๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kitabüt Tevhid => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 10 Temmuz 2011, 17:20:09



Konu Başlığı: Âlemin Muhakkak Bir Mumisi Bulunduğuna Delil
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 10 Temmuz 2011, 17:20:09
Âlemin Muhakkak Bir Mumis'i Bulunduğuna Delil


Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Âlem'in bir muhdisi olduğuna delil, âlemin hadis olduğunu isbat etmek için beyan, ettiğimiz delillerdir. Ger­çekten görünürde yani dünyada kendi kendine toplanması ve ayrılması vukubulan bir şey bulunmamaktadır. Bunun böyle olması yani, bizzat' kendisinin bir araya toplanma veya ayrı ayrı bulunmaya gücü, kuv­veti yetmemesi, bu hâlinin kendisinden başkası tarafından tedvir edil­diği sabit olur ki o tedvir eden de Cenab-ı Allah'dır. Tevfîk Allah'tan­dır.

ikinci delil olarak denir ki : Gerçekten âlem bizatihi var olmuş olsaydı kendisine vakitlerden daha lâyık'6 bir vakit bulunmazdı. Hal­lerden daha iyi bir halle, sıfatlardan daha lâyık bir sıfatla olmazdı. Âlem çeşitli vakitler ve türlü türlü hal ve sıfatlar üzere bulunduğu içindir ki kendi zatı ile bizzat var olmamıştır. Eğer kendi zatı ile var olmuş ol­saydı hallerden en iyisini, sıfatlardan en hayırlısını kendisi için mey--dana getirmesi gerekirdi ki bu da herşeyi kendisinin yaratmasının caiz olduğu hususunu intaç ederdi. Ve böylece kendisi ile bütün serler ve çirkin, kötü olanlar yok olurdu. Bu hususlar delâlet ediyor ki âlemin var olması kendisi ile değil, kendisinin başkası tarafından var olması­na delâlet eder ki o başkası da Allah'dır. Tevfîk Allah'tandır.

Ve yine gerçekten âlem iki nevidir : Diri olan âlem, ölü olan. âlem. Her diri, kendisinin başlangıcından habersizdir. Kendisi gibisini yarat­maktan, kuvvet ve kemâle erdiği vakitte kendisinden bozulan ve fesada uğrayan hususu onarmak ve ıslâh etmekten âcizdir. Öyleyse, kendisin­den başkası tarafından var edildiği sabit olmuş. olur. Ölü âlem ise, bu hususları kendisine isnad etmeğe daha lâyıktır. Yani diri olan âlemin yapamadığını ölüsü hiç yapamaz. Ve yine âlemin her biri mecburî ola­rak arazlardan biri ile vasıflanmaktan hâli kalmaz. Kendisine arazlar­dan bir sıfat bulunduğu vakitte görülür ki o sıfat ne kendi başına, biza­tihi durabilir ve ne de bulunmuş olduğu âlemden bir parçasız var ola­bilir. Böylece araz ile cevherden her birinin, diğerinin ihtiyacı altına girmiş olduğu sabit olur. öyle ise hem bizatihi var olması ve hem de kendisiyle var olup kaim olması için başkasına muhtaç olması bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.[69]

Yine tabiatında birbirinden uzaklaşma hâli bulunan iki zıd tabiatın kendisinde toplanmış olan her bir varlığın bizatihi bir araya toplanma­sı caiz olmaz. Bu sebeple kendisini bir araya toplıyan bir varlığın mu­hakkak bulunması sabit olur. Tevfîk Allah'tandır.

Gerçekten her varlık, kendisini besliyecek, kuvvetlendirecek ve ken­disine devamlı hayat verecek gıda maddelerine ve daha başkasına muh­taçtır. Kendi hayatını idame ettirecek şeyi bilmeye ulaşması veyahut onları nasıl elde edeceğini, nasıl meydana çıkaracağını bilebilmesi müm­kün ve muhtemel değildir. Bunun içindir ki âlemi teşkil eden varlıkla­rın beslenmesi, idame-i hayat etmesi kendileri ile değil, âlim ve hakîm olan Allah'ın takdiri iledir. Kurtuluş Allah'tandır. Bütün kötülüklerden koruyan da O'dur.

Yine eğer âlem kendi zatı ile olmuş olsaydı kendi zatı ile baki kal­mış ve bir had üzere bulunmuş olurdu. Âlem bu duruma sahip ve mâ­lik olmayınca onun bu hâli kendisinin başkası tarafından yaratıldığına delâlet eder.

Yine yaradılışında birbiriyle uyumsuzluk hali bulunan, yekdiğerine tabiatlarında zıddiyet bulunan varlıkların, kendiliğinden bir araya top­lanmaları mümkün değildir. Bunun için varlıkları bir araya toplayanın var olduğu sabit olur. Tevfîk Allah'tandır.

Ve yine; gıda maddeleri ve gıda maddelerinden başkaları ile bes­lenmek ve idame-i hayat etmek için her varlık, başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda hayatını idame ettirecek hususları bilmekten veya onları meydana çıkarıp elde • etmekten âcizdir. Öyle ise kendisini durduran ve hayatını idame ettiren kendisi değil, âlim ve hakîm olan Allah okluğu isbat edilir. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma Allah'tandır.

Eğer âlem kendi nefsiyle var olmuş olsaydı kendisi bizatihi baki kalmış olur ve bir sistem üzere bulunmuş olurdu. Bu hale mâlik ve ga­lip olmaması kendisinin başkası ile var olduğuna delâlet eder.   ,

Âlemin kendi nefsiyle bulunması, var olduktan sonra hâsıl olma­sından hâli kalmaz. Bu sebepledir ki, başkası tarafından Var olduğu için bizatihi kendi nefsi ile var olması mümkün değildir. Veyahut âlemin kendi nefsi ile var olması gayrından önce var olmasından hâli kalmaz. Kendisinden önce gayrı bulunan şey[70] nasıl olur da kendisini var eder? Oysa ki vücud bulmazdan önce var olmuş olsaydı, var olmaklığı zeha­bına varılırdı ve böylece yok olan bir fail olurdu ki bu da mümkün de­ğildir. Bu arzettiklerimize bina, yazı ve gemi işleri" şehadet eder. Çün­kü bunların ancak bir failin mevcudiyeti ile var olacağı düşünülebilir. Var olan bir fail olmadıkça bunların meydana gelmesi caiz ve mümkün değildir. İşte bizim mevzubahs ettiğinizi husus da tıpkı bunun gibidir. Tevfîk Allah'tan.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususun temel esası şudur : Âlem­den bir şey müşahade edilsin de kendisinde, bulunduğu hâle nasıl gel­diğini ve mahiyetini idrâk etmekten[71]  filozofları âciz bırakacak hususlardan olan parlak bir alâmet ve İşaret, hayranlık verecek bir hâl ve hikmet bulunmasın. Filozoflar her biri kendilerinde bulunan ilim ve ir­fanla âlemin künhünü idrâk etmekten âciz olduğunu bilir. îşte bu za­ruri hâl ve daha başkası kendisini icad eden ve yaratanın hikmetine delâlet etmektedir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve yine delil olarak denir ki : Eğer âlemin kendi tarafından bir defada var olması caiz olsaydı hepsinin bir defada yok olması caiz olur­du. Böyle olmadığı ve daima çeşitli hâl üzere bulunduğu bir gerçektir. Hatta kendi durumları, diri olup ölmek, ayrı olup bir araya toplanmak, küçük olup büyümek ve pis olup temiz olmak ve devamlı olarak başka­sı tarafından meydana gelen değişikliklere ancak başkası ile ulaşmak­tadır. Âlemin tümünün bu hâl üzere olması, kendisinden başkası ile ol­duğuma delâlet ettiği için, kendisinden başkası olmadan var olması ih­timal dahilinde bulunmazdı. Eğer bu zikrettiğimiz hallerin âlemde bu­lunması caiz olmuş oisaydi, elbisenin renklerinin boyasız olarak kendi­liğinden değişmesi veya geminin bulunmuş olduğu gibi kendiliğinden olması caiz olurdu. Bunların mümkün olmaması elbetteki bîr gerçektir. Çünkü bunu yapmaya kadir olan, inşa etmesini bilen kişinin bulunması lâzımdır. Evet bizim bahsettiğimiz konu da aynı böyledir.[72] Tevfîk Al­lah'tandır.

Ve yine âlemin kendiliğinden var olması mümkün değildir.[73]Çünkü bulunduğu hâl ve üzerinde câri olan kudret, bu durumuna delâlet eden bir ilimdir ve kendisi gibisinin âciz ve cahil olan ile vücud bulması müm­kün değildir. Nasıl olur da fâni olan bir yokluk ile olabilir? Tevfîk Al­lah'tandır.

Kendisinin hadis olmasından[74] başka bir şeye de delâlet etmekte­dir ki biz bunu açıklamış bulunuyoruz.

Allah'ı vasf ettiğim iz ve O'na isim verdiğimiz her şeyin bir nev'idir. Tevfik Allah'tandır.

Bununla beraber bizim düşüncemizin takdir etmiş olduğu benzer­lik, dilimizin söylediği ve böylece takdir ettiğimiz benzerlik değildir. Bila­kis bizim ifade ettiğimiz hususla iki zâtın ve iki fiilin, arasındaki benzer­liği biliriz, işte bu hususa rücu olunur. Burada isim verilirken dikkat edilmesi gerekir. Bu d-a şunu açıkça beyan eder ki, eğer kendilerinde, ken­disi ile bilindikleri isim ve kendisi ile vasfolundukları sıfat olmamış olsay­dı bilinmezlerdi. Allah-u Teâla, bizim .vahdaniyeti hakkındaki itikadımız üzere vasfolunduğu zaman, fertlerin isimlendirilmesinde bilinenlere ben­zemediği itikadında bulunuruz. Bunun içindir ki bildiğimiz şeyle isim ver­memizde, eğer isim olmasaydı, ona isimle benzetmek gerekmezdi demek zorunda kalmazdık. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İsimleri ve sıfatları felsefeden nefyeden kişi, durgunluk ve düzen­sizliği kabul etmez. Her «ispat olunan»m mânası incelendiğinde durgun­luğu, düzensizliği nefyeder. Sonra bununla birbirine benzemek gerekmez. Bunun benzeri de isimler hakkında öne sürülebilir.

Tahkik ve tedkik etmedikleri vakitte kendilerine (neye ibadet edi­yorsunuz, ne için dua ediyorsunuz, hangi dine göre inanç sahibisiniz? Em-rolunduğunuz[75] şeyi size emreden, nehyolunduğunuzdan sizi nehyeden kimdir? Ulvî ve Süfli âlem kendisi ile başhyan[76] eşyanın başlangıcı kim­le idi?) denildiğinde, ne derler ve ne cevap verirler? Muhakkakki onlar, cevaplarında, anlamaya yakın bir mânayı ifade etmeğe dönerler veyahut âlemin hadis olduğunu inkâr edenlere katılırlar.

Böylece ilki hakkındaki : «O, akıldır veyahut geçen asıldır veyahut ilk ruhanî olandır veyahut bunlara benziyenlerdir» demeleri ile, sözlerini iptal ederler. Bunda şaşkınlığı seçmek ve cehle sarılmak ve kendisi ile âlemin başkasının bilindiği şeyi reddetmek vardır. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra burada benzemekten öyle bir kısmı zikrederiz ki, o, Şeytan'm kendisine musallat olup bu tasallutu ile[77] kendisini zahir ve açık olan husus­tan alakoymuş olan kimseye arız olur. Bu açıklık, kendisine bildirilir ki, kendisini aldatma seçeneğini vermeğe sevkeden, düşmanı olan Şeytan'm yaptığı şeyi güzel göstermesinden ibarettir. Yoksa bu Allah-u Teâla'nm kendisine delil ve burhan vermemesinden değildir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.

Biz deriz ki; Şeytan, mevcudatı inkâr edene[78] vesvese verip kötüle­ri güzel göstermek suretiyle Allah'a ibadetten, onu uzaklaştırmak için düşündüğü ve zannettiğinin dışına çıkarır. Bu kişi tabiatıyla görmeyen, gözü kör olan[79]? veyahut uykusunda kendisi ile kavgalaşan veyahut ken­disini Allah'tan uzaklaştıran veyahut mes'eleleri kuşatma inceliğinden uzaklaştıran kimsedir. Sonra onu lezzetli şeylerden alıkoymak, nefsî, şe­hevî isteklerden engellemekte Şeytan'm hilesinin üzerinde bir etkisi ol­maz. Bu kör olan kimseyi eza verecek şeylerden korur, nefsi, ateşlere ve denizlere atmaktan muhafaza eder. Eğer bu bilinen cehlin hakikatinden ölmüş olsaydı o, hayatını idame ettiremezdi. Çünkü böyle olan kimse. Ölüm saçan tehlikeli yerlere kendini atar ve bir takını besin maddelerini almaktan çekinirdi. Öyle ise mahlukattaki durumların birbirine uymaması ve aralarında aeık-seçik ihtilâfın bulunmasından zikrettiğimiz hususlarla beraber şehevî isteklere meyletme ve zevkli, lezzetli hususları sevme ba­bında iddia etmiş olduğu sözler onun mahlukatı bildiğine dair kâfi de­recede bir delil teşkil etmektedir. Çünkü o, zan olunandan anlattığı şe­yin hilafı olarak haber vermektedir. Bize göre, gerçekten bu du­rum mahlukat manasınadır. Yani gözüne âfet isabet eden[80] uyku halin­deki durum, uzaklaşma, eşyanın hakikatine vasıl olmayan incelik, bun­ların kalkması anındaki ulaşma durumu"[81] bunların hepsi ihtilâfın icabet-tirdikleri şeylerdir ki mevcudatın gerçeği de budur. İnsanın bunu inkâr etmesi asla caiz ve doğru değildir. Mevcudatı ispat eden, haberi inkâr edenin sözü de bunun gibidir. Çünkü bu sözü yayıldıktan sonra kendisinin yalanı açığa çıkar. Sonra bazen deniliyor ki : Haberler, lezzetli ve zevkli mevcudatlarda ve faydalanmak arzulanan maddelerde olur. Çünkü ken­disinde lezzet bulunan şeyden haber verilmemiş, olsaydı akıllı olan kimse muhtemel değildir ki kendi nefsini imtihan denilen tehlikeli şeyle karşı karşıya bıraksın.

Zararlı hususlardan korunmak da böylece insanların başından bir belâ ve musibet geçmeden elde edilmez. Bu hususlara ancak aldıkları ha­berlerle ulaşabilirler. İnsanların bedenlerine ve dünya hayatlarına ait faydalı ve zararlı hususlar bu sistem üzeredir. Yani kazançlar gibi zarar­lı hususlardan korunma ve kaçınma gibi menfaatler ancak elde edilen bilgilerle husul bulduğu gibi zararlı maddelerden korunmak da alman haberler ve bilinen ilimlerle elde edilir. Şehevî isteklerden nefsin men-edilmesi ve haramların ispat edilmesi için söylenilen sözün yalanlamasına götüren bu hususun sebebinin Şeytanın vesvesesi ve iğvası olduğu sabit olmuştur. Artık bu sınıfta görülen Şeytanın vesvesesini teşkil eden se-beb, birinci sınıftaki şeytanın aldatmasına vesile teşkil eden süslemeden ibaret olan sebebin kendisidir. Bununla beraber bu bizim açıkladığımız gibi mevcudat hakkında da bulunur. Bunlar, bu sözü söylemeyi menet-mezîer. Bunun gibisinin aynı, birinci konu hakkında da caridir. Çünkü o, haber verene arız olacak âfetler sebebiyle habercilerin verdikleri haber­leri yalanladığını izhar eder. Bu açıklamadan sonra haberlerin çoğunun gerçek ve doğru olduğu zahir olur. Haberlerden birinin diğerinden da­ha evlâ olması ancak açıkça ortaya konan delille ifade edilir. Tevfik Al­lah'tandır.

Bu gerçekleri inkâr eden kişiye kötü muamelede bulunulur. Kendisi, eza verecek[82] şey ile dövülür, azap çektirilir. Ta ki bilinmesi ancak ha­berle mümkün, olan söze dönmeye, onu kabul etmeye mecbur kalsın. Kuv­vet Allah'tandır.

Aynı şekilde mevcudat ilmi ile haberi kabul edip ikrar eden ve istid­lal ilmini inkâr edenin üzerine de aynı şey tatbik edilir. Oysa dünyadaki çe­şitli faydaları için ve ümit ettikleri şeylerin akibetleri için akliyle bilgi edi­nebilir. Bunun mevcudat ve haber yönünden hiç bir ilmi yoktur. Onun il­mi ancak istidlal ile hasıl olur. Bunda isabet etmek için hiç bir şek ye şüphe bulunmaz. Verilen haberin doğru veya yalan olmasının bilinmesi de böy­ledir. Bununla beraber kendisinde his ilmi olmayan şeyden her hangi şe­yin bilinmesinde[83] kendisine şöyle denir : «Bunu neyile bildin?» Eğer «Bunu haber ile bildim» derse kendisine haberin    doğru olup olmadığını biliyor musun, diye sorulur. Bu, bütün kendisinden korunması icabeden zararlı ve elde edilmesi, yapılması gereken lezzetli ve faydalı şeylerin hepsine dahil olur. Bununla beraber müşahede ettiğine ve işittiğine bak­ması zaruri olarak kendisine lâzım gelir ki âlemin, menşei veyahut hadis olması veyahut kadîm olması bilinsin. Bundan sonra bir şey hakkında haberle delil getirmek menolunmaz. Veyahut mevcudatla delil getirmesi de menolunmaz. Bu istidlal ile hükmetmeyi menetmek gibi olur. Kuv­vet ancak Allah'tandır. Çünkü insanın veya ateşin veyahut bir kere mü­şahede edilen şeyin bilinmesi, kişiyi ancak bilinen şeyle istidlal etmeye götürür. Eğer bununla delil getirmezse onun hiç bir kimse ile muamelede bulunmaması lâzım gelir. Sonra böylesi kimse hiç bir kimsenin talimini kabul etmez. Çünkü o kimsenin[84] kim olduğu hakkında yanında delil bu­lunmaz. Ve onun haberi ile bulunması caiz olduğu gibi haberi olmaksızın bulunmak da caiz olur; öyle ise bunların hepsinin istidlal olduğu sabit olur ki o da lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır. [85]


[69] Metinde  «ehakk»  kelimesi yerine   <hakk» kelimesi yazılmıştır.

[70] Metinde «vemâ. kelimesi «velâs> olarak yazılmıştır.

[71] Metinde «an»* edatından «ayn harfi- silinmiştir.

[72] Metinde  «fekezâlik» kelimesi  .felizâük» olarak yazılmıştır.

[73] Metinde  >kevn» kelimesi  -levn.  olarak yazılmıştır.

[74] Bununla âlemde arazların ve varlıkların hadis olması kasdolunabilir.

[75] Kitabın aslında «ve tu'merûne»  kelimesi  <ve  te'murûne»  olarak  yazılmıştır.

[76] Kitabın aslında .bed'in. kelimesi -bed'un»  olarak yazılmıştır.

[77] Metinde -bihâ. kelimesi «bihî» olarak yazılmıştır.                                   

[78] Metinde  «lemunkir»  kelimesi   «munkirî>   olarak yazılmıştır.

[79] Metinde  «el-meûfü» kelimesi  «el-mûfu»  olarak yazılmıştır.     Bu    kelimenin anlamı, kendisine âfet ve belâ isabet eden kimse demektir. Kamus-u muhît'te yazılışı ve mâ­nası böylece varid olmuştur. Arapçada bu madde, âfet- ve belâ anlamına gelir. Muh­kem olan'a bir şey isabet ettiği zaman ona müfsit arız olmuştur, denir. Yemek bo­zulduğunda «taâmun meûfuni. denir. Ekin'e âfet isabet ettiğinde «îfe-z-zer'î» denir. Ekin'in kendisine  .rneûf»  denir.

[80] Metinde .el-meûf» kelimesi iki vavlı olarak yazılmıştır. Aslı tek vavlıdır

[81] Metinde   «yesılu» kelimesi   «yûselu»   olarak  yazılmıştır.

[82] Metinde   .yu'zîhi»   noktasızdır.   Yani,   zal harfi noktasızdır.

[83] Metinde  «yu'lemu» kelimesi   =yu'melu-   şeklinde yazılmıştır.

[84] Burada mâna pek anlaşılmıyor, açık değildir. Kitabı neshedenin bir kelimeyi unut­muş olması mümkündür.

[85] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:97-112.