๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 09 Ekim 2010, 10:33:12



Konu Başlığı: İlk tartışma
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 09 Ekim 2010, 10:33:12
İlk Tartışma


Hz. Ali'nin Hilâfeti:
 

Bir ara Molla Başı, Afganistan müftüsüne dönerek sordu :

- Bugün Bahru'I-İlm Hadi Hoca'yi gördün mü?

- Evet, dedi  müftü.

Bahrul'l-flm (İlim Deryası) lakabıyle anılan bu Hadi Hoca, Bu­hara kadısıydi. Benden dört gün önce, beraberinde Maveraunnehr'in dört âlimiyle birlikte Şah'ın karargâhına gelmişti.

Molla Başı:

- Bu adam, ilim nedir, bilmezken  kendisine İlim  Deryası de­nilmesini   nasıl   sağlamış!   Vallahi   ona,  hilâfet  konusunda   iki   delil sorsan, cevap verecek güçte değildir. Ehl-i Sünnetin ileri gelen âlim­leri de cevap veremez!

Bu sözü üç defa tekrar edince kendisine sordum

- Şu cevabı  olmayan  iki  delil  nedir?

- Bahse  girmeden  önce  sana sorayım :   Peygamber  (s.a.v.) in Ali hakkındaki şu sözü gerçek midir, hadis midir? «Sen bana nis-betle, Musa'nın yanında  Harun  menzilesindesin;   şu  farkla ki  ben­den sonra peygamber yoktur.»

- Evet, bu meşhur bir hadistir.

- Şu halde bu hadis, söz ve mefhumu ile sarih olarak göste­rir ki, Peygamber (s.a.v.) den sonra gerçek halife, Ali b. Ebi Talib'dir.

- Hadisin bunu gösterdiği  nereden belli?

- Çünki peygamber, Harun'un bütün menzilelerini Ali için ka­bul (isbat) etmiş, ve sadece nübüvveti  istisna etmiştir. İstisna da ilimlerde ölçüdür. Böylece hilâfetin  Ali'ye ait olduğu sabit oluyor. Çünkü hilâfet, Harun'un menzileleri cümlesindendir. Nitekim  Harun yaşasaydı  Musa'nın halifesi olurdu.

- Senin  sözünden  açıkça  anlaşıldığına  göre  bu  bir  küllî-müs-bet kazıyye (tümel olumlu önerme) dir. Peki, bu küllî isbatın alâme­ti nedir?                                                                                               

- İstisnadan anlaşıldığına göre   izafet (menzilet-i Harun) in is­tiğrak için olması (Harun'un bütün menzilelerini kapsaması)dır.

- Önce bu hadis, kesin ve açık bir nas değildir. Çünkü bu hadis hakkında hadisçiler farklı  görüştedirler :  Kimi  sahih  olduğunu, kimi hasen, kimi de zayıf olduğunu söylüyor. Hatta İbnu'l-Cevzî mevzu ol­duğunu savunuyor.  İmdi, kesin nassın şart olduğunu söyleyen siz­ler, böyle bir hadisle hilâfetin tesbitine nasıl kalkışabilirsiniz?

- Evet söylediklerinin doğruluğuna biz de katılırız ve zaten bi­zim, delilimiz de bu hadis değil. Bizim delilimiz, Peygamber (s.a.v.) in : «Ali'ye, mü'minlerin emiri olarak salât ve selâm okuyun.» sözü' ile «Tair Hadisi»dir. Ama siz bu son iki hadisin uydurma olduklarını kabul ettiğiniz içindir ki, yukarıdaki hadise dayanarak, hilâfetin Ali'­ye  ait  olduğunu  niçin   kabul   etmediğinizi   sizinle  tartışmak   istiyo­rum. [10]

- Bu hadis, bazı bakımlardan delil olmaya uygun değildir. Bir kere (izafetin) istiğrak için olması mümkün değildir; çünkü Harun-un Musa ile beraber (Musa hayatta iken) peygamber olması, onun menzileierindendir. Oysa Ali'nin, ne Rasûlüİlah ile birlikte ve ne de ondan sonra peygamber olmadığında siz ve biz müttefikiz. Şayet Harun için sabit olan menzilelerin, Rasûlüilah (s.a.v.) dan sonra Ali için de sabit olduğunu kabul edersek, o zaman Ali'nin Resûlüllah İle birlikte de peygamber olması gerekirdi. Çünkü (hadiste Efendimiz ile birlikte) nübüvvet istisna edilmemiştir. Nübüvvet Harun'un men-zilelerindendir ve hadisteki istisna sadece Peygamber (s.a.v.) den sonrası içindir.

Ayrıca Harun (a.s.) in Musa (a.s.) a öz kardeş olması da onun bir menzilesidir. Halbuki Ali Peygamberimize kardeş değildir. Ma­dem ki âm (genellik ifade eden bir delil), istisnadan başka biryol-la da sımrlandtrılabiliyor, o zaman bu hadisin delâleti  zannidir.

Gelelim hadisteki «menzile» kelimesine... Sonundaki teklik (vah­det) ifade eden «tâ» dan da anlaşılacağı üzere, bu, bir tek menzile­dir. Bu durumda izafet (Harun'un menzilesi), «ahd» (özel bir hadîse) içindir ve doğrusu da budur.

Hadisteki «illâ (istisna edatı)», «lâkin» anlamındadır. Nitekim Araplar, «Filan adam cömerttir, lakin (illâ) korkaktır.» derler ki, bu­radaki «illâ», «lâkin» manasınadır.

Netice itibariyle bu hadisteki önerme (kazıyye), kazıyye-i müh­mele (tikel önerme) dır ve bu kaziyyede, belirlenmemiş bir şey kas­tediliyor. Biz bu belirlenmemişi, ancak hariçten (hadisin dışında bir delille) belirleyebiliriz ki belirleyici delil de, Musa, İsrail oğulları­nın başına, kendi yerine Harun'u bıraktığında, (Harun için tahakkuk eden) malûm menziledir. Nitekim Allah Teâlâ'nın (Musa'dan nak­len) : «Musa, kardeşi Harun'a: Kavmim içinde benim yerime geç...» buyurması buna delâlet eder. Ali'nin menzilesi ise, Tebük gazvesi sırasında (Medine'de bırakılarak) Peygamberimizin yerini almasıydı.

Molla Başı cevap verdi:

-  (Peygamber'e) halef olması, Ali'nin daha faziletli olduğuna. Nebi (s.a.v.) den sonra halife olduğuna delâlet eder.

- Eğer bu söylediğinize delalet etseydi, Peygamber (s.a.v.) den sonra İbn Ümmü Mektum'un halife olması gerekirdi; çünkü onu da kendi yerine Medine'ye bırakmıştı; daha başka halef bıraktıkları da olmuştu. İmdi, bir çoklarını böyle halef bırakmış olduğu halde, ni­ye onları  değil  de Ali'yi tercih  ediyorsunuz?  Ayrıca,  eğer Peygam­ber  (s.a.v.) in  Ali'y'  yerine  bırakmış  olması,   faziletler  bâbındansa, neden  Ali  bunu  kendine yediremedi  de:  «Beni  kadınlar,  çocuklar ve zayıflarla bir mi tutuyorsun?» dedi?  Peygamber  (s.a.v.)  de onun gönlünü  hoş tutmak  için:  «...olmak  istemez misin?»  demişti.

- Sizin   usul   kitaplarınızda     zîkredildiğine  göre,  özel   sebebe değil, lafzın umumuna itibar olunur.

- Ben  öze!  sebebi  delil   almıyorum.     Bu  sadece,  (hadisteki) mübhemi (Ali'nin menzilesini) tayin eden bir karinedir.

Bu sözüme bir cevap bulamadı. Molla Başı, başka delillere geçti :

-  Benim, tevil kabul etmeyen başka bir delilim var ki, o da Allah  Teâlâ'nın şu  kavlidir:                                                                   

«De ki : Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve ka­dınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıran, sonra dua edelim de Al-lahın lanetini yalancıların üzerine okuyalım.»[11]

- Bu âyet ne bakımından delil oluyor?

- Necran  Hıristiyanları     (âyette   çağırılan)  dua   için     gelince. Peygamber (s.a.v.J Hüseyin'i  kucağına aldı;  Hasan'ın elinden tuttu. Arkasında Fatıma, onun da gerisinde Ali vardı.  Duaya sadece en faziletli olan (Hz. Ali) götürülmüştü.

- Bu  (duaya  Hz. Ali'nin  götürülmesi), faziletler babından  de­ğil,  menkabeler babmdandır ve siyer kitaplarıyle  meşgul  olanla­rın da bildiği gibi— her sahâbînin, bir başka sahâbîde bulunmayan bir menkabesi (özelliği) vardır. Ayrıca  Kur'ân, Arab'ın  konuşma  üs­lubuna ve tartışma tarzına uygun olarak inzal olunmuştur. İki kabi­le büyüğü farzedelinı : Aralarında tartışma ve çatışma olsa; biri di­ğerine: «Sen ve kabilen meydana çıkın: ben ve kabilem de çıkalım ve savaşalım; yanımızda hiç bir yabancı olmasın.» dese; bu, kabile büyüklerinin kendi taraftarlarından daha cesur bir başkasının olmadı­ğını  göstermez. Ayrıca, akrabaların  iştiraki  ile yapılan  dua,  kabulü çabuklaştıran   huşu'u  sağlar.

- Demek  ki  huşu',  ancak muhabbetin çokluğundan  doğar.

- Ama bu,  kişinin kendini ve çocuğunu, aslında kendisinden de, çocuğundan da faziletli olan bir başkasından daha çok sevme­sinde görüldüğü gibi, yaratılış ve tabiattan gelen bir sevgidir; Böy­lesi sevgi  ne vebal, ne ecir getirir. Veba! ve ecir gerektiren ola­rak tarif edilen sevgi, sadece (iradî ve)  ihtiyarî olan sevgidir.

- Burada Ali'nin daha faziletli olduğunu kabul etmemizi gerek­li kılan başka bir husus var. Şöyle ki, âyette «çocuklarımız» ifadesinden Hasan ve Hüseyin, «Kadınlarımız» İfadesinden Fatıma anla­şılınca, «kendimiz» ifadesi için de Ali ve Nebi (s.a.v.) kalıyor ve bundan da anlaşılıyor ki Peygamber (s.a.v.), Ali'nin zat (nefs)ını ken­di zatı kabul etmiştir.

Cevap verdim :

- Allah bilir ki sen usul bilmiyorsun, Hatta arapçayı da!.. Bak­sana,  «nefislerimiz  (enfüse-nâ)   ifadesi  kullanılmış.   «-nâ»ya  muzaf olan «enfüs», cem'î kıllet (azlık bildiren çoğuDdur. Cemi' sıygasının cemi' sıygasıyla münasebettâr  kılınması  bu  iki  cemi'  ferdlerinden her birinin öteki ile münasebet tesis etmesini neticelendirir. Nite­kim : «Topluluk hayvanlarına bindi.» deriz ki, her biri kendi hayvanı­na bindi, demektir. Bu, usulde son derece açık bir husustur. Ayet­te cemi', birden fazlası (iki} için kullanılmıştır ve bunun örnekleri vardır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Aişe ve Safvan (r.a.) hakkında :

«Onlar,  o  iftiracıların   diyeceklerinden  çok  uzaktırlar[12]»  bu­yurmuştur.  Şu  ayette de  ayni  durum var:

«Gerçekten ikinizin kalpleri kaymıştır.»[13]

Halbuki iki kişinin iki kalbi olur. Ama dilcilerin, çoğulu bir­den fazlası (iki) için kullanmaları âdettir. İşte yukarıdaki âyette de «çotuklarımız» kelimesinden Hasan ve Hüseyin, «kadınlarımız» ke­limesinden de, mecazî olarak sadece Fatıma kastedilmiştir. Evet, şayet «bizim nefislerimiz» yerine «benim nefsim» olsaydı (yani Peygamberimiz, Ali'nin zatını kendi zatı kabul etseydi), bunun za­hiri bir izah tarzı bulunur. Ayni şekilde, bu âyet Hz. Alî'nin halife­liğine delâlet etseydi, iştirak yoluyla (âyette çağırılan duaya birlik­te çıktıkları için) Hasan, Hüseyin Fatıma'nın da halifeliğine delalet ederdi. Bunu kimse savunmuyor; çünkü o zaman Hasan ve Hüseyin küçüktüler. Fatıma ise, diğer bütün kadınlar gibi idareci olamazdı. Netice itibariyle bu âyet hilâfet için delil olamaz, o kadar...

Mollabaşı bu söylediklerime de cevap bulamadı ve :

- Başka  bir delilim var, dedi. Şu  âyet-i  kerime :

«Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'dır; O'nun Peygamberidir;

Allah'ın emirlerine boyun eğiciler olarak namazı dosdoğru kılan, ze­kâtı  veren  o  mü'minlerdir.»[14]

Molİabaşı  devam  etti :

- Tefsirciler bu  âyetin,  namazda  İken sâile yüzüğünü  tasad-duk ettiğinde Ali için nazil olduğunda müttefiktirler. Ayetteki  «an­cak (innemâ)»    kelimesi,    hükmün, birine ait olduğunu    bildirmek (hasr) içindir. «Veli» tabiri de «içinizden tasarrufa (yönetmeye, ida­re etmeye)  en  layık olanı»  demektir.

- Bu   âyet  hakkında   sana  verilecek  çok  cevabım   var...

Ben cevaplarımı sıralamaya başlayacaktım ki, meclisteki Şîıler-den biri, Mollabaşı'ya hitap ederek, farsça :

- Sununla tartışmayı  bırak!  dedi. Bu adam  insan şekline bü-ründürülmüş bir şeytan!.. Sen delilleri çoğalttıkça ve o cevap ver­dikçe, senin durumun biraz daha kötüye gidiyor!..

Mollabaşı  bana baktı ve gülümsedi :

- Sen üstün bir insansın;  bunu da, diğer delilleri de cevap­landırırsın. Fakat benim sözüm Bahru'l-İ!m (İlim deryası)e idi. Ger­çekten o, cevap verecek güçte değildir.

- Sen, konuşmanın başında Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevaptan âciz olduklarını söylemiştin. İşte beni tartışmaya ve cevap verme­ye sevkeden bu oldu.

Mollabaşı  özür beyan  etti:

- Ben Arap değilim, Arapçam    da kuvvetli  değil. Bu yüzden bazen meramımı ifade edemiyorum

Dedim  ki :

- Sana, Şiilerin cevap veremeyecekleri  İki  soru sormak isti­yorum :

- Nedir onlar?

- Şîanın sahabe hakkındaki hükmü nedir?

-  Şiiler, Ali, Mıkdad, Ebu Zer, Selman-ı  Farisi ve Ammar b. Yâsir dışındakiler! mürted sayarlar. Çünkü hilâfet konusunda Ali'ye bey'a't etmemişlerdir.

- Madem ki öyle; Ali, kızı Ummü Külsüm'ü Hattab oğlu Ömer -le neden evlendirdi?

Mollabaşi  cevap verdi :

- Ali  buna  zorlandı!

- Vallahi siz, Arabın efendisi, nesebi en üstün olanı, en soy­lusu, en köklüsü, şahsiyetine ve izzet-i nefsine en fazla düşkün ve üstün vasıflara en çok sahip olan Hâşim Oğulları bir yana, Arabın en düşük tabakasının dahi kabullenemeyeceği bir kusurun Ali'de ol­duğuna inanıyorsunuz. Gerçekten Arabtn en düşüğü bile, ırzı uğru­na canını  feda eder;   namusu  uğruna  ölüme gider;   nefsini,  namu­sundan ve ailesinden daha aziz saymaz. Ailesi için çarpışıp ölen ni­celerini gördüğümüz Arabın ayak takımının dahi kabullenemeyeceği böyle bir kusuru, Beni Galibin kahramanı, yiğit cengâver, doğuların ve batıların Allah arslanı Ali'ye nasıl yakıştırırsınız?

Mollabaşı;                                                                                      :

- İhtimaldir  ki, Ömer'le evlendirilen,  Ümmü  Külsüm'ün  sure­tine bürünmüş bir cinni kadındır!  deyince :

- Bu, dedim, Ali'nin zorlanmış olması  İddiasından çok daha çirkindir. Böyle bir şey nasıl düşünülebilir? Bu kapıyı bir kere aç­tık mı, Şeriat'ın bütün  kapılarını  kapamak  [bütün hükümlerini yık­mak) durumuna düşeriz!  Artık adam  karısına yaklaşacak olsa,  ka­dın :  «Sen, kocamın kılığına bürünmüş bir cinsin!» deyip,    kocası­nın kendisine yaklaşmasına İzin vermeyecek. Adam, kendisinin ha­kikaten kocası olduğunu isbat için iki şahit getirse, bunların da, o iki  adil  şahit suretine girmiş  cinler  olduğu  söylenebilecek ve  bu böyle sürüp  gidecek.

Bir misal daha : Adamın biri bir başkasını Öldürdüğünde veya kendisine bir hak davası açıldığında, (sizin düşüncenize göre) bu adamın : «Aranılan ben değilim, belki benim suretime girmiş bir cindir» demek hakkı doğacak.

Kim bilir, belki de, ibadetlerinizin mezhebine uygun olduğunu savunduğunuz Cafer-i Sadık, asıl Cafer'in şekline girmiş bir cindir  ve bu elinizde mevcud hükümleri size o bildirdi...

Devamla  Mollabaşı'ya  sordum:

- Zalim   halifenin  fiillerinin  hükmü   nedir;   Şia   mezhebine  gö­re bu filler geçerli midir?

- Ne sahih,  ne de geçerlidir.

- Babana rahmet... A!i b. Ebi Tâlib'in oğlu Muhammed b. Ha-nefîyye'nin  annesi,  hangi  aşirettendir?

- Beni Hanife aşiretindendir.

- Beni  Hanife'yi kim esir almıştı?

- Bilmiyorum dedi, Mollabaşı;   halbuki yalan söylüyordu. Ora­da bulunan Şia âlimlerinden biri söze karıştı :

- Ebu Bekr esir almıştı.

Bunun  üzerine  Mollabaşı'ya  sordum :

Cinsî ilişkilerde şüpheli şeylerden uzak kalmak gerekli üldu-ğu halde ve siz, zulmetmesi halinde imamın (devlet reisinin) hü­kümlerinin geçersiz olduğunu savunduğunuza göre, esir edilmiş aşi­retten cariye almak ve ondan çocuk sahibi olmak, Ali için nasıl caiz olur?

- Belki, dedi  Mollabaşı, Ali  bu cariyeyi ailesinden istemiştir; yani  ailesi onları  evlendirmiştir.

- Bunun için delile ihtiyaç var...

Cevap bulmaktan âciz kaldı, Allaha şükür... Sonra Moliabaşı'ya dedim ki:

- Sana âyet ve hadis getirmedim;   çünkü  ben,  hadisin  sahih olmasına elden gelen dikkati göstererek,  «Bu hadisi, Kütüb-i  Sitte vb.nin sahipleri rivayet etti» desem, sen yine de:  «Bu hadisin sa­hih olduğunu söyleyemem. Bir (hadisin) delil olabilmesi için, taraf­ların, onun  sahih   olmasında   ittifak     etmeleri   gerekir»  diyecektin. Bir âyet okusam da, tefsircilerin, bu  âyetin hükmünün şöyle oldu­ğunda birleştiklerini, bu âyetin Ebu Bekr hakkında nazil olduğunu söy­lesem,  sen,  tefsircilerin   icmaının     hüccet  olamayacağını   söyleye­cek, âyet için uzak bir tevil  belirterek:  «Delilde  ihtimal  belirirse, onunla  istidlal  bâtıl  olur» diyecektin. İşte bu durum beni âyet ve hadislerden  delil  getirmemeye  şevketti. [15]

 

Sünni-Şiî  İttifakına   Doğru :
 

Bu tartışma Şah'a ayniyle haber verildi. Bunun üzerine Şah, İran, Afganistan ve Maverâunnehr âlimlerinin toplanmalarını ve bü­tün küfür sayılan tutumlardan vaz geçmelerini, benim, bu üç grup üzerinde kendisine vekrl sıfatıyle gözcü olmamı, ittifak ettikleri hususlarda bu üç fırka üzerine şahit olmamı  emretti.

Çadırların arasından geçerek yürüdük. Afganlılar, Özbekler ve İranlılar, parmakiarıyle beni gösteriyorlardı. Önemli bir gündü. İmam Ali (r.a.)ın kabri arkasında bulunan gölgelikte, içlerinde Erde-lan müftüsünden başka Sünnî bulunmayan 70 kadar İranlı âlim top­landı. Hokka ve kâğıt istedim ve bu âlimlerden meşhur olanların isimlerini yazdım :

1- Mollabaşı Ali Ekber,

2-Rikâb müftüsü Ağa Hüseyin,

3- Lahicân imamı Molla Muhammed,

4- Meşhedu'r-Rıza müftüsü Ağa Şerif,   

5 - Şirvan kadısı Mirza Burhan,   

6- Erdemiyye müftüsü Şeyh Hüseyin,

7- Kum müftüsü Mirza Ebu'l-Fadl

8 - Cam müftüsü el-Hâc Sadık

9 - İsfahan imamı Seyyid Muhammed  Mehdi,

10- Kirmanşah müftüsü el-Hâc Muhammed Zeki,

11- Şiraz  müftüsü el-Hâc  Muhammed,

12- Meşhedu'r-Rıza sadarat vekili  Molla  Muhammed Mirza,

13- Tebriz müftüsü  Mirza Esedullah,

14- Mazenderân  Müftüsü Molla Talib,

15- Halhal  Müftüsü  Molla  Muhammed Sadık,

16- Esterabâd  Müftüsü  Muhammed  Mü'min,

17- Kazvin   Müftüsü  Seyyid  Muhammed Takiy,

18- Kirman Müftüsü Seyyid Bahauddin

19- Sebzvâr Müftüsü Molla Muhammed Hüseyin,

20- Erdelan Müftüsü Seyyid Ahmet eş-Şafiiî vs...

İranlılardan sonra Afganistan âlimleri geldi. Onların da isimle­rini yazdım :

1- Afganistan Müftüsü Şeyh Fazıl Molla Hamza el-Kılmcânî el-Hanefî,

2- Afganistan kadıs Molla Süleyman oğlu  Molla Emin el-Af-gani el-Kılmcanî,

3- Molla Dünya el-Halefî el-Hanefî,

4- Nadirâbâd'da  hanefi   müderris   Molla  Tâhâ   el-Afganî,

5- Molla Nur Muhammed el-Kılmcanî el-Hanefî,

6- Abdurrazzak  el-Afganî  el-Kılmcanî  el-Hanefî,

7- Molla  İdris el-Afganî el-Hanefî.

Bir müddet sonra Maverâunnehr âlimleri geldiler. 7 kişydiler. Önlerinde celâdetli, heybet ve vakarlı bir şeyh yürüyordu. Başında yuvarlak ve kocaman bir sarık vardı kit bu sarığı gören, kendisini Ebu Hanife'nin talebesi Ebu Yusuf sanırdı! Şeyh, Mollabaşı'ya se­lâm verdikten sonra onu benim sağıma oturttular. Ancak aramızda aşağı yukarı 15 kişi vardı. Afganistanlıları da sol tarafıma oturtmuş­lardı ve onlarla da aramızda 15 kişi bulunmaktaydı. Böyle bir ter­tip, benim, bu Afganistanlı ve Maveraunnehir âlimlere bazı şeyler telkîn ve işaret etmemden sakınan Acemlerin hile ve kurnazlıkla­rıydı.

Bu son gelenlerin isimlerini de yazdım :

1- Buhara kadısı, Buhara'lı Alâuddevle'nin oğlu, «Bahrü'l-İlm» lakaplı Aİlâme Hadi Hoca el-Hanefî,

2 - Mir Abdullah el-Buharî el-Hanefî,

3- Kalender Hoca el-Buharî el-Hanefî,

4- Molla Ümid el-Buharî el- Hanefî,

5- Padişah Mir Hoca el-Buharî el-Hanefî,

6- Mirza  Hoca  el-Buharî el-Hanefî,

7- Molla İbrahim el-Buharî el-Hanefî,

Yerleşme tamamlandıktan sonra Mollabaşı Bahrül-İîm'e hita­ben söze başladı (Beni işaret ederek):

- Bu zatı tanıyor musun?

- Hayır, dedi Bahrül'İlm.

-Bu mecliste bulunmak ve aramızda hüküm vermek üzere, Şah'ın, Vezir Ahmed Paşa'dan göndermesini istediği, Ehl-i Sünnet âlim ve fâztllarından Üstad Abdullah Efendi.. Şahın vekilidir. Görü­şümüz bir hüküm üzerinde birleştiğinde bize şahit olacak.

Mollabaşı  devam  etti:

- Şimdi burada ha2ir bulunduğuna göre, problemi çözmesi için, bizi tekfir etmiş olduğunuz hususları  açıkla  bakalım. Oysa biz ger­çekte kâfir değiliz; hatta Ebu Hanife'ye göre bile... Nitekim, Câmiu'l-Usuİ'de İslâmi mezheplerin beş olduğunu söyledi ve beşinci mez­hep  olarak  İmâmiyyeyi  saydı.   Mevâkıf  sahibi  de  İmâmiyyeyi   İslâ-mî mezheplerden saymıştır. Ebu Hanife,    Fıkhu'l-Ekber'inde :     «Biz Ehl-İ Kıbleyi tekfir etmeyiz» der. Seyyid falan da (ismini söylediy­se de unutmuşum), Şerhu Hidâyetü'l-Fıkh el-Hanefi'de : «Gerçekten İmamiyye Islami fırkalardandır» der. Lâkin, nasıl bizim sonrakileri­miz sizi tekfir ettiyse, sizin sonrakileriniz de bizi tekfir etti. Yoksa aslında ne siz, ne de biz kâfir değiliz. Fakat sizin sonraki 'âlimle­rinizin ortaya atıp da bizi tekfir ettikleri hususları açıkla ki mese­leyi çözelim :

Hadi  Hoca :

- İki  şeyha  (Ebu  Bekr ve  Ömer'e)  dil   uzattığınız  için tekfir ediliyorsunuz.

Mollabaşı cevap verdi:

- Biz Ebubekir ile Ömer'e dil uzatmaktan vaz geçtik. Hadi Hoca küfür sebeplerini saymaya devam etti:

- Sahabeyi dalâlet ve küfürle itham ettiğiniz için tekfir edili­yorsunuz.

- Sahabenin hepsi de âdildirler. Allah onlardan razi, onlar da Aliah'dan..

- Mut'a nikâhını helâl sayıyorsunuz.

- Bu nikâh haramdır. Böyle bir şeyi bizde, beyinsizlerden baş­kası kabul etmez.

- Ali'yi, fazilette Ebu Bekr'den    üstün tutuyorsunuz;  Gerçek halifenin o olduğunu söylüyorsunuz.

- Peygamber (s.a.v.) den sonra halkın en faziletlisi Ebu  Bekr b. Ebi Kuhâfe, sonra Ömer b. Hattab, sonra Osman b. Affan, sonra Ali b. Ebi Talib'dir. Allah hepsinden razı olsun!  Onların  hilâfetleri de, faziletleri  için söylediğimiz şu tertip  üzeredir.

Hadi Hoca (Bahrü'l-İlm) sordu :

Usul ve akideniz nedir?

- Usulümüz, Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin     akidesi   üzerinde bulu­nan Eş'arilerin usulüdür.

- Dinde haramlığı zarurî olarak bilinen ve hürmeti üzerinde icma bulunan bir haramı helâl saymamanızı, ayni şekilde helâl ol­duğu hem icma ile sabit, hem de bizzarure bilineni haram sayma­manızı şart koşarım.

- Bu şart kabulümüzdür.

Daha sonra Bahru'1-flm, onlara, bahsedilen ve kabul ettikleri bu şartlara benzer, küfür ithamını gerektirmeyecek konularda bir takım şartlar ileri sürdü. Bunun üzerine Mollabaşı Bahrul-İlm'e sordu :

- Şayet biz bunları kabul edersek, bizi  İslâmî fırkalardan sa­yar mısın?

Bahru'l-İİm bir müddet sustu, sonra cevap verdi :

- Ebubekir ve Ömer'e dil uzatmak küfürdür.

- Biz Ebubekir ve Ömer'e dil uzatmaktan vaz geçtik ve daha bahsedilen şu şu şartları kabul ettik. Şimdi sen bizi İslâm? fırkalar­dan mı sayıyorsun, yoksa kâfir olduğumuza mı hükmediyorsun?

Bahru'l-İİm bir miktar sükût etti ve yine ayni sözleri söyledi:

- Ebubekir ye Ömer'e lanet etmek küfürdür.

- Bundan vaz geçmedik mi?

- Neden vaz geçtiniz?

- Şundan şundan vaz geçtik... Bu durumda bizi İsiâmî fırkalar­dan  kabul  ediyor musun?

- İki şeyha lanetlemek küfürdür!..

Aslında Bahru'l-İlm'in anlatmak istediği şu idi : Bu İki şeyh lânetieyenlerin tevbesi, Hanefi mezhebine göre makbul değildir ve bu Şiilerden 'daha önce lanet sâdır olmuştur. Dolayısıyle şimdi dil uzatmaktan vazgeçmeleri kendilerine fayda vermez.

Afaan müftüsü  Molla Hamza ;

- Ey Bahru'l-İİm, dedi. bunlardan (Şîîlerden)  daha önce lanet sâdır olduğuna  dair delilin var mı?

Hayır, dedi Bahru'l-İlm...

- Artık bundan sonra da kendilerinden böyle bir şey vaki ol­mayacağına dair taahhüt verdiler.    Şu halde, ne diye onları  İslâmî fırkalardan saymazsın?

- Madem ki öyle, dedi Hadi Hoca, o halde onlar müslüman-dırlar; bizim lehimize olan onların da lehine; bizim aleyhimize olan onların da aleyhine..

Bu sözler üzerine hepsi de ayağa kalktılar; el sıkıştılar ve bir­birlerine «Aramıza hoş geldin kardeşim!» dediler. Her üç grup da bu nokta üzerinde anlaştıklarına (buna uymayı) kabul ve taahhüt et­tiklerine beni şahit tuttular.

Şevval'İn 24'ünde, çarşamba günü akşama doğru meclis gö­revini tamamladı. Bu arada, etrafımızda toplanan ve bizi takip et­mekte olan Acem'lerin sayısı 10.000'den fazlaydı.

İtimad, Şah'ın huzurundan geldiğinde, her ^zamanki gibi saat gecenin 4'ü idi. İtimad bana hitaben şöyle dedi:

- Şah, gayretine teşekkür ediyor ve sana selâm ediyor, sen! huzuruna çağırıyor. Ayrıca senden, daha önceki tartışma mahallin­de tekrar hazır bulunmanı istiyor. «Zira, tartışmaya katılan âlimle­re, karara bağladıkları, kabul ve taahhüt ettikleri  hususları  bir tu­tanağa geçmelerini, herkesin kendi isminin altını mühürlemesini em­rettim. Senden de, tutanağın üst tarafına, «Üç fırkanın da, iş bu hu­susları kararlaştırıp kabul ettiklerine   şehadet ederim» tarzında ken­di şehadetini yazmanı ve isminin altını mühürlemeni rica ediyorum» diyor.

Elbette, memnuniyetle, dedim. [16]

 

Mes'ud Hadise : Sünnî Şîi İttifakı :
 

Ayın 25'inde, perşembe günü öğleden önce ilk toplantı yerinde hazır bulunmamız için emir geldi. Hepimiz de oraya toplandık. Sa­yılan 60.000'i bulan Acemler, büyük izdiham dolayısıyle ayaktaydı­lar ve kubbenin (toplantı salonunun) dışında, mezarın (Hz. Ali'nin türbesinin) kapısına kadar olan sahayı tıklım tıklım doldurmuşlardı. Yerlerimize oturduktan sonra yedi karıştan daha fazla uzunlukta bir tutanak getirdiler. Tutanağın üçte ikilik kısmındaki satırlar uzundu. Üçte birlik kısmı ise dörde bölünmüştü. Bölümlerin arası, dört parmak kadar veya daha fazla yazısız bırakılmıştı ve bu bölümlerdeki satırlar daha kısaydı.

Mollabaşı, Rikâb müftüsü Ağa Han'a, tutanağı orada bulunan­ların huzurunda ayakta okumasını emretti. Hayli uzun boylu olan Ağa Han, farsça yazılmış olan tutanağı aldı. Okunan kısmın muhte­vası şöyleydi :

«Allah'ın hikmeti, rasüller göndermeyi gerekli kılmış ve bu se­beple Allah Teâlâ bir biri ardından peygamberler göndermiştir. En son olarak da bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)in nübüvveti gerçekleşti. Nebiler ve rasüllerin sonuncusu irtihal bu-yurunca, Ashab (Allah onlardan râzi olsun), içlerinde en hayırlı, en faziletli ve en bi-lgili olanın, Ebü Kuhafe oğlu Ebu Bekr Sıddîk (r.a.) olduğunda ittifak ederek ona bey'at etmek görüşünde birleştiler ve hepsi de ona bey'at ettiler. Bizzat Ebu Talip oğlu AN dahi, bir bas­kı ve zorlama olmaksızın, kendi istek ve iradesiyle bu görüşe ve bey'ate katıldı. Böylece Ebu Bekr için, Ashâb-ı kiramın ittifakı kesin bir delildir. Allah Teala şerefli Kitab'ında Sahabe'nin hepsini övdü ve şöyle buyurdu :

«Birinci dereceyi kazananlar, muhacir ve ansar...» [17]

«Andolsun ki Allah mü'minlerden seninle o ağaç altında'bey'-at edenlerden  râzi olmuştur.» [18]

Ayette ifade buyurulan bey'atte bulunanlar, 700 sahabi idi ve bunların tamamı Ebu Bekr es-Sıddîk'a bey'atte hazır bulundular.

Peygamberimiz de onlar hakkında şöyle buyurdu :

«Ashabım yıldızlara benzer; hangisine uysanız hidayete kavu­şursunuz.»

Sonra Ebu Bekr Sıddîk, hilafeti Ömer b. Hattab'a vasiyet etti. Ali b. Ebu Talib de dahil olmak üzere bütün Sahabe ona bey'at etti­ler. Ömer'in hilafeti de nas ve icma ile sabit oldu.

Daha sonra Ömer, Ali b. Ebi Talib'in de bulunduğu 6 kişilik bir danışma kuruluna hilâfet konusunu getirdi. Bu kurulun görüşü, Os­man b, Affan üzerinde birleşti.

Nihayet Osman b. Affan evinde öldürüldü. (Hilafet konusunda) bir vasiyeti olmadığı için hHafet makamı boşta kaldı. O zaman da Sahabe, Ali b. Ebi Taİib üzerinde görüş birliğine vardı. Aynı yer ve zamanda bu dört zat arasında, ne soy çekişmesi, ne de herhangi bir dava ve kavga olmamıştır. Aksine, biri diğerini sever, takdir eder ve överdi. Hatta Ali (r.a.)ye, iki şeyh (Ebu Bekr ve Ömerjden sual olundu da, Ali : «Onlar hak üzerinde yaşamış olan ve öylece ölen, adaletli ve doğru imamlardır» dedi. Öte yandan, Ebu Bekr'e hilâfet teklif edildiğinde : «Ali b. Ebi Talib varken bana mı bey'at ediyorsunuz?» dedi.

O halde ey İranlılar, biliniz ki, onların fazilet ve hilâfet sıra­sı, işte bu tertip üzeredir. Hal böyle İken, kim onlara söver, yahut onlarda kusur bulmağa kalkarsa bu kimsenin malı, çocuğu, ailesi ve kanı Şah'a bırakılmıştır. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti, onlara dil  uzatanların  üzerinde olsun!

Ben (Şah), 1148 senesinde, Mogan sahrasında, sizinle bey'at ederken (Ashaba) di! uzatmayı terketmenizi* sizlere şart koşmuş bulunuyordum. Şu andan itibaren sebb-İ Şeyhayn'i yasakladım. Her kim onlara dil uzatırsa onu öldürür, evlad-ü iyalini esir eder, malı­nı alırım! Ne İran içinde, ne de çevresinde ashabı kınamak ve bu­na benzer çirkin davranışlar artık yoktur. Bunlar, aşağılık şah İsma­il devrinde türemiş, soyu da onun izinden gitmiş, sonunda ashaba sövgü çoğalmış, bid'atler artmış, budalalıklar yayılmıştır. Bütün bu kötülükler, bundan üçyüz sene önce, 857 senesinde zuhur etmişti...»

Şah'ın ifadesi olan uzun satırlar tutan bu bölüm, burada zikri­ne gerek görmediğim sözlerle devam ediyordu.

Tutanaktaki bazı bölümlere itiraz ettim ve Moilabaşı'ya :

-Efendimiz Ömer'in hilâfeti  hakkında zikredilen  «nasb»  keli­mesini  kaldır. Zira bu kelimede,    onların  «nasibe»  olduğu  şaibesi vardır ve siz nâsıbeyi, «Ali'ye  buğzundan  dolayı  kendini  (hilâfete) nasbeden kimse» diye tefsir ediyorsunuz, dedim.

Orada bulunanlardan biri bana itiraz etti:

- Bu   söylediklerinin,  kelimenin     zahiri   manasıyle   ilgisi   yok. Senin ifade ettiğin mana. kimsenin aklından bile geçmez; kimse bu­nu kasdetmez. Senin yüzünden fitne yayılmasından korkarım.

Mollabaşı onu haklı bulunca ben sükût ettim,

İkinci  bir  itiraz olarak  Mollabaşı'ya  dedim  ki :

-Ali'nin :     «Onlar...     imamdır.»     sözünü, siz    Ebu  Bekir ve Ömer'e uymayan manalara saptırıyorsunuz...

Az önceki adam, yine benzer şekilde bana karşı çıktı. Bir diğer itiraz olarak Mollabaşı'ya şöyle dedim :

- Kendisine bey'at edilirken  Ebu  Bekr'in Ali  hakkında söyle­diğini belirttiğiniz söz,  bize göre doğru  değildir;  uydurmadır. Ben size, Ali'nin, iki şeyhi öven ve gerçekten onlara açıkça tazim ifa­de eden bir sözünü, ayrıca Ebu Bekr'in de, Ali hakkında, sîzin dedi­ğinizden başka ve gerçek olan övgüsünü hatırlatayım.

O adam yine itiraz etti ve Mollabaşı da ona katıldı.

Tutanağın uzun olan kısmı böylece bitti. Şah'ın bu sözlerini ta­kip eden kısa satırlara gelince, bu satırlar İranlıların ağzından yazıl­mış olup, muhtevası şöyle idi:

«Bizler (Ashaba) lanetin kaldırılmasını kabul ve taahhüt ediyo­ruz. Sahabenin gerek fazileti, gerekse hilâfeti, iş bu tutanakta be­lirtilmiş olan tertip üzeredir. Bizden her kim ashaba dil uzatır veya burada tesbit edilenlerin hilâfına konuşursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Böyle bir durumda Na­dir Şah'ın gazabını kabul ederiz; malımız, kanımız ve evlâdımız ona helâldir.»

Bu kısım okunduktan sonra İranlılar, bu şekildeki kendi ifade­lerinin altında  bulunan  boşluğa  mühürlerini  bastılar.

Bunu takip eden ve Necef, Kerbela, Hılle ve Harezmlİlerin ağzın­dan yazılmış olan kısa ifadeler de bir Öncekinin ayniydi. İbn Kıtta diye bilinen Seyyid Nasrullah ve Şeyh Cevad en-Necefî el-Kûfî'nin de bulunduğu bu grup da aîtta ayrılmış kısmı mühürlediler.

Müteakip kısa satırlar, Afganilerin ifadesi olarak yazılmıştı ve muhtevası şöyle idi:

«İranlılar, kararlaştırdıkları hususlara uydukları, aksine davran­madıkları sürece, İslâmî fırkalardandırlar. Müslümanların lehine olan, onların da lehine, müslümanların aleyhine olan, onların da aleyhinedir.»

Alttaki boşluğu imzaladılar.

Son bölüm Maveraunnehr âlimlerinin ağzından yazılmış olup, Afganilerin ifadesinin ayniydi. Bunlar da isimlerinin altını mühür­lediler.

Nihayet bu fakir, tutanağın baş kısmına kendi ifadesini şöyle yazdı:

Beni şahit kabul eden bu üç fırkanın, aşağıdaki hususları ka­rara bağladıklarına ve uymayı taahhüt ettiklerine şehadet ederim.»

İsmimin altını mühürledim.

Dünyanın şaşılacak hadiselerinden biri olan bu anlaşma, Ehl-i Sünnet için, hiç bir asırda benzeri görülmemiş şekilde, düğünler ve bayramİardakinden daha fazla bir sevinç ve mutluluk vesilesi oldu. Bu yüzden Allah'a hamd ederim.

Anlaşma tamamlandıktan sonra, Şah tarafından, gümüş tepsi­ler içinde tatlılar ve içinde bir avuç anber bulunan, birçok paha bi­çilmez nefis taşlarla işlenmiş, halis altından bir buhurdanlık getî-rildi. Tatlı yedik; koku süründük. Daha sonra Şah, bu buhurdanlığı, efendimiz Hazret-i Ali'nin türbesine vakfetti. Perşembe günü öğle­den sonra dışarı çıktığımızda, Acem, Arap, Türkistanlı ve Afganis­tanlı olmak üzere, sayısını Allah'dan başkasının bilemiyeceğt kadar insan toplanmış olduğunu gördüm. [19]

 

Şah İle İkinci Buluşma :
 

İkinci defa Şah'ın huzuruna götürüldüm. İlkinde olduğu tarzda huzuruna girdim. Bu sefer beni öncekinden daha ziyade yakınına çağırınca kendisine daha çok yaklaştım.

Bana şöyle dedî:

- Allah sana hayırlar ihsan etsin; Allah Ahmed Han'a da ha­yırlar ihsan eylesin! Yemin ederim ki, o (Ahmet Han) insanların arasını düzelterek fitneyi ortadan kaldırmak ve müslümanların kan­larının akıtılmasına mani olmaktan geri durmadı. Allah Osmanlıla­rın gücünü artırsın; şimdikinden daha çok izzet ve ululuğa mazhar kılsın!

Sonra bana hitaben :

-Ey Abdullah  Efendi, dedi.  Şehinşah'ın  bu  başarı  ile  iftihar edeceğini  sanmayın!   Ashaba  sövülmesini,  benim  vasıtamla  kaldır­mak suretiyle  bu başarıya beni  ulaştıran, Allah  Teâla'dır. Osmanlı­lar, Sultan Selim'den zamanımıza kadar sövgüyü ortadan kaldırmak için  nice ordular teçhiz ettiler;   masraflara girdiler;  nice canlar te­lef ettiler, ama buna muvaffak olamadılar. Lâkin ben, Allah'a hamd ve şükürler olsun,  bu   işi kolaylıkla başardım. Bu  kötülükler tuta-4 nakta da bahsedildiği gibi şom ağızlı adamların tahrik ettiği habis Şah İsmail tarafından başlatılmış ve günümüze kadar sürmüştür.

Kendisine dedim ki :

- İnşaallah bütün Acemleri, evvelce  olduğu  gibi, tekrar Ehl-i Sünnet ve'l-Cemat'e sokarsınız!

- înşaalfah...  Fakat yavaş yavaş... Şah  devam  etti:

- Abdullah Efendi eğer ben iftihar    edeceksem, bu makamda dört sultan yerini tutuyorum : Ben İran sultanıyım, Türkistan sulta­nıyım, Hindistan sultanıyım, nihayet ben Afganistan sultanıyım, bu­nunla iftihar ederim. Fakat bu  iş Allah'ın tevfikı  ile olmuştur. Sa­habeye sövgüyü kaldırmakla bütün müslümanlara hizmet, bana mü­yesser oldu. Bu vesile ile Sahabenin bana şefaat etmesini dilerim.

Devam etti:

- Ahmet Han'ın beklediğini bildiğim için seni göndermeyi is­tiyorum;  lâkin yarına kadar kalmanı  rica ediyorum. Zira cuma na­mazını Küfe camiinde kılacağız;  bu vesile ile minberde, lâzım gel­diği  şekilde   Sahabenin anılması  benim   yerime,   büyük   kardeşim, Osmanlıların sultanı Hazret-i Hünkâra dua edilmesi sonra da küçük kardeşe (yani kendisine) dua edilmesi, büyüğüne saygılı olmak, kü­çük kardeşin görevi olduğu için, bana Hünkâr'dan daha az, dua edil­mesi için emir verdim.

Şah devam etti:

- Esasen gerçekten de  Hünkâr benden  daha  büyük ve daha şanlıdır. Zira ben, babam ve atalarım alelade insanlar olarak dün­yaya geldiğim halde o, sultan oğlu sultandır.

Bu sözlerden sonra çıkmama izin verdi. Huzurundan  ayrıldım : Artık Sahabenin menkabeleri, faziletleri, her çadırda ve bütün Acelerin dilindeydi. Öyle ki, Ebu Bekr, Ömer ve Osman hakkında, âyet ve hadislerden çıkarmak suretiyle zikrettikleri menkabe ve fazilet­lerini, Ehl-i Sünnet'in âlimleri dahi çıkaramazlardı. Bunun yanında, Acemlerin ve Şah İsmail'in görüşlerini de, Ashaba sövdüklerinden dolayı kınıyorlardı. [20]

 

Bir  Cuma  Hutbesi Ve  Namazı
 

Cuma sabahı, Necef'e bir fersahtan biraz daha fazla mesafede bulunan Küfe'ye gidildi. Öğle vakti girerken müezzinlere ezan oku­maları emredildi. Cumaya hazırlanma emri verildi. İtimadu'd-OevJ le'ye :

- Bize göre Küfe'de cuma namazı sahih olmaz, dedim; sebe­bi ise, Ebu Hanife'ye göre Küfe'nin şehir sayılmaması, İmam Şafii'­ye göre de belde nüfusundan 40 kişinin bulunmamasıdır.

- Senin burada bulunman, hutbeyi dinlemen İçindir. İster na­maz kıl, istersen kılma, dedi.                            *

Camiye vardığımda gördüm ki, cami tıklım tıklım dolu... İçeri­de aşağı yukarı 5.000 kişi var. Bütün İran âlimleri ve hanları ora­da... Minberde Şahın imamı Ali Meded bulunuyordu. Ancak Molla-başı İle Kerbela âlimlerinden biri arasındaki bir konuşmadan sonra Mollabaşı, Ali Meded'in inmesini emretti ve (az önce konuştuğu) Kerbelalı âlim çıktı. Allah'a hamd ve Peygambere salat ve selâm ge­tirdikten sonra şöyle devam etti :

«Hiç şüphesiz Peygamber'den sonra ilk halife olan Ebu Bekr Sıddîk'a ve her zaman gerçeği ve iyiyi söyleyen, efendimiz ikinci halife Ömer b. Hattab'a salat ve selâm olsun.»

Fakat hatip, arapçada üstad olduğu halde, ancak derin bilgi sahiplerinin farkına varabilecekleri bir kurnazlıkla, «Ömer» kelime­sinin «râ» harfini esre okudu. Şöyle ki «Ömer» kelimesinin gayr-i munsarif olması (burada esre okunmaması), «adalet ve ma'rifet» sebebiyledir. Bu aşağılık herif, Ömer'de adalet ve marifet olmadığı­nı hissettirmek için kelimeyi munsarif okudu. Allah böyle hatibin boynunu altında koysun; rezilu rüsvay etsin; dünyada ve ukbada zilletten kurtarmasın!... Hutbesine devam etti :

«Kur'ân'ın camii III. Halife Osman b. Affan'a, Beni Galib'in ars-lanı, IV. Halife Ali b. Ebi Talib'e, oğullan Hasan ve Hüseyin'e, diğer bütün Sahabeye salat ve selâm    olsun, Allah cümlesinden razi olsun.

Allah'ım, âlemde Allah'ın gölgesi, sultanlar sultanı, ululuk yıl­dızı, celâdet merihi, iknci İskender Zülkameyn, karaların suitanı, de­nizlerin hâkânı iki Harem-i Şerifin hadimi, Sultan Mustafa Han oğlu* Sultan Mahmut Han'ın devletini daim eyle, hilâfetini güçlü eyle, sal­tanatını ebedileştir; Fatiha hürmetine, kâfirler karşısında Ehl-i tevhid ordusuna yardım eyle!»

Bu duadan sonra Nadir Şah için de, bir kısmı farsça, bir kısmı arapça olmak üzere daha kısa bir dua etti. Farsça kısmının manası şöyle idi :

«Allah'ım, Türkmen şeceresini canlandıran, riyaset zirvesi, siya­set Cengiz'inin devletini daim eyle.»

Arapça olarak şöyle devam etti :

«O (Nadir Şah} sultanların sığınağı, hakanların koruyucusu, âlem­de Allah'ın gölgesi feleklerin eşsiz yıldızıdır».

Minberden indi. Kamet getirildi. İmam öne geçti ve namaz baş­ladı. Ellerini satıverdi arkasındaki âlimler vehanlar da aynısını yap­tılar. Sağ ellerini sol elleri üzerine koydular. İmam Fatiha ve Cum'a sûresini okudu; ellerini kaldırdı. Rükûdan önce sesli olarak Kunut duasını okudu; rukûa gitti; rükû teşbihlerini açıktan okudu. «Semiallahu limen hamiden» ve «Rabbena leke'l-hamd» demeksizin, «Allahu ekber» diyerek doğruldu. Kıyamda yine cehren Kunut duasını okudu. Secdeye gitti; yüksek sesle teşbihler ve daha başka dualar okuduk­tan sonra başını kaldırdı. İki secde arasında açıktan (bir miktar dua) okudu. İkinci secdeyi de birincisi gibi yaptı. İkinci rek'ata kalktı. Fa­tiha ve Münafikun surelerini okudu ve birinci rek'attakileri bunda da yaptıktan sonra tahiyyata oturdu, «es-selâmu aieyke ve rahme-tullahi ve berakâtüh» duası dışında, bizim tahiyyatımızda bulunma­yan bir takım dualar okudu; bunları da cehren okudu. Sonunda iki ellerini başına kaldırarak yalnızca sağ tarafına selâm verdi.

Namazdan sonra Şah tarafından çeşitli tatlılar gönderildi. O ka­dar kalabalık ve izdiham vardı ki, Mollabaşı'nın sarığı başından düş­tü de, (almak isterken) parmakları yaralandı. Bu izdiham ve kalaba­lığın sebebini sorduğumda, halkın akın etmesinden Şah'ın pek memnun olduğunu ve işte bu yüzden hanların ve âlimlerin akın ettikleri­ni söylediler.

Dışarı çıkınca İtimad bana sordu :

- Hutbeyi ve namazı nasıl buldun?

- Hutbeye diyecek yok, dedim, namaza gelince, onlar (Şiiler), kendilerine şart koşulanın dışına çıktıkları için kıldıkları namaz, dört mezhebin haricinde kalıyor.    Halbuki onlar, dört mezhebe uymayan bir kaideyi namaza sokamazlar. Bu yüzden Şah'ın imamı tedip etme­si gerekir.

Gerçekten Şah'a durum bildirildiğinde öfkelendi; İtimad'ı bana göndererek Ahrned Han'a (Vezir Ahmed Paşa'ya), Şah'ın toprağa secde etmek de dahil olmak üzere bütün aykırılıkları kaldıracağını söylememi bildirdi. [21]

 

Son Tartişma Ve Bağdad'a Dönüş :
 

Mollabaşı ile cuma günü ikindi vakti bir araya gelerek Cafer-i Sadık'ın mezhebi hakkında konuştuk. Dedim ki:

- Sizin bağlı bulunduğunuz mezhep bâtıldır; hiçbir müctehidin içtihadına dayanmıyor.

- Bu (bizim mezhebimiz) Cafer-i Sadık'ın içtihadıdır, dedi.

- Cafer-i  Sadık'ın  böyle bir içtihadı  yok, dedim.  Siz  CafeH Sadık'ın mezhebini bilmiyorsunuz. Şayet Cafer-i Sadık'ın mezhebin­de «takıyye» [22] olduğunu söylerseniz, ben derim ki, ne siz, ne de ötekiler, her meselenin takıyye olmasına  ihtimal vermekle Cafer-i Sadık'ın  mezhebini  tanımıyorsunuz.  Sizden   duyduğuma  göre,   içine necaset düşen bir kuyu hakkında üç kavil var:

1- Bu husus Cafer-i Sadık'a sorulmuş; o da; «Kuyu deniz gi­bidir; necasetle kirlenmez.»

2- Kuyu tamamen boşaltılır.

3- Altı-yedi kova su çekilmekle kuyu temizlenmiş sayılır, demiş.

Âlimlerinizden birine, «Bu üç fetva ile nasıl amel ediyorsunuz?» diye sordum da, «Bizim mezhebimize göre, eğer insan İçtihada ehil ise, Cafer-i Sadık'ın bu kavillerinden biri ile ictihad eder; böylece bu ka­villerden biri sahih olur.» dedi. Kendisine, bu müctehidin, diğer iki kavil için ne diyeceğini sordum. «Bu takıyyedir.» diyeceğini söyledi. O zaman dedim ki : «Bir başkası içtihadda bulunsa ve birincinin İç­tihadı dışında kalan iki kavilden birini sahih bulsa, bu ikinci kişi, ilk müctehidin sahih kabul ettiği kavil için ne der?» «O takıyyedir, demesi gerekir.» dedi. Ben de dedim ki: «Buna göre Cafer-i Sadık'ın mezhebi zayi olmuştur. Çünkü her meseleye, takıyye olması ihtima­li nisbet edilebilir. Zira takıyyeye giren mesele ile girmeyen arasın­da ayırdedici bir alâmet yoktur.» Tabii muhatabım buna cevap vere­medi. Peki Mollabaşı, bu iddiama sen ne cevap verirsin?

Mollabaşı da tutulup kaldı. Bunun üzerine ona dedim ki:

- Gerçekten siz, Cafer-i Sadık'ın mezhebinde takıyye olmadı­ğını söyleseniz, o zaman, üzerinde amel ettiğiniz mezhepten çıkmış olursunuz. Çünki hepiniz takıyyeyi kabul edersiniz.

Mollabaşı yine sustu. Sonra ona, uygulamakta olduklarının, Ca­fer-i Sadık'ın mezhebi olmadığına dair başka deliller sıraladım.

Bu konuşmadan sonra Bağdad'a dönmeme izin verildi. Benimle, tutanak ve hutbenin de birer sureti gönderildi.

İşte bu hadise sebebiyle (bir şükür ifadesi olarak) hacca gitme­ye karar verdim. Allah'ım, bunu bana müyesser eyle! [23]


[11] Âl-i İmran  (3), 61.

[12] en-Nûr (24), 26.

[13] et-Tahrîm (66), 4.

[14] el-Maide (5), 55.

[15] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:336-340.

[16] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:340-344.

[17] et-Tevbe  (9), 100.

[18] el-Feth (48), 18.

[19] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:344-346.

[20] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:346-348.

[21] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:348-349.

[22] Sır gizleme, saklama, susma anlamlarına gelen bu ıstılah, Şîa'da çok geniş manada olup, burada müftinin bir mes'ele hakkındaki soruya, lüzumu ha­linde asıl görüşünü gizleyerek duruma göre verdiği fetva demektir.

[23] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:


Konu Başlığı: Ynt: İlk tartışma
Gönderen: Kaan Han üzerinde 27 Nisan 2015, 20:57:19
Çünki peygamber, Harun'un bütün menzilelerini Ali için ka­bul (isbat) etmiş, ve sadece nübüvveti  istisna etmiştir. İstisna da ilimlerde ölçüdür. Böylece hilâfetin  Ali'ye ait olduğu sabit oluyor. Çünkü hilâfet, Harun'un menzileleri cümlesindendir. Nitekim  Harun yaşasaydı  Musa'nın halifesi olurdu.


Konu Başlığı: Ynt: İlk tartışma
Gönderen: Melek Nur Çelik koü üzerinde 18 Ağustos 2019, 14:12:57
Paylaşım için Allah razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: İlk tartışma
Gönderen: Mehmed. üzerinde 19 Ağustos 2019, 13:28:23
Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: İlk tartışma
Gönderen: Sevgi. üzerinde 20 Ağustos 2019, 07:54:04
Aleyküm selâm. Bilgiler için Allah sizlerden razı olsun kardeşim. Rabbim ilmimizi artırsın inşaAllah