๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi ve İslam Akaidi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:35:27



Konu Başlığı: Tekvin
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:35:27
3. Tekvin


11. Tekvin; Fiil, halketme, tahlîk, icad, ihdas, ihtira'...v.s. kelime­leriyle anlatılan manâyı ifade etmekte, ve: “yok olanı, yokluktan varlığa çıkarma” (ma'dûmu ademden vücûda çıkartmak) şeklinde tarif edilmektedir.

“Tekvin Allah Taâlâ'nın sıfatıdır”
Zira akıl ve nakil, (din ve ilim), şu hususta ittifak halindedir: Allah Taâlâ bu âlemin yaratıcısı ve var edicisi (halikı ve mükevvi-ni! dir. Türetmeye esas alınan kök bir kelime olmadan, bir şey hakkında türetilen bir kelimeyi kullanmanın, sıfatın kâim olmasını sağ­layan mevsuf olmadan (müştak) bir sıfatın varlığı imkânsızdır. (Madem ki Allah'a, müştak ve türetilmiş birer isim ve sıfat olan Halk ve Mükevvin isimlerini veriyoruz, o halde Cenab-ı Hakk'da bu müştak kelimelerin mastarı ve kökü olan halk etme ve tekvin sıfat­ları da vardır. Kök kelime olan halk ve tekvin olmadan Allah'a Halik ve Mükevvin isimlerinin, türetilmiş sıfatların verilmesi imkânsızdır).

“Allah Taâlâ'nın tekvin sıfatı ezelî ve kadîmdir”
Bunun sebepleri:

1. Daha önce de geçtiği gibi hadis şeylerin Al­lah Taâlâ'nın zatı ile kâim olması imkânsızdır. (Hadis şeylere ma­hal olan şey hadistir. Onun için tekvin sıfatı hadis olamaz).

2. Allah Taâlâ, ezelî olan kelâmında zatını Hâ1lk diye nite­lemiştir. Eğer ezelde yaratıcı olmasaydı, ya bir yalancılık durumu­nun ortaya çıkması veya (kelimenin hakiki manâsının bırakılarak) “Allah gelecekte yaratıcıdır” veya “yaratmaya kadirdir”, şeklinde bir mecaza gidilmesi lazım gelirdi. Halbuki Hâlık kelimesini hakikî manâda kullanmayı imkânsız kılacak bir şey yoktur. (Onun için de hakikî manânın kasdedilmesi imkânsız olmadıkça mecaza gidile­mez). Ayrıca “yaratmaya kadirdir”, manâsına gelmek üzere Allah'a Hâlık adının verilmesi caiz ve mümkün olsaydı,  (yaratma fiili gibi) Allah'ın kudreti dahilinde bulunan bütün arazların da ona isim ola­rak verilmesinin caiz olması gerekirdi.  (Siyahlık ve siyahlığı yarat­mak Allah'ın kudreti dahilinde olduğu için Hakk Taâlâ'ya siyah, denmesinin de caiz olması gerekirdi ki, bu hiç kimse tarafından ka­bul edilmemektedir).

3. Tekvin sıfatı hadis olsaydı, ya bunun diğer bir tekvinle ya­ratılması gerekirdi. Bu da  teselsüle  sebep olur, teselsül ise im­kânsızdır. Netice itibariyle âlemin yaratılmasının da imkânsızlığı lâzım gelir. Halbuki âlemin var olduğunu gözlerimizle görmekteyiz. Veya diğer bir tekvin olmadan var olması gerekirdi. Bu da hadisin bir muhdise ve ihdasa muhtaç olmaması manâsına gelir. Bu ise, “Al­lah'a ihtiyaç  yoktur” (âlem Allah'sız olabilir, bir    hadis muhdise muhtaç, olmadığına göre, diğerleri neden muhtaç olsun)  neticesini ortaya çıkarır, (buna   ta'til-i   sâni'  denir.)

4.  Tekvin bir hadesten dolayı hadis olsa, bir oluş için oluş olsa, bunun ya Allah Taâlâ'nın zatında olması gerekir. Bu takdirde Al­lah'ın hadis şeylere mahal olması gerekir (bu bâtıldır). Veya Allah'ın zatından başka bir yerde meydana gelmesi gerekir. “Her cismin tek­eni ve yaratılması o cisimle kâimdir”, diyen  (Mutezile kelâmcısı)

Ebu Hüzeyl bu kanâata varmıştır. Bu takdirde de her cismin, ken­di kendinin hâlık ve mükevvini olması icabeder. Bunun imkânsızlı­ğı ise aşikardır.

Bu deliller, ilim ve kudret gibi tekvinin de hakikî bir sıfat olma­sı (ve sayılması) esasına dayanmaktadır. Kelâmcılardan muhakkik olanların (ve derin araştırmalar yapanların) vardıkları kanâat şu­dur: Tekvin Allah Taâlâ'nın her şeyden evvel, her şeyle beraber, her şeyden sonra olması, dillerimizle zikredilmesi, ibadetlerimizle ma'but olması, öldürücü ve diriltici olması... v.s. gibi akla dayanan iti­bari ve izafî bir sıfatıdır.

Velhasıl tekvin, ezelde yaratma, rızk verme, öldürme, diriltme v.s. gibi şeylerin mebdei (başlama noktası) dır. Kudret ve irâdeden ayrı ve müstakil bir sıfat olduğuna dair bir delil yoktur. Her ne ka­dar kudretin, mükevvenin varlığına ve yokluğuna nisbeti bir ve eşit ise de, kudret sıfatına irâde sıfatının eklenmesiyle (mükevvenin ol­ması veya olmaması gibi) iki yönünden biri tahsis ve tercih konusu yapılmış olur. (Taftazânî burada, Maturidîlere karşı Eş'arîleri tut­maktadır) .

Tekvinin hadis olduğunu söyleyenler, “mükevven olmadan tek­vin, yaratma olmadan yaratılan, düşünülemez. Tıpkı dövülen olma­dan dövme fiilinin varlığının tasavvur edilemeyeceği gibi. Tekvin kadîm olsa, mukevvenâtın ve âlemin de kadîm olması lazım gelir. Bu ise imkânsızdır”, şeklinde bir delile dayandıklarından müellif Ömer Nesefî bu itirazın cevabına işaret ederek dedi ki:

“Tekvin, Allah'ın âlemi ve âlemdeki parça ve bölümlerden her bir parçayı ve bölümü” ezelde değil, “var olacakları vakit” il­mine ve irâdesine göre, “tekvin ve halk etmesidir”

Şu halde ezelde de ebedde de tekvin bakî ve daimîdir. Fakat mükevven, (halk fiiline ait) taallukun hudüsü ile hadistir. Nitekim ilim, kudret... ve diğer ezelî ve kadim sıfatlarda da durum böyledir. Bu sıfatların kadîm ve ezelî olmalarından, taalluk ettikleri şeylerin de kadîm olmaları lazım gelmez. Zira bunların taalluk ettiği şey­ler hadistir. (Allah'ın ilminin ezeli olmasından malûmu olan varlık­ların da ezeli ve kadîm olmaları gerekmez. Allah'ın ilmi ezelî ve ka­dîmdir ama bu sıfatın malûmu taalluk etmesi de, malûmun kendisi de hadistir).

Bu, konu hakkında söylenen şu sözlerin hakikati ve özetidir: Âlemin varlığı, Allah Taâlâ'nın zatına veya sıfatlarından bir sıfata taalluk etmezse, hiç bir iş görmeyen bir Allah'ın  (ta'til-i   sani)var olması ve hadis şeylerin yaratıcıya muhtaç olmadan gerçekleş­meleri lâzım gelir. Bu ise imkânsızdır. Eğer taalluk ederse, ya taal­luk ettiği şeyin varlığının kadîm olması lazım gelir, bundan da âle­min ezelî ve kadîm olması manâsı çıkar, bu ise bâtıldır. Veya taal­luk ettiği şeyin varlığının kadîm ve ezelî olmasını gerektirmez. (Ya­ni tekvin, mükevvenin kıdemini ve ezeliyetini icab ettirmeyecek şe­kilde onunla ilgili olur).

Şu halde, taalluk ettiği mükevven hadis olmakla beraber (Al­lah'ın zatı gibi) tekvin de kadim olsun. (Bunda ne gibi aklî bir mah­zur var: îlk iki şık bâtıl olunca geriye bâtıl olmayan son ihtimal ka­lır, doğrusu da budur).

İtiraz: (Tekvin sıfatının kadîm oluşu, âlemin de kadîm oluşunu gerektirir, diyerek tekvinin hadis olduğunu ve mükevven manâsına geldiğini ileri süren Eş'arîler diyebilirler ki:) Mükevven (olan âlem) in varlığının tekvine taalluk ettiğini söylemek, tekvinin hadis olduğu­nu söylemek, manâsına gelir. Çünkü kadîm ve ezelî, varlığı başka­sına taalluk etmeyendir. Hadis, varlığı başkasına bağlı olan şeydir.

Cevap: Bu, doğruluğu tartışılabilir bir iddiadır. Çünkü (itiraz olarak ileri sürülen) bu izah şekli, filozofların söyledikleri zat itiba­riyle kadîm ve hadis manâsına gelmektedir. Kelâmcılara göre had i s: varlığı için başlangıç noktası olan şeydir. Yani hadis, öncesin­de yokluk bulunan bir varlıktır. Kadîm ise bunun tersidir. Bu manâda, kadîmin varlığının başka bir şeye mücerred olarak taalluk etmesi, onun hadûsünü gerektirmez. Zira mümkündür ki; kadim olan bir şey kadîm olduğu halde diğer bir şeye muhtaçtır, ondan sudur etmiştir, Onun devamlılığı ile daimdir. Nitekim filozoflar, me­selâ heyula gibi aslında mümkün olan şeylerin kadîm ve ezeli olduğunu iddia ederken bu kanâata ve esasa dayanmışlardır.

Evet, âlemin hudûsuna bağlı olmayan bir delille, âlemin sânî ve Allah'tan zarurî olarak değil de, ihtiyarî olarak sâdır olduğunu kabul edersek, mükevvenin (ve âlemin) varlığının, Allah Taâlâ'nın tek­vinine taalluk etmesini söylemek, tekvin sıfatının da hadis olduğu­nu söylemek, manâsına gelir. İşte bu noktadan (yani hadis, vücûdu için bir bidayet bulunan şeydir, kadîm ise bunun zıddıdır, esasın­dan) hareket edilerek denilmiştir ki: Âlemin parçalarından her bir parçanın (hadis olduğunu) açık ve kesin bir dille ifade etmekte, heyula gibi (âlemden olan) bazı parçaların kadîm olduğunu iddia edenlerin, yani filozofların reddine işaret vardır. (Hadis, başkasına muhtaç olan şeydir, denirse filozoflar reddedilmiş olmaz, zira onlar da bazı şeylerin kadîm, diğer bazı şeylerin hadis olduğunu söylerler.

O sebeple filozofları reddetmek için “Âlem bütün cüzleriyle hadis­tir ve hadis başlangıcı olan şeydir", sözünü kat'î bir şekilde söyle­mek gerekir). Aksi takdirde, zaten filozoflar da sadece “Öncesinde yokluk bulunmayan şey” manâsına gelmek üzere heyulanın kıde­mine ve ezeliyetine inanmaktadır. Yoksa heyulayı “Başkasından tekevvün ve teşekkül etmeyen” (yani var olmak için başkasına muh­taç olmayan şey) tarzında anlamamaktadırlar.

Velhasıl, biz “Mükevvenin (ve âlemin) mevcudiyeti olmadan tek­vin tasavvur edilemez. Tekvinin, mükevven (ve yaratmanın yara­tılan eşya) karşısındaki durumu; dövmenin, dövülen karşısındaki durumu gibidir”, iddiasını kabul etmiyoruz. Zira darb ve dövmek, izafî ve nisbî bir sıfattır. Karşılık olarak izafî olan iki (mütezayif ve mütekabil) şey olmadan, yani döven ve dövülen bulunmadan (döv­menin varlığı) tasavvur edilemez. Halbuki, tekvin (böyle izafî değil) hakiki bir sıfattır. Bu hakiki sıfat “yok olanı yokluktan varlığa çı­kartmak” manâsına gelmek üzere izafetin (ve nisbi fiillerin mebdei ve) başlangıç noktasıdır, izafetin aynısı değildir. Bazı kelâm âlim­lerinin ifadelerinde görüldüğü gibi (meselâ, Eş'ari'de bu ifade var­dır) hakiki tekvîn sıfatı, izafetin aynısı olsaydı, mükevven (ve âlem) olmadan, bu izafetin gerçekleştiğini söylemek inatçılıktan ve zaruri şeyleri inkâr etmekten başka bir şey olmazdı. Şu görüş de cevapsız kalırdı: “Darb ve dövmek, bekası ve devamlılığı imkânsız olan bir arazdır. O halde dövme fiilinin dövülene taalluk etmesi ve acının ona ulaşması için dövülenle dövme fiilinin birlikte bulunmaları şarttır. Çünkü dövülen gecikse (dövme fiilinden biraz sonra var olsa) döv­me işi yok olup giderdi. (Zira dövme arazdır, araz iki zamanda de­vam etmez). Halbuki Allah'ın (tekvin) fiilinde durum böyle değil­dir. Zira o ezelîdir, devamlılığı zaruridir, mef'ûl'un (mükevvenin ve âlemin var olma) zamanına kadar baki kalır [32].

Bizce (yani Eş'ari hariç diğer Sünni kelâmcılarına göre) tekvin mükevvenden başkadır. (Eser tesirden, fiil mefûlden ayrıdır). Zi­ra, fiil, zaruri olarak mefûlünden başkadır, (ona mugayirdir). Dö­vülene göre dövme, yenilene göre yeme fiilinde olduğu gibi. Bunun bir sebebi de şudur: Tekvîn mükevvenin kendisi olsaydı, zarurî ola­rak mükevvenin kendi kendine mükevven ve mahlûk olması, kendi­sinin aynı olan bir tekvinle mükevven ve var olması lazım gelirdi. Daha açıkçası bu duruma göre mükevvenin kadîm ve Allah'tan müs­tağni olması neticesi çıkardı. Bu ise imkânsız olan bir şeydir.

Bundan bir de şu netice çıkardı: “Âlemden daha kadîm olmak­tan, hiç bir tesiri ve rolü olmamakla beraber, âlem üzerinde kudret sahibi olmaktan başka yaratıcının âlemle bir ilgisi yoktur. Alem, zaruri olarak kendi kendini meydana getirmiştir. Bu, (yani Allah'ın âlemle bir ilgisinin bulunmaması) Hakk Taalâ'nın yaratıcı ve âle­min de yaratılmış olmasını icabettirmez. Bu duruma göre Allah'a, âlemin Halıkı ve Sânii, demek doğru olmaz. Bu ise, (Allah âlemin yaratıcısıdır, tezinden caymak ve) geri dönmektir. Allah Taâlâ'nın, eşyanın mükevvini ve yaratıcısı olmaması, manâsına gelir. Çünkü mükevvin; tekvin, kendisiyle kâim olan zat, demektir. Mükevvinin, bundan başka bir manâsı olmaması zarurîdir. Tekvîn, mükevvinin aynısı olunca, artık bu manâdaki tekvin Allah Taâlâ'nın zatı ile kâim olmaz.

Yine buna göre: “Şu taşın siyahlığını yaratan siyahtır”, “Şu taş siyahlığın yaratıcısıdır”, demenin doğru olması lâzım gelirdi. (Zira bu duruma göre, siyahla kâim olan ve tekvinin aynısı olan mükev­vin siyahlığı yaratıyor, onu meydana getiriyor, çünkü mükevvin, kendisi ile tekvinin kâim olduğu şeydir. Tekvin, siyahlığın aynısı ol­saydı, siyahla, yani taşla kâim olması gerekirdi. O zaman da siya­hın siyahlığı ve taşı yaratması icab ederdi. Taşın siyahı yaratması da böyledir. Bütün bunlar bâtıl neticelerdir). Çünkü bu duruma gö­re “yaratıcı” ve “siyah” sözleri, kendisiyle yaratma fiili ve siyahlık kâim olan şey manâsına gelir, başka bir şey ifade etmez. (Bu misâl­de) bunların ikisi yani yaratmak ve siyahlık bir ve aynı şeydir. O halde bunların hamledildikleri şey, (yani taş) da bir olacaktır.

Bütün bunlar, fiilin mefûlden (tekvinin mükevvenden) başka olduğu konusunda verilen zaruri ve açık hükümlere dikkati çekmek­ten ibarettir. Akıllı kimseler için uygun olan, bu gibi konularda ince düşünmek, kelâm ilmi konusunda derin bilgi sahibi olan (Eş'ari gi­bi büyük) âlimlere, çok az seçme kabiliyetine sahip olan kimseler için bile imkânsızlığı gayet açık ve seçik olan şeyleri nisbet etme­mektir. (Bu kadar açık ve seçik olan bir meseleyi Eş'arî, neden bilemedi, demekten sakınmaktır). Aksine, onların kanâatiarı içinde, düşünürlerin ihtilaf etmelerine ve âlimlerin tartışmalarına konu ol­maya uygun düşecek doğru izah şekilleri arayıp bulmaktır. (Eş'arî de haklı imiş, denecek kadar onun görüşlerini iyi kavramaktır).

“Tekvin, mükevvenin aynıdır” diyenler, şunu kasdetmişlerdir: Fail bir iş yaptığı zaman burada sadece bir fail, bir de mefûl vardır. Tekvin, icâd...v.s. gibi kelimelerle ifade edilen manâ, bir failin mef-ûle nisbet edilmesi durumunda, akılda meydana gelen itibarî bir şeydir. Hariçde mefûlden başka olan hakikî bir şey değildir. (Tekvîn mükevvenin aynıdır kanâatmda olanlar) tekvin kavramı, tıpa­tıp mükeyven kavramıdır, manâsını kasdetmezler. Onun için de im­kânsız şeyler söylemiş olmaları lâzım gelmez.

Bu konudaki ihtilaf şuna benzer: “Vücud, hâriçte mahiyetin ay­nıdır”. Fakat bu şu demektir: Mahiyet için hariçte bir tahakkuk ve gerçeklik, “vücûd” olan mâhiyetinin ânzı için de ayrı bir tahakkuk ve gerçeklik yoktur ki, bunlar cisim ve siyahlık örneğinde olduğu gibi kabul eden ile kabul edilenin bir araya toplanması biçiminde bir araya gelsinler. Bunun manâsı şudur: Mahiyet, (dışta) var olun­ca, var oluşu mahiyetin kendisinin vücûdu ve varlığıdır. Lâkin ma­hiyet ve vücûd akılda ve zihinde birbirinden başkadır. Şu manâda ki: Vücûd olmadan mahiyeti mülahaza etmek akıl için mümkündür. Bunun tersi de böyledir. (Bir şeyin dış âlemdeki varlığı dikkate alınmadan, zihindeki varlığına mahiyet denir, o şey dış âlemde var olun­ca hem vücûd, hem de mahiyet adını alır, mahiyet tahakkuk edince, dış âlemde var olunca, vücûdunun aynı olur).

Bu görüşün eksiksiz iptal edilmesi, “eşyanın, Allah Taâlâ'dan te­kevvün ve sudur etmesi, kudret ve irâde sıfatlarına mugayir, zat ile kâim hakikî bir sıfata bağlıdır”, şeklindeki tezin ispatına bağlıdır. Tekvin meselesinin esası şudur: Kudret, kudretin dahilinde bulunan bir şeyin varlığına, var oluş zamanında, irâdeye uygun biçimde ta­alluk edince, kudretin taalluk ettiği bu şey kudrete nisbet edilirse, “kudretin gereği” (icab-ı kudret), Kadire nisbet edilirse, “halk ve tekvin”... v.s. gibi isimler alır. Bu taallukun haki­kati ve mahiyeti de şudur: Zat, o zata ait kudretin dahilinde bulu­nan şeye, var olma zamanında taalluk edecek bir şekilde bulunur. Bundan sonra terzîk, tasvir, hayat verme, Öldürme... v.s. gibi sonsuz denecek kadar çok miktardaki fiillerin özellikleri, makdûrâtm (yani kudret dahilinde bulunan rızk, suret ve hayat verme gibi şey­lerin) özelliklerine göre gerçekleşir ve var olur. (Terzîk, tasvir, ih­ya... gibi yukarda) işaret edilen şeylerden her birinin hakikî ve ezelî bir sıfat olmalarına gelince, Maveraunnehir ulemasından sadece ba­zıları bu hususa inanmışlar ve böylece bu konuda da yalnız kalmış­lardır. Meselenin bu şekilde anlaşılması, (varlıkları) birbirinden başka olmasa (ve mevcudiyetleri arasında muğayeret bulunmasa) da kadîm varlıkları cidden pek fazla çoğaltır. (Doğruya) en yakın olan, Maveraunnehir ulemasının muhakkiklerinden olanların şu kanâatidir: (Terzîk, tasvir, ihya...) bütün (izafî ve fiilî) sıfatların mercii tekvindir. Tekvin hayata taalluk ederse, ihya, ölüme taalluk ederse imâte (öldürme), surete taalluk ederse tasvir, rızka taalluk ederse terzik... v.s. gibi isimler alır. Bunların her biri bir tekvin (oluş ve yaratış) dır, özel olmaları, (tekvine ait) taallukların özel olmasından ileri gelmektedir [33]. (Önceden Eş'arîliğin görüşü­nü savunan Taftazânî, bu sözleriyle Maturidîliğin görüşlerini benim­ser görünmektedir).

12. “İrâde, Allah Taâlâ'nın zatı ile kâim olan ezelî bir sıfatıdır”

Müellif Ömer Nesefi, “Bir mükevvenin (bir oluşun ve varlığın) herhangi bir şekilde değil de belli bir tarzda, herhangi bir zamanda değil de muayyen bir vakitte var olmasını tahsis ve tercih eden” Al­lah Taâlâ'nın kadîm bir sıfatı bulunduğunu ispat, tahkik ve te'kid için (yukarıda geçtiği halde irâde sıfatım burada da) tekrar etmiş­tir. İrâde sıfatı ne: “Allah Taâlâ mûcibun bi'z-zâttır,  (yaptığı şeyi, zatının gereği olarak zaruri bir şekilde yapar)  irâde ve ihtiyar ile yapmaz”, diyen filozofların dedikleri gibidir; ne: “Allah Taâlâ, sıfatıyle değil, zatı ile irâde edicidir”, diyen Neccariye'nin dediği gibidir; ne: “Allah Taâlâ, bir mahalde   bulunmaksızın hadis olan bir irâde ile irâde edicidir”, diyen Mutezilenin dediği gibidir ve ne de: “Al­lah'ın irâdesi zatında hadistir”, diyen Kerramiyenin dediği gibidir. Anlattığımız  (irâde anlayışının)  delilleri: Allah Taâlâ'nın irâde ve   meşiyetinin var olduğunu ifade eden âyetler vardır. Bunun­la beraber bir şeyin sıfatının, o şeyle kâim olması lazım geldiği ve hadis şeylerin Allah Taâîâ'nm zatı ile kâim olmasının imkânsızlığı kesindir. Bundan başka âlem ve âlemdeki nizamın, en faydalı ve en uygun biçimde var oluşu, sâni ve Allah'ın kadir, (muhtar, mürîd ve) irâde sahibi oluşunun delilidir. Âlemin hudûsu ve sonradan var ol­ması konusunu da tıpkı (âlemin en iyi şekilde var oluşu gibi Allah'ın irâde sahibi olduğunun delili olması  bakımından)  böyledir. Zira âlemin Sanii ve Hâliki mûcibun bi'zzât (Yani yaptığını zatının ge­reği olarak iradesiz bir  şekilde ve zarurî olarak  yapan bir varlık) olsaydı, zarurî olarak âlemin kadîm olması ve bir ma'lûlun, kendisinin var olmasını gerekli kılan illetinden sonraya kalmasının imkânsızlığı gibi bir durumun ortaya çıkması lâzım gelirdi. (O halde âle­min hudûsu, Saniin irâde sahibi olduğunu gösterir).[34]


[32] “Tekvîn bir hakikî sıfattır ki, ma'dûmu 'ademden ihracdan ibaret olan izafetin aynıdır...”, diye bazı Sünnî kelâm âlimlerinin sözlerindeki müşkil cihet: “Darb bekası müstahil olan bir arazdır. Binaenaleyh, kendinin mefûle taalluku, ve elemin o mefûle vusulü için darb ile be­raber mefûlün vücûdunda labüddür. Çünkü eğer, mefûl varlıkta darb fiilinden sonra olacak olsa, darb münadim olmak lazım gelir. Zira araz iki zaman baki olmaz. Allah'ın fiili İse bunun hilafinadır. Zira O'nun fiili ezelîdir, devamının zarurî olması gereklidir. Mefûl, var olacağı za­mana kadar baki olur, siyakında verilen cevap ile mündefî olmaz. Sırrı Pasa, III, 131.

[33] Tekvin: Allah'ın zatı ile kâim ezelî bir sıfattır, yaratmak manâsına ge­lir. Yok olanı, yokluktan varlığa; ma'dûmu 'ademden vücuda çıkar­mak demektir. Bi'I-fiil icad özelliğine sahip olan b'r sıfattır. Tekvin ile maksat, mebde-i tekvin, mâ bihi't-tekvîn (tekvinin başlama nok­tası, kendisiyle tekvinin meydana geldiği şey)dir. Tekvin, mükevvinle mükevven, yaratanla yaratılan arasındaki taalluk (ve fiilen alakalı olma hali) değildir. Son manâdaki tekvin izafi bir şey ve nisbî bir ma­nâ olduğu için mahlûktur. Tekvin mebdei ve yaratma prensibi ise, bir eserin varlığında tesirli olan ilahî bir sıfattır. Tekvine, halk-ı icad ve tesir de denir.

Tekvin sıfatı, kudret, ilim ve irâde sıfatından başkadır. Çünkü ilim sıfatı ile, bilinen şeyler birbirinden ayırdedilir hale gelir. Kudret sıfatı ile, mümkün olan bir şeyin yapılması veya yapılmaması sahih ve kabil olur. İrâde sıfatı ile yapma veya yapmama şıklarından biri tercih edi­lir. Artık bundan sonra fiilen icadda tesirli olan bir sıfat lazımdır ki, o da tekvindir.

Tekvin de kudret ve irâde gibi aslında caiz ve mümkün olan şeylere taalluk eder. Bizzat Allah'ın kendi misli olan ikinci bir ilah yaratması veya kendi kendini yok etmesi gibi bi-zatihi ve esas itibariyle imkân­sız olan şeylere taalluk etmez, mümkinâta taalluk etmekle, tekvinin taalluku ezelî olmaz, hadis olur.

Kudret sıfatının, bütün makdûrâta ve bi-zatihi mümkün olan şeylere taalluku eşittir. Tekvin ise, makdûrâttan, ancak varlık haline gelen­lere taalluk eder. Kudret, makdûrun var olmasını gerektirmez. Fakat tekvin, makdûrun (bi'1-fiil değilse bile bi'1-kuvvet) var olmasını ge­rektirir.

Tekvin sıfatı yaratmak, icad etmek, nimet vermek, azab etmek, Öldür­mek ve diriltmek gibi ilahî fiillerin merciidir. Eserdr yani neticede görülen çeşitlilik sebebiyle ifade ve ibareler çeşitli neviler seklinde ken dini gösterse de. sıfat birden fazla oîmaz. Varlık ve vücûd gibi bir eser ve sonuç meydana getirmesi itibariyle tekvin sıfatına icad, halk; hayat ve ölüm gibi bir eser mevdana getirmesi dolayısiyle aynı sıfata ihyâ ve mâte denir.Bunların hepsi tekvin sıfatından ibarettir. Tekvin sı­fat, hakikî sıfatlardandır. Es'arilerin itikad ettikleri gibi, kudret sı­fatının hadis olan taallukundan ibaret değildir. Eş'arîlere göre tekvin itibari bir şeydir, hakikî bir sıfat değildir, Kudret sıfatına racidir. Kudretin  iki  taalluku   vardır:

1.    Eze1î  kadîm

2.    Lâ-yezâlî hadis.

Mümkün olan şeylerin failden sudur etmesinin sahih olması, ezelî ta­allukladır ki. fiilen sonsuzdur. Fakat makdûr olan şeylerin mevcut' oluşu lâ-vezâli ve nâdis taallukladır. îsle bu lâ-yezâlî ve hadis taalluk, tekvinden  ibarettir.    Bu lâ-yezâlî ve hadis   taalluk, . irâde   sıfatının, mümkün olan şeyin varlığından veya yokluğundan birini tercihe taal­luk ettikten sonra hadis olan taalluktur ki, fiilen sonlu, fakat bi'l-kuvve sonsuzdur  (Bk. İzmirli, Yeni tlm-i kelâm, II, 121).

[34] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 174-183.