๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Kıssadan Hisseler => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 03 Aralık 2010, 08:25:28



Konu Başlığı: İslamda İbadet Farkı
Gönderen: Hadice üzerinde 03 Aralık 2010, 08:25:28
İslamda İbadet Farkı


İslâmın kafa ve kalbe gıda olan ibadetleriyle, başka inançların ibadetlerini karşılaştırmak, müthiş bir farkı gözler önüne seriyor.


Hele de başlı başına bir kulluk medeniyeti olan Ramazanla gelen ibadet güzellikleri­ni başka dinlerde görmek imkansızdır.


Bu bakımdan, Ramazanı İslâm dünyasının dışında yaşamak, ibadetli bir mü'min için bir büyük hüzün ve burukluk sebe­bidir. Oralarda dış dünya Ramazansızdır. Mü'min Ra­mazanı kendi içinde taşır. Ezanlar içinde okunur, kan­diller kalbinde yanar. Ramazan davulunun yerini yü­reğinin çarpıntıları alır. Fakat ruhunun tattığı oruç bir bayrak gibi dalgalanır.

 

İşte kulluk burcunda dalgalanan bu oruç bayrağı, mü'mini tek başına bir devlet yapar. Güçlendirir, ken­dine getirir. Ramazandan habersiz kalabalıklar içinde İslâmın izzetini, manevi şahsiyetini, şerefini temsil et­tiği yüksek moralini kazandırır. Enerjisi bereketlenir, aykırı hallere direnci artar. Sahur vakti çalışsa da, iftar saati yollarda koşuşsa da, teravih zamanı katılacak ce­maat bulamasa da... Orucun verdiği şuurla düşünür ki: Mülk mülkullah, adım Abdullah...

 

Onun mülkünde, Onun kulu olarak yaşamanın hu­zuru, oruç zevkini bir kat daha ziyadeleştirir. Bu ma­nevî zevk başkalarının duyamadığı, yaşayamadığı,hatta anlayamadığı bir tatlı histir. Ne var ki, ilmin oyu daima oruçtan yanadır.

 

Bir tıp profesörü Alman, "Hıristiyanlıkta böyle bir ibadetin olmaması büyük bir noksanlıktır" diyor. Ruh ve beden sağlığı konusundaki kitaplarıyla ünlü Dr. Victor Pauchet, "Senenin belli zamanında Müslüman­lar gibi oruç tutunuz" tavsiyesinde bulunuyor. Bu tavsiyenin gerekçesini ise Prof. Pierre Moulin açıklı­yor:

 

"İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri de oruçtur. Oruç, bedenin hem fizikî, hem de ruhî dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, ze­hirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay beden­lerini dinlendirirler. Hırstiyanlıkta orucun bulunma­yışı büyük bir kayıptır."

 

Fakat, hakperest Papaz Hans Müller işin doğrusu­nu söylüyor:

 

"Aslında oruç bizde de vardı. Fakat, nefsimize zor geldiği için, zamanla orucu perhize dönüştürdük." Evet, namaz bedene, kurban da keseye ağır geldiği için unutulmuş olmalı...

 

İlahiyatçı Marienne Meier'in tespiti ise, kulak ver­meye değer:

 

"İnsan, Allah için yaptığı fedakarlık nisbetinde kul­luk zevkini tadıyor. Allah için kayda değer bir feda­karlık yapma hissini oruç kadar veren bir başka iba­det olamaz. Rabbinize olan müthiş bir sadakatle, 'Ye!' deyince yiyor, 'Yeme!' deyince çekiliyorsunuz.

"Özellikle de iftar sofrasında, her şey hazırken, O’nun 'Ye!' emrini beklemenin heyecanlı zevkini tadı­yorsunuz.

 

"Bu, bizim çok yabancısı olduğumuz bir ulvî duy­gudur. Ancak bu güzel kulluk heyecanıyla yürekler gerçek Allah inancını bütün haşmetiye hissedebilir.

 

"Bizim ibadetlerimizde hakim olan sathilik, kaba­lık, heyecansızlık ve kuruluktur. Oruçla gelen kulluk zevkini ben de yaşamak istiyorum.

 

• • •

 

"Bunca varlık var iken

"Gitmez gönül darlığı" diyen Yunus Emre'yi, zen­ginlikte azmış çağdaş insanı gördükçe, bir daha rah­metle anıyoruz.

 

"Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür" diyen Bediüzzaman modern insanın bir temel hastalığını çok güzel ifade etmiştir.

 

 Bugünün, maddede, refahta, servette, yani varlıkta boğulmuş, bunalmış ve yokluğa mahkûm ol­muşları, yoklukta varlığı bulma, açlıkta tokluğu yaşa­mak durumundadırlar. Tokluğun biteviyeliğinde ha­yatını hastalıklarla zedeleyenler, ruhlarını açlığı özler hale getirenler, aslında orucu arıyorlar...

 

Tatlı ve zevk­li, ruhani ve nurani olan açlığın adıdır oruç...

 

Manevi bir temele oturmayan, mukaddes bir mânâ ile canlan­mayan açlık oruç değildir.

 

Bu gerçeği Erzurum Üniversitesinde yapılan bir araştırma çok güzel açıklamaktadır. Bu araştırmanın vardığı bir önemli gerçek, ibadet maksadıyla tutulan oruç ile, protesto amacıyla yapılan açlık grevi arasın­daki farktır. Biri, her şeyin üstünde ve ötesinde tutu­lan, sonsuz sevilen bir Allah'a ibadet için...

 

Diğeri, müthiş kızgınlık ve kırgınlık duyulan hükümeti zor­lamak için başvurulan bir silâh... İşte bu iki niyetin in­san vücudundaki etkileri tamamen apayrı ve bambaşka şekillerde ortaya çıkıyor. Hormonların çalışmaları oruçta bütünüyle müsbet, açlık grevinde ise, tama­mıyla tahrip edici, zarar verici olmaktadır.

 

Orucun verdiği manevî zevki yaşayan insanları­mız, hâlâ aksi yöndeki bütün olumsuz teşviklere rağ­men, Ramazan medeniyetinin güzelliklerini yaşama­ya devam ediyorlar.

 

Yıllar önceydi... Değerli dost Anna Masala, belki de ilk şehadetlerinden birinin heyecanıyla bizleri sevin­dirmişti. Vakit Ramazandı, iftar yakındı. "Bu akşam iftarlar benden" dedi. Kaldığı otele yakın lokantaları dolaştık. Fakat iftar havasma uygun bir atmosfer bu­lamadık.

 

Lokantalar ya eğlence yeri gibi ya da mey­hane benzeri idi. Sonunda semtin tek içkisiz lokanta­sını bulmuştuk ama, orada da boş yer yoktu ve zaten iftar vakti çoktan gelmişti.

 

"Bir yeni Müslüman İsevî ile ilk iftarı lokantanızda yapmak istedik" deyince, kendisi oruç tutan patron, o kadar duygulandı ki... "Böyle bir iftar isteği için değil bir masa, mümkün olsa ayrı ve özel bir lokanta yap­mak isterdim" dedi.

 

O, kendisi ve çalışanları için hazırladığı sofrayı bi­ze teklif ederken, kültürümüzün hayranı olan misafi­rimiz, "Hayır" dedi, "bu düşünceniz bütün iftar sof­ralarından daha lezzetli ve doyurucu idi. Size çok çok teşekkür ederim."

 

Elimize tutuşturulan iftarlıklarla oradan ayrılırken, içimiz bambaşka bir doyumun tadına varmaktaydı.

 

• • •

Ramazan medeniyeti sadece Beyoğlu'ndaki lokan­ta patronunu değil, en ücra köşelerde yaşayan en yoksul halka kadar hepimizi sımsıcak bir şefkatle sarıp sarmalamakta, yumuşatıp hakiki insanlık vasıflarına çıkarmakta...

 

Bir tatlı bahar Ramazanı... Cağaloğlu'ndan İstan­bul'un bir kenar semtine giden belediye otobüsündeyim. İftar vaktine iki saate yakın zaman var. Otobüs, o an Türkiye'nin metre kareye en çok adam düşen ye­ri... Varacağımız yere, gariban Anadolu insanının hu­zurlu iftar sofrasına o saatte bu otobüsle ulaşabilmek ne mümkün?

 

Akşam ezanı okunmaya başladı. Kalabalıktan yer yer homurtular yükseliyor. Belediye, trafik olumsuz biçimde anılıyor. Artık vücudumu taşımaya nazlanan ayaklarım sızlamaya başlamışken gördüğüm bir Ra­mazan güzelliği bütün yorgunluğumu alıp götürüverdi.

 

Hemen önümde oturan yaşlı bir teyze, ayaklarının arasında duran çantasından küçük bir paket çıkardı. Açtı ve ancak yarım kilo gelebilecek kadar görünen zeytinleri, "Oğlum en gencimiz sensin, amcalara dağıtıver" diyerek verdi. Önce kendisinin "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek bir tane ağzına attığı bu zey­tinler otobüste elden ele dolaştı. Hatta bir ara şoförün "Yahu bir kuru zeytinle olur mu?" diye seslenişine, mahcup ve mütevazi bir eda ile, "Evladım kusura bakma, böyle olacağını bilemedim" dedi.

 

"Allah razı olsun" mukabeleleriyle yenilen birer zeytinin ağızlardaki tadı gittikçe artıyordu. İhtiyar ka­dıncağız ne diyeceğini bilemez halde, adeta bir başka dünyaya uçup gitmişti... Otobüsten inerken yaşlı tey­zenin kılık kıyafetinin, üst başının perişanlığını gö­rünce, ağzımdaki zeytin tadı daha bir lezzetlendi, ço­ğaldı...

 

Ramazan medeniyeti milliyetimizin ve istiklalimi­zin de ispatçısı ve bekçisi olmuştur. Rumlar, I. Dünya Savaşı sonrası işgal altına düşen İstanbul'u bir Yunan şehri gibi göstermek istediler. Böylece işgal kuvvetle­rine, "Burası bizimdir, bize bırakmalısınız" mesajını vermeyi denerler.

 

Bu hedefe varabilmek için her yola başvururlar. Beyoğlu'ndaki bütün binaları, Müslü­manlara ait olanları da dahil olmak üzere, Yunan bay­rağı rengine boyarlar. Her yan baştan aşağıya mavi beyaz olur. Bu hale ne hükümet, ne de halk açıkça ses çıkaramaz. İşte öyle kapkaranlık günlerde iken, işgal yıllarının ilk Ramazanı gelir. Gerisini Yahya Ke­mal'den dinleyelim:

"Bir gece, Rumları tanıyan ve bizi de seven bir ec­nebi ile Moda'daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalarıyla, minarelerinin şeref elerindeki kandilleriyle görü­nüyordu.

 

"O ecnebi bu manzarayı baktı, baktı:

 

"Bu şehir Türktür. Türk olmasa, insaniyet güzelli­ğinden bir âlem kaybeder!' dedi.

 

"Bu heyecanından biraz sonra da, bu muazzam mahya ve kandil nümayişi karşısında hatırına gelen bir mülahazayı (düşünceyi) söyledi:

 

"Rumlar, bir senedir bu şehri bize Yunanlı göster­mek için ne çarelere baş vurmadılar. Kendi evlerinden sonra, Beyoğlu'ndaki Türk emlakini de maviye beya­za boğdular. Siz ses çıkarmadınız. Lakin bu akşam, ne sizin, ne de hükümetinizin tertip ve tesiri olmadan, minareler öyle bir nümayiş yaptılar ki, bu şehrin milliyetini tamamıyla gösterir."

 

Yahya Kemal, bu sözler üzerine şöyle düşünür:

 

"Hakikaten, İstanbul'un o gece nümayişi, o sene­nin bütün çirkin nümayişlerini söndürmüştü.

 

"Bu akşam İstanbul'u bir daha o halinde göreceğiz. Yalnız, artık gönlümüz mahyalara kanmıyor. Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk. Kaza ve kaderin cilvesinden sonra istiyoruz ki, Ramazanı, cedlerimiz gibi, ferahlı bir Müslüman kalbiyle idrak edelim.

 

"... Biz cedlerimiz kadar Müslüman, onların diya­netine sahip, onlar kadar imanı hararetli olursak, bu mübarek ay, yeni bir şaşaa ile dirilir. Bir müze, bir şehrayin olmaktan çıkar, her sene tekrarlanan bir tas­fiye merhalesi olur."

 

• • •

 

Ramazan medeniyetinin fakir fukarayı düşünen ekonomik boyutu da çok sıcak ve şefkatlidir. Madde­ciliğin doğurduğu benlik ve bencilliğin korkunçlaştığı günümüzde, bu insanî boyutun dost atmosferine ne kadar muhtacız...

 

Rahmetle andığımız mübarek insan Cemal Öğüt Hocaefendi, sokaktan geçen yoğurtçunun sesini du­yar ve hayrül halefleri manevi annem Hikmet Öğüt Hanımefendiye seslenir:

 

"Kızım biraz yoğurt alır mısın?"

 

"Evde yeteri kadar yoğurdumuz var babacığım."

 

Sesine tatlı bir sitem karıştıran Hocaefendi şöyle der:

 

"Kızım, zararı yok, fazla olsun. Sen harcayacak yer bulursun. Adamcağız yoğurdunu satabilse, bu soğuk­ta sokağımızdan üçüncü defa geçer mi hiç?"

 

Bu ince anlayış bir emsalsiz hayır severlik duygu­sunun tezahürü idi. İlhamını, bırakınız insanları, hayvanları ve bitkileri de düşünen İslâmî idrakten almak­taydı. İslâm imanının inceltip melekleştirdiği Müslü­man kalbi, daima yoksulun acısını, derdini duyar ve imkanlarını büyük bir cömertlikle onları' sevindir­mekte kullanır. Ramazanla birlikte doruk noktasına çıkan bu hassasiyet, "sadaka taşları"nı icat etmiştir.

 

Camilerin girişlerine konulan içi oyuk taşlara var­lıklı Müslümanların koyduğu paralar, ihtiyaç sahiple­ri tarafından "Bismillah" denilerek alınır. Eğer bir de­fada aldıkları para ihtiyaçları için yeterliyse, ne âlâ... Fazlalık varsa, para taştaki kovuğa iade edilir. Eğer, ihtiyaçtan az ise, "Nasibim bu kadarmış" diyerek çı­kana razı olur. Özellikle yakın sadaka taşlarındaki pa­ralar bereketlenir. Parayı koyan el ile, alanın haysiyet, izzet ve şerefindeki harika denkliğe bakınız... İkisi de birbirinden asil ve saygıdeğer...

 

Hele o yırtılan borç defterleri... Hangi medeniyette böyle bir ulvî sayfa vardır. Ramazanda mü'minlerin üzerine yağan rahmet sebilinden nasibi ziyadeleştirmek isteyen zenginler, şehrin fakir kenar semtlerinin bakkallarını dolaşırlar. Ve rastgele açtırdıkları üç beş sayfadaki alacak hesaplarını toplatıp hesabı öderler. Bir zaman sonra hesabını ödemek için gelen gariban­lara bakkal, "Hesabınız ödenmiştir" dediğinde mey­dana gelen manzara ne güzeldir.

 

'Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli" düsturundan hareketle icra edilen bu güzelik gerçekten emsalsizdir, "para kazanmak, fakat zengin olmamak, zengin yaşa­mamak" tavrının anlatılamaz güzelliğidir bu. Zengin­liği bir üstünlük ve baskı aracı olarak değil, çok şükredilecek bir İlâhî ikram olarak görmenin neticesi bu­dur.

 

"Allahım, elimden alma, kalbime koyma" diye ni­yazda bulunan zengin velinin yoludur bu...

Paraya hakim olmak, mahkûm olmamak iradesi... İslâm imanının emridir.

 

İmam-ı Âzam Ebu Hanife'ye kendisinden daha az zengin birinin gelerek;

 

"Ya İmam, namazda aklıma hep sahip olduğum servet geliyor, develerimi hayalliyorum. Siz daha ço­ğuna sahip olduğunuz halde, ibadet zevkini, vecdini nasıl bulabiliyorsunuz?" diye sorar.

 

O örnek Müslüman şu harika cevabı verir:

 

"Ben develerimi ahıra bağlarım, kalbime değil..."

 

• • •

 

Evet, hakiki mü'minler, "ne dünya umurundan ka­zandıklarına mesrur, ne de kaybettiklerine mahzun olurlar." Çünkü, kazançlarını bu fani dünyanın sınır­ları ile sınırlı saymazlar, ebedî âlemin zenginliğine ta­lip olurlardı. Şimdi ise, sağ elin verdiğini sol eli değil, bütün cümle âlem bilmekte. Hatta basın yayın ile ilan edilmekte. Hayra bile riya, gösteriş, nam, şan katıl­makta... Cenab-ı Hakkın rızası değil, halkın hoşnutlu­ğu istenmekte...

 

İki Allah dostunun sohbetindeki şu cümleler idra­kimizin sınırlarını zorlamıyor mu?

"Ne haldesiniz, nicesiniz?"

"Elhamdülillah, bulunca alıp şükrediyoruz. Bula­mayınca da sabrediyoruz."

"Bunu bizim Horasan'ın köpekleri de yapıyor."

'peki siz ne yapıyorsunuz?"

"Biz bulunca dağıtıyor, şükrediyoruz. Bulamayınca sabrediyoruz."

 

• • •

 

Bu incelik ilhamını elbette Sahabe ahlâkından al­mıştı. Onlar ki, iyilik ve hayır yarışında erişilemez bir rekorun sahibidirler. Adalet timsali Hz. Ömer (r.a.) anlatir:

 

"Her hayırda birinci olan Hz. Ebubekir'e (r.a.) gıp­ta ederdim. Resulullah'm (a.s.m.) Tebuk için yardım istediği o sıkışık anda bir defa da olsa Hz. Ebubekir'i geçmeye niyetlendim."

İşte hayır yansında bir defalığına da olsa, Hz. Ebu-bekir'i (r.a.) geçmeye niyetlenen o büyük insan, hede­fine varmanın rahatlığı içinde Allah Resulünün huzu­runa gelir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sorar:

 

"Ya Ömer, ne getirdin?"

"Ya Resulallah, bütün mal varlığımın tam yansını getirdim."

 

Biraz sonra huzura gelen Hz. Ebubekir de (r.a.) ay­nı suale muhatap olunca der ki:

"Ya Resulallah, servetimin tamamını getirdim bu sefer için..."

"Peki çoluk çocuğuna ne bıraktın?"

"Allah'ın ve Resulullah'ın muhabbetini bıraktım."

 

Bu cevap karşısında Hz. Ömer kendisinin yine ikinci olduğunu görür ve o mübarek zata karşı hür­met ve takdiri bir kat daha artar.

 

Bütün bu akıl almaz faziletlerin ilham kaynağı, el­bette Allah'ın son Resulü, Hz. Muhammed (a.s.m.) idi. Çünkü O, "el-fakru fahrf' (fakirlik övüncümdür) buyurmuş ve Cenab-ı Hakkın, "Ey Muhammed, ister­sen üzerinde durduğun Uhud Dağını senin için altın yapayım" teklifini istememişti.

Ramazan medeniyetini güzelleştiren gönül zengin­liklerinin altındaki sırrın kaynağı Odur.

 

Ne mutlu Ona hakkıyla ümmet olana...

 
Vehbi Vakkasoğlu