Konu Başlığı: Sünnî-Şîî ittifakına doğru Gönderen: Safiye Gül üzerinde 09 Ekim 2010, 10:40:26 SÜNNÎ-ŞÎÎ İTTİFAKINA DOĞRU Ebu'l-Berekât es-Süveydî Sunuş: Bu yazı, es-Süveydî diye tanınan Ebu'l-Berekât Abdullah Efendi b. Huseyn el-Bağdâdî'ye ait bir risalenin tercümesidir. Süveydî, Osmanlılar devrinin Irak âlimlerinden olup aklî ve naklî ilimleri tahsil ve tedris etmiş, hadis, edebiyat, dil ve tarih konularında eserler vermiştir. Hicrî 1174, milâdî 1761 yılında Bağdad'da vefat etmiştir. Tercümesini sunduğumuz risale, müellifin, «en-Nefhatu'1-miskiyye fî'r-nhleti'1-Mekkiyye» adlı seyahatnamesinden alınmış ve ayrı basılmış bir parçadır Risalenin adı «el-Huce-cu'l^kat'ıyye li't-tifâkı'1-fîrakı'l-îslâmiyyedır. Risale, bizim ricamız üzerine, Mustafa Çağrıcı tarafından tercüme edilmiş ve NESİL Aylık Fikir Dergisinde yayınlanmıştır (Yıl, 1979, sayı, 10, s. 33-48), Tercüme için asıl kabul edilen metin Mısır, Matbaatu's-saâde, 1323 (1-29 sayfa) baskısıdır. Risalenin başka baskıları da vardır. «Mu'temeru'n-Necef» kitabında da hulâsa olarak yer almıştır (Tab'u's-selef). Yazıdaki başlıklar ve dipnotları mütercim tarafından ilâve ediîmşitir. [1] Rahman Ve Rahim Allah'ın Adıyla Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a... Salât ve selam, Allah Elçisi, resuller ve nebiler hâtemi, efendimiz Muhammed'e ve onun aziz ve temiz âl u ashabına... Allah Tealâ, yüce dine hizmet etmek, bid'at ve fesat ehlini hezimete uğratmak imkânını bana bahşedince, beni bu meramıma ulaştırdığı, İslâm camisaının ıslahına muvaffak kıldığı, Hakkı benim elimle İcra ettiği, bâtılın ateşini benim mubahasemle söndürdüğü için; Sahabeye söven, onları küfürle itham eden, fazilet ve hilafetin (diğerlerinden önce) Alî b. Ebi Tâlib'e ait olduğunu iddia eden, müt'a nikâhını ve (çıplak) ayak üzerine mesh yapılmasını caiz gören ve bunlara benzer, herkesin bilip duyduğu bir takım bid'atlar, çirkin ve sapık düşünceler taşıyan Şia'yı, bütün bunlardan vazgeçirme başarısını bana lütfettiği için Allah'a bir şükür ifadesi olarak Beytullah'ı ziyarete karar verdim.Hadisenin mahiyeti kısaca şöyle : [2] Osmanlı-İran Münasebetleri Ve Nadir Şah: Şah Hüseyin'in, Afganlılar tarafından öldürülmesiyle, Acem ülkesi parçalandı; Afganlılar, (1135/1723'de) ülkenin başkenti İsfahan'ı, Osmanlılar (Allah güçlerini artırsın) da diğer frazı beldeleri ele geçirmişlerdi.[3] Şah Hüseyin'in oğlu Tahmasb, intikam almak ve zilletten kurtulmak üzere harekete geçti. Etrafında yığınla halk toplandı. Onun tarafına geçenler arasında, kendisinden bahsedeceğimiz Nadir Şah da vardı. Ne var ki Tahmasb, şaraba düşkün olduğu için halkın sıkıntılarını pek düşünmez, umursamazdı. İşte bu yüzden Na'dir, Tahmasba yaklaşmaya çalıştı. Sonunda Tahmasb'ın güvenilir adamı oldu ve Tahmasb, devletin bütün işlerini ona bıraktı[4]. İşte bu Nadir denen zat, kaybedilmiş toprakları kurtarmaya koyuldu. Afganistan'dan İsfahan'ı aldı ve onları darma-dağın etti. Kendisine «Tahmasb Kulu» lakabı verildi ki, «Tahmasb'ın kölesi» demektir. Bu lakap, asıl adı unutulacak kadar şöhret buldu. Tahmasb kulu (Nadir Şah) Osmanlıların zaptettikleri toprakları kurtarma faaliyetine girişti. Büyük bir ordu ile Bağdad'ı kuşatmak üzere harekete geçti. O sırada Bağdad valisi, kendisi de babası merhum Hasan Paşa gibi vezir olan. Osmanlı Devletinin kuvvet timsali, büyük vezir Ahmed Paşa idi, Ahmed Paşa, bu harici düşmanla savaşa memur edilmemiş, sadece kalenin dahili nizamını temin için görevlendirilmişti. Birinin serpuşu sur dışına düşse, onu almak için dahi dışarı çıkılmazdı. Ahmed Paşanın maiyyetinde güvenlik için üç vezir daha bulunuyordu : Kara Mustafa Paşa, Sarı Mustafa Paşa ve Hamaloğlu Ahmed Paşa. Tahmasb kulu denen azgın, sekiz ay boyunca Bağdad'ı muhasara altında tuttu. İçeride erzak tükendi; atları, eşekleri, hatta kedi ve köpekleri yemek zorunda kaldılar. Tam bu sırada Allah bu adamı Bağ-dad'dan uzaklaştırdı ve şehri ondan kurtardı (1146/1733). Şöyle ki: Osmanlılar, Nadir Şah'a karşı bir ordu teçhiz ettiler. Ordu kumandanı Vezir Topal Osman Paşa idi. Kumandan Bağdad'a doğru harekete geçti. Nadir Şah'ın maiyyetindeki Acem ordusunu yenip hezimete uğrattı. Ne var ki, şiddetli bir çarpışmadan, hezimet ve yenilgiden sonra Tahmasb Kulu, İkinci defa Bağdad'ı kuşattı. Vali, yine Vezir Ahmed Paşa idi ve Allah yine Bağdad'ı ondan korudu. Bundan sonra Tahmasb Kulu (Nadir Şah) Rum (Anadolu) tarafına, Erzen-i Rum (Erzurum)a yöneldi ise de, başarı sağlayamadı. Mogan sahrasına vardığında, kendisinin hazırladığı bir planla Acemler, saltanat hususunda ona bey'at ettiler. Bey'at tarihî (ebced hesabiyle) «el-Hayru fi mâ vakaa (hayırlısı vaki olandır)» ibaresinin düştüğü 1137[5] dir. Ancak, bey'atten memnun olmayanlar, bu ifadeyi değiştirmişler ve «Lâ hayra fi mâ vakaa (bu hadisede hayır yoktur.)» demişlerdir ki, bu ifade de ayni tarihi gösterir. Bu bey'atten sonra Nadir Şah Hind tarafına yöneldi. Bir Hind eyaleti olan Abad-Kürsi'ye ulaşıncaya kadar Hind topraklarında ilerlemeyi sürdürdü. Uzun süren bir kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Şehrin sultanı Şah Muhammed'le bir anlaşma yaparak, Hindistandan hesabi kitabı yapılamayacak kadar mal aldı. Ayrıca, Muhammed Şah'a, her yıl hazinesine belli sayı ve cinslerde mal göndermesini kabul ettirdi. Hindistan'dan Türkistan'a geçerek Belh ve Buhara şehirlerini istila etti. Velhasıl, Afganistan ve Türkistan'la beraber İranın tamamı onun hakimiyetine girdi. Acemler, şah Muhammed'e varıncaya kadar Hindlilerin de onun saltanatını kabul ettiklerini, Şah Muhammed'in, onun vekili olduğunu ve işte bu yüzden Tahmasb kulu (Nadir Şah) nun, kendisine «şehinşah» unvanını taktığını, sadece bu isimle anılmasını istediğini ve bunun dışında bir adla kendisini ananları cezalandırdığını söylerler. Nadir Şah, Hindistan'dan sonra, Lezgileri itaat altına almak kas-dıyle Dağıstan yönünde harekete geçti. Dört yılını bu topraklarda geçirdi İse de bu seferde, ne bir maddi fayda ve ne de bir tek Le'zgi'nln dahi itaatini sağlayamadı. Bu müddet zarfında Osmanlı Devletine sefirler ve elçiler göndermekten de geri durmadı : Kâh Ruha (Urfa)dan Abâdan'a kadar olan bölgeyi istiyor; Timur'un zapdetmiş olduğu bu toprakların, miras yoluyla kendi mülkü olduğunu, dolayısiyle kendisinin bu toprakların varisi olduğunu savunuyor; Osmanfılann, Şîîlerîn bağlı bulundukları mezhebin hak olduğunu, çünki bunun, Cafer-i ^adık'ın mezhebi olduğunu ve İslâmî mezheplerin beş olduğunu tasdik etmelerini; bu mezhep için de Ka'be'de bir rükün olmasını; Zübeyde yoluyla kendisinin hacca gitmesini ve bu yoldaki konaklama yerlerini ve kuyuları ıslah etmesini; kendisinin hac emiri olmasını; şayet kendisi Irak yoluyla hacca giderse, o zaman da kendi adına birinin, (delil olarak) hacıla-n götürüp getirmesini istiyor; bazen de bu isteklerinin bir kısmından vaz geçerek bir kısmında direniyordu. Nedir Sah yer yüzünde fesat için çalışır dururdu. O kadar ki. Irak topraklarının büyük bir bölümünü harabeye çevirdi. 1156 yılına kadar buralarda çöküntü hüküm sürdü. Ardı arkası kesilmez süvariler, çekirge sürüsü gibi askerlerle Arap Irak'ına doğru yürüdü. Or-dusung bu topraklara yaydı. Bağciad'ın kuşatılması için 70.000 asker ayırdı. Basra'yı kuşatmak üzere de 90.000 kadar asker gönderdi. Altı ay süresince bizi muhasara altında tuttu. Ancak Basra halkı, topT tüfek ve bombalarla onlara karşı koydular. Bağdad'a. gelince, Nadir Şah'ın ordusu, EJağeJad kalesine bir fersah mesafede durdu ki bu, yalnızca pağdad valisi büyük vezir Ahmed Paşa'nın bir planıyle oldu (1146/1734), Allah Teala başarısını devamlı kılsın! Nadir Şah ve askerlerinden hayatta kalanlar Şehrizûr'a yöneldiler. Buradakiler onun hakimiyetini kabul ettiler; Kürt ve Arap aşiretleri de ayni şeyi yaptılar. Daha sonra Nadir Şah Kerkük kalesine giderek burayı sekiz gün muhasara altında tuttu. Bu süre içinde 20.000 top ve bir o kadar da bomba ile kaleyi dövdü. Kaledekiler teslim oldu ve ona boyun eğdiler. Sonra Erbii'e yöneldi; buradakiler de teslim oldular. Maiy-yetinde 20.000 civarında asker olduğu halde Musul üzerine yürüdü. Fakat yedi gün zarfında 40.000 top, ayni sayıda da bomba kullanılmasına rağmen, Musul'lular, her şeyi Ulu Allah'a havale ederek direndiler. Nadir Şah, lağımlar kazdırdı, barut ve mermilerle doldurarak ateşledi ise de bir netice elde edemedi. Musul'dan bir fayda sağlayamayacağını anlayarak oradan tekrar Bağdad'g yöneldi. Musa b. Cafer (Musa Kâzım) efendimizin kasabasına vardı; Musa'yı ve Muhammed Cevad'ı ziyaret etti. Kayıkla Dicle'yi geçerek İmam Ebu Hanife'yi de ziyaret etti. Bu sırada Nadir Şah ile Vezir Ahmed Paşa arasındaki elçi trafiği de devam etti. Ta ki Nadir Şah, Şia mezhebinin hak olduğunun ve bunun Cafer-i Sadik'ın mezhebi olduğunun kabul edilmesi şeklindeki isteğinden vaz geçinceye kadar... Bu arada, İmam Ali b. Ebi Talib'in kabrini ziyaret etmek ve altından yapılmasını emrettiği kubbeyi görmek üzere Necef'e gitti. [6] Bir Tartışmanın Hikâyesi : İşte tam bu sırada ben, Şevval ayının 20'sinde (H. 1148) bir pazar günü akşama doğru evimde oturmaktaydım ki Vezir Ahmed Paşanın elçisi geldi. Vezir beni huzuruna çağınyordu. Akşam namazından sonra gittim; hükümet dairesine girdim. Yanında hizmet-çileriyle Ahmed Ağa geldi ve bana sordu : -Niçin çağırıldığını biliyor musun? - Hayır... - Pe^a seni Şah Nadir'e göndermek ister! - Sebep?... - Paşa, Şîa mezhebi konusunda Acem ulemasıyle tartışacak bir âlim ister. Acemler, mezheplerinin sahih olduğuna dair deliller ileri sürerken, bu mezhebin batıl olduğu hususunda nice deliller getirile (görelim). Eğer mağlup olunursa «beşinci mezhep» iddiasını kabul etmek gerekir. Bu sözler kulağıma çarpınca tüylerim diken en oldu; kemiklerim titredi! - Ahmet Ağa, dedim, sen de bilirsin ki Rafıziler inatçı ve kibirli bir topluluktur; benim söyleyeceklerimi nasıl kabul ederler? Hele de güçlü ve sayıca çok oldukları bir sırada!... Şah denen adam, zalim ve zorbanın biri... Ha! böyleyken, mezhebinin asılsızlığı ve görüşünün hiçliği üzerine delil koymaya ben nasıl cesaret ederim? Onlarla ne şekilde tartışayım? Bizim hadis kabul ettiklerimizin hepsini inkâr ederler; ne Kütüb-i Sittenin ve ne de diğer hadis kitaplarının sahih olduğuna dair söz söylemezler. Delile medar olan her âyeti te'vil ederler ve: «İhtimale müsait olan defil ile istidlal batıldır.» derler ve bununla da; «Delil, tarafların üzerinde birleştikleri şeydir.» demeye getirirler. Buna göre, ictihadi konular zan ifade eder. Onlara, mest üzerine meshin caiz olduğu, bunun Sünnetle sabit olduğu nasıl isbat edilir? Onlara, mest üzerine meshe dair hadisi, İmam Ali'nin de dahil olduğu 70 kadar Sahabinin rivayet ettiğini söylersem, «Bize göre de, (mest üzerine) meshin caiz olmadığı, Ebu Bekir ve Ömer de da-" hil, 100 Sahabinin rivayetiyle sabittir.» derler. «Sizin, meshin caiz olmadığına dair öne sürdüğünüz bu hadisler »uydurmadır; Peygam-ber'e iftiradır.» diyecek olsam, bu defa da «Sizin, meshin caiz olduğuna dair söyledikleriniz de uydurmadır. Bizim cevabımız bu; bakalım, s!z ne cevap vereceksiniz?» derler. Şu halde böyle, hadislerle onlar nasıl susturulur? Vezir hazretlerinden, bu mihneti benden almasını ve bir şafiî veya hanefi müftüsü göndermesini dilerim. Zira onlar bu tür hadiselere alışkındırlar. —Hayır, dedi Ahmed Ağa. Bu mümkün değil... Paşa hazretleri bu iş için seni seçti. Emre uymaktan başka yapacağın birşey yok. Vezirin isteği hilâfına konuşmayasın! Nihayet o gecenin sabahında Vezir Ahmed Paşa ile buluştum. Bu konuda benimle uzun uzun müzakerede bulundu ve sonunda : —Allah Teala'dan, delillerini güçlendirmesini, diline talakat vermesini niyaz ederim. Lakin tartışmayı kabul etmekte ve vazgeçmekte serbestsin. Ancak bütün bütün tartışma havasına girme; aksine bazı konuları sohbet arasında işle ki Acemler senin ilim sahibi olduğunu bilsinler. Eğer onları insaflı bulur, gerçekten doğru olanın ortaya çıkmasını istediklerini anlarsan, tartışmanı sürdür. Sakın teslim olmayasın! dedi ve devam etti : — Şah şimdi Necef'te. Perşembe sabahı onun yanında olmanı istiyorum. Benim için debdebeli bir elbise, bir binek ve bir de hizmetçi hazırlandı; ayrıca vezir, kendi binek hizmetçilerinden birini de yanıma kattı. Bizi götürmeye gelen Acemlerle buluştuk. Şevvai'In 27'sİn-de, pazar günü ikindiye doğru yola çıktık. Yol boyunca delilleri ve arada itirazlar olacağını düşünerek cevapları tasavvur ediyor, hep düşünüyordum; bütün fikirlerim için deliller hazırlıyor, şüpheleri kaldırıyordum. Öyle kî, 1.000'den fazla delil düşündüm. Her delile karşı Acem âlimlerinin (muhtemel şüphe ve kanaatlarını göz önünde tutarak) bir, İki, hatta üçer cevap hazırladım. Yolda o kadar bunaldım ki, idrarım tamamen kan haline geldi. Nihayet Reis b. Mezid Hılle'sine vardık. O zaman bu şehir Acemlerin elindeydi. Burada Ehl-j Sünnet ve'l-Camaat'tan bîr guruba rastladım. Bana, Şah'ın bu mesele İçin ülkenin bütün müftülerini topladığını, hepsi de Rafızî olan bu müftülerin sayısının, şimdiden 70'i bulduğunu söylediler. «Lâ havle...» dedim, «İnnâ li'llâh...» okudum. «Tartışma ile görevli olmadığımı söylesem.,.» diye düşündüm, gönlümün buna razi olmadığını anladım. Onlarla tartış-maya girtşsem Şaha, gerçeğin aksini nakledeceklerinden korkuyordum. Bunun içindir ki, sadece Şah'ın huzurunda tartışmayı kabul etmeye, Şah'a tartışma sırasında hakem olarak tarafsız bir âlimin bulundurulmasını söylemeye kesin karar verdim. Bu âlim ne şii ve ne de sünni olmalıydı; böylece her iki taraf için de iltimas geçme şaibesi ortadan kalkmış olacaktı. Şu halde bu âlim ya Hıristiyan veya Yahudi olmalıydı. Bu âlime : «Biz senin hakemliğine razı olduk. Şu halde yarınKıyamet gününde seni sorguya çekecek olan Allah için aramızda hakemsin. Sence gerçeğin İyice belli olması için sözlerimizi İyi dinle.» diyecektim. Sonra bu âlimin, Acemlerin görüşüne temayül etmesi halinde, ölümüme mal olsa bile, onunla da çarpışma ve tartışmayı kafama koydum. Bütün bu düşünceler zihnimden geçti. Sözünü ettiğim Hılle'den, buluşma zamanı olan çarşamba gününün gecesinde yatsı vakti ayrıldık. Gece hava yağmurlu ve insanın, eiini dahi göremiyeceği kadar karanlıktı. Şairin : «Çisintili bir kış gecesinde... Köpeğin çadır iplerini göremediği bir gece» beytinde tasvir ettiği geceden çok daha ve çekilmezdi. İşte böyle bir gecede, Allah'ın salât ve selâmı onun ve bî-zım peygamberimizin üzerine olsun Zülkifl'in şehit edildiği yer olduğu söylenen makama geldik. Burası Htlle i!e Necef arasındaki yolun yansı idi. Binanın dışında konakladık. Biraz dinlendik, sonra yürüdük. Dendan kuyusunun yanında sabah namazını kıldık. Şahın elçisinin sür'atle yol alması yüzünden mecalimiz kalmamıştı. - Acele et, dedi elçi, Şah şu anda seni bekliyor. Şahın karargâhına iki fersah yolumuz kalmıştı. Elçiye sordum: - Şahın âdeti nedir? Herhangi bir melikten kendisine elçi- gönderildiğinde, böyle benim gibi gelir gelmez mi kabul eder, yoksa eİ-çi bir müddet dinlendikten sonra mı?.. - Senden başka hiç bir kimseyi böyle kabul etmedi, dedi. Yüreğim yerinden oynadı. Kendi kendime : «Şah'ın seni böyle alelacele kabul etmesinin sebebi, İmamiyye mezhebini kabul ve tas? dik ettirmekten başka bir şey değildir. Önce sana mal teklifinde bulunacak. Kabul edersen ne âlâ... Aksi halde 'sana baskı yapacak-Şimdi ne yapmalısın?.. Hayatım pahasına bile olsa, gerçeğin dışında bir şey söylememek üzere yola çıktım. Hiç bir lütuf aklımı çe-leıneyecek, hiç bir baskı beni acze düşüremeyecek!» Düşünüyordum : «İslâm, Rasûlüliah (s.a.v.) vefat ettiği sırada bir duraklama geçirdi; Ebu Bekr sayesinde harekete geçti. «Kur'ân1-ın halkı» [7]probleminde ikinci bir duraklama oldu; fakat Ahmed b-Hanbel (Allah ona rahmet elyesin.) sayesinde yine toparlandı. Bugün İslam üçüncü defa duraklama vaziyetine gelmiştir. Eğer bu badire atlatılamazsa (Allah esirgesin!) ebedi olarak durur kalır. Yok eğer harekete geçerse, bu hareket ebedi olarak sürer. İslam'ın duraklaması da, ilerlemesi de ona bağlananların yerinde saymalarına veya hamlelerine bağlıdır. Hiç şüphe yok ki bu yöredeki insanlar, ben âciz için hüsn-ü zan beslemekte, bana inanmaktadırlar. Hayırlısı Allah'dan!...» Niyetim kesinleşti... Vicdanım rahatladı... Gerekirse ölüme kendimi hazırladım. Dedim : «Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasulierine, kadere, hayrın da şerrin de Allah'dan olduğuna inandım. Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet ederim; Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna da şehadet ederim...» Ke!ime-i Şehadeti tekrarlayarak bineğimi sürdüm. O sırada iki tane büyük, kuru hurma ağacı gibi alem gördüm. Bunların ne olduğunu sorduğumda, Şah'ın alemleri olduğunu, ordu kumandanlarının, konaklama sahasına yerleşme düzenini göstermek için bu alemlerin dikildiğini, kumandanlardan kiminin, bu iki alemin sağına, kiminin soluna... yerleştiklerini söylediler. İlerlemeye devam ettik. Nihayet çadırları gördük: Şah'ın çadırı yedi büyük direk üzerine kurulmuştu. «Köşkhane» dedikleri bir mahalle geldik. Köşk-hane, her yanında direksiz eyvanları bulunan kubbe şeklinde 15'er çadırın bulunduğu karşılıklı çadır sıralarından ibaretti. Bu çadır sıralarının bir başında, Şah'ın köşkünün önünde bitişik bir revak vardı. Revakın orta yerinde, üzerinde sütre (örtü) olan bir kapı bulunuyordu. Sağdaki çadırlarda, gece-gündüz nöbet bekleyen 4.000 tüfekli dururdu; soldaki çadırlar ise boştu; içlerinde sandalyelerden başka bir şey yoktu. Köşk'e yaklaşınca indim. Beni karşılamak üzere biri çıktı. Güzel bir şekilde beni selâmladı ve hemen Paşa (Vezir Ahmed) ve adamlarının hatırlarını sordu. Paşa'nm adamlarını bu kadar iyi tanımasına şaştım. Benim bu hayretimi anlamış olmalı ki : - Sanırım beni tanımıyorsun, dedi. - Evet, tanımıyorum, dedim. Devam etti : - Adım Abdülkerim Bey... Bir müddet Ahmet Paşa'nın hizmetinde bulundum. Bu günlerde İran Devleti tarafından Osmanlı Devletine elçi olarak gönderildim. O bunları anlatırken, bizi karşılamak İçin gelen dokuz kişinin arasında olduğumuzu farkettim. Abdülkerim Bey bunları görünce doğruldu. Bu sonradan gelenler beni selâmladılar. Oturduğum halde selâmlarını aldım. Onları tanımıyordum. Abdülkerim Bey bir bir tanıtmaya koyuldu : - Mi'yaru'l-Memalik Hasan Han, Mustafa Han, Nazar Ali Han, Mirza Zeki, Mirza Kâfi... Mi'yaru'l-Memalik tanıtılınca hemen ayağa kalktım. O ve yanındakiler elimi sıkarak «Hoş geldin» dediler. Mi'yaru'l-Memalik, vaktiyle Şah Hüseyin'in mevalisinden ve Gürcü asıllı olup, halen Şah Nadir'in veziri idi-[8] Şahın Huzurunda: Bana «Buyurun, Şah İle konuşun» diyerek revakın ortasındaki örtüyü kaldırdılar. İçeride, üç zira1 mesafede bir revak daha vardı. Beni orada durdurdular ve : «Biz durursak, sen de dur; yürürsek, sen de yürü.» diye tenbihlediler. Sol taraftan yürüdük... Revakı katet-tik... İlerde, çevresini bir revakın kuşattığı, geniş bir harem dairesi vardı. Burada kadınlar ve harem için bir çok çadırlar bulunmaktaydı. Nihayet Şah'ın köşkünü gördüm, işte Şah, benden bir ok atımı mesafede, yüksek bir tahtta oturmaktaydı. Beni görünce yüksek sesle konuştu : - Merhaba Abdullah Efendi... Ahmed Han, (Ahmed Paşa) «Sana Abdullah Efendt'yi gönderdim.» der... Sonra bana : - Yaklaş! dedi. Sağımda hanlar gurubu, solumda Abdulkerim Bey olduğu halde on adım kadar ilerledim. Yine emretti : - Yaklaş! Önceki gibi ilerledim ve durdum, o bana «Yaklaş!» dedikçe kısa adımlarla ilerliyordum. Artık kendisine beş zira kadar yaklaşmıştım. Oturuşundan anlaşıldığı kadarıyla uzun boyluydu. Başında, Acem tipi, kare şeklinde, üzerinde inci, yakut, elmas vb. kıymetli taşlarla süslü, tiftikten dokunmuş bir sargı bulunan beyaz bir kavuk vardı. Boynunda, inci vs. cevherlerden gerdanlıklar, pazusunda ayni sekilide, kumaş üzerine işlenmiş inci, elmas ve yakutlar bulunuyordu. Yüzündeki hatlardan ve ön dişlerinin dökülmüş olmasından, ileri bir yaşta olduğu anlaşılıyordu; takriben 80 yaşında vardı. Sakalı siyaha boyanmış, fakat güzel görünümlü, kaşları kavisli ve araları açık, gözler ela ve tatlıydı. Velhasıl görünümü güzeldi. Kalbimden heybeti gitti, korkum kalmadı. Bana önceki gibi türkçe hitap ett! : - Ahmed Ağa nasıldır; - Hayır ve afiyettedir. - Biliyor musun, seni niçin İstedim? - Hayır... - Memleketimde iki fırka var : Türkistan ve Afganistanlılar; İranlılara: «Siz kafirsiniz!» diyorlar. Küfür çok çirkin bir şeydir. Ülkemde halkın birbirlerini küfürle itham etmeleri doğru değil. Şu anda sen benim vekilimsin. (Bu tartışmalı oturum sırasında) bütün küfür ithamlarını ortadan kaldıracak ve üçüncül gurubun (şîîlerin) tâbi olacakları hususları tesbit edeceksin. Gördüğün ve duyduğun her şeyi bana bildirecek, ayni şekilde Ahmed Han'a da nakledeceksin. Çıkmama izin verdi. Misafirhanemin, İtimaduddevle'nin makamı olmasını, öğleden sonra da Molla Başı Ali Ekber'le buluşmamı emretti. (Şah'ın vekili olmakla) Acem'in hükmünün elime geçmesinden dolayı çok sevinçli ve mutluydum. Misafirhaneye geldim. Biraz oturdum. İtimad, çadırına geldi ve beni yemeğe davet etti. Mihrnan-dar Nazar Ali, Abdulkerim Bey ve Ebuzer Bey ile birlikte benim hiz-metimdeydiler. Bir ara İtimad ile karşılaşıp, kendisine selâm verdiğimde, selâmımı oturduğu yerden aldı. Ayağa kalkmamasına canım sıkıldı. Kendi kendime, yerime oturunca İtimad'a şöyle demeyi karar-laştırdım : «Şah bana, kötülükleri kaldırmamı emretti ve beni bununla görevlendirdi. İlk kaldıracağım küfür (edepsizlik), şu senin yapmış olduğun edepsizliktir. Çünkü sen ulemayı tahkir ettin, onları küçümsedin. Bu kötülüğünü ancak ölümle kaldırmak istiyorum.» Bunu söyleyecek, sonra kalkıp Şah'a gidecek ve bu olayı ona anlatacaktım. Bunu böyle tasarladım ama yerime oturunca îtimad ayağa kalktı ve bana «Marhaba» dedi. Hayli uzun boylu, akyüzlü, iri gözlü, sakalı boyalı; ayrıca konuşma ve tartışmadan anlayan, yumuşak tabiatlı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e meyilli biriydi. Ayağa kalkınca anladım ki, böyle yapmak âdetleriymiş : Gelenin oturmasından sonra ayağa kalkarlarmış... Yemeği beraber yedik. Molla başı ile buluşma emri geldi. Atıma bindim. Kabul erkânı önden yürüyorlardı. Bu arada, Afgan giyimli, uzun boylu bir adam yolda yanıma yaklaştı selâm verip «Merhaba» dedi. Kim olduğunu sordum : - Ben Afgan müftüsü Molla Hamza Kılıncâni'yİm, dedi. - Molla Hamza, arapçayı iyi bilir misin, diye sordum, - Evet, dedi. - (Anladığım kadarıyle) Şah, İranlılarda bulunan bütün küfür sebeplerini kaldırmamış. Zira biz onların ibadetlerini ve tutumlarını tanımadığınıza göre, Acem âlimleri, benimle sadece bir kısım küfrü gerektiren konular üzerinde tartışacaklar, kalanını söz konusu etmeyecekler. Bana, onların küfür sayılan tutumlarını bildir ki, ben onları da tartışayım da ortadan kaldırayım, deyince. Molla Ham-za beni uyardı : - Efendim, sakın Şah'ın sözleri seni yanıltmasın! O seni Molla Basıya, konuşma sırasında seninle tartışması için gönderiyor. Bu bakımdan tartışma sırasında onlara karşı dikkatli olmalısın! - Onların insafsız olacaklarından korkuyorum. - Bundan bir kaygın olmasın. Çünkü Şah, bu oturum için bîr gözcü tayin etti. Fakat bu gözcüyü kontrol için bir başka gözcü, bunu kontrol için başka birini... olmak üzere bir sürü gözcüler tayin etti ve bunların hiçbiri diğerinin gözcülüğünü bilmiyor. Bu durumda seninle tartışanların, Şah'a gerçeğin aksini nakletmeleri mümkün değildir. Molla Başı'nın çadırına yaklaştığımda beni karşılamak üzere dışarı çıktı. Kısa boylu, esmer bir adamdı. Sakal başlarından itibaren başının yarısında yanık izi vardı, Atımdan indim; beni selâmladı ve kendisininkinden daha yüksekte bir koltuğa oturttu. Kendisi de bir öğrenci tavrıyle oturdu. Karşılıklı konuştuk. [9] [1] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:317-318. [2] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:318-321. [3] Geniş bilgi için bk. İ.H. Uzunçarşilı, Osmanlı Tarihi, IV, I, 174 vd. [4] Nadir, Şah Tahmasb'ın gözüne girerek Önce onun itîmadu'd-devle'sî (Sadrazamı) oldu (1142/1730), sonra da Şah Tahmasb'ı hal' ve hapsederek Şah'ın 8-10 aylık oğlu Abbas'ı güya hükümdar, kendini de onun vekili ilân eyledi, (bk. U'zun-çarşıh, Osmanlı Tarihi, IV/I, 197, 223). [5] Bu rakamlarda, bir baskı hatası olmalı. Zira yukarıdaki ibarenin harfleri 1148:e tekabül eder ki doğru olan tarih de budur. (bk. Uzunçarşilı, Osmanlı Tarihi, İV/U, 233, dipnot; 299. [6] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:321-325. [7] Önceleri sadece kelâmi bir problem iken daha sonra Abbasiler zamanında siyasi bir mahiyet de alan <KurWın mahluk olup olmadığı» meselesi, Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile arasındaki önemli tartışma konularından biridir. Kelâm kitaplarında geniş bilgi bulabilirsiniz. [8] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:326-328. [9] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:328-335. Konu Başlığı: Ynt: Sünnî-Şîî ittifakına doğru Gönderen: Mehmed. üzerinde 20 Ağustos 2019, 13:52:02 Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun
Konu Başlığı: Ynt: Sünnî-Şîî ittifakına doğru Gönderen: Ceren üzerinde 20 Ağustos 2019, 17:06:50 Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ...
Konu Başlığı: Ynt: Sünnî-Şîî ittifakına doğru Gönderen: Züleyha üzerinde 21 Ağustos 2019, 12:02:42 Allah razı olsun hocam insallah selam ve dua ile
Konu Başlığı: Ynt: Sünnî-Şîî ittifakına doğru Gönderen: Sevgi. üzerinde 22 Ağustos 2019, 06:40:31 Paylaşım için Allah razı olsun. Rabbim ilmimizi artırsın inşaAllah
|