๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 09 Ekim 2010, 20:02:18



Konu Başlığı: Selefiyye
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 09 Ekim 2010, 20:02:18
SELEFİYYE


A. Selefiyye - Sıfâtiyye
 

«İlk âlimler, geçmiş islâm büyükleri» mânâsına gelen bu terim, akaidde, nasda vârid olanı müteşâbihâtı ile birlikte aynen ka­bul edip teşbih ve tecsîme düşmemekle beraber te'vîle de gitme­yen ehl-i sünnet-i hâssayı ifade eder. Şüphe yok ki Rasûlüllah (s.a.) ile ashâb-ı kiramın akaidde takibettikleri yolu doğrudan doğruya iz­leyen Selefiyyedir. Tabiîn, mezhep imamları ve büyük fukahâ, mu-haddisler Selefiyyedir. İlk asırlarda islâm dünyasında hâkim olan akide selef akidesiydi. Hicretin ikinci asrından itibaren bid'at fır­kaları ilmî mânâda teşekkül etmeye başlamış, üçüncü asırdan son­ra da ehl-i sünnetin kelâm fırkaları zuhur ederek isfâm dünyasına yayılmıştır. Bu tarihlerden sonra selef akidesini benimseyenler her asırda mevcud olmakla beraber azalmıştır.

Selefiyye Allah taâlânın zatî, fi'lî ve haberi sıfatlarının hepsi­ni, naslarda vârid olduğu gibi, te'vîle tâbi' tutmaksrzın aynen ka­bul ederken Mu'tezile bu sıfatların bir kısmını kabul etmekle be­raber bazılarını red, bazılarını da te'vîl ediyordu. Bu sebeple Mu'-tezileye muattıla  , Selefiyyeye de sıfâtiyye denilmiştir. Bil'âhare zuhur eden ehl-i sünnet kelâmcıları da sıfâtiy-yeden 'kabul edilmiştir.

Selefiyyenin şıârı akaid sahasında akla rol vermemek ve mü-teşâbihâtın te'vîl i ne girişmemektir. Bununla beraber HâlıkVhiç bir veçhile mahlûka benzetmez, teşbîhin her çeşidinden byyük bir titiz-Iilikle kaçınırlardı. Çünkü Kur'ân-ı kerimde, te'vîl peş?îne düşenler zemmedilmiştir [1] Bir de şu var ki te'vîl, zanna dayanarak varılan bir hükümdür. Cenabı Zülcelâl'in sıfatları hakkında zanla hükmet­mek, onlara göre, caiz değildir. «Kuvvetİe muhtemeldir ki bir âyeti) 

murâd-ı ilâhînin aksine te'vîl eder," dalâlete düşeriz. Biz ilimde mü­tehassıs olanların söylediğini tekrar eder, «Hepsi Rabbimizin ka-tındandır» deriz. Müteşâbihâtın zahirine inanır, bâtınını tasdik ede­riz, içyüzünün anlaşılmasını Allah'a havale ederiz. Zira biz onu bil­mekle mükellef değiliz. Zaten bu husus imanın şartları ve hüküm­lerinden de değildir». Selef âlimlerinin bazıları teşbîhe düşmemek mevzuunda o kadar titiz hareket etmiştir ki naslarda vârid olan «yed, vech, istiva» gibi sıfât-ı haberiyyeyi nasda vârid olmuş arap-ça şeklinden başka herhangi bir dil ile ifade edilmesine bile cevaz vermemiştir [2]

Fakat Selefiyyenin, teşbih endişesiyle te'vîlden kaçışını ve mü-teşâbihâtı zahirleri üzere bırakışını yanlış anlayan bazı zümreler if­rata düşerek teşbîhe gitmişler, «te'vîlden kaçınalım» derken tec-sîme kail olmuşlardır. Haşviyye veya Müşebbihe diye isimlendiri­len bu guruplardan bazıları Hanâbileye nisbet edilse de Selef-i sâ-lihînin anlarla ilgisi yoktur [3][4]

 

B.  Selef Akidesinin Esasları
 

Kelâm, felsefe ve tasavvuf sahalarında isabetli görüşlere ve kıymetli eserlere sahip bulunan İmam Gazzâlî (v. 505/1111], Sele-fiyyeye bağlılık iddiasında bulunan Haşviyyeyi reddetmek ve nezih selef akidesini kendi sadeliği içinde ortaya koymak maksadıyla ka­leme aldığı «İlcâmu'l-avâm an ilmi'l-kelâm ad­lı risalesinde selef akidesi için yedi mühim esas tesbit etmiştir. Bu esaslar, Âl-î İmrân süresindeki müteşâbihât âyetinde (3/7) müteşâbihâtı bileceklerine işaret olunan ilm-i ilâhî mütehassıslarının yani başta Rasûlüllah (s.a.) olmak üzere ashâb-ı kiram gibi büyük zevatın dışında kalan ve bu sebeple avamdan sayılan kimseler için* uyulması zaruri prensiplerdir.

1)   Takdisi: Allah taâlâyı, sânına   lâyık olmıyacak  (cisim ol­mak, yaratılmışa benzemek gibi) şeylerden tenzih etmek.

2)  Tasdik : Cenabı Hakkın isim ve sıfatları  [5]hakkında Kur'ân-ı kerimde ve sabîh sünnette vârid olan lâfızları kabul etmek, bu lâfızların muhtevasına tamamıyla vâkıf olmasa bile Allah'ın sâ­nına lâyık mânâlar ifade ettiklerine inanmak, yüce Allah'ı-kendisi1 ve Rasûlü   nasıl tevsif etmişse öylece vasıflandırmak.

3)Aczini itiraf etmek: Naslarda geçen müteşâbihattan mak-sud olan mânâ ve ilâhî muradın ne olduğunu bilemiyeceğini itiraf etmektir. Zira Kur'ân-ı kerimde beyan edildiği üzere ilâhî ilimde mü­tehassıs olamayan kimseler müteşâbihâtın te'vîlini bilemez. Bina­enaleyh en selâmetti yol başta aczini itiraf etmektir.

4} Sükût: Müteşâbihâtı anlamaya ehil olmayan kimseler on­ların te'vîllerini sormamalıdır. Zira yine kendileri gibi bilmeyen bi­rine sorarlarsa ancak bilgisizliklerini artıracak, belki de küfre düş­melerine sebep olacaktır. Şayet bilen bir mütehassısa soracak olur­larsa, yine kendileri, o âlimin ince İzahlarını anlıyamıyacaklardır. O halde sükût etmek lâzımdır.

5) İmsak : Müteşâbihât üzerinde herhangi bir yorum yapmak' veya tasarrufta bulunmaktan kendini men'etmek. Avamdan olan kim­seler müteşâbih lâfızları başka bir dilin  kelimeleriyle tefsir etme­meli,  lâfzın zahirî  mânâsını terkedip     muhtemel  bulunduğu  ikinci mânâ ile de te'vîle kalkışmamalıdır. Aynen bunun gibi müteşâbihat­tan olmak üzere vârid olmuş bir lâfzın başka sıygalarını da kullan­mak veya kıyas yoluyla sabit olan lâfızlara ilâvelerde bulunmak ca­iz değildir.  Gazzâlî'nin  kanaatine  göre  sıfât-ı   haberiyye  mevzuuna girecek şahîh hadisleri bir bâb altında toplamak bile doğru değil­dir. Çünkü çeşitli münasebetlerle muhtelif zamanlarda ve farklı yer­lerde Rasûlüllah (s.a.) tarafından söylenen bu sözler, söyleniş anın­daki umumî ahval dâhilinde anlaşılmalıdır. Bu sözlerin bil'âhare top­lanıp bir bâb altında sıralanmasından meydana gelen hey'et-i mec­mua insana değişik bir mânâ telkin edip onda teşbîhe kaçacak yan­lış imajlar doğurabilir. Bunun yanında, toplu olarak vârid olan  bir nassı parçalarına ayırıp nakletmek te yanlıştır.  Meselâ «Kullarının üstünde yegâne kuvvet ve tasarruf sahibi odur»  [6] mânâsındaki

 âyet-i kerimesini, üsttedir» tarzında parçalara ayırmak caiz değildir, çünkü mânâ değişikliğe ma'ruz kalmaktadır.

6)   Keff:    Müteşâbihât ile kalben (zihnen) dahi meşgul olmamak, onlar üzerinde düşünmemek. Bir önceki prensip müteşâbihat-tan dili men'ediyor, bu ise kalbi sakındırıyor. Zira anhyamıyacağı bir şey üzerinde düşünüp yorum yapmak, fikren de olsa bazı neticelere varmak doğru değildir.

7) Ma'rîfet ehlini teslim : İlm-i ilâhîye vâkıf olmaması sebe­biyle yukarıdaki sınırlar dâhilinde müteşâbihattan men'olunan avam, kendilerinin âciz kaldıkları şeyleri Rasûlüllah, ashâb-ı kiram, evliyâ-i sâlihîn ve uiemâ-i mütehassisinin bildiklerini kabul etmesi gerekir. Ancak zât-ı ilâhîsinin künhü, kimse tarafından keşfedilemez [7]

Görüldüğü üzere selef akidesinin esasları müteşâbihâtın te'vîl edilmemesi noktasında toplanmaktadır. Bunun yanında bir de teşbih ve tecsîmi reddetmek vardır. Aslında teşbîh ve tecsîmin reddi ister istemez bizi bir nevi te'vîle götürmektedir. Çünkü naslarda Allah ta-âlâya nisbet edilen yed, vech, ayn, istiva v.b. sıfatları, arap dilinde İfade ettikleri hakikat mânâlarına alacak olursak teşbih ve tecsim olur. Selef bunu kabul etmez. O halde «Bu kelimeler, Allah taâlâ için kullanıldıkları zaman hakikat mânâlarına alınamazlar» diyeceğiz. İşte bu, bir te'vîidir, fakat icmâlî bir te'vîl. Selef bu icmâlî te'vîldeı durur, ileri gidip «murâd-ı ilâhî şudur» demez. Halef ise Müşebbihenin yakışıksız iddialarını defetmek için, ibarede mevcud karine­lere ve lisan erbabının istimaline dayanarak murâd-ı ilâhîyi tayîne gayret gösterir. Bu da tafsîlî bir te'vîlden başka bir şey değildir [8][9]

 

C. Müteahhir Devirlerde Selef Akidesi

 

Ehl-i sünnet ilm-i kelâmı Mâtürîdiyye ve Eş'ariyye kollarıyla bir­likte islâm dünyasına yayıldığı devirlerden sonra selef akidesi taraf­tarları azalmış ve her asırda ancak seçkin bir kaç kişiden ibaret kal­mıştır. Selefiyyenin mütekaddim âlimleri akaid babında teslimiyeti şiar edinmiş, «Kur'ân-ı kerim ile sahih sünnette vârid olan naslara, Allah'ın ve Rasûlüllahın muradı üzere iman eder, keyfiyetini araştır­mayız.» demek suretiyle icmal metodunu benimsemişti. Bu sebeple! ilk devir selef âlimlerinin meydana getirdiği eserler küçük akide ri­saleleri halinde olmuştur. Umumiyetle bu risalelerde ehl-i sünnet akidesi veciz ifadeler halinde hulâsa edilir. Mukabil görüşlere, iti­raz ve münakaşalara yer verilmez. İmâm-ı A'zam Ebü Hanife'nin (v.< 150/767) meşhur «eI-Fıkhu'l-ekber»i akaid sahasında bugün mevcucf ilk eserdir, denebilir. Bundan başka büyük müctehid ve imamlarırf akide risaleleri mevcuddur. Bunlar müelliflerine nisbet edilerek anı-1 lırlar; Ahmed b. Hanbel'in, Tahâvî'nin, Taberî'nin akide risaleleri* gibi.

Aklî ve felsefî ilimlerin islâm dünyasına yayılış ve ehl-i sünnet ilm-i kelamının bunlarla mezcedilişinden sonra gelen bazı selef âlim­leri (müteahhirîn) akaid meselelerinde icmali terk ederek tafsile gi­rişmişler ve bu sahada meydana getirdikleri eserlerde, hem kelâm-cıların, hem de filozofların, Kur'an metodundan ayrıldıklarını ileri sürerek her iki cereyana da cephe almışlardır. Mütehhirin-i Selefiyye-den biri İbn Teymiyye'dir (v. 728/1328). İbn Teymiyye küçüklü bü­yüklü bir çok eserinde selef akidesini tafsîlî bir şekilde yeniden iş­lemiş; mütekaddimînin, kelâm kitaplarına bakmayı, onları okumayı haram addetmelerine rağmen, beriki zat, gerek ehl-i bid'at, gerek ehl-i sünnet kelamcılarının eserlerini okumuş, islâm filozoflarının görüşlerini incelemiş ve eserlerinde kendi anlayışına aykırı buldu­ğu hususları tenkide tabî tutmuştur. Ancak İbn Teymiyye'nin, zaman zaman ifrata kaçtığı, hatta teşbihe düştüğü ileri sürülmektedir.

İbn Teymiyye'den sonra, müteahhirin-i Selefiyye içinde İbn Kay­yım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu'l-Vezîr (v. 840/1436) ve Şevkâ-nî'yi (v. 1250/1834) zikretmek mümkündür. Tarihte olduğu gibi za­manımızda da Hanbelîlerin çoğu Selefidir. Bunlardan başka ehl-i ha­dis ve ehl-i eser olan muhafazakâr bazı zevat da selef akidesini ter­cih ederler [10][11]

 

Değerlendirme :
 

İslâm tefekkür tarihinde selef akidesinin fazla muhafazakâr ol­duğu telâkki  edilmiş, buna mukabil  Mu'tezüe metodunun naslardan fazla uzaklaştığı tesbit edilmiştir. Her ikisinin ortası, mu'tedil olan ehl-i sünnet kelâmcılarının yoludur. Bu mukayeseyi bir misal İle açık­lamaya çalışalım :

Kur'ân-ı kerimin muhtelif âyetlerinde «vezn»in hak olduğu, ya­ni âhirette sevap ve günahların tartılacağı haber verilmiştir[12]. Bunu teyid eden hadisler de mevcuddur. Mu'tezile, kendi devirle-rindekî fizik bilgilerine dayanarak ve âhiret âlemini dünya kanun­larıyla ölçerek dediler ki: «Ameller (sevap ve günah) kemiyet de­ğil birer keyfiyettir, binaenaleyh ağırlığı olamaz ve tartılamaz; bu­nunla ilgili âyetler te'vil edilmelidir»[13]. Buna mukabil Selefiyye-den bazıları, işi tamamıyla maddîleştirmişler, «vezn ve mîzan» (tart­ma ve terazi) denilince devirlerindeki tartı işlemini ve teraziyi ha­tırlayarak şöyle demişlerdir: «Âhirette teraziler kurulur, defterler açılır, amel sahîfeleri sağa-sola uçar gibi çevrilir... Terazi, iki gö-> zü ve dili olan bir alettir ki amellerin tartılmasına yarar»[14]. Ehl-î sünnet kelâmcılarına gelince, onlar veznin ve mizanın hak olduğu­nu kabul etmişler, bu değerlendirmenin âhiret aleminde,, nasıl vu­ku bulacağını kat'i olarak kestirmenin mümkün olamıyacağını beyan etmişlerdir. Teftâzânî (v. 793/1390) der ki : «Mizan, amellerin mtkda-rını tesbit etmeye yarayan şeyden ibarettir, akıl onun içyüzünü anlamaktan âcizdir»[15].

İyi düşünüldüğü takdirde burada Mu'tezile de, Seletiyye de sa­lahiyetlerinin dışına çıkmış, biri aklına güvenerek nasdan uzaklaşmış, diğeri de nassı anlamakta kaba çizgileri aşamıyarak teşbihte bu­lunmuş. Teftâzânî ise nassa sadakat göstermiş, fakat o zamanki ak­lın (kültürün) bunun içyüzünü idrak edemiyeceğini söylemiştir. Bu­gün kemiyetlerden başka çeşitli keyfiyetler de ölçülebilmektedir. Bundan sonra bu konuda kaydedilecek ilerlemelerse şu anda mec-hûlümüzdür. Her şeyin ötesinde, âhiret dediğimiz öbür âlemin im­kân ve şartlarını bu dünyadaiklere benzetmeye hakkımız yoktur.

Yukarıda, selef akidesine İntisabettiklerini iddia eden Haşviy-yenin, tişbih ve tecsîme düştüğünü, bu sebeple de onların Selefiy-yeden  sayılamıyacağını söylemiştik. Saf ve sade  selef akidesinin,

değerini her asırda muhafaza ettiğini ve her devirde hizmet gördü­ğünü söylemek lâzımdır. Bilindiği üzere selef oylu ashab ve tabiîn yoludur. Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının doğuşu ve yayılışına kadar, 3-4 asır, öyle sanıyorum ki, her asırda müslüman topluluğunun büyük çoğunluğunu teşkil eden halk kitlesinde hâkim akide yine selef akidesi olmuştur. Bugün de durum aynıdır. Zira yüksek seviyede bir ilim halini almış bulunan «kelâm»ın ıstılah, istidlal ve münakaşala­rına, halk şöyle dursun, hususi bir şekilce bu ilimle meşgul olma­yan İlim adamları bile nüfuz edemez.

Her halde köyde ve şehirde büyük halk kitlesine hitabederken, veya bunlara hitabedecek (ilmihal şeklinde) bir eser telif ederken sade, saf ve kolay anlaşılır selef metodunu kullanmak gerekecek­tir[16]. Ancak münevverlere hitabedecek akaid eserlerinde, günün şartları ve yayılmış mukabil cereyanları gözönünde bulundurularak yeni felsefî görüş ve pozitif ilim neticelerinden de faydalanarak ye­ni bir izah yolu takibedilebilir. Yeni İlm-i kelâm cereyanı bahsinde izah ettiğimiz üzere bu metod müteahhirîn-i Selefiyyenin metoduna benzer. [17]



[1] bk. AH İmrân (3), 7.

[2] eş-Şehristânî, el-MUel, I, 104-105.

[3] bk. eş-Şehristânî, ag.e., I, 105 vd.; el-Kevserî, İbn Asâkir'e ait Tebyînu kezibi'l-roufterî mukaddimesinde, s.  14, 18;  İbn Asâkir, ag.e., s.  163-164.

[4] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:113-114.

[5] Allah Taâlâ hakkında sıfat sıygasiyla vârid olan hayy, âlim gibi kelime­lere isim (esmâ-i husnâ), masdar ve fiil şeklinde (hayat, ilim, yuhyî, yumît gibi) vârid olanlarına da sıfat denilir  (bk. el-Beyhakî, el-Eemâ' ve's-sıfât, s.  110-111).

[6] el-En'âm   (6), 18.

[7] el-Gazzâlî, İlcâmu'1-avâm, s. 3-33; İzmirli İmaiL Hakkı, Muhassalü'1-ke-lâm, s. 54-55, Yeni İlm-i Kelâm, I, 98-101; N. Çağatay - İ.A. Çubukçu, İslâm Mez­hepleri Tarihi, I, 168-171.

[8] bk. el-Kevserî, İbn Asâkir'e ait Tebyîn haşiyesinde, s. 28, dn. 1.

[9] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:114-116.

[10] İstanbul'da en güç ve en çetin şartlar altında bile dinî ilimleri okut­maktan geri kalmayan, kasvetli bir fetret devrinde İhlâslı, bilgili ve faziletli ilim adamları yetiştiren, merhum Hüsrev (Aydın) Efendinin selel akidesine sahip ol­duğunu kendi tilmizleri nakleder. Merhum Celâl Hoca'mız da (Celâleddin Okten), kendisinin ve üstadı İzmirli İsmail Hakkı'mn selef akidesini benimsediklerini ifade ederdi. Kastamonulu Muhammed İhsan Oğuz «Mezheb-i Selef, adıyla neş­rettiği eserinin başında selef mezhebine sâlik olduğunu kaydeder  (İstanbul, 1973).

[11] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:116-117.

[12]  bk.   msl.   el-A'râf   (7),   8-9;      el-Mu'minûn   (23),   102-103;      el-Kaarıa (İ01), 6-9.

[13] bk. ct-Teftâzânî; Şerhu'l-Akaid, s. 137.

[14] İbn Kudâme, Lûm'atu'M'tikad, Sero.iyyât bahisleri.

[15] Şerhu'l-Akaid, s.  137.

[16] Gazzâlî'nin aynı hususu tavsiye  eden  görüşü için bk.  İlcâmu'1-Avâm, s   11.

[17] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:117-119.



Konu Başlığı: Ynt: Selefiyye
Gönderen: Ceren üzerinde 20 Ağustos 2019, 17:07:33
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun paylasimdan kardeşim. ...


Konu Başlığı: Ynt: Selefiyye
Gönderen: Mehmed. üzerinde 21 Ağustos 2019, 15:32:17
Ve aleykümüsselam Rabbim bizlerin ilmini artırsın Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Selefiyye
Gönderen: Sevgi. üzerinde 22 Ağustos 2019, 06:32:31
Bilgiler için Allah razı olsun kardeşim


Konu Başlığı: Ynt: Selefiyye
Gönderen: Züleyha üzerinde 22 Ağustos 2019, 14:52:24
Allah razı olsun hocam insallah selam ve dua ile