Konu Başlığı: Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 07 Temmuz 2011, 09:57:38 Mes'sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı) Sonra müslümanlardan, büyük günah irtikâp edenin hükmü hakkında islâm ümmeti ihtilâf etmiştir ki, müslümanı, o büyük günahları[186] işlemeye, şehevî isteklerinin kendisine' galebe çalması, yahut gaflet içinde bulunması, yahut şiddetli öfke ve kavmi asabiyete kapılması veyahut da tevbe edip bağışlanma ümidine düşmesi itmiştir. Aynı zamanda işlediği günahlara helâl demediği, onları emreden ve nehyedeni küçümsemediği de sabit olmuştur. Bu gibiler hakkında müslüınıanlardan bazısı büyük günahı işleyen kâfirdir demiştir. Bazısı da onu müşrik yapmıştır. Bir kısmı ise büyük günah işleyen ne mümindir ve ne de kâfirdir demiştir. Bazı müslümanlar ise, büyük günah işliyeni münafık yapmıştır. Bazıları da büyük günah işîiyen kimse, olduğu hal üzere mümindir, işlediği fiili ile de asidir demiştir. Böyle olana kendisine fisk ve fücur ismini vermezden fasıkdır demiştir. Ancak kendisine bu isim verildiğini bilen müstesna. Bununla beraber Allah'ın onu günahı kadar cezalandıracağım ve kendisinden sadır olan ibâdet ve diğer iyi amel ve hayırlı işlerdeki sadakatinden dolayı onu bağışhyacağım öne sürer. Bazı müslümanlar vaîd hakkında bir şey demeyip durur. Ve onunla mümkün olmayan, yahut ondan gayri murad edildi der. Ve onu vacip olarak görür. Küçük günahlardaki affın imkânının veyahut imanın baki kalması sabit olan hususda büyük günahlarla küçük günahların arasının zikrettiğim şeylerle tefrik edilmesi vaîdi büyük günahlara sarfeder. Küfrün cezası ve şirk ve benzerlerinin zikredilmesinden sabit olan husus şirk isminin gerçekleşmesini, küfür söz üzere vaki olur diyen kimselerin sözünün gerçek olduğunu gerektirir. Bunu Allah-u Teâlâ'nın «Ey oğullarım, haydi gidin de Yusuf'la kardeşinden iyice araştırarak haber edininiz. Allah'ın lûtfundan ümidinizi kesmeyiniz; çünkü Allah'ın lûtfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.»[187], «İbrahim dedi ki : «— Sapıklardan başka kim Rabb'inin rahmetinden ümit keser?»[188] âyet-i celîleleri teyid etmektedir. Bununla beraber büyük günah işîiyen kimse, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü terketraiş ve Allah'ın gönderdiği île hükmetmiş olur. Gerçekten Alîah-u Teâlâ, «... Kim, Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler»[189] buyurmaktadır. Gerçekten Allah-u Teâlâ'nın fisk, fücur ve zulümden kâfirlere verdiği isimlerle büyük günah işleyenlere isim verilmektedir. Buna göre küfür isminin verilmesi lâzımdır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, beşeri, dünya ve Ahiret'teki işleri üzerinde olan hususlar halikında Levh-i Mah-fuz'da yazıldığı şekilde-taksim buyurmuştur. Çünkü Alîah-u Teâlâ âyet-i celîlelerinde şöyle buyurmaktadır : «Sizi yaratan O'dur; öyle iken içinizden kimi kâfir oluyor, kimi mümin...»[190] «(Ey Resulüm), de iki : «—Kuran, Rabb'inizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.»[191], «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar...»[192], «Allah dileseyidi, elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini sapıtır ve dilediğine de hidayet verir.»[193], «öyle ya, mümin, olan hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu? Onlar müsavi olmazlar,»[194] Sonra kendisine fasık ismi verilenin kâfir olduğunu beyan etti. Ve Ahı-ret işi hakkında şöyle buyurdu : «Kıyamet gününde bir takım yüsler ak ve bir takım yüzler de kara olacak.»[195], «İşte o vakit, ikitabi sağ eline verilmiş olan kimse der ki : «— Gelin, Kitabımı okuyun.»[196] Binaenaleyh Ce-nab-i Allah, onların hepsine isim vermiştir. Gerçekte üçüncü bir isim yoktur. Bununla beraber hakikaten Cehennem'in kâfirler için hazırlandığı açıklanmıştır. Cehennem azabı ile olan vaîd, büyük günah işliyenler için olduğu sabit olunca, onu kâfir kılmıştır. Sonra Allah-u Teâlâ, gerçekten Allah'ın lûtfundan ümidini kesenlerin ancak kâfirler zümresinin olacağını beyan ederek böyle vasfetmiştir. Binaenaleyh kendisinin bir söz üzere ümitsiz olmamasının lâzım olması ona küfür isminin verilmemesini gerektirir. Oysaki gerçekten İsimler sahiplerine ne fayda verir ve ne de zarar. Fayda ve zararlar ancak isimlerin konduğu hakikatlerdedir. Cehennemde ebedi kalmak gerektiği zaman eğer mümin ise isimden gelecek fayda yok olur. Eğer kâfir ise, küfür isini onu menetmez. Çünkü küfrün icabettirdiği azapla cezalandırılmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Onlar, ismin kaldırılması ile yalan lâhik olacak vaîdi gerekli kıldılar. Allah-u Teâlâ bunlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Zikrettiğim hususlardan hepsi de Mu'tezile'yi küfür ismini vermeyi menetmeleri hakkında ilzam eder. Oysaki gerçekten bu iki isim îslâm'a meyledip onu be-ninısiyenlerin sözlerindendir ki, onlar isimler hakkında abes üzere ve imanın kadri şerefinin kalplerinde yücelmesi bakımından beşerin yaratılmış olduğu şeyi iptal etmek hakkında hasıl olmuşlardır. Allah-u Teâlâ ise, islâm dinini akıllarda büyük göstermiştir. Binaenaleyh islâm fırkalarından biri iman ismini islâm dininin değişmesini ve tahrif edilmesi korkusunu kesen her hayır için kılmıştır. Ve Islâmm kadru şerefini giderme korkusu bulunduğundan bu husus hasıl olmuştur. Çünkü onlar, islâmm ismine kendisi için hayır ismi olması muhtemel olan hususlardan her şeyi katmışlardır. Binaenaleyh bu hususa haşeviyeler ve mu'tezâleler iştirak etmişlerdir. Ne varki Mu'tezile, büyük günah işiiyenlerden küfür ismini menetmek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azaplardan küfür ismini menetmek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azaplardan küfür hakkında olanların hepsini gerçekleştirmekle beraber tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh Mu'tezile için küfür isminden korktuklarından dolayı büyük günah işliyenlere bu husustaki vaîdin büyüklüğünden başka bir şey hasıl olmamıştır. Eğer olmuş olsaydı küfür ismini vermekten hâli kalmazlardı. Çünkü elem verici şey, menfaat için temenni edilir veyahut zarardan dolayı ondan korunulur. Binaenaleyh O ismin güzelliği ile güzel olma veyahut çirkin olması ile çirkinleşmenin vacip olmadığı zaman müslümanlardan onu kötü olsun, güzel ve iyi olsun, mubah olduğu ifade edilirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. , Bunun üzerine açıklaması geçen husus hakkında küfür ve şirk isminin verilmesi dahil olmuştur. Ona münafık ismini veren kimse imandan ifade etmek üzere dili ile söylediği ve Allah'ın hududuna riayet edeceğine söz verip fiilleri üe zahir olan hususla Allah'ın hududlarını koruması babında verdiği söze aykırı olarak hareket etmesiyle muhalefetinin belir-mesindendir. Allah-u Teâlâ'nm «Allah, iman edenleri elbette büir ve münafıkları da eblette bilir»[197] kavH celîli ve yine «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecekler?»[198] kavl-i celîli de bu hususu açıklamaktadır. Cenab-i Allah, dillerin mihnet ve meşakkat ile yalan ve gerçekten ifade ettikleri hususun beyan edilmesi ile haber vermiştir. Yine Resulü Ekrem Sallallahuteâlâaleyhivesellemden rivayet edilmiştir. O, buyuruyor ki : «Kimde üç şey bulunursa o kimse münafıktır : Konuştuğu zaman yalan konuşur. Söz verdiği zaman yerine getirmez. Kendisine emanet bırakıldığında ona hiyanetlik eder[199]. Bunların hepsi, büyük günahları irtikâp edende görülmüştür. Kuvvet ancak Allah'tandır. Mu'tezile, isim hakkında büyük günah irtikâp dene kötü ve çirkin isimlerle isim verilmesiyle ihticac etmiş ve iman, temiz isimlerden olduğundan onunla isim verilmez iddiasında bulunmuştur. Bununla beraber vaad etme, iman ismiyle[200]varid olmuştur. Vaad ise, hususiyete muhtemel değildir. Sonra büyük günah sahibi hakkında vaîd gelmiştir[201]. Böylece onun mümin olması batıl olur ve kendisine verilecek isim varid olmadığı için de ona kâfir ismi verilmez. Binaenaleyh ona fasık, facir ve zalim olarak isim vermiştir ki, bu ismin kendisine verilmesi hususunda icma vardır. Sonra onlar için vaîd hakkında iki emir vardır. Birincisi : Allah-u Teâlâ'nm haberlerinin umum ifade etmesi, İkincisi ise; Allah-u Teâlâ'nın «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»'4 kavl-i cehlidir. Allah-u Teâlâ, bu âyet-i celîlesinde bağışlanan ve bağışlanmayan günahları beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cehennem'de ebedi kalma hususundaki vaîd, menetme babında daha büyük ve açık olduğuna göre o, daha lâyıktır. Oysaki gerçekten vaîd, vacip olduğu vakitte cehenneme girmek gerekir. Onlar hakkında Cehennem'den çıkmayı zik-retmemigtir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Faklh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'tan yardım dilemek suretiyle deriz ki; o, ihtilâfları üzerine değil, kendisi icma olduğunu iddia ederek der ki, gerçekten vaîd kendisine müminlerin iştirak etmediği hu-suslardandır. Bilakis o, her günah hakkında varid olmuştur ki, o günah, kendisini işliyeni imandan çıkarmış ve ondan iman ismini düşürmüştür. Murcie de onlara muvafakat edip hakikaten her günah sahibini imandan çıkarır. Böylece ona lâzım gelir diyor. Sonra gerçekten Murcie büyük günah işliyenler hakkında kendileri ile imanın bulunması ile beraber azaba duçar olmalarından müminler hakkında endişe duyup korkuyorlar. Mu'-tezile ise bu hususta müminler için korkmazlar, onların ihticaclan eserlerin umumu ile varid olmuştur. Zikrettiğim hususlarla sabit olmuştur ki gerçekten Murcie günahları Allah'a havale etmiştir. Bu ise, ifade bakımından umumu iddia etmekten umum olarak kullanılması bakımından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, fiil elde edildiğinde vaîdi beşerin fırkalarından biri hakkında kılmışlardır ki onlar da mümin olmayanlardır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra hakikaten Kur'ân delilleri ile, ehli imanın üzerinde karar kılmış olduğu hususlar ve lisanlarda ifade edilenlerle sabit omuştur ki, gerçekten tasdikten ibarettir. Biz onunla iman ederiz, haram ve helâl hakkında, toplumlar hakkındaki iştirak ve ibarelerin kendisi ile ayakta duran husus ve zikir, hayır meclislerinde toplanmak hakkındaki hükümler, onlardan herhangi bir inkâr vukubulmazdan Kur'ân hükümleri cari olmuştur. Müminlerin hakkı kendilerinde kabul edilmiştir. Kendisi ile hitap cari olan hususların hepsi böyledir. Mu'tezile mezhebinden, haricilerden ve haşevüerden, kendileri ile beraber bulunan çeşitli günahlarla beraber -ki, o günahların büyük günahlardan olduğu kendilerine zahir olsun veyahut hitap emri hakkındaki haberle o günahların hakikatleri kendilerine zahir olmasın- hiç bir kimse yoktur ki, kendisinde bulunan hususun gayri bir kimse olsun. Binaenaleyh kendisinden gerçek imanın zail olmadığı ve iman isminin kendisinde bulunduğu sabit olur. işte ıbu cümlelerle -ki bunları reddedenlerin kibirli ve inatçı kimseler oldukları bilinir- Hariciler ve Mu'tezilelerin ifade ettikleri hususlar batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Yine gerçekten Allah-u Subhanehû ve Teâlâ «Ey iman edenler; niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?»[202] kavl-i celîli ile beyan edilen hükmün hakkındaki vaîdi üzerine olan şeyin tahakkuk etmesiyle beraber onun için iman ismini ba,ki kılmıştır. Binaenaleyh iman ismi ile beraber «Niçin söylersiniz» kavli ile günahın ayrılmasından önce söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmayan azabın bulunması ile beraber iman isminin kendisinde bulunmakla Öfkeyi icabettirmiştir. Buğz, kendisinin bağışlanmasını gerektiren hikmet hakkında günahı icabetmez. Allah-u Teâlâ «Eğer müminlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın...»[203] buyurarak onlar için ikisinden birinin savaş hakkında tecavüz halinde olduğu için ona, mütecaviz ismini gerektirmekle beraber onlar için iman ismini ispat ederek imanlı olduklarını beyan buyurmuştur. Ve kendisine tecavüz edilenin Ölümü gelen kimseye de diğerinden Allah'ın emrine düşünceye kadar aynı hususu ilzam etmiştir. Eğer o, imandan çıkmayı[204]ifade etmiş olsaydı, bunun gibisinin hakkı zikredilenin gayri olur idi. Allah-u Teâlâ, «Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas (misilleme yapmak) farz kılındı.»[205] buyurmuştur. Bilinir ki, kısas ancak kasten öldürmek ile vacip olur. Cenab-ı Hak, âyetin başlangıcında onlar için iman ismini sabit kılmış ve aralarındaki kardeşliği ibkâ etmiştir. Gerçekten bunu Rabb'inizden bir rahmet, bir hafifletmedir, diye haber vermiştir. Bu vasıflar, fiilin kendilerini imandan çıkardığı kimseler hakkında ifade edilmesi çok uzaktır. Yine Allah-u Teâlâ «... iman edip te hicret etmiyenlere gelince; hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[206] buyurduktan sonra şöyle buyurmaktadır. Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, onlara- yardım etmek de üzerinize borçtur[207]. Cenab-ı Hak, bu âyet-i kerîmede onlar için imam ispat edip hicrette birbirleriyle ayrı düştükleri halde dinde aralarını cem-etmiştir. Bu husus, Allah-u Teâlâ'mn «(Mekke'den hicret vacip olduğu zaman oradan hicret etmeyip küfür diyarında kalarak) nefislerine zulmettikleri halde meleklerin, canlarını aldığı kimselere (azarlama kasdı ile) melekler şöyle derler : Ne işte idiniz?...»[208] kevl-i celîli ile bulunan vaîdin büyüklüğüne rağmen. Yine Cenab-ı Allah, «Ey iman edenler, düşmanlanmı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyiniz...»[209]«Ey müminler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin»[210] buyurmaktadır. Cenab-i Allah, bu âyet-i celîlelerie onların yaptıklarının kötü ve çirkin olmaları ile beraber kendilerine iman ismini ispat etmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır., Yine Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler, Allah'a öyle tövbe edin ki; tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[211], «... Ey müminler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki, dünya ve Ahıret saadetine kavu-şasınız.»[212]. Allah-u Teâlâ, onların üzerinde tevbe ile bağışlanan günahların kendilerinde iman isminin ibkâ edilmesiyle bulunduğunu haber veriyor. Onların sözlerine göre ise bu husus caiz olmaz. Binaenaleyh, esas olan sözün büyük günahları irtikâp edenlerden imanın zail olmadığını ifade edenlerin sözü olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Diğer bir husus da sudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ibadetlerin bir çoğunu iman ismiyle vacip kılmıştır. Ve onlardan çoğu hakkındaki helâl ve haramın bilinmesini, imanın isminin bulunması ve zevali kılmıştır. Sonra bu hususlarda imanla beraber günah işini işliyen kimseler, gayrine iştirak etmiştir. Böylece imanın kendilerinden zail olmadığı sabit olur. Bununla beraber geçen konularda imanın kendisinde bulunduğunu belirten hususlardan lâfı uzatmadan akıl sahibi olanlara kifayet edecek şekilde beyan edilmiştir. Sonra Şafaatin ispatı hakkında haberleri rivayet edenler icma etmiştir. Sonra Müslüman ümmetinin kıble ehlinden ölen kimselerin hepsinin üzerine cenaze namazının kılınması hakkında birbirlerinden naklen gelmesi ve ölülerine rahmet okumaları, onlar için istiğfar etmelerinin tevarüs etmesi, kendini sahih haberleri yalanlamaktan[213] kaçındıran ve hidayete ulaşan ve hidayet yollarını gösteren imamlara muhalefet etmekten kendini sakındıran kimse için bir delil teşkil etmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra Mu'tezile'nin küfür ismini kendilerinden nefyetmeleri ile beraber Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümidini kesmeyi gerçekleştirmek hakkındaki sözleri ve Allah-u Teâlâ «... Sapıklardan başka Rabb'inin rahmetinden kim ümit keser?»[214] kavl-i celîli ile tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah küfür ile ümitsizliği bir arada toplamıştır. Kim ki bunlardan birini ispat ederse diğeri de lâzım olur. Halbuki bizce ve Mu'te-zile'ce ümidini kesenin kâfir olmadığı sabit olmuştur. Çünkü Örfte küfür, yalanlamaktır. Büyük günah irtikâp eden ise, tasdik halinde bulunur ki, onunla Allah'ın azabından korkar ve ondan bağışlanmasını ümit eder. Ve bilir ki, gerçekten Rahb'inin rahmetinden ümidini kesen kimse, sapıtmış-tır, Allah'ı bilememiştir. Öyle ise bu hali ile onun yalanlayıcı olmadığı sabit olur. Gerçekte ise küfür, örtmenin ismidir. Büyük günah işliyen kimse ise, Rabb'isinin nimetlerinden hiç bir şeyi örtmüyor ve onun hakkını inkâr da etmiyor. Binâenaleyh onun kâfir olması batıl olur. İman da onun gibidir ki, örf ve naklî deliller itibariyle o tasdikten ibarettir. Böylece bilinir ki, o, bir şeyde Allah'ı yalanlamamıştır. Ve onun mümin olduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır. Sonra hak olan şöyle demektir ki, bütün hariciler ve Mu'tezile mezhebinden olanlar, kendi sözlerine göre büyük günahları irtikâp etmelerinde küfre girmişlerdir. Cehennem'de ebedi kalmayı kendilerine vacip kılmışlardır. İslama gönül veren ve islâmı benimseyen sınıflardan kendilerinden gayri olanları da bir kaç yönden[215], bu hususlarla vasfetmişler-dir : Gerçekten onlar, Allah-u Teâlâ'nın kendisine rahmet ettiği kimse hakkında icma ederek ifade etmişlerdir ki, o da âyet-i celîîelerden zikro-lunan hususla küfürle vasfetmektir. Aynı hususu Allah-u Teâlâ'nın «Allah'ın âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler ise, işte onlar Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olanlardır. Onlar için acıklı bir azap vardır.»[216] kavl-i celîli ile delil getirmişlerdir. Buna göre her iki zümreye küfür ve Cehennem'de ebedi kalmak gerekir. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerine iman edenlere gelince : Onu affedici, bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bu hususlar için gerçekleştirdiklerinden onu bunlarla vakfetmişlerdir. Onlar hakkında ancak ümit etme olduğunu ifade ederler. Her iki emirden birisi ile onlar için şahadet getirmeleri caiz olmaz. Herkesin sözü lâyık olduğu yerde bırakılır. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın, «... Ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse onu, döndüğü sapıklıkta biralarız. Ahiret'te de kendisini Cehennem'e koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.»[217] kavl-i celîli ile beyan buyurduğu gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır. İkinci vecih; gerçekten onların hepsi Allah-u Teâlâ'nm rahmetini o kadar darlaştırdılar ki, günahı[218], kapsamına almiyacak şekilde kıldılar. Çünkü büyük olmayan[219]günahlarla azaplandırmak caiz olmaz. Kendisine azap verilmiyen husus hakkında Allah'ın rahmeti için ve kendisinden müstağni olunan şey hakkındaki Allah'ın bağışlaması için bir hikmet yoktur. Her günahı kapsamına alan gadap Ve öfkeyi, hikmette kıldılar ki, onunla azap vermek caiz olur. Binâenaleyh onların sözlerine göre ne af vardır ne de rahmet. Bu sözün hakkı ise rahmet ve bağışlanmaktan mahrum olmaktır. Amma, AÎİah-u Teâlâ'yı geniş kapsamlı rahmet ve bağışlamak ile vasfeden kimseye gelince; onun hakkı bağışlanmak, Allah'ın rahmetine nail olmaktır. Çünkü gerçekten her kerim olan bununla vasfolunur. Mu'tezile ve haricilerin onu vasfettiği şey ile Allah'ı vasfet-mekten, ona daha meyillidir. Üçüncü vecih şöyle ifade edilmektedir : Allah-u Teâlâ, «Ey Resulüm» o küfredenlere de ki : «— Eğer Peygamber'e düşmanlıktan vazgeçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır.»[220] buyurmuştur. Vazgeçme ile meydana gelecek hususun hudutsuz olması bütün taatlara ulaştığının ve haricilerin sözüne göre hayatın tehir edilmesi ile bütün, işlerin meydana gelmesinin bilinmemesi ile olması caiz olmaz. Buna göre vazgeçilen hususun kendisinden vazgeçilmeyecek bakımından olur. Mu'tezile'nin sözüne göre de durum böyledir. Binaenaleyh gerçekten vazgeçmenin her vakitte hepsine malik olduğu, şey olduğu sabit olur ki, o da küfür ve masiyetin bütün çeşitlerinden beri olmaktır. Allah'a iman etmek ve kişinin iman ettiği şeyin hepsinden de berî olmaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Bu husus Mu'tezile'nin sözü üzeredir. Çünkü onlar iman ile küfür arasında bir yerin bulunduğunu öne sürdüler. Allah-u Teâlâ ise küfürden vazgeçmekle zikrohman şeyi vadetmiştir. Böylece büyük günah işleyen kimsenin bağışlanmış olması lazımgelir. Özellikle küfürden vazgeçmekle beraber olduğu zaman büyük günahları irtikâp eden kâfirin bağışlanması lazımgelir. Bunun üzerine Cehennem'de ebedi kalma hakkında umum olarak ifade edilmesi ile azabın verilmesi ve mağfiretin vukubulm asının reddedilmesi vacip olur. Tevfik Allah'tandır. Sonra biz Mu'tezile'ye şöyle deriz : Siz diyorsunuz ki, büyük günah işliyen ne mümindir ve ne de kâfir. Gerçekten onlar büyük günah işîiyene her iki isimden birinin müstahak olmadığı şey ile mi isim veriyorlar, yoksa onlardan biri ile mi? Ve siz gerçekten onu bilmiyorsunuz. Eğre onlar birincisini kabul ederek onunla ifade ederlerse onlara şöyle denir; Allah ona imanın hepsini mi verdi yoksa bazısını mı ihsan etti veyahut imandan hiç bir şey vermedi mi? Bunun için ismi batıl oldu. Eğer evvelkini söylerse, büyük, söz söylemiş olur ve Allah'ın kendi fiilinin1 ismini Allah'tan menetmiş olur. Halbuki Allah, ona iman vermiştir. Allah'a kendi ismini gerçekleştirmediği için Rabb'ini bilmemiştir. Eğer bu caiz olmuş olsaydı hiç bir kimsenin sözünde doğru olarak gelmiş olmaması caiz olurdu. Gerçekte ise Allah katında o, sözünde sadıktır, ve böylece hal sahibidir, otu-rucudur, ayakta durucudur. Allah'ın katında böylece olması caiz olmaz. Veyahut Allah-u Teâlâ'nm onu böylece bilmesi caiz olmaz. Zikrettiğimiz hususlardaki birbirine zat olan sözleri bunun gibidir. Bu husus, onların Allah'ı bilmemelerinin alâmet ve işaretidir. Eğer ikincisini söylerse, hakikaten Allah-u Teâlâ bazısına iman eden kimselere ve bazısına da iman etmeyip küfreden kimselere şahadet etmektedir. Çünkü onlar, «Biz kitabın bazısına iman ederiz, bazısına da iman etmeyip küfrederiz» demişlerdir. Onlar, hakikaten ve gerçekten küfreden kimselerdir ki, onlara küfürle isim vermek lasını gelir. Bu ise haricilerin görüşüdür. Eğer onlar üçüncü şıkkı ifade ederlerse o çok uzaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ, kitabın bazısına iman edene kâfir ismini vermiştir. Binâenaleyh kendisinde hiç iman bulunrmyan kimseye kâfir ismini vermek daha gerçek ve doğrudur. Şu aslı iki vecih teyid etmektedir : Birincisi; Allah-u Teâlâ'nm, beşeri, dünya ve Ahıret işi hakkında iki kısma ayırmasında zikrettiğim husus. Mu'tezile ise beşeri üç kısma ayırarak Allah'ın hududuna tecavüz etmişlerdir. Onlar gibisinin hakkı, kendilerine «Allah size bu hususta izin mi verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?» denir. Veyahut tıpkı yahudilere denildiği gibi kendilerine «Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?» denir. İkincisi ise, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendisinde küfür gerçekleşen zümreden Kur'ân-ı Kerîm'inin muhkem âyetleri ile imanı nefyetmiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri «Onlar, iman eden kimseler değillerdir», buyurmuştur[221] Gerçekten onların kâfir olmadıkları hiç bir akıllı olan kimsenin zihninden geçmez. Bilakis kendisinde iman[222]fiiîi olandan iman zail olduğu vakitte ancak küfür ile zail olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Eğer onlar onun için iki isimden birinin bulunduğu bilinmez derlerse, onun için Allah nezdinde öyle bir benzeri vardır ki, onun ağırlığı ve zahmeti cedel ve husumettir. Çünkü onların bilmedikleri şey, sayılan hususlardan daha çoktur. Bu hususta onlara delil getirip ihticac etmek lâzım olsaydı, ömür boyu hayat batıl olarak boşa geçerdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra insanlar ihtilâf etmelerine rağmen, büyük günah irtikâp edenin gerçekten dinlerde şirk, veya küfür veyahut da iman olmak üzere İsim verilmesinde ittifak etmişlerdir. Kim ki şek ve şüphe ile konuşmaktan korunmak için bunları iptal ederse ittifak üzere ifade edilen hususu iptal etmiş olur. Onlar, bu husustaki kitapta varid olan debilere ve sün-netde bulunan hususlara şahid olmuşlardı ki, onunla kendisinin şahid olduğu veyahut anlayış sahibi olan kimsenin işitmek suretiyle elde etmiş olduğu deliller hakkındaki şek ve şüphe ortadan kalkar. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra fasık ve facir isimlerini mutlak olarak söylemek kendisinde dağınıklık meydana getiren hususlardandır. Kim ki ona kâfir veyahut müşrik ismini verirse onu mutlak olarak söylemiştir. Kim ki ona mümin derse, bu husustan kaçınmıştır. İşte böylece Allah-u Teâlâ'nm düşmanlarının ismini inkâr ettiler. Mu'tezile de bu iki ismi, emrin bulunduğu şeyin hilâfına o isimleri menetmek üzere meydana çıkarmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra Allah-u Teâlâ'nm «doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[223] kavl-i celîlini hariciler yanlış ve hata olarak te'viî etmişlerdir ki, o te'vil fasiddir. Çünkü o günah değildir ki, bağışlansın. Bunda ise bağışlanmak zikredilmiştir. Onun altında tevbenin[224], gizlenmesi muhtemel değildir. Çünkü onun gibisi ile şirk bağışlanmaz. Âyet-i celîle ise iki günahın arasını ayırdetme hakkındadır. Allah-u Teâlâ'nm : «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[225] kavl-i celîli de böylece ona muhtemel olmaz. Çünkü onda günahı Örtme vardır. Günah olmayan hususta da örtme bulunmaz. Hatâ ise günahı gerçeldeştirmez. Örtme, bağışlama, kendisi ile ceza verilen şey için olur. Mu'tezile'nin söylediği söze de muhtemel değildir. Çünkü onların sözü, benzemenin[226] gerçekleşmesini men'eder. Çünkü o büyük günah işlemeyenler hakkında bağışlanmış olarak vaki olur. Bunda ise ispat edilerek vukubuluyor. Sonra günahları örtmeği onlar, örtülmüş olarak değil, bağışlanmış olarak kılıyorlar. Çünkü bağışlanmış olan, üzeri Örtülmüş olandır. O red edilinceye kadar baki kalır. Örtülen ise sahibinden güzel bir fiil gelip onunla bağışlanıp örtülmüş olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nm, «... Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir» buyurduğu gibi[227] Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, size öyle bir kazanç göstereyim mi ki, sizleri acıklı bir azaptan kurtarıversin?»[228] ve «Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, o, ne güzel şeydir. Eğer sadakaları gizler.de onları öylece fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve günahlarınızdan bir kısmını örter.»[229]Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, Allah'a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[230] kavl-i celîli de böyledir. Bu hususta asıl olan Allah-u Teâlâ'nm, «Gündüz iki tarafında (öğle ve ikindi vakitlerinde) ve geceye yakın üç vakitte (akşam, yatsı ve sabah vakitlerinde) gereği üzerine namaz kıl. Doğrusu bu hasenat, günahları mahveder...»[231] kavl-i celîlidir. Sonra gerçekten âyet-i celîle Mu'tezile'nin sözüne muhtemel değildir. Çünkü onlar günaha musir olan kimseyi büyük günah sahibi, günaha devam etmiyeni de günahdan pişman olan ve tevbe eden kılıyorlar. Binâr-enaleyh, böyle olan günah, tevbe ile bağışlanır. Bütün günahlar da tevbe ile bağışlanır. Her ikisi[232] de Allah-u Teâlâ'nm şu âyet-i celîlelerinden ayırt edilmekle carî olmuşlardır[233] : «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[234], «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[235]. Allah'a yemin ederim ki, o, hakikaten şirkin ancak tevbe ile bağışlanacağım ve gayrinin Allah-u Tealâ'nın fazlu ihsanı olarak bağışlanmasının veyahut âyet-i celîlelerin ayırt edilmesi için faydanın tahakkuk etmesiyle beraber ifade edilen sözün doğru olması için hasenattan gayri ile örtülüp bağışlanmasının caiz olduğunu daha iyi bilir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra âyet-i eelîlede Mu'tezile ve haricilerin sözlerini menedecek ve-cihler vardır. Birincisi; Cenab-ı Hak, «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden kaçınırsanız...»[236] buyurmuştur. Âyet-i eelîlede büyük günahlardan sakınmayanın hükmü yoktur. İkincisi; büyük günahlar iki çeşittir : Birincisi, kâfirlerin ihtilâf ettikleri yalanlama ve inkâr edip küfretme çeşitlerinden olan, itikatta vuku-bulan büyük günahlar. İkincisi ise, Allah-u Tealâ'nın onu büyük fiil ve günah olarak beyan buyurduğunu görmesi iie, o şekilde itikat ederek sahibinin kendisinden kaçınmış olduğu fiiller sebebiyle olan büyük günahlar, îşte sakınmak budur. Onu fiille yapar ki, ona irtikâp denir. Yoksa âyet-i ceîîlede sakınmayı beyan eden hiç bir vecih yoktur. Bunun üzerine onun itikat yönünden sakınılması gereken husus olması caiz olur. Onlar, şirkin nevileridir ki, her ikisinin gayrini Allah dilediği için iy ve güzel ameller veyahut fazlu kereminden dilediği ile bağışlar, Örter. Tıpkı her iki âyetten birinde, günahı Örtmek, diğerinde ise mağfiret etmekle beyan ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Üçüncüsü : Büyük günahlarda azapların miktarı beyan edilmemiştir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, doğrusu Cenab-ı Hak, günahlarda misli ile ceza vermekten fazlasını nefyetmiştir. Şirk ve inatlaşmak suretiyle küfrün cezası ancak Cehennem'de ebedi kalmaktır. Hiç şüphe yoktur ki, inatçı kâfir ve Allah'a eş koşan müşrik olmayanın ibadetteki günahı, o günahı işlemekten başka bir şey değildir. Hatta onun itikadının sıhhatli ve kuvvetli olması, Allah'ın kendisini, sakındırdığı şeyden korkmasına ve itikat hakkında kendisini imrendirdiği şeyi ümit etmesine sevketnıiş-tir. İgte o, günahının bağışlanması ve kabahatinin örtülmesi için her şeye sebkat edendir. Onun günahının evvelkinin günahı kadar olması caiz olmaz. Binaenaleyh küfür ve şirkin gayri olan güna-hlar sebebiyle cehennemde ebedi kalmak ta caiz olmaz. Buna iki şey dahil olur; birincisi : Va'd hakkında vukubulan yalan. Çünkü Cenab-ı Hak, «... Kim de bir "imah ile gelirse, ona ancak misli ile (günahı kadarla) ceza edilir.»"[237] buyurmuştur. Şu husus bilinir ki, gerçekten inatçı kâfir olana eğer kurtulup rahat etmesi suretiyle ceza ve azap çeşitlerinin hepsi kendisine tatbik edilse, yine küfrü seçer. Böylece onun günahının misli ile ceza verilmesi/onun cehennem azabında baki kalmasından ibarettir. Günahı ondan az olan kimsenin onun gibisi ile, yani cehennemde ebedi olarak azap çekmesi ile kendisine ceza verildiği zaman ^ünahmın mislinden daha fazlası ile cezalandırılmış olur. Halbuki o, irtikâb[238] ettiği şey sebebiyle cezalandırılmamıştır. Hikmete uygun olan ise, günahı kadarı ile cezalandırılmaktır. Bu ise hikmeti meneden hususlardandır. Tevfik Allah'tandır. İkincisi : Bilinir ki, hayır olandan inatlaşma ve inkâra karşı bulunan şey, inatlaşma ve inkârdan olan şey üzere işlemeyi terketmeyi tercih edip kabullenmede olan şeye karşı bulunan, diğerinden daha yüce ve büyüktür. Öyle ise hayır hakkında daha büyük olan ile gelmiştir. Şer hakkında ise nihayetine ulaşmamıştır. Onu Cehennem'de ebedi kıldığı zaman serden madununu irtikâp etmek sebebiyle hayır olanların en üstününün sevabını iptal eder. Bu ise adalet vasfını değil, cömertlik vasfını reddeder. Adalet ise verdiği azabın üzerine onun gelmiş olduğu sevabından ziyade kumaşıdır. Allah-u Teâlâ, bir hayırlı ve güzel amel işleyene o amelin on mislini, sevap olarak vereceğini, kim de bir günah, işlerse ona günahı kadar ceza vereceğini haber vermiştir. Bu hususta ise, hayır ve iyi amelde misline ulaşmadığı gibi günahta da mislinden noksan olmamıştır. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir. Evvelki hakkında yalan olacağına dair fiilin terki ile delil getirmek isteyen kimsenin delil getirmesi mümkün değildir, fasittir. Çünkü herkesin aklında yalandan korunmanın gerektiği hususu yerleşmiştir. Tıpkı onu kabullenmede ibka edilmesi yerleştiği gibi. Sonra onun varlığı aklının yalanma delil olmaz. Çünkü aklında onu meneden şey vardır. Eğer ona tecavüz ederse, onun gibisinin aynı tecavüzünün vaktim kabul etmekte de bulunur. Eğer onda açıklama olsaydı, evvelki ile herşeyin açıklanması veyahut fasid ve haram olması vacip olan helâl olurdu. Yine eğer öyle olmuş olaydı, aslen kâfir olana verilen cezamın aksi olarak mürtede ceza verilmesinin vacip olmaması gerekirdi. Bilakis küfrü sarahatle ifade etmekle evvelki hakkında vukuıbulan yalanı zahir olmazdı. Nasıl olur ki, işlediği gey hakkında zahir olsun? Eğer bununla[239], olmuş olsaydı sonradan kâfirin imanı ile yahut örf ve âdetle yalanını çirkinleştirmeyen şeyi teati etmeseydi, yine o zahir olurdu. Onun aslı iki vecih olarak görülmektedir. Birincisi; eğer onunla evvelkinde yalan zahir olsaydı, lâzım olmak muhakkak ortadan kalkardı. Lâzım olmak ortadan kalktığı zaman da onu izhar etmek için varlığının sebebi olması batıl olurdu. Bunda ise, onların söyledikleri hususun batıl olduğu anlaşılıyor. Kuvvet ancak Allah'tandır. İkincisi : Herkes muhakkak olarak itikadının bulunduğu vakit, kendinden bilir ki, o, bu hususta yalancı değildir. Sonra dinine56 tecavüz edeni bilir. Eğer onunla zahir olma olsaydı, hakikatte kendisinde ilim vuku-bulmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır. Bilakis bunu iddia edene o husus lâzım gelir. Çünkü yalan konuşmamak onun itikadında mevcuttur. Bu göz ile yalancı olacağını her mümin olan bilir. Allah Sübhanehu ve Teâlâ da böylece bilir. Zira Allah, gayri ile değil, bizatihi herşeyin hakikatini olduğu hal üzere bilir. Onun evvelkinde de doğru ve sadık olduğunu bilir. Ondan sonra eğer tecavüz ederse, o sözün sahibi Allah nezdinde ve kendisinin yalancı olduğuna şahit olan kimsenin yanında yalancı olur. Bununla herkes başkasının küfrünü tes-bit etmeği murad ettiği sözü hakkında onun küfrü ile hüküm vermeği kendisine vacip kılar. Kuvvet ancak Allah'tandır. Allah-u Teâlâ'nın «Yahudilerden o kimseler ki, Musa'ya iman getirdiler, buzağıya taparak kâfir oldular. Sonra tevbe ederek Tevrat'a iman ettiler, sonra[240] İsa'yı inkâr ettiler, sonra Peygamber (aleyhisselânıı) tanımadılar da küfürde ileri gittiler; Allah, onları mağfiret edecek de değil, doğru yola iletecek de değil,»[241] kavl-i celîlinde eğer zikrolunan şey olsaydı, onlar için ebediyyen iman sabit olmuş olmazdı. Bunun üzerine onların sözlerinin fasid ve ıbatıl olduğu sabit olur. Bu küfür hakkında ifade edilendir. Küfrün mâdûnu olan şey hakkında bu husus nasıl sabit olmaz? Kuvvet ancak Allah'tandır. Mahlûkattaki hallerin muhtelif olması da buna göredir ki, o hallerin gayrinde onların birbirine zıd düşmelerinin fasid olması vacip olmaz. Tev-fik Allah'tandır. Bu husus yine büyük günahlar hakkında Mu'tezileye gerekir. Sonra onlardan taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar büyük günah sahibi olanlara namaz kılan ve ehli kıblenin ismini ispat ediyorlar. Onlara bu ismin verilmesinin sebebi imandır. Öyle ise o ismin baki kalması halinde imanın zail olması mümkün değildir. Onunla sabit olan ise, muhakkak zail olmuştur. Allah-u a'lem. Âyet-i celîlenin kıraatinde[242], «Yasak edildiğiniz günahların büyüğünden kaçınmak üzere» olarak da rivayet edilmiştir. Her ne kadar bilinen o ise de cemi siğasiyle fertlerin murad edilmesi de caizdir. Âyet-i celîlenin o manayı ifade eden kıraat üzere rivayet edilmesini biz inkâr etmiyoruz. Çünkü bu hususu Allah-u Teâlâ'nın şu âyet-i celüeleri açıkça beyan ediyor : «... Kim şeriatın hükümlerini tanımaz, imam inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.»[243], «Kim islâmdan başka bir din ararsa o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz...»[244], «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak- ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahırette'de boşa gitmiştir.»[245]. Allah-u Teâlâ'nın, «Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eg koşanın günahını) bağışlamaz.»[246] kavl-i celîlinin te'vili de ona göredir ki, sonradan Cenab-i Hak, «Ondan başkasını, dilediği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur.»[247]buyurmalttadır. Tıpkı bunda, «... Günahlarınızı örter ve sizi bağışlar...»[248] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, onu getirmek bir hüküm ile olur. Bilinen bir gerçektir ki, Mu'te-zile ve Haricîler, ikiden birini idrak edemedikleri gibi, diğerini de anlayamamışlardır. Sonra Allah-u Teâlâ'nm, «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[249] kavl-İ celîli hakkında haricilerin sözüne go--re asıl olan şudur ki, sanki Cenab-ı Hak, «Eğer siz küfür ve Allah'a eş koşmaktan sakınırsanız» buyurmuştur. Mu'tezile'nin sözüne göre de «Eğer siz imandan çıkmaktan sakınırsanız zikrolunan sizin diğer kabahatlerinizi Örter mağfiret ederiz.» buyurmuştur sanki. Bu takdirde Mu'tezile'nin sözüne göre imandan çıkmaktan başka büyük günah yoktur. Onların sözüne göre," âyet-i kerîme hâssa rücu' etmiş oiur ki, o da din ve imandan çıkmaktan ibarettir. Bu husus ise, onların âyet-i celîle umum ifade ediyor davasındaki sözlerini iptal eder ve âyet-i celîlenin umum değil, husus ifade ettiğini söylemelerini gerektirir. Kim ki bir şey hakkında, bir şey ve açıklık olmaksızın hüküm verirse kendisi mahkûm olur. Bu ise, kendisinde vaîd bulunan hususların hepsinde durmayı ifade eden Hüseyin'in sözünün lüzumunu ve zikrolunan kimsenin sözünün batıl olduğunu gerektirir. Allah-u a'lem. Sonra asıl olan odur ki, doğrusu Allah-u Teâlâ, iyi. ve güzel ameller ve onunla beraber büyük günahlardan sakınmağı zikretmeksizin mükâ-faat vadetmiştir. Günahlar üzerine de umum ifade eden vaîdle ceza ve azap verileceğini beyan buyurmuştur. Tıpkı iyi ve güzel amellere mükâ-faat vadettiği gibi. Kim ki, her iki âyeti birlikte umuma yöneltirse, her iki emri bir işte toplamak suretiyle tenakuzu gerektirmiş olur. Bu da aptallığın alâmet ve işaretidir. Sonra âyetlerin ifade ettikleri umum ve husus hakkındaki sözler, birbirine uymamaktadır. Mu'tezile ve hariciler vaîd ifade eden âyetlerin umumi manâda mütalâa edilmeleri daha doğrudur diye iddia ettiler. Çünkü onlar menetme ve öğüt verme hakkında daha açıklık ifade etmektedirler. Murcie'ler ise, vaad ifade eden âyetlerin umumun ifade etmeğe daha lâyıktır diye iddia etmişlerdir. Çünkü diyorlar, rahmet, afv ve mağfiretten Allah'ın sıfatlarından bilinene o daha lâyıktır. Bunun için büyük ve küçük günahlarda vaki olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nm «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[250] kavl-i celîli helâl kılanlar için vaîde muhtemel olması ile beraber ona şahadet ediyor. Vaîdin eğer tahsis edilmesi vacip olsaydı; gayrine de muhakkak vacip olurdu. Vaîd de kendi nefsi içindir. Binâenaleyh, vaîdin husus ifade etmesi daha evlâdır. Bununla beraber vaîdin vukubulması için devamlı olmasını şart koşmuştur ki, bu da husus ifade etmesinin alâmet ve işaretidir. Bu husus va'd hakkında bulunmadığı için onun şirki helâl kılanlara sarfedilmesi, yahut kendisinde iyi ve güzel ameller bulunmazsa o, kendisinin cezası olmasına sarfedilmesi gerekir ki, böyle olunca onun yanında muvacehenin bulunma-sı vacip olur. Yahut o, cezasıdır; Allah-u Teâlâ'da rahmetiyle onun ümitvar olduğunu bildiği şeyle, fazlu ihsanı ile kulu bağışlamasına sarfetmesi gerekir. Kul, Allah'ın mağfiretinin ne kadar büyük olduğunu bilir. Bunun için Allah, kulunu kendisini ümtivar eden Allah'ın fazlu ihsanından zahir olan hususla onu afvinden mahrum bırakmaz. Yahut onlara kullarından seçkin olanları onlar hakkında şefaatçi kılar ve onlar için. istiğfarlarını kendilerinden kabul eder. Çünkü kulun yani kendisinin istiğfar etmesi çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten Allah-u Tsâîâ kuluna günah irtikâp etmezden önce ona mümin demiştir. Ve kendisinden Cenab-ı Hak «Ey müminler, yabudi ve hristiy ani arın sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : Biz, Allah'a ve bize indirilen Kuı-'an'a, îb-rahim ve İsmail ve îshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya> isa'ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabb'leri tarafından verilen kitaplara iman ettik...»[251], «Peygamber (aleyhisselâm) ve müminler, Rabb'isinden kendine indirilen Kur'ân'a iman ettiler. »[252] âyet-i celîlelerle küfür ismini izale buyurdu. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, kişinin mümin olmasına sefoeb olan şeyi beyan buyurdu. Onun gibisine sen mümin değilsin demeği de «... Size islâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçici nimet ve menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin, demeyin...»[253] kavl-i celîli ile haram kılmıştır. Allah'ın Resulü (s.a.v.) Cebrail aleyhis-selânı, kendisine iman hakkında sual ettiğinde bu hususta açıklamada bulunduğu zaman onları ifade eden kimseye mümin ismini vererek müminlerden olduğunu gerçekleştirdi. Ve yine böylece Peygamber aleyhisselâm «Ben, insanlarla savaşmam hususunda emrolundum...»[254]buyurmuş olduğu bu Hadîs-i Şerifin devamında şahadet getirinceye kadar diye ifade buyurmakta. Binaenaleyh, işte bu, şimdi kitap, sünnet, icmai ümmet ve lügat ehlinin şahadeti ile mümindir. Sonra büyük günah sahibi olan hakkında ihtilâf edildi. O, Mu'tezile'-nin inatîaşarak vasfettiği şey ve Haricilerin islâm dışı görüşleri ile vas-fettikleri sıfatla bulunmaktadır. Hatta onlar kendi görüşleri için tercih ettikleri ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeleri sebebiyle onlara isimler talktılar, Aîlah-u Teâlâ'nin hikmetinde onların bağışlanmasının cai?i olması görüşünde olmadılar. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra fısk, isyan ve zulüm için olan manâlar, iman Üe zıt düşmemektedir. Çünkü fısk, emirden dışarı çıkmanın ismidir. Fıslan üç kısım üzere olması caizdir : Onlar da : İrşad emri, farz ve itikata ait olan hususlardan dışarı çıkmaktan ibarettir. Zulüm de böylecedir. Çünkü o, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır, isyan ise, muhalefette bulunmanın ismidir. Kim ki bunların hepsini ceza hakkında veyahut manânın hakikatinde tertip eder ve her günah için iman isminin ziyadeleşmesini[255], murad ederse o kimsenin kendisi zulmetmiş olur. Allah-u Teâlâ'nm ve Resûlü'-nün ve müctehid olan imamların ayırt etmiş oldukları hususu reddetmek için de haddi tecavüz etmiş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Gerçekten kendisine iman ismi verilen husus, geçen mevzularda açıklanmıştır. Sonra biz; Kâ'bî'nin, mezhebi için seçip rıza göstermiş olduğu sözlerini, sonra onun Allah'ın dini hakkında ulaşmış olduğu yeri azıcık düşünen kimsenin bileceği şey ile delillerini zikrederiz. Kuvvet ancak Allah'tandır. Kâ'bî, şöyle iddiada bulunur : Gerçekten Ehl-i Hakk'ın «Her tâat imandandır. Ve imanın ismi, terkettiğinin fasık ismini icabettiren şeye nıüstahik olur.» Sözü gerçek değildir. Ve devamla diyor ki : Bizim «mümindir sözümüz, yalnız fiilden alınmış değildir. Çünkü birini tasdik eden ve ona boyun eğip itaat eden herkese mutlak isim olarak onunla isim verilmez. Ve yine onun ismi yalnız o değildir. Çünkü eğer onun ismi olsaydı onun gibi olmayan kimseye de aynı ismin verilmesi caiz olurdu. Tıpkı güzel olan kadına çirkin ismi verilmesi gibi. Böyle olmadığı zamanda onun fiilden alınma isim olduğu ve din hakkında da medih olduğu ve isminin de ayırt edilmek için olduğu sabit olur. Şeyh Eba Mansur (r.h-1 divor lki : Biz Allah'tan yardım talep ederek deriz ki; Kâ'bî'nin «Ehl-i Hak, böylece haktır.»[256] sözü ile eğer her taat imandandır'sözünden o, imadan başka bir şey değildir demediğini murad ederse, bu sözü tıpkı her nim^ Allah'tandır demek gibidir ki, ben Allah'ın izni ile ona nail oldum ve o iıinıet var idi manâsına gelir, iman da böylecedir. Onun «iman'ın ismi Sıma müstahik olur» sözünü ise, onu nakzet-mistir Günkü o. büyük günah sahibi ile beraber fiil bulunduğunu ve fakat[257] ona sim verilmediğini iddia etmiştir. Bu hususta ise zikrolunan şeyi vas-fetmistir. O da gerçekte onun katında imanın ismi değil, mümin olanın ismidir. Çünkü o, imanı onsı»z kendisine gerçekleştiriyor da, ona isim vermiyor. Bu husus, onun sözü $e iminin ulaşabildiği yerdir. Onun «mü'mi.n kelimesi, fiilinden alman bir i^ değildir» sözü acaib bir sözdür. Çünkü o, bu ismi onun fiili için gerçekleştirdi, sonra onunla isim vermeyi menet-ti. Bu ise, herkese gerçekte fiilinin isminin gayri ile isim vermenin ve aynı zamanda o ismi kendimden menetmenin caiz olduğunu icabettir^ ki bu husus her fail olana faU" olmayan ve her fail olmayana fail ismini vermeyi gerektirir. O hareli ve benzerleri hakkında da böyledir. Onun «böylece tasdik etti, onunla isim verilmez» sözü ve ona tabi kıldığı «bütün din ehli o fiilin hata olduğu hususunda ittifak etmiştir» sözü, iki yönden yalandır : Birincisi; onun şö^e demeğidir : Ona isim verilmez. Belki o isme verilmiştir. Fakat onun iffîan ile ^ murad etti^ bilinmez. Bunun içindir ki, onu tesbit etmesi vaciptir. Fakat bu ona isim olduğu için değil. Ve yine böylece felan murad ve maksadı bilinmeyen husus bakımından birine itaat ettiği şey ile mutlaka felana itaat etti denmez. Bu da fiilinin mutlak olmasına müstahik olmadığı için değil, fakat kendisi ile emir bilinmeyen kimseye olan itaat olduğu içindir, iman da böylecedir. Bilmeye vardığı vakitte onu ifade el^elî gerekir ve yine böylece birisi hakkında ifade ettiği şey ile o husus ayan beyan oluncaya kadar o yalancıdır veyahut tasdik edicidir, denmez- Som-a her Allah'a küfreden kimseye yalancıdır denir. Çünkü onun haleti bilinmiştir. Mümin de onun gibidir. Tev-fik Allah'tandır. Dinler ehlinden rivayet ederek naklettiği şey de böylecedir. Ondan görülen ve işitilen taaccüp edilecek hususlardan şu kitapda eşya hakkmda ümmetten devamlı olarak rivayet edilir. Belki onun bulunması ümmetten söyle dursun, onlardan birinden bulması güç olur. Ve kendi batıl fikrine vesile kılar. Onu aklı olan kimse düşünürse veyahut mezhebi hakkında kendisine karşı çıkanlardan biri onu iman etmiş sanır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Onun, «O, onun ismi[258] değildir.» sözüne gelince, kendisine şöyle denir : Eğer isim fiilin gerçekleşmesi için olmamış olsaydı onu kendisine isim kılmayı[259] menetmek için de olmazdı. Fakat onu isim kılmakta hakikati gizlemek vardır ki, gerçekten o, ismin hakkıyla ona isim vermiştir; veyahut da fiilin hakikati ile. Ve fiillerden alman isimlerin bulunduğu hal üzere olan şeyin hepsi böylecedir. Onun ismini[260] hakikati olmayana ancak mecaz üzere veyahut onunla dalga geçmek ve onu aşağılamak için verir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra diyor ki : Biz fasid hakkında tahkik ve tedkik edildiğinde o mümin değildir demiyoruz. Bilakis biz ona mümin ismini vermiyoruz. Buna göre kendisine şöyle denir : O, tahkik ve tedkik edildiğinde mümin midir veyahut mümin değil-midir. Veyahut mümin ve kâfir değil midir? Eğer evvelkini yani mümindir derse, o, öyle bir adamdır ki kendi nefsini yalancı olmadığı şey hakkında yalanlamaya davet etmiştir de bunun üzerine ona itaat etmiştir. Onun gibisinin hakkı, kendisinden yüz çevirip onu görmemektir. Çünkü o, her mukallidin aşağısmdadır. Eğer son iki vecih ile söylerse, kendi nefsini ondan rivayet etmiş olduğu husus hakkında yalanlamıştır. Tevfik Allah'tandır. Sonra tâatm hepsine iman ismini vermeğe hepsinin nezdinde dinden olan hususlarla ve Allah-u Teâlâ'nm «Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz.»[261] kavl-i celîli ile delil getirdi. Bununla beraber hakikaten islâm dininden olduğuna itikad etmeksizin kendisine işaret etmek üzere ibadetlerden bir şeyi talep eden kimseden o istediği şey kendisinden kabul olunmaz. Her ibadet ancak islâm dininden olması sebebiyle kabıü olunur. Onun kendisine işaret edilen ibadetin ismi olduğu sabit olmuştur. Her ibadet, İslâm'da ibadet olarak belirtildiğinden kabul olunur ve kuvvetine binaen varid olur. İşte bu hepsinin dindendir demelerinin manâsıdır. Yoksa, herşeyin bir şeye izafe edilmesiyle ondan kendisine isim verilmesi gerekmez. Allah-u Teâlâ «Sizdeki her nimet Allah'tandır...»[262] buyuruyor. Yoksa her nimet Allah değildir. Bilakis o hususta dinin başka olduğuna delildir, tâ ki ona izafe edilsin. Binâenaleyh ondan fariğ olduktan sonra onu yerine getirmiştir. Tevfik Allah'tandır. Sonra Cenab-ı Hakk'm «(Ey Resulüm) müminlere müjdele, onlara gerçekten büyük bir mükâfaat var.»[263] kavl-i celîli ve ona benzeyen âyetlerle mutlak olan isimle müminler için vaîd olduğuna delil getirdi. Sonra o, rızkı irtikâp eden de yoktur. Vaîdin umumiyeti hakkında her ne kadar ihtilâf vukıibulmuş ise de vaadin umumun ifade ettiği hususunda hepsi görüş birliğine varmışlardır. Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikıyla deriz ki; onun, âyetlerin umumu hakkında icma' vardır demesi yalandır. O kimse devamlı olarak her belâ ve musibet[264] hakkında kendisini korku ve endişe içinde kılmaktadır. Doğrusu Cenab-ı Hak, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak ağaçları altından ırmaklar akan cennetleri verdi ki içlerinde ebediyyen kalıcı haldedirler...»[265] buyurmaktadır. Onun gibisi olan söz için vacip değildir. Özellikle hepsinin sözü hakkında işte böylece onun rivayet ettiği husustaki yalanı sabit olmuştur. Sonra âyetlerle istidlal etmesine üç noktadan cevap verilmiştir : Birincisi : Hallerin nihayetinden haber vermektir ki, her müminin82 varacağı yer orasıdır. tkincisi : Vaadin kendi ahlâkı ile ve ona yol gösteren şeyle imanı gerçekleştirmek için olması. Her hangi birine bir şeyle isim vermek caizdir ki, o da emrin ismidir. O emirlerin hepsi onunla birbirleriyle bağlanır. Kendisine verilen isimle, ismin ispat edilmesinden onun bulunması caiz olur. Allah-u a'lem. Üçüncüsü : Onun için cezanın ve kendisi ile azaplandırılan hususun bulunması ki, o da kendi hakları ile azaplandınlmaktır. Ona dininin hakkı olarak iaabet eden şey, kendisinden, dininden bir şeyi noksanlaştırmış olmuyor. Bununla beraber Cenab-ı Hak gerçekten onun için Allah'tan büyük bir mükâfaat olduğunu beyan buyurmuştur ki, gerçekten iyi ve güzel amellerin cezası Allah'tan elan bir mükâfaattır. Mükâfaat vermenin hikmeti ise, haller ve vakitlerin ihtiyar edilmesinden o hususu yerine getirene mahsustur. Sonra Murcie'nin, mezheplerindeki sözlerinin yalan olduğunu bilen kimselerden onun hakkında her düşüncenin bileceği şeyle onların sözünü açıklama zahmetinde bulunmak, onu anlayanın onlara lanet etmelerine bir yol olsun içindir. Bunun içindir ki, onun hakkındaki sözleri nakletmekte pek az bir fayda mülâhaza ettiğim için ben onların sözlerini terkettim. Çünkü onların sözle- yalandan ibarettir. Sonra der ki : Murcieler arasında ittifakla sabit olmuştur ki, fasık olan kimse [266]tevbe etmeden önce Ölürse o fasıktır. Onun hakkındaki vaîd sabit olmuştur. Kendisi ile kastedilenin onun olması da caiz olur. Mukatil'in[267], «gerçekten onun vaad ehlinden olmaması mümkün değildir. Onun gibisi için, kendisinin mümin olmadığı hususunda vaki olan icma' ve ittifak terkedilmez.» demesinden başkasının olmaması da caizdir. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Eğer senin anlattığın olursa, iddia ettiği şey sabit olur. Eğer onlardan .nakledilen söz, senin anlattığının zıttı ise iddia ettiğin söz fasid olur. Sonra Murcie mezhebine mensup olanların çoğu vaîdin, şirki helâl kılanların gayri hakkında olmasını inkâr ettiler. Bu husus onların aralarında bilinmektedir. Binâenaleyh o, anlattığı husus hakkında kendisine isnad ettiğimiz yalanı daha iyi açıklıyor. Allah-u a'lem. Sonra soruların çoğunu sormamıştır. Azıcık anlayışı olan kimsenin dahi razı olamayacağı şeyle cevap vermedi. Bunun içindir ki, zikredilmesinde pek az[268] yarar olduğundan ben onların zikredilmesini terkettim. Sonra küçük günahları terketmek, imandır diye iddiada bulundu. Çünkü büyük günahlardan sakınmazsa, küçük günahlardan dolayı azap görür dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Büyük günahlar işlendiğinde, onun iman sahibi olması vacip olduğu zaman onun zıttı olduğu vakit niçin azap görüyor[269] Halbuki o, sakındığı zaman iman sahibi değildir. İşte bu husus en çok hayreti mucip olan şeydir. Sonra büyük günahlar için, İslâm ümmeti katında facir için mağfiret talep etmenin caiz olmaması ile ihticac etti. Bunun için kendisine denir ki : Facirle neyi kastediyorsun? Kâfiri mi, yoksa haramı helâl kılmaksızm iman halinde iken büyük günah irtikâp edeni mi? Eğer kâfiri kasdettiğini söylerse itidalden öteye geçmiştir. Eğer, haramı helâl kılmadan iman sahibi iken büyük günah işleyeni derse; o zaman islâm ümmetine yalan isnad etmiş ve yapmış olduğundan zahir olanla Cehennemde ebedi kalmasına müstahak olması için onu delÜ kılmıştır. Kendisi için dilediği şey, onun için mebzuldür. Sonra o hususta onun aleyhine tezahür eden iki şey vardır : Birincisi : Bir kerresinde ona facir demek. Halbuki o, bulunduğu halde iken günah fiili yoktur. Ona iman sahibi olduğu halde kendisinde aklî ve nakli delille ispat edilen günah fiilinin hakikatinin bulunması ile beraber mümin demek de caiz olur[270] Hatta tebeyyün edinceye dek ona facir denmesi caiz olmaz. Halbuki günah fiili bulunduğu zaman Kur'ân-ı Kerim'de varid olanla ve dil ehlinin ittifakı ile kendisine mümin demek caizdir. Kuvvet ancak Allah'tandır. İkincisi : O, peygamberlerin ve velilerin mağfiret talep etmelerini, mağfiret olunmuş olana yöneltti. Bu ise mağfiret nimetinin gizlenmesi ve şükredilmesi gerekene şükretmekten kaçınmaktır. Bu ise çok uzak bir hal ve mümkün olmayandır. Tevfik Allah'tandır. Sonra «Kazf» âyeti ile ihticac ederek, doğrusu Cenab-ı Allah, helâl kıldıklarını ve ondan başkasını zikretmeden onların, yani ailelerine zina isnad ederek iftirada bulunanların lanetlenmiş olduklarını haber vermiştir. Lanetlenmiş olan ise, söz ile mümin olmaz dedi. Tevfik Allah'tandır. Âyet-i celîlede beyan edilen, eğer öyleyse Allah'ın laneti onun üzerinde olur. Âyet-i ceîîlede Allah-u Teâlâ'nm ona mel'un ismini verdiği hak-kmda bir beyan yoktur. Sende bulunan hastalığın üki Kur'ân-ı Kerim'e yalan atfetmekle iftira etmendir. Sonra ona, Allah-u Teâlâ'nm «Beşinci defa şöyle denilir : «Eğer yalancılardan ise, Allah'ın laneti muhakkak üzerine olsun...»[271] kavl-i celîli ile kendisinin mümin olduğunu söylediği hal-,de ona imanı gerektirmedi de nasıl oldu da ona laneti lüzum kıldı? Yine o, iki lanetten birini had cezasının tatbik edilmesine gönderdiği hususu gerçekleştiriyor. Had cezasının diğeri de böyledir. Oysalki âyet-i celîle, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, «Buna dört şahit getirselerdi ya!... Madem ki şahid getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancılardır. »[272] buyurmuştur. Her zina isnad edip iftira eden böyle değildir. Onun manâsı şöyledir : Doğrusu onu söylemeğe cesaret gösteren Allah'ın gadap ve lanetini küçümseyen kimseye lanet[273] vaîdi olur. Asıl olan şudur : Gerçekten küfür, tard edilmektir. Her günah işleyen kimse, Allah'ın rahmetinden tard edilmiş değildir. Vacip gördüğü şey, kadannea azap olunsa da ondan özür kabul olunmaz. Allah'ın laneti üzerine olsun dediği herkese Allah'ın laneti müstahik olmaz. Eğer Allah'ın lanetine müstahik olan kimse varsa, onun bu sözün sahibinin olması öncelikle gerekmektedir. Çünkü bilinir ki, o fışkı teati ediyor ve tarafsız olan imamlara dahi muhalefet ediyor. Bunların hepsi kendi mezhebine göre gerçek laneti gerektirir. Âyet-i Ceîîlede olan lanet sözü hakikatte vukubuîmamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra Allah-u Teâlâ'nın «kim de Allah'a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar[274], kavl-i celıli ile had cezalarının askıya alınması hakkında ihticac etmiştir. Onun gibisi hakkında büyük ve küçük günahların işlenmesi zikredîlmeksizin cehennemde ebedi kalma hakkında söj^lenmiş-tir. Eğer o te'vil edilme üzere olursa, ilki de onun gibidir. Bununla beraber Cenab-ı Allah, onun gibisi hakkında «... Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirdirler.»[275] buyurmuştur. İşte o da yine had cezalarının askıya alınması hakkındadır. O ise bunu ifade etmekten kaçmıyor. Âyet-i celîleyi haram olanı helâl kılmaya sarfediyor. Zikrolunan husus da onun gibidir. Onun Cenab-ı Hakk'in «Sonra bu peygamberlerle, saîih kimselerin arkasından (kötü) bir nesil geldi ki, namazı terkettiler[276], kavl-i celîli ile ihticac etmesi de o,mm gibidir. Bununla beraber Allah-u Zülcelâl «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[277] buyurmaktadır. Dinde kardeşlik ve namazı kılmaktan zikrolunan şey, fiille değil, sözle vaciptir. Böylece namazı terketmek de tehir etmökîe değil, reddetmekle olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki : «... İman edip de hicret etmeyenlere gelince : Hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[278], «Ey Müminler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mümini kâfirden ayırdetmek için iyice araştırın. Size islâm selâmı veren kimseye -dünya hayatının geçici nimet ve menfaatına göz dikerek- sen mümin değilsin demeyin...»[279]. Buna göre onun söylediği husus ne imanı giderir ve ne de ismini. Allah-u a'tem. Yine Cenab-ı Hakk'ın, «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[280] kavl-i celîli ile delil getirdi. Fakat biz, hakikaten onun kabul olma hakkında olduğunu beyan ettik. Çünkü onunla fiil, intizar"[281] edilmiş olsaydı, onların din kardeşliği ebediyyen vacip olmazdı. Kendileri de serbest bırakılmazlardı. Bir yıla kadar yorgunluk içinde bırakmak da vacip olmazdı ki, bu manâsı olmayan şeylerdendir. Biz hicret işini geçen konularda beyan ettik. O, farzlardan bir farz olup, hicret etmeyenler hakkında şiddetli vaîd gelmiştir. Sonra bu husus bulunmadığı halde iman ismini ispat etmiştir. Allah-u a'lem. Allah-u Teâlâ'nın «Kim de bir mümini kasden Öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.»[282], «Ey iman edenler, mallarınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin.-.»[283] kavl-i celîli ile ve yetimin[284]malının yenmemesi hakkında varid olan âyetle delil getirdi. Aniden adam öldürmeye gelince : Onun üç yönü vardır : Birincisi : Dini için Öldürmeyi kasteden kimse hakkında olması. Bu ise hata ile adam Öldürmenin vecihlerinden biridir. Allah-u a'lem. İkincisi : Bu husus onun cezası obuası. Allah-u Teâlâ'da fazlu ihsaa: ile onu bağışlaması ve iyi-güzel âmeller karşılığı mükâf a atlandırması. Kuvvet ancak Allah'tandır. Üçüncüsü : Âyet-i eelîlenin kâfirler hakkında nazil alması. Kıssada bu husus hakkında delil vardır. Sonra bizim beyan ettiğimiz hususların delili, Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, kasden öldürülmüşler için kısas (misilleme yapmak) fan kılındı'[285]. Onların üzerine kısas ancak kasden Öldürdükleri zaman farz kılınmıştır. Öldürmekten sonra onlarda imanı baki kılmıştır. Sonra Cenab-: Hak, «... Öldürülmüş olanın 'kardeşinden (verese ve velisinden) katüii lehine olarak bir şey bağışlansa da kısas düşürülse, ölünün velisi hakkında ziyade olmayarak örfe göre diyet almalıdır...»[286] buyurup onlara kardeşliği bırakmıştır. Yine Cenab-ı Allah, bundan sonra, «... îşte böyle affederek diyet almak, Rabb'iniz tarafından size bir hafiflik ve merhamettir...»'[287] buyurmak suretiyle kendi rahmetine kulunu irarendirmiştir, yüce olan Allah. Bununla beraber kasden adam öldürenin cehennemde ebedi kalmaa çok uzak bir ihtimaldir. Sonra Mu'tezile'nin bu husustaki görüşü, tevfce-den sonra Ahiret azabının izale edilmesi, kısasın gerekmesi ve her ne kadar âyet-i, celîlede iman zikrediliyorsa da âyet-i celîleyi imandan çıkı? kâfir olmayı ifade etmeğe sarfetmesi yönündendir ki, bu da âyet-i ceS-leyi tahsis etmektir. Yetimin malının yenmesinde zikrolunanın hepsi tahsis üzerine toplanır. Çünkü o, azı içine alan bir isimdir. Bu ise murad olar değildir. Yetimlerin malları da böyledir. İkinci olarak Allah-u Teâü âyet-i celîlede zulüm ve düşmanlığı zikretmiştir. Bu ise, Allah'ın hükmüm tecavüz ettiği için azabı, tecavüz sahibi olana da zulmü beyan etmek ü^-re gelmiştir. Bununla beraber o husus adam öldürme hakkında bizim iride ettiğimize de muhtemel olur. Sonra onlara şöyle denir : Kendisin:; iman zikredilen âyet-i kerîme, imanı izale eder mi, yoksa izale etme;.".; bakî kılar mı? Eğer imanı izale eder derse, âyetin tahsis edildiğini ikrr etmiş olur. Eğer imanı izale etmez, bilakis baki kılar derse, onları Murcie mezhebine nisbet eden kimsenin görüşüne irca etmiş olur 'fevfik Allah'tandır. Sonra der ki; hakikaten onun söylediği sözle ben onufı gerçekten Allah'ın Resulü olduğunu bilmem için Resûlüllah'ı (s.a.v.) imtihan ederim. Onu anladıktan sonra kendisine reddederim. O da bunun gerine Allah'ın Resûlü'nün sadık olduğunu bilir ki, o kimse bu bilme il*. ,nümin olmaz. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten iman ismini vermek lügat itibariyle olan şey üzere olmaz. Fakih Obu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriş ki; lügat itibariyle imıan ismini ispat ettiği zaman o ne büyük cehalete sahip olmuş olur. Sanki o, şöyle diyor : Lügat itibariyle ona iman ismi verilir; fakat ben onu menederim. Binâenaleyh o, bunun hepsinde kendi ismini yalanlıyor. Bununla beraber onda şu husus gerekir[288] Gerçekten Allah-u Teâlâ, onlara bildirdiği şeyle onlardan ameli menetmiş ve onlara bildirmeyip cahil kıldığı şeyle de amel etmeği onlara lâzım kılmıştır. Cenab-ı Allah, bu gibi vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Sonra marifet her ne kadar mecazi olarak kendisine iman ismi verilmiş ise de, gerçekte iman değildir. Tıpkı kendisine tasdik denilen şeye Ailah'm fazlu rahmeti denildiği gibi. Zikrolunanların hepsi hayalden ibarettir. Hiç bir manâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra iman isminin menedilmesine, Allah-u Teâlâ'nm kendisine iman ismini verip, sonra onu hükümlerle menetmesi; ve küfür ismine hükümler irad buyurup onun o isme yakın olması hususu ile delil getirdi. Kendisine denir ki; senin her iki yönde bağlantısı bulunan manâlar olmaksızın hükümlerin varid olması hakkında anlatmak istediğin şeye delâlet eden nedir? Sonra şöyle diyor : Tazim, tezkiye, müvâlât ve şahadetin kabul olması onlardandır. Bunun için de kendisine şöyle denir; bunların hepsinin, imanın 'kendisinin bulunmasını gerektirdiği âdetler kendisine zem edilmemiş şartlar gerçekleşmeksin ismi hâs olarak söylenmesi için olduğunun delili nedir? Sonra imanın bulunması lâzımdır. Kendisinden menşelilerim hepsi, kendisinde bulunan iman ile menolunmuştur. Çünkü onun hakikatini biz zikrettiğimiz hususlardan menettik. Bununla beraber kendisinde had ve kısas cezaları sabit olan için velayet de sabit olur. Ve onun için şahadet vacip olur. Bizim zikrettiğimiz hususların hepsi sabit olup haklarında şahadet kabul olunduğu gibi onlardan dolayı had cezası da tatbik edilir. Hiç bir kimse yoktur ki, Allah'ın azabından bağışlanan şeyle o ismi nefyetsin. Bilakis onların hepsi tıpkı Resûlî Ekrem Sallallahu aleyhivesellemin «(Onlar, müslüman olmak için şahadet getirdiklerinde) benden canlarım, mallarım korumuşlardır. Ancak onun hakkı için olan müstesna.» buyurduğu gibi. Onu Cenab-ı Hakk'ın «(Bekâr olup da) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve Ahıret gününe inanıyorsanız, bunlara Allah'ın dini hususunda merhametiniz tutmasın.»[289], kavl-i celîli teyid etmektedir. Doğrusu eğer iman zail olmuş olsaydı el-betteki onu merhamet tutmazdı. Bilakis imanın merhameti onu tutardı. Hatta belki de, o merhamet had cezasının askıya alınmasına sebep olmağa varırdı. Binâenaleyh onu sınırlandırdı ve onu tevbe etmesi muhtemel olan şeyle teyid etti. Kuvvet ancak Allah'tandır. Had cezasını tatbik etmek de, rahmet ve merhamettendir. Çünkü o, günahını örter ve bağışlanmasına vesile olur. Bu hususta asıl olan şudur : Hakikaten küfür için verüen ceza sahibini küfür pisliğinden temizlemez. Bilakis onu ebedi azaba teslim eder. Tıpkı Cenab-ı Zülcelâl'in «Onlar günahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar...»[290] kavl-i kerîmi gibi. Had ve kısas cezaları ise yapılan suçlara karşı keffaret kılındılar. Bunun içindir ki, onların böyle oldukları sabit olur. Bu suçların işlenmesi ile işleyenden iman zail olmaz. Allah-u a'lem. Sonra biz deriz ki; Cenab-ı Allah, hükümleri üç kısma ayırmıştır. Bu kısımlara ayırma da, küfür, iman isimleri küfür olmayan, iman olmayan şey bakımındandır ki, onlardan birinin hükmü kendisinden zail olduğunda ortada bulunan lâzım gelir. İsimlerde ortada bulunan bir şeyin mevcudiyetine delil nedir? Bilakis Cenab-ı Allah, ilme muhtemel olan beşerin cümlesini dünya işi ve Ahiret işi olarak iki kısma ayırmıştır. Kim ki bunun üzerine bir şey ilâve ederek ziyade kılarsa, o |