Onun benzeri olanın değişikliğe uğraması caiz olur. Fakat diğerinin değişmeğe uğraması caiz olmaz. Böyle olduğu zaman da, cevap ve mükâfat, yapılan amel kadar olması ile hu-dutlamr. Allah-u Teâlâ ise bir iş ve güzel amele kargı on misli[404] sevap vereceğini vaad etmiştir. Böylece îman fiilinin yaratılması Allah katında güzeldir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra, Cenab-ı Allah, «yapmadıkları şeyle kendilerine hamd olunmasını severler» diğerleri zemetmiştir; sonra da kullarına îman nimetinden dolayı kullarının kendisine şükretmelerini emretti. Allah-u Teâlâ'ya hamd etmek, şükretmek, O'mm verdiği nimetlere kargı olur. Bunların yaratıcısı olmadığı halde, kendi fi'li olmayan hususlar için kendisine ham-dedilmesini bir kimseye nimetini ulaştırmayınca da ondan şükretmesini talebetmek caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra, Allah-u Teâla'nm fi'linin mânâsı, yaratmak ve yokluktan varlığa çıkarmaktan ibarettir. Mu'tezüe bu mânânın aynısı kulun[405] fiilinin mânâsında bulunduğunu söyler. Sonra mu'tezile kulu kesbetmeğe kudret sahibi yaptı. Fakat Allah-u Teâlâ'yı böyle bir kudrete sahip kılmadı. Böylece kul kudrette Allah'tan daha büyük oldu. Zira o kudret Allah'tan olan muhtelif emir üzerine vâki olur. Çünkü Allah'ın kudreti iki yönden birine rücu'[406]eder. Her şeyin işlenmesinin bir çeşit olduğunu açıklayan şeyleri tabiatlar olarak kabul ettiler. İki fiil olarak meydana geldiğini de kudretten muhayyer olarak yapıldığını öne sürdüler. Öyle ise evvelki hakkında da böyle olması vacip olur. Mu'tezile katında hak olup kabul edilen de budur. Çünkü onlar, kulun kendisinden hayranlığı nefyedecek[407] husus hakkındaki fiilinden Allah'ı menetmeğe kadir olduğunu ifade ettiler. Onun gibisinin Allah'da bulunmadığını kabul ettiler. Ancak kulun kudretinin kendisinden gitmesi müstesna. Fiillerin yaratılmasının nefyedümesi hakkında bu hususların tahakkuk etmesi sabit olunca —ki bu hususları ne akıl kabul eder ve ne de naklî delillerle ispat edilir— bütün fiillerin yaratıcısının gerçekten Allah olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten seneviyye ve mecu-silerin mezhebi, âlemin yaratılışım iki ilâhtan olduğunu menetmeleri hakkındadır; Ve onlar tevhîd ehline hâkim ve hak olan ilâhın bir olduğuna, âlim ve kadir olduğuna, birden fazla olmasının caiz olmadığına dair görüş ve sözlerine muvafakat ediyorlar.[408] Öyle ise onları kini yetiştirdi ve onlara kim öğretti ki,, âlemin yaratılmasının adetlerinin sayılması mümkün olmayana hasdettiler. Onlar, böylece mahlûkatın ilâh olarak tanıdıkları Allah'ın,[409] âlemin ekserisini yaratmasına kadir olduğunu iptal ettiler, öyle ise onlar, Allah-u Teâlâ'yı şer ve çirkin olanlardan tenzih eden kimselerden daha fazla zemmedilmeğe lâyıktırlar. Kuvvet ancak Allah'tandır. Onların, kulların fiilleri hakkında söyledikleri hususlardan biri de, kulların fiillerinde, fuhşiyat, nıünkerat ve benzerleri bulunduğundan onların yaratılmasının Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi çirkindir, demeleridir. Seneviyeler ve mecusiler de bunların bu sözleri gibi ifade ederek, kendilerinde çirkinlik, pislik, kötü koku ve kazurat gibi isimler bulunan cevherlerin yaratılmasının Allah'a izafe edilmesini çirkin görmüşlerdir. Bununla beraber o eşyaların hepsinin yaratılması Allah'a izafe edilmiştir. Bu isnad ve izafenin tefsirinin manâsı, Alîah-u Teâlâ'nın onları irtikâp eden kimsede, fiillerinden yararlı ve güzel olanlara muhalif olarak çirkin ve kötü bir halde yaratmıştır; ve bunun onlardan[410] «Allah kazuratın Rabb'i, azap ve rüsvaylığm ilâhı, günahkârların ve şeytanların mâlikidir, diyenlerin sözlerinden daha çirkin olarak yaratmıştır, demek değildir. Her ne kadar bizim beyan ettiğimiz yönden izafeti tefsir etmek çirkin ise de Allah-u Teâlâ'nm hergeyin İlâhı ve Rabbi olduğunu söylemeği menetmez. Mahlûkatın fiillerinin vasfı, bulunduğu hal üzere tümü bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra biz, kendilerini keskin zekâlı ve ifadeli sanan bu fırkanın takıldığı hususu zikrederiz ki, onlar, kendilerini mahlûkat arasında bu hususu en iyi bilenlerden olduğunu sananlardır. Bununla onların en keskin zekâlı ve anlayışlı olanların yaptıkları hatalar[411] şöyle dursun, halkının avam tabakasının ismine ihtimali olanın tahsil etmesinden uzak olduklarını ve dâvadaki eür'etlerini bilsinler. Ve inşaallah-u Teâlâ, zikrettiğimiz şeyi düşünen kimseye, onların gerçekten bakmalarını icabet-tiren şeyden rücu' ettiklerini izhar ederiz. Ve âyetlerden, mucizelerden kendilerine gizli kalan hususları açıklarız ki; bununla eğer onlar, bu âyet ve mucizelerin tümünü tetkik ve tahkik etmeğe muvaffak olmaları şöyle dursun, onların bir kısmını incelemiş olsalardı; muhakkak dünya ve âhiret hayrına nail oldukları bilinirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Fiilleri, Allah'ın yaratığını söylemekten kaçman kimseler, bu fikirlerini şöyle belgelerler ; İlk olarak kullar o fiillerle emroîundular ve onlardan nehyolundular. Fiilleri emreden ve nehyeden âyetleri zikrettiler. Eğer kulların fiillerini Allah'ın yaratıkları kılarsak, muhakkak Allah, güya kendisi kendisine emretmiş ve bunları halketmekten kendisini nehyetmiş olur. Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu görüşünü bu şekilde belgeleyen kimseye denir ki; Sen, Allah-u Teâlâ kuluna îmanı ve benzerini halketmesini emretti. Küfrü ve benzerini halketmesinden de neh-yetti der misin? Eğer evet derse, gerçekten Allah-u Tâlâ'mn, insanların yaratıcı olmalarını emrettiğini sarahaten ifade etmiştir. Müslümanlar, Allah'dan gayrinin yaratıcı olmasını asla kabul etmezler. Ve Hâlık'a mutlaka ibadet edilmesinin cazi olması hakkında müslümanlar, ihtilâfa da düşmemişlerdir. Ve yaratıcı olanın da Rab ve îlâh olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir. öyle ise bu ifade ile her kulun böyle kılınması vacip olur ki, bu hususu kabullenmekten tüm nisanlar kaçınırlar. Eğer hayır derse, kendisine denir ki; Eğer Allah-u Teâlâ'nın fiili emretmesi veyahut fiilden nehyetmesi, yaratmayı emretmeyj veyahut yaratmayı nehyetmeği ica-bettiriyorsa, sen niçin Allah-u Teâlâ, kulların fiillerinin yaratıcısı olmasın, emretmeği ve onlardan nehyetmeği icabeder dedin? Ve niçin kendişinde bulunan emir ve nehiy yönünden yaratma ve gayrini emretmesi sabit olsun? Sonra ona şöyle denir; bize, îman ve küfürden bahset. Bunların her ikisi araz olmak, hareketli olmak, failin hadis olmasına delil olmak, kişinin sefih ve ahmak olmasına, iyi ve hikmet sahibi olmasına delil olmak ve kişinin ilmi ve cehlini ortaya çıkarmaktan hâli kalırlar mı? Mutlaka evet demek zorunda kalacaktır. Çünkü îman ile küfürde bu yönlerin hepsi vardır. Bunun üzerine kendisine denir ki; fiil için olan emir ve nehiy, onları yapmasındaki bu yönleri emretme ve nehyetmeği gerektirirler mi? Eğer evet derse, gerçeği kabul etmiş olur. Çünkü onun küfrü, kendisinin sefîh olduğunun delilidir. Bu delâlet etme bakımından doğru ve gerçektir. O yönden küfrü kendisinden nehyetmesi mümkün değildir. Onlardan bir çoğunun kendisinde o sıfatların bulunduğunu bilmedikleri için o yönden bunlar için ne emir caz olur ve ne de nehiy. Bunların bilinmesi için kendilerine yardım etmek mutlaka lâzımdır. Binâenaleyh, kendisine «bu hususlarda ne kendisine yaratmayı emretme vardır, ve ne de nehyetme. Öyle ise bunların yaratma olmasını meneden şey nedir?» denir. Sonra kalen bizim açıkladığımız yönlerin hepsi de doğrudur. Bununla beraber, isnad ve izafe olunan sıfatlar, şu, şundan daha küçüktür, daha büyüktür, daha hayırlıdır, daha şer ve kötüdür, bundan daha güzeldir, daha çirkindir, delil bakımından daha büyüktür, daha açık seçiktir, daha zayıf, daha kuvvetlidir. O hadistir, mevcuttur ve daha bunlardan başka sayılamıyacak kadar çok olan sıfatlara ayrılır. Bunlardan hiç bir şey, bütün yönü ile şer ve hayırla vasfolunmadı-ğı gibi taad ve nıasiyetlerle vasfolunmaz. Öyle ise bunların hepsinin yaratık olması caizdir. Bu yönden de ne taat ile vasfolunur ne de masi-yetle. Hayır, şer, emir ve nehiyîe de vasfolunmadığı gibi kendisi için fiile olan şeyle de vasfolunmaz. Tevfîk Allah'tandır. Vaad ve vaîdin emri, onlar gibidir. Biz fiili gerçekleştirdik. Öyle ise ful için emir ve nehiy lâzımdır. Emir ve nehiy gibisine de sevap ve azap gerekir. Sonra asıl olan şudur ki; fiillerin yaratıldığını söylemenin mümkün olması için, ya imkân dahilinde olmadığı için inkâr edilmesi, yahut sözün bu hususa delâlet etmemesi veyahut da o hususu ifade etmek imkânın ortadan kalkması ve zaruretin bulunmaması icap ettirdiğinin öne sürülmesi gerekir. Çıkış yolu bu olan hususta emir, nehiy, vad ve vaîdin bulunması aklen çirkin olur. Kim ki, mümkün olmadığı için o hususu ifade etmekten kaçınırsa, onu ispatlamak için delil getirmekle mükellef olur. Bu hususu ispat etmek için de, hakikatte kulların fiillerinin bir ve iki olmadığını takdir etmekten başka bir şey bulamaz. Veyahut da bunu söylemenin ortaklığı icabetirdiğinin ifade edilmesini gerektiğini zanneder. Birinci şıkkın cevabı, kendisinde ihtilâf vukubulduğu için sözün taksim edilmesi ile ifade edilir. Bizim katımızda ise, gerçekten Allah-u Teâlâ'nm fiili hakikatte kulun fiilinin gayridir. Kulun fiili de kendi fiili değildir. Kendisinin işlemiş olduğu şeydir. Onun gibisinin dünyada bulunması güç değildir. Meselâ, iki kişinin, bir şeyi çekip koparması ve yine iki kişinin bir şeyi bulunduğu yerden gidermesi gibi. Onlar daha önce tek idiler. Sonra hakikatte o şey kendileri tarafından yapılmış olduğu için onda ortak oldular. Yerinden koparılan ve giderilen şey de böyledir. Kendisinde parçalanmayan cüzler bulunan şeyin omuzlanması böyledir. Onu, kuvvetleri bir olan iki kişi yüklenmiştir. Her ne kadar fiillerinin hakikati muhtelif ise de onların yapmış oldukları şey, kendilerine göre birdir. Bizim üzerinde durduğumuz mevzu da bunun gibidir.-Kuvvet ancak Allah'tandır. Oysa ki bir kimsenin kendi kuvveti ile diğerinin fiiline mâlik olması, kendi fiilini de yaratması caz değildr. Hiç bir kimse de kendi imkânı ve çevresinin dışında olan bir şeyi yapmasına kadir değildir. Allah-u Teâlâ'nm fiilinin mahlûkatın fiilinden biri ile takdir etmek cehalettir. Mahlûkatta fiilin bulunması ve takdir edilmesi yönünden de mahlûkatm fiilini Allah'ın fiiline benzetmektir. Cenab-ı Allah, bunlar ve benzerlerinden berî ve münezzehtir. , Diğer bir görüş de, gerçekten bir şeyin yaratılması o şeyin kendisidir, diyen kimsenin ifade etmiş olduğu husustur. Biz, gerçekten bundaki yönlerin yekdiğerine benzemediğini açıkladık. Binaenaleyh şey olma bakımından açıkladığımıza göre, bir yönden yaratmayı ifade etmek caiz olur ki, o yön küfrü ifade etmeği gerektiren yönün gayri olur. Mu'tezi-le, felçli olan kimsenin hareketinin yaratma bakımından Allah'a, hareket ettirme bakımından ise kula ait olduğunu iddia ettiler ve onun kendi nefsiyle şeydir dediler. Çünkü onların nezdinde şey olma, yok olanda düşünülür ki, o da cismin hadis olduğuna delâlet eder. Küfürde ise, Allah'ın, kulunu azaplandırma ve onun gerçekten sefih olduğuna delâlet eden Allah'ın delilleri vardır. Oysaki biz bu fiillerinin mahlûkatta olmaması bakımından onun mümkün olmadığını beyan ettik. Her iki hususun arasındaki farkı izah ettik. Her iki yönden birini diğerine kıyas eden kimse gaflet içinde olan aptalın tâ kendisidir. Halbuki mu'tezile,Allah-u Teâlâ'ya, mahlûkatı yok iken[412] sonradan var etmesinden başka bir şey isnad etmiyor. Bunun mânâsı da kulun fiili anlamına gelen değildir. O, ancak, çalışmak, yorulmak, meşakkat çekmek ve mualeceden ibarettir. Kullara âit mânâ ile beraber, bizim üzerinde durduğumuz hususta bulunanın her ikisi de vâkidir. Onu inkâr etmenin hiç bir vec-hi yoktur.. Sonra kullardan benzeri gibi olmayan şeyden mümkün olmamasını icabettiren husus da denir ki : Sana arkadaşların itiraz edip şöyle derse ne dersin? Sen, zikrettiğini asıl kılar, sonra cevherlerin yaratılmış olduğunun mümkün olmadığını öne sürerek onların yaratmakla kadim olduklarının sabit olduğunu ifade edersin. Ve fiilin failine menfaath olmaması ve kendisinden zararı gidermemesi hikmet değildir dersin. Bu ifadelerin, âlemin yaratıcısının âlemle faydalandığına delâlet eder. Ve devamla der ki, bir şeyin bir şeyden olmaksızın var olması, yaratılma ihtimalinin dışındadır. Âlemin kendisi ile var olduğu[413] bir olanın işi de bunun gibidir. Mümkün olmama iddia edildiği zaman zındıkların ve dehrîlerin, âlemin kadîm olması hakkındaki sözünü icabettir-diği"[414] zaman i'tizal etmenin, zındıklıktan bir yon olduğunu söyliyen kimsenin sözünün bundan daha doğru olduğu çok açık olarak görülmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Amma, delâletle ispat edilmesine gelince : Biz bu hususu, eğer insaf ederse akıllı olan kimse için izah etmiş bulunuyoruz. Bununla beraber bütün müslümanlar, hiç bir ihtilâfa düşmeden gerçekten Cenab-i Allah'ın . Hâlık olduğunu ve kendisinden gayrinin mahlûk olduğunu kabullenip ispat etmişlerdir. Ve yine müslümanlar şu inancı taşımaktadırlar ki, Cenâb-ı Hak, herşeye kadirdir. Ve O, herşeyin Rabb'idir. Allah-u Teâlâ'mn İlâh olması, ona mecbur olmaksızın veyahut kalbin hususiyete meyletmesi ile vukubulmuştur. Bu hususta kâfi derecede delil vardır. Ve biz yine bu husustaki bazı delilleri zikrederiz. Amma zaruretin icabetmesini ifade etmek ise o, mümkün değildir, fasiddir. Çünkü o, herkesin onun muhayyer olduğunu bilmesi için hissidir. Eğer herkesin kalbi cihetiyle bilmiş olduğu şeyi ifade etmek caiz olsaydı, bu hususun bütün âlem hakkında vaki olması caiz olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır. Eğer sen, «Zarureti icabettirmediği zaman bu husus kendisinde senden başkası için bir tedbir olmadığına delâlet eder», dersen, cevap olarak denir ki; biz bu hususa delâlet edenleri zikrettik. Bununla beraber şöyle denmesi de caiz olur : O husus; yaratma bakımından mecburidir. Kulun bu yönden yaratması yoktur. Çünkü onunla kendisine isim verilmez. Kes-betme yönünden ise o, ihtiyarîdir. İşte bunun üzerine iki emrin taksimi cari olur ki, biz onu geçen mevzularda açıkladık. Görmez misin ki, küfrü ifade etmek yalandır. Halbuki onu söyliyenin sefih olmasına delâlet etme bakımından doğru ve gerçektir. Bunun gibisi kesbetme bakımından ihtiyarî olur. Yaratma bakımından ise, ihtiyarî olmaz. Yaratma yönü, kendisinden sabit olduğu şey ile ihtiyarî olmasını reddetmez. Bu husus, ister fiilin yaratılmasında olsun veyahut yerin ve göğün yaratılmasında olsun, birdir. Hiç bir ayrıcalık düşünülemez. Çünkü mahlûkatm fiilini, mahlû-kattan menedecek ve onlardan ihtiyarî hareketlerini izale edecek bir kimse yoktur. Fiillerin yaratılması da bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Oysa ki, yaratma ismini vermek mecbur olma vasfını icabettirmez. Çünkü fiil için olan kudret, mahlûktur. O, kulun mecbur olmasına değil, muhayyer olmasına sebeptir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Kâ'bî şöyle diyor : Gerçekten her fiilinde muhayyer olan füli ile elem ve eziyet duymak da mecburidir. Bunun üzerine bir şeyde iki hususun bulunduğunu gerektirmiştir. Ve böylece küfrü ve imanı yahut araz olan şeyi ve hareketi ve sükûneti bilmeyen kimsenin fiili bilmesi caiz olur. Hal bu ise o, biaynihî mevcuttur. Umum olarak şöyle denmesi caiz olmaz : Onun bilmediği şey, bildiğinin ta kendisidir. Kendisinde mecbur olan da kendisinde muhayyer olanın ta kendisidir. Hatta kendisiyle beraber bütün cihetler zikrolunsun. Yaratma, azap verme ve bunlardan gayri hususlar da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Ve bu hususları ispat etmek için vaad ve vaîdi delil olarak öne sürdü. Çünkü emir ve nehiy sabit olduğu zaman onun takdirde gaflet içinde bulunduğu ve olanı olduğu halden başka bir şekilde gösterdiği zahir olur. A^aad ve vaîdin durumu da böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra Kâ'bî, hakikatte o fiilin hem benim fiilim ve hem de Allah'ın yarattığı olması mümkün değildir, diye batıl bir iddiada bulunmuştur. Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu, onun mümkün olmayanı bilmediği içindir"[415]. Biz onun bazısını geçen mevzularda açıkladık. Sonra gerçekten bu hususun makul bir ortaklık icabettirdiğini iddia etti. Çünkü her ne kadar cüzlere ayrılık parçalanmayı kabul etmezse de her cüzün tek başına kalması mümkün değildir. Sonra da hasmının, «gerçekten o, yönü bir olan şeyde ortaklığı icabettirir; cihetleri muhtelif olanda ise icabet-tirmez.» sözü ile kendisine itiraz ettiler. Yine bazısına varis olduğu, bazısını da satın aldığı mülk ile kendisine itiraz olundu. Sonra yine, «Benim mülküm, kulumun mülkü» gibi sözlerle itiraz olundu. Böylece bu hususlara uzun uzadıya cevap vermeğe çalıştı. - Biz deriz ki, -tevfik Allah'tandır- zikrolunan hususu düşünen, azıcık anlayışı bulunan ve aklı ile kibirlenip böbürlenmeyen kimse, onun ne kadar sefih ve ahmak olduğunu anlar. Dilerse o, hazır ve ortada olan ortaklık ile cahil olduğunu bilmesi için miras hususundan az önce zikrettiği şeyle delil getirir. Böylece bilinmesinin yolu delillendirmeden geçen şeyle cahil olmasında mazur görülmüş olur. Çünkü ona mahlûkatın gerçekleri gizli kalmıştır. Fakat bu sualle mu'tezileye devamlı olarak o hususun icabetti-ğini zanneder. Her ne kadar o hususa cevap vermeğe onlar, lâyık olmasalar da. Gerçketen biz onu, onlardan söküp alırız. Çünkü onlar bu sözle «bir şeyin yaratılması, o şeyin kendisidir. Dünyada iki olan şey için bir şey bulunmaz. Hepsi bir olup, hepsi içindir» diyen kimsenin sözünü kasdetti-ler. Bu yöndendir ki, iki şey için bir fiilin olmasını inkâr etti. Kendisi için onun ortaklığı icabettirip ettirmediğini bildiren örnekler bulunmayınca onların sözü zan ve hayali icabettirir. Sonra asıl olan şudur ki; gerçekten fiilin kendisini Allah'a mülk kıldıkları gibi kula da mülk yapıyorlar. Yine böylece bir kimse için olan her mülk, Allah'ın mülküdür ve kul için olan mülk de Allah'ın mülküdür, diyorlar. Bu husus fiillerde ve maddelerdeki mülk hakkında aralarında ortaklık icabettirmez. Öyle ise bizim üzerinde bulunduğumuz mevzuda nasıl ortaklar bulunur? Sonra Allah'a yedirme, giydirme ve rızık verme isnat ollınur. Bu, ayniyle mahlûkata da isnad olunur ve ortaklık icabettirmez. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da böyledir. Bununla beraber biz, fülin cihetlerini açıklayıp niçin o yönlerden fiilin[416]kendisi müşterek olur demez. Çünkü her cihet, küllisini ihata etmiştir. Ve yine böylece fiili bir yönünden bilen ve bir yönünden bilmiyen kimseye, onun cehli, ilmine ortak oldu demeyiz. Onlara ne oluyor ki, bu husus makul ortaklıktır, diye iddia ediyorlar! Bilâkis orada akıl olmuş olsaydı, bu husus makul bir yalan olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır. Bu yönlerin hepsi, şeyin gayrini yarattığını söyliyen kimsenin sözüne göredir. Bununla yine mu'tezilenin dâvasının fasid olduğu bilinir. Sonra kendisine denir ki; bazan bir köyde mülklerin ayrı ayrı olması ile ortaklık olduğu ve muamelelerin ayrı ayrı olmasına rağmen ticarette ortaklık bulunduğu söylenir. Sen de, Allah'la mahlûkat arasında âlemde ortaklık vardır; sonra kendisinden olan emir ve kudretli kılma ile fiillerde de ortaklık vardır de. Kuvvet ancak Allah'tandır. Onların itaat etme, boyun eğme ve benzeri gibi hususlarla isim verme ile delil getirmeleri ise biz, iki söz üzere olan cihetin ve bir fiilin diğerine olan ihtilâfı beyan ettik. Hepsi ancak yönlerden bzim açıkladığımız şeyle isimlendirilmiştir. Oysaki onlar, bunu hareketlerin yaratıcısı ve eşyaya fesada uğratan yaptılar. Ve onunla isimlendirmediler. Çünkü o, yaratıktır. Fiiller de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberi olması gerekçesiyle kendisine itiraz olundu. Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun, yani iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberinin bulunması dünyada caiz olur. Bazan şöyle denir; bu bir cemaatin sözüdür, kendilerinden yalan sadır olması muhtemel olmayan topluluğun haberidir. O, falanın ve filanın sözüdür. Falan ve filanın haberidir. Eğer onun aslı olsaydı, onunla diğerinin caiz olması vacip olurdu. Çünkü onunla diğerinin ifade etmesi lâzım gelir. Dünyada caiz olan şey, gaibin delili olsaydı gaip hakkındaki söz ve fiilin arasını tefrik etmek vacip olurdu. Tıpkı dünyada vacip olduğu gibi. Bu da onun vehmini açıkça ifade eder. Sonra şöyle demek caizdir ki, gerçekten Allah-u Tcâla, herşeyin yaratıcısıdır. Allah'ın kendisi yaratıcıdır, kendisinden başkası ise yaratılmıştır. Şöyle demek ise caiz değildir. «Allah, her sözü söyleyen, her haberi ihbar edendir. O, muhbirdir, söyleyicidir, O'ndan başkası haber ve sözdür,» denmesi caiz olmaz. Öyle ise bu husus her ikisinden birinin, diğerinin benzeri olmadığına delâlet eder. Bununla beraber onların katında herkesin fiilinin Allah-u Teâlâ'nm fiili olan kudretle olduğunu söylemek caiz olur. Fakat herkesin sözü ve haberi hakkında o, Allah'ın sözü ve haberi olan kudretle meydana gelmiştir, demek caiz olmaz. Ve kendisine denir ki; gayrini hareket ettirmekle kendisine hareket ettirici ismi verilmediği zaman sen, yine o gayrinin hareketini yaratması ile kendisine yaratıcı ismi verilmez de. Veyahut her ikisinin arasını umum ve hususla ayır. Veyahut aralarını dilediğin şey ile ayır. Ne yaparsan yap, kendisi ile yaratıcı ismi verilen manâ her şeyin fiilinde bulunur. Kendisi ile söyleyici denilen manâ ise bulunmaz. Bunun içindir ki, her ikisi birbirine benzemeyip ihtilâf ettiler. Allah-u a'lem. Ve yine «yaratıcıdır», sözü tazim yerine geçer. Her daha umum ifade eden şey, daha fazla tazim ifade eder. Söyleyicidir, sözü ise, bunu ifade etmez. Bunun için, her ikisi birbirine benzemez. Biz yine onun inkâr etmesinin anlamlarını zikrederiz. Sonra asıl olan odur ki, gerçekten mu'tezilenin bunu inkâr etmesi, birinin fiilini, gayrisi onu yokluktan varlığa çıkardığını bulrnamaları ile vukubulmuştur. İşte bu bir asıldır ki, onunla dünyada birinin fiili ile gerçekte var olduğunun mümkün olmaması ile mahlûkatm yaratılmasını inkâr eden kimse inkâr etmiştir. Belki dünyada toplanma ve ayrılmadan başka bir şey bulunmaz. Onun için bununla eşyanın maddelerinin yaratılmış olmasını ifade etmekten kaçındılar. Bunun gibisi ile mu'tezile, fiillerin yaratılmış olduğunu inkâr etti. Bunun içindir ki, selef, mu'tezileyi onlara nisbet etti. Bununla beraber onlar, eşyanın varlığının gerçek olduğunu ifade ettiler. Çünkü onlar, eşyanın ezelde var olduğunu ifade edip Allah-u Teâlâ'yı onların mucidi kıldılar. Onların şey olmasının[417] muhdisi değildir. Ezelde «şey olma»[418] var idi. Fakat Allah'la değildi. Böylece onlarca âlem, hakikatte eşyadan var olmuş hadis olur. Yoksa Allah-u Teâlâ'mn bir şeyden olmaksızın onu ihdas etmiş olmaz. Sonra küfür ve iman hakkında görüş beyan edip her ikisinin bir şey olduğunu zikrettiler. Her ikisinin var edilmesi faildendir; yoksa her ikisinin şey kılınmasından değildir. Her ikisi de «şey olma» bakımından kula ait olmamış olur. Sonra bu hususu inkâr etmez, «şey olma» bakımından mahlûk olmasını da inkâr etmeyip reddetmez. Bununla ona azap verdiğini icabetmez. Fakat bu, «şey» olduğu için değil. Çünkü o, «şey» olduğu için azap vermez. Kendisinden «şey olma»[419] düştüğü zamanda müstahil kılmaz. Ve fail ile olma bakımından akılda olan «şey'iy-yet» arasında ortaklık icabetmez. Ve onun iki şey için olduğunu da mutlak olarak söylemez. Çünkü o, tümü ile bir «şey»dir, fakat onun değildir. Ve o, kendisine iman etme ve küfretmeden ibarettir. Felçli olan kimsenin hareketi hakkında da bu ifadeler böylece Önesürülür. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra Kâ'bî diyor ki; günah ye masiyeti işleyen kimse, onu yaratandan daha fazla günahkâr değildir. Ona denir ki; masiyetin ciheti «şey» olma, hareket ve hadis olma, araz olma bakımından zemme müstahak olmaya daha lâyık kılınmamıştır. Ve o, kula nispetle Allah'a nispetle birbirine muhaliftir; ve Allah'la kulun gayridir. Ve o, Allah'ın bir delilidir. Aynı zamanda kâfirin sefih ve ahmak olduğunun delilidir. Çünkü bu yönden bir şeyin zemmediîmesi kendisi ile isim vermenin hepsine zemmedilmeyi gerektirir. Böylece iman fiilinin ve her güzel olanın zemmediîmesi vacip olur. Her ne kadar onlar için yönlerin sabit olması Vacip değilse de hepsine lâyık olan husus verilir. Sonra Allah-u Teâlâ'mn hakikatte, çirkin, sefih, zulüm ve mezmum kılması bakımından hikmet olan bu yönden hak ve hikmet olur. Kuldan meydana gelmesi bakımından ise fiil, sefehtir, zulümdür. Bu yönden de fiil, çirkin ve masiyet olur. Görmez misin ki, gerçekten kim ki kâfirin nez-dinde bulunan, şey olmak üzere fiilini bilen kimse onu bilmez idi. Küfürle haber veren kimse de yalancı idi. Bulunduğu şey üzere onun hakikatini bilen ise âlim ve hakim oulr. Onunla haber veren de sözünde sadık olur. Allah-u Teâlâ onu böylece yarattı ve bulunduğu hal üzere kıldı. Kulun fiili ise böyle değildir. Bir şeyin gayrini yarattı diyen kimsenin sözünün hiç bir manâsı yoktur. Çünkü hakikatte Allah-u Teâlâ'nm fiili, ne küfür olur ne zulüm ve ne de sefeh. Kuldan olan fiilin kendisi de masiyet, taat, zillet ve boyuneğme olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra kendisine itiraz edilir, denir ki : Ölümü ve mahlûkatm hallerini yaratan gayrin, hâlık olarak isimlendirilmesi yaratılanların isimlen-dirilmesinden daha doğru ve gerçektir. Çünkü o, mahlûkatm halikı olarak isimlendirilmiştir. Bu hususta ne derse o, kendisine birincideki cevabı teşkil eder. Asıl olan şudur ki, hakikatte kulun fiil sahibi olduğu ve onun fiilinde muhayyer olduğu sabit olmuştur. Ve yine sabit olmuştur ki, eşya, kulun katında tercih ve en sevimli olanıdır. Ve eşyanın yaratılması bu hususu kuldan reddetmez, onu yüklenmez ve o fiili işlemesine de kul mecbur olmaz. Kulun fiilinin bulunması, fiili hakkında ilmini ve ondan haberinin var olması fiilinin Levh-i Mahfuz'da ispat edilmesi ve ona tecavüzünün icabetmesi, kulun fiili vaktinde ve isimlendiği şeyle tesmiye edilmesi anında olur. Çünkü kul, fiilini yapmak mecburiyetinde olmadığı gibi onu da yüklenmez. Kul ile beraber emir, nehiy, azap görme ve sevap alma, güzeldir. Kim ki kulun bu hakkını inkâr ederse onun bu çeşit işle ilgilenmesi hayal olur. Onun hakkı, eşyanın yaratılması kendisiyle bilmen yöne bakmaktır. Eğer onun incelenmesi mümkün olursa o zaman bu nevi ile olan inkâr, ancak hikmeti bilmemekten ibaret olur. İlk yaratılış hali buna göre olur. Eğer kendisi ile ikram olunan şeye boyun eğerse, bu hususu bilmiş olur inşaallah. Her ne kadar meseleyi ispat etmek mümkün olmasa ve kendisi ile itiraz ettiği şeyin hepsine üstünlüğü düşünülse de. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra bir çok meseleler[420] zikretti ki; onun şu sözü, o sorulardan baziğidir. O, herşeyin yaratıcısıdır. Kulların âmelleri de şeylerdendir. Bunun bir övme olduğunu iddia etti. Onda kendi nefsine sövme ve kendisine küfretme, peygamberlerin fiiline de küfretme yoktur. İkincisi; o, küfrü çirkin gördü ve küfür sahibi olanı cezalandırıp ona azap çektirdi. Bu hususun kendi fiili olan şey üzerine vukubulması caiz olmaz. Ve devamla der ki, biz yine âyetlerden okuduğumuz şeylerle tahsis edildik. Ve yine bunlara girmeyen şeyle delil kılındı. Halbuki o, çıkış noktaları âyetler olmakla beraber bir şeydir, âyetler ise hâsdır' Ve sonra gerçekten çirkin olanlar, Allah'ın Rasûlüne, bu noktada zikredilmemiştir[421]. Belki onlar miras olarak bize intikal eden cevherlerde zikredilmiştir. Yine der ki; bilâkis mecusilerin şu sözü vardır : Gerçekten Allah-u Teâlâ, Islâmda haram kılman şeylerden bir şeyi murad etmiştir. Bunun içindir ki, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesellem «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir» buyurmuştur. Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'ın izni ve tevfikiyle deriz ki, gerçekten âyetin, methetmeyi gerçekleştirdiği sabit olduğu zaman kâinattan bir şeyin dıga çıkması kendisi ile olmayanla övülmek olur. Veyahut övülmekte kendisine her zayıftan iştirak edenle olur. Çünkü O, eğer eşyanın küllisini murad ederse, ve halbuki onu yaratmamıştır, böylece kendisinin olmadığı şeyle medhetmiş olur ki, o da yalandır. Bazısının onun gayrına her şeyin yaratıcısı olması hakkında müsavi olduğunu ortaya atmakla onda başkasının yaratma işi bulunmadığını kasteder ki, bu da batıl ve fasittir. Bununla beraber eğer bu hususu fiilin gayrı için olan bir gayre sarfedilnıesi caiz olsaydı, şöyle denmesi caiz olurdu : O, bir şeyin yaratıcısı değildir. Oysa ki o, gayri için bir olan şevin yaratıcısı değildir. Kendisi zem ile ve ibadetle vasfolunca sabit olur ki, ilki onu me1> hetmekle ve rububiyetle vasfolur. Bu hususu tahsis etmekte ilkinin ica-beditmesi gerekir. Ve yine şöyle der; Allah, herşeyin Rabb'idir. Herşeyin İlâhı'dır. O, herşey üzere vekildir, bu hususlardan bir şeyin çıkarılması caiz değildir. Her ne kadar çirkin olan için tahsis etmek üzere onu söyîemek doğru ve lâyık değilse de, meselâ, şöyle demek doğru değildir : Allah, habis olanların Rabb'idir. Çirkin olanların İlâhı ve şeytanların, iblislerin vekilidir. Her kötü koku ve kazurat üzerine kaimdir. Böyle denmesi çirkin olduğu gibi ilki de bunun gibidir. Her ne kadar isim verme bakımından eşyayı tahsis etme çirkin ise de. Bu yönden ben, mecusilerin ve zındıkların gerçekten Allah-u Teâlâ, ezâ verici ve fasid olan şeyi yaratmadı, bir veliyi öldürmedi, düşmanı da kuvvetlendirmedi, şeytanları baki kılmadı, kendisine küfreden ve taatının dışına çıkanlardan bildiği bir kimseye hiç bir şey vermedi, dediklerine şahit oldum der. Bizim kuvvetli olarak bu hususları zikretmemiz onların Mu'tezilenin aslı bu hususlardan takdir olunan şeylere dayandığını bilmeleri içindir. Çünkü Peygamber aleyhisselâmm sözünün cari olduğu hususlardan ve Kur'ân-ı Kerîm'in ifade etmiş olduğu şeylerden anlaşılanlara muhalefetleri anında onların sığınıp yakardıkları yer, Allah kâfidir. Bunun içindir ki, Peygamber aley-hisselâm «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir.» buyurmuştur. Eğer her hangi bir şeyin Allah'ın kendisinin yaratıcısı olmasının dışına çıkması caia olsaydı onun gibisinin malik olma, reddolma ve övülmeyi iktiza eden isimlerden onun gibisinin bulunması caiz olurdu. Öyle ise Allah için bir şeyle Övülmenin bulunması batıl olur. Çünkü onun manâsının hakikatmda her şeyde Allah'ın ortağı olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra «o, kendisine girmez» sözü çok acaip bir sözdür. O, isimlerde mutlak olarak ne zaman zikrolunur? Eğer o, caiz olmuş olsaydı, âlimleri, failleri, vekilleri, reisleri, melikleri yadetmekte zikrolunması caiz olurdu. Bu söz, ne dediğini bilmeyenin sözüdür. Sonra, her ne kadar bunun aklen vukubulması mümkün olmasa da, eğer şey zikredilmiş olsaydı, onun bir çok yönden dışına çıkması ile gayrının da çıkması caiz olmazdı. Birincisi; Onun şu sözüdür : Allah, herşeye vekildir. O, herşeyin ilâhı, herşeyin Rabb'idir. Bu husustan bir şeyin dışa çıkması, onun şeye dahil olmaması bakımından murad ve maksud olanın bilinmesinin batıl olması için, onun mahlûkata tahsis edilmesi caiz değildir. ikincisi; o husus, övülmektir. Onun dahil olması, kendisinin sakıt olması demektir. Çünkü o, kudretin altında bulunan her şeyi var etmekle övmedir. Bu husus, bütün kullarda gerçekleşmiştir. Bunun kendisinde gerçekleşmesi ise, onu iptal etmektir. Tevfik Allah'tandır. Üçüncüsü; başkasına isnad edilen fiil, rububiyet ve bunların benzeri olan maruf söz[422]... Allah'ın sözüne rücu' eder. Böyle olduğu zaman da güya Allah «Benim gayrım» buyurmuştur. Bunun gibisinde ise tahsis yoktur. İlki de bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Âyetlerden zikroîunan hususlar ise, biz onların bunun hakkında hâs olmasının fasid olduğunu geçen mevzuda açıkladık. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine âyetlerden zikroîunan hususlar ise, âyetlerdeki yanlış anlayışını açık seçik olarak beyan ettik. Onun dâvayı ele alması tıpkı onun bu hususta takındığı durumu gibidir. Onun kendisine sövdü, kendisine küfretti ve bunların benzeri hususlardan zikroîunan sözler ise bu hasmını reddetmek, görüşlerini çürütmek için kendisini devamlı olarak alıştırdığı[423] şeyden ibarettir. Onlardan hiçbir kimse bu hususu ifade etmiyor. Bilâkis, eğer o kendi nefsine küfretmiş olsaydı hakikatte küfredilmiş olup mezmum olurdu. Belki de o, kâfir olanda eefeh, zulüm ve yalan olarak küfür fiilini yaratmıştır. Bu hususta hakikatte kendisinin sövülmüş ve aemmolunmuş olmasını reddeder. Görülmüyor mu ki sövme fiilini bilen kimse bu hususu bildiği için âlim ve hikmet sahibi olmuş oluyor?[424] Bu hususu ondan haber veren kimse de böylece sözünde sadık olmuş oluyor. Kim ki onu kâfirin nezdinde olduğu gibi bilirse o kimse cahil, sefih olmuş olur. Onunla haber veren kimse de böylece yalancı olmuş olur. Zikroîunan hususlar da bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Genel olarak denir ki, gerçekten onun fiili «araz» olması, yahut «şey» olması yahut da onunla hareket ve ahmaklığına delil olması veyahut bunlara benzer hususlar olması bakımından sövme ve çirkin olma ile vasf olunmaz. Allah-u Teâlâ'nm onu yaratması yönünden de durum bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Peygamberler tarafından olduğu hakkında söylendiğine gelince; o, onları pişman kılıp sözünden geri çeviren[425] hususta mevcuttur. Düşmanlarını[426] bakî kılan şeyde de kaimdir. Sonra o, hikmetin dışına çıkmaz. Bilâkis onun arkadaşları onun işlediği bu şey, gerçekten hikmet değildir, diye delillendirdiler.1 Öyle ise onlara cevabı ne olur? O, ilkin olanı hakkında cevap teşkil eder. Onun «Allah'ın Resûlü'nün zamanında böyle değildi» sözü ise, vukuundan Önce bir şey hakkında beyanın varid olması caiz olmaz. Ve gerçekten kendisinde çekişme geçmiyen hususta açıklama varid olma^. İşte bu bütün âyetleri ve mutad olan hususları reddeder. Sonra gerçekten âyet onların hakkında nazil olmuş olsaydı, onları zemmetme hakkında gelirdi. Ve mu'tezilenin nefyettiği[427] yönden Allah-u Teâîâ'dan nefyettikleri şeyle vasfolundu. Bu husus, onlar için lâzımdır. Bununla beraber âyet-i celile ile bu yönden mu'tezile amel etmez ki,[428] bu yön, o hususun hakikatte Allah'a izafe edilmesinin caiz olması onların inançlarının aslıdır. Onun gibisini inkâr edenle o hususun aklen reddolunmuş olduğunu iddia eden kimse nasıl bir arada toplanabilir? Naklî delilin yolu ve aklen imkân olmasına naklî delille istidlal etmenin mümkün olmaması bakımından gerçekten onun hakikati, mahlûkatın fiillerinde olduğu sabit olur. Onunla övünmek, hakikatte bir kaç yönden olur : Birincisi; herşeyi kudret bakımından Allah'ın kudreti altında kılmak ki, bununla bütün mahlûkatın herşeyin kendileri için Allah'la var olması bakımından Allah'a muhtaç oldukları zahir olsun. İkincisi; gerçekten gayri için fiil olmayan şey üzerine kudretle vas-fetmek acaip bir şey değildir. Bilakis, her zayıf ve hakîr olan kimse ona müstahak olur. Öyle ise gerçekten övülmenin bu yönden olduğu sabit olur. Üçüncüsü : Herşeyin bulunduğu hal üzere yaratılması, Allah'ın bununla vasfolunmasım icabettirdiğini anlayan kimsenin ahmaklığını beyan etmek, veyahut fiilin kullardan olması yönünden ondan olduğunu gerçekleştirmektir. Dördüncüsü : Bilinsin ki, gerçekten Allah-u Teâlâ, o yapılan şeyin bulunduğu hali bakımından övülme ve fiilden dolayı zemmin kendisine ulaşmaktan yücedir. İşte bunlar, mu'tezilenin öne sürdükleri hususlardan bazılarıdır. Çünkü onlar, Allah'a, yaratması ile bu Övgüyü ispat etmeğe kalkıştılar. Böyle olan şey, devam etmenin ş |