๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi ve İslam Akaidi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:21:32



Konu Başlığı: Teklif Teklifi Mâlâyutak
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:21:32
3. Teklif-Teklif-i Mâ-lâyutak


“Teklifin sıhhati bu istita'ata dayanır”

Yani teklifin  sıhhatinin şartı, ilk manâdaki, istita'ata değil, sebep ve âletlerin selâmette olması, demek olan ikinci manâdaki is­tita'attır.

“Acz” sözü ile, birinci manâdaki istita'atın olmayışı kasd edi­liyorsa, bu manâda istita'atın olmayışından, âciz kişilerin mükellef tutulmalarının imkânsız olacağını kabul etmeyiz. Eğer, “âcizin mü­kellef tutulması lazım gelir,” sözü ile, ikinci manâda istita'atın ol­mayışı kasdediliyorsa, “bu görüşten böyle bir netice ortaya çıkar” sözünü kabul etmiyoruz. Zira mümkündür ki, fiilin vücûda gelme­sinde esas olan kudretin hakikati husule gelmese bile fiilden önce sebep ve âletlerin selâmette olması manâsına gelen kuvvet ve kudret husule gelebilir.

Bazan (Mutezile'nin itirazına şu şekilde de) cevap verilir: İmam-ı A'zam (r.a.)a göre, kudret (sevap ve günah gibi) iki zıdd fiil için elverişlidir. (Yani her ikisini de gerçekleştirmeye uygun olan bir güçtür). Hatta küfür için sarf edilen kudret, tıpa tıp iman için sarfolunan kudretin aynısıdır. Taalluk ve ilgi durumları hariç araların­da hiç bir-fark yoktur. Taalluktaki farklılık ise, kudretin zatında ve kendisinde bir ayrılığın mevcut olmasını gerektirmez. Şu halde kâ­fir iman etmeye kadir olup bununla mükelleftir. Ancak o, kudretini küfre sarfetmiş, gücünü imana sarfetme imkânını kendi iradesiyle yitirmiş, onun için de yerilmeyi ve cezalandırılmayı hak etmiştir.

Aşikârdır ki, bu cevapta, “kudretin fiilden evvel olması”, prensi­bini (yani Mutezile'nin görüşünü) kabul etmek vardır. Çünkü küfür halinde iman etmeye kadir olmak, mutlaka iman etme halinden ön­ce bulunur.

İtiraz: Fakat bu itiraza şu şekilde karşı bir itirazla cevap veril­miştir; Burada sözü edilen kudret her ne kadar “iki zıdd” için elverişli ise de, ikisinden birine taalluk etmesi itibariyle (fiilen) sadece (iki zıddan) biri ile bulunur. Öyle ki, fiille birlikte bulunması lazım gelen kudret, fiile taalluk eden kudretin kendisidir. Terkte bera­ber bulunan kudret de, terke taalluk eden kudretin kendisidir. Kud­retin zatı ve kendisi ise, bazan iki zıdda taalluk edecek şekilde ön­ceden mevcut olur.

Cevap: Bu konuda ihtilâf ve farklı görüşlerin varlığı tasavvur bile edilemez. (Zira Mutezile de Sünnîler de bir işi fiilen ve doğrudan doğruya meydana getiren kudret, fiille birlikte bulunur, konusunda ittifak etmişlerdir. Fakat, fiilin vukuuna imkân veren mücerred kud­ret acaba fiilden evvel mi, yoksa sonra mı bulunur, hususunda ih­tilaf etmişlerdir. Ebu Hanife'ye ait olarak nakledilen görüş ittifak edilen nokta ile ilgili olduğu için bu konudaki sözler lüzumsuzdur ve) hatta boştur, düşün![66]

“Allah, insana gücünün yetmediği şeyi teklif etmez.” (Teklif-i mâ-Iâyutak caiz değildir)

İster aslında imkânsız olan bir şey olsun, meselâ “iki zıddin bir araya getirilmesi” gibi,. isterse aslında mümkün olan fakat insanın imkânı haricinde bulunan bir şey olsun, meselâ “cisim yaratmak” gibi, bir şeyle Allah insanları mükellef tutmaz.

Allah Taâlâ, aksini bildiği için veya aksini irâde ettiği için, vu­kua gelmesi imkânsız olan “kâfirlerin iman,” “asinin itaat” haline dönmesi gibi konulara gelince, bu gibi yerlerde teklifin vukuu hu­susunda ihtilaf yoktur. Zira bu, zatına nisbetle mükellefin makdûrudur, gücü dahilindedir. “Allah, kimseye gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmez”[67] buyrulduğu için, gücünün dahilinde olmayan bir şeyin insana teklif edilemeyeceği konusunda ittifak vardır. (Allah Taâlâ'nın meleklere hitaben) “Bunların isimlerini bana haber verin”[68] demesi, teklif değil, ta'ciz (yani kendilerine aczlerini göstermek için)dir.

“Rabbımız, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme”[69] âyetinde geçen “yükleme” kelimesinden maksat, “teklif” değildir. Maksat, takat getirilemeyecek (kıtlık, musibet ve hastalık gibi) arızî şeylerin getirilmesidir [70].  (Yükleme sözü, teklif etme, manâsına gelmemektedir. Maksat, hastalık, felaket ve kıtlık gibi takat getiremeyeceğimiz şeyleri başımıza getirme, demektir).

Burada tartışma konusu olan (bu gibi şeylerin vukuu değil), vukua gelmesinin mümkün olup olmaması meselesidir. Mutezile “akli çirkinlik” prensibine dayanarak bunu imkânsız görmüş, Eş'ari ise, Allah Taâlâ'dan olan hiç bir şey çirkin olmaz” esasına istinad ederek bunu mümkün görmüştür.

Mutezile bazan, “Allah, hiç bir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle mükellef tutmaz” (Bakara, 2/286), âyetini delil getirerek, bu hususun imkânını prensip olarak ve esastan reddetmiş ve meseleyi şu şekilde ortaya koymuştur: “Bu. husus mümkün olsa, vukua gel­mesinin farzedilmesi imkânsız olmaması lazım gelirdi. Neticesi im­kânsız olan bir şeyin sebebinin de imkânsız olması zaruri olarak la­zım gelir. (Lâzımdaki imkânsızlık, zarurî olarak, melzûmun da im­kânsız olmasını icab ettirir). “Lüzumun” manâsı ancak bu şekilde gerçekleşir. Fakat bu husus vaki olsa Allah Taâlâ'nın - haşa - yalan söylemiş olması gerekirdi ki, bu da imkânsızdır.

Vukua gelmemesi için Allah Taâlâ'nın ilminin, irâdesinin ve ih­tiyarının taalluk ettiği her bir şeyin imkânsızlığının beyan edilme­sindeki nükte (düzenli kaide ve problem) bu olup, halli şöyledir:

Meselenin çözümü: “Hadd-i zatında mümkün (mümkün li-zatihi) olan bir şeyin vukua gelmesinin farzedümesi, imkânsızlığı gerektir­mez”, şeklindeki görüşü kabul etmiyoruz. Bu durum, başkası sebe­biyle imkânsızlığı ortaya çıkmayan (ve kendisine imtina' bi'1-gayr, yani -gayrihi müstahil olma durumu arız olmayan) hususlarda zaruridir. Böyle olmayan durumlarda muhal (ve irnkânsızlığ) in lazım gelmesi, başkası sebebiyle imkânsız olan şeyler için mümkün olur.

(Yani bir şey, bizatihi mümkün olunca, onun vukuunu farzetmek imkânsız olmaz. Ama bir şey hadd-i zatında mümkün olur da başka bir sebep dolayısiyle imkânsız olursa, o şeyin vukuunu, sırf “başkası”, sebebiyle imkânsız farz etmek caiz olur, zaruri olmaz. Me­selâ, “Allah'ın insana gücünün yetmeyeceği bir şey teklif etmesi”,hadd-i zatında mümkün, fakat başka bir faktör sebebiyle imkânsız­dır. Bu, bi-nefsihi mümkün, bi-gayrihi mümtenidir), “Başka bir fak­tör” don maksat böyle bir şeyin vukûunun farz edilmesi halinde, Al­lah'ın, -haşa- yalancı olması gerekmesidir).

(Böyle bir gereklilik meydana gelmese, güç yetmeyen bir şeyin vukûunun farzedümesi pekâlâ mümkündür). Baksana, Allah Taâlâ kudreti ve iradesiyle âlemi icad ettiği halde, âlemin yokluğu hadd-i zatında mümkündür. Halbuki âlemin yok oluşunun vukuunu farzetmek, ma'îûlün, tam olan illetten (neticenin, eksiksiz olan sebepten) sonraya kalmasını icab ettirir. Bu ise imkânsızdır. Velhasıl, aslında mümkün olan bir şeyin vukümm farz edilmesinden, o şeyin zatına nazaran imkânsızlık lazım gelmez. Zatı üzerine zait bir şey sebebiy­le imkânsızlığı gerektirmesine gelince, biz bunun imkansızlığı ge­rektirmediğini kabul etmiyoruz.

Bir kişinin (başka birini) dövmesinin akebinde dövülen şahısta meydana gelen elem. bir insanın kırma fiilinin ardından cam­da vücûda gelen kırılma ve bunun benzeri v.s, şeylerin tümü Allah Taâlâ'nın yaratmasiyledir”

Bu tarifte, “kırma-kırılma, döyme-elem” gibi kayıtların konul­ması, bu meselenin, acaba insan irâdesinin bu gibi işlerde rolü ve tesiri var mıdır, yok mudur şeklindeki ihtilafa konu olmasının sıh­hatim temin içindir. (İnsandan gelmeyen elem ve kırılma fiillerinin Allah tarafından yaratıldığı ve bunda insan irâdesinin tesirli olma­dığı hususunda ihtilaf yoktur). Tarifte, “Bunun benzeri-, denilmesi de: “Öldürme fiilinden sonra meydana gelen ölüm gibi”... manâsına gelmektedir.

Bütün bunlar Allah Taâlâ tarafından yaratılmıştır. Zira yukar­da da geçtiği üzere yaratıcı sadece ve tek basma Allah Taâlâ'dır. Ve mümkün olan şeylerin tümü, vasıtasız olarak ona dayanmaktadır. Fiillerin bazılarını, Allah Taâlâ'dan başkasına isnad eden Mutezile şöyle demiştin “Eğer bir fiil, başka bir fiil araya girmeksizin doğru­dan failden sadır olursa, buna, “doğrudan meydana gelen fiil” (mü­başeret yolu), böyle olmayan fiillere de “dolaylı olarak meydana ge­len fiil” (tevlid yolu) denir. (Bilâ vasıta-bi'1-vasita, direkt-endirekt meydana gelen fiillerden Mutezile tevlid nazariyesini çıkarmış­tır).

Tev1id ve vasıtalı fiil, “failin fiilinin diğer bir fiili gerekli kıl­ması” manâsına gelmektedir. Anahtarın harekete geçmesini gerek­tiren elin hareketi gibi. (Bir kayayı yuvarlamaktan doğan bir sürü fiiller gibi). Bu duruma göre, dövmekten doğan “elem”, kırmaktan doğan “kırılma” fiilleri, Allah Taâlâ tarafından yaratılmış değildir. (Bu gibi fiiller bazı hallerde insana da nisbet edilmediği için faili ol­mayan bir fiil nevi ortaya çıkmaktadır). Bize göre bütün bunlar Al­lah Taâlâ'nın yaratmalıyladır. (Mutezile'nin tevlid nazariyesine gö­re, bir adam bir et parçasını sıcak bir yere koysa, et burada kurtlansa, bu kurtlar faili olmayan mef'ûl ve halikı olmayan mahlûk sa­yılmakta, Allah'a da insana da isnad ve nisbet edilmemektedir).

(Dövme ve kırma fiillerinden   sonra   ortaya   çıkan   neticen.in) “Yaratılmasında insanın rolü ve tesiri yoktur”

Buraya “yaratma” kaydını koymamak daha uygun olurdu. Çün­kü Mutezile'nin “mütevelledât ve tevlid” adım verdiği fiillerin mey­dana gelmesinde de esas itibariyle insanın tesiri yoktur. Onlara göre mütevelledât'ın insan tarafından yaratılması imkânsız olduğu gibi, kudretin yeri olmayan (yani bedenin ve organların dışında) bir mahalde meydana gelen fiillerin insan tarafından kesbedilmesi de im­kânsızdır. Bundan dolayı insan, bu gibi fiillerin husulünü önleme im­kânına sahip değildir. Halbuki iradeli fiillerinde bu imkâna sahiptir.[71]


[66] Taftazâni burada Ebu Hanife'ye ve Maturidiliğe sert çıkmış, bunların görüşlerini Mutezile'nin görüşü ile aynı mahiyette görmüştür.

[67] Bakara: 2/286.

[68] Bakara: 2/31.

[69] Baka­ra: 2/286.

[70] Allah,  insanı, gücünün yetmediği  ve takat getiremediği bir işle mü­kellef kılmaz. Bu, meselenin kelâmı ifadesi şudur: “Teklif-i mâ-lâyutak caiz değildir” İnsanın gücünün yetmediği şeyler üç kısımdır;

1. Hem aklen, hem de âdeten yapılması imkânsız olan şeyler. Meselâ Ali'nin aynı anda iki ayrı yerde bulunması gibi. Bu mânada Allah'ın insana  gücünün yetmediğini teklif etmeyeceği Sünnilerle Mutezilenin ortak kanâatidir.

2. Haddi zatında mümkün olduğu halde, sırf vukua gelmeyeceğini Allah'ın bilmesi ve irâde etmesi sebebiyle imkânsızlık hükmüne giren geyler: Ebu Cehil'in ve Ebu Leheb'in iman etmelerinin imkânsızlığı gi­bi. Bu mânada imkânsız olan şeyleri teklif konusu olacağı hususunda Sünnilerle Mutezile görüş birliğindedir.

3. Aklen mümkün, fakat âdeten imkânsız olan işler. Meselâ bir cisim yaratmak ve vasıtasız olarak havada uçmak gibi. Bunlar Allah'ın irâdesine göre mümkündür. İnsanlar için  âdeten imkânsız  ise de  aklen mümkündür. Allah bir kimseye bir cisim yaratma veya havada uçma gücünü verirse, o kimse bu işleri yapabilir. Bu nevi işlerle de Allah kimseyi mükellef tutmamıştır. Böyle bir mükellefiyet vaki değildir. Bakara suresinin 286. âyeti bunun delilidir. Bu konuda da Sünnilerle Mutezile arasında ihtilâf yoktur. Fakat  sırf nazarî  plânda  ve mücer­red   bir şekilde bu konu tartışılmış, ve ihtilaflı bir durum meydana çıkmıştır.

Mesele şudur: “Allah, kimseyi gücünün yetmediği bir işle mükellef tutmaz,” hususu nasla sâbit olmasaydı, acaba Allah'ın insanı, meselâ vasıtasız ve aletsiz olarak uçmak ve bir dağı sırtında taşımakla mü­kellef tutması aklen ve şer'an mümkün olur muydu? Bu soruya Eş'ariler evet, Mutezile hayır, cevabını vermişlerdir. Mutezile'ye göre bu ma­hiyetteki teklif Allah'ın adaleti ile uyuşmaz, hikmetine de sığmaz. Onun için caiz ve mümkün değildir. Eş'arîlere göre Mevlayı Müteâl kendi kullarına dilediği şeyi teklif edebilir. Onun teklif etme irâdesi sınırlandırılamaz. Ayrıca, bu husus Allah'ın hikmetine ve adaletine de aykırı olamaz. Zira Allah ne yaparsa hikmet ve adalet odur. Bu konuda Maturidîler de Mutezile gibi düşünerek Eş'arîlere muhale­fet, etmişlerdir.

Aslında pratikte, fiiliyatta ve tatbikatta halledilmesi gereken bir mesele yoktur. Bu, tamamiyle nazari, mücerred ve akli bir konudur.

Kudret konusunda Seyyid Bey şöyle demektedir:

“İnsanı, kudreti haricinde bir şeyle mükellef tutmak caiz değildir. Tek­lifin caiz ve sahih olması için, me'murun, emr edileni ifa etme gücüne sahip olması lazımdır. Emr edileni edaya muktedir olamayan bir kim­seye emir teveccüh. etmez. Bu bakımdan teklifin sıhhatli olması için kudretin  var  olması  şarttır.

Burada, kudretten maksad, “sebep ve âletlerin selâmette olması” mâ­nasına gelen kudrettir ki, memur onun ekseri ahvalde meşakkatsiz olarak emr edileni ifa etme imkânına sahip olur. Bu kudret, bir şeyi edâ etmenin vacib olması için şarttır. Zira edanın kendisi bu mânadaki kudret bulunmadığı zamanda dahi hasıl olabilir. Bu kudret, bizatihi vucubun da şartı değildir. Zira bizatihi vücub cebrîdir, kudrete bağlı değildir. Hususî sebebi ve ehliyetle sabit olur.

Kudret, bir fiili isleyip  istememek  hususunda  insana  imkân veren kuvvettir.

Kudret ikiye taksim edilebilir:

1. Küllî kudret,

2. Cüz'i kudret.

Küllî kudret, esasen insanda yaratılmış olarak mevcud olan kudret­tir, Cüz'î kudret, küllî kudretin muayyen bir fiile taalluk eden belirli bir kısmıdır, küllî kudretin, fiil ve amel için harcanan bölümüdür. Kudret başka bir açıdan da ikiye ayrılabilir;

1. Sebep ve âletlerin selamette olması mânasına gelen kudret.

2. Fiille beraber ve onunla birlikte (mükarin olarak) bulunan kudret. Fiille beraber bulunan kudretle cüz'î kudret aynıdır, îstita'at maa'l-fiil denilen kudret de budur. Bu kudret, bir fiilin meydana gelmesi için tesir icra eden müessir kudrettir. Eş'arîler cebre kani olduklarından, bu kudretin tesirini inkâr ederler. Onların nazariyelerine göre bu kud­ret, hakikatte mevcud olmayıp mevhum bir şeyden ibarettir. Maturidilere göre bu kudret vehmi değildir. Bilakis hakikî ve tesirli bir kud­rettir. Fiilin tam illeti de bu kudrettir. Ma'lul, illetten ayrılamayaca­ğından fiil bu kudretle meydana gelir ve ondan ayrılması kabil olmaz. Sebep ve âletlerin  selâmette  olması manâsına gelen kudret, me'mur olan zata, ekseri ahvalde emredilen şeyi meşakkatsiz olarak ifade et­me imkânını veren kuvvet ve  takattir. “Ekseri ahvalde meşakkatsiz olarak”, sözü, ihtirazî bir kayddır. Zâd ve râhile  (azık ve binek) ol­madan hac etmeyi tarifin dışında bırakmak için konulmuştur. Çünkü zad ve râhilesiz fakat meşakkatsiz olarak hac yapmak (Mekke civarın­daki müslümanlar için)  mümkün ise de pek nadirdir.

Teklif konusunda mükellef için aranan kudret, ekseriya ve gâlib hal­lerde güçlük çekilmeden edaya imkân ve kuvvet veren kudrettir. Me'­mur olan kişi böyle bir kudrete mâlik olmazsa, emir ve teklif sıhhatli olmaz.

İşte, edanın vacib olması için şart olan kudret, işbu selâmet-i esbâb ve âlât mânasına olan kudrettir. Yoksa tam ve hakiki kudret değildir. Çünkü hakiki kudret, fiille birlikte hasıl ve tekliften sonra vaki olur. Teklifin sıhhatında şart olan kudret ise tekliften evvel mevcut olma­lıdır ki, teklif sahih olsun. Zira şartın var olması meşrutun mevcudi­yetinden evveldir. Şart gerçekleşmedikçe meşrut da gerçekleşmez. Başka bir ifade ile meşrutun var olması, şartın var olmasına bağlıdır. Ha­kiki kudret ise tekliften sonra mükellefin emr edilen şeyin edasını irâde ettiği zaman husule gelir ve emredilen şey fiilden ayrı düşünüle­mez. Sebep ve âletlerin selamette olması mânasında olan kudret böyle değildir. Bu kudret fiilden evvel de, onunla beraber de ve ondan sonra da mevcut olur. Hulasa hakiki kudret edanın hakikatinin, yani emredileni bizzat ve fiilen eda etmenin şartıdır. Vücûbun kendisine gelince, zimmete taalluk ettiği için bunda kudret aranmaz. Bu cebrî­dir. Ehliyet ve şer'î sebeple sabit olur. Nefs-i vücût” başka, vücûb-i edâ başka, nefs-i edâ yine başkadır. Vücûbun kendisi zimmette bir hakkın sabit olması lüzumudur. Edanın vücûbu, zimmeti o haktan kurtarmanın ve boş hale getirmenin vacib ol­masıdır. Edanın kendisi, o hakkı hak sahibine teslim ve te'diye etmek­tir. Meselâ alım-satim akdi ile müşterinin zimmetinde satılan malın kıymetini ödeme mükellefiyeti sabit ve vacib olur. İşte bu vücûb, nefs-i vücûbdur ki, sebebi olan alım-satım akdi ile cebri bir surette sabit olur. Bunda müşterinin ihtiyarı ve kudreti aranmaz. Fakat daha sonra satı­cının, malın değerini taleb etmesi üzerine o kıymeti ve parayı satıcıya teslim ve te'diye etmek, müşteriye vacib olur. İşte bu vücûb da vücûb-i edadır. Nefs-i vücûb asıldır, metbû'dur. Vücûb-i edâ fer'dir, ona tabi­dir. Değerini ve parasını satıcıya teslim etmek işi de nefs-i edadır. Bu misâlde, malın parası, müşterinin zimmetinde, sebebi olan alım-satım akdi ile ve bir de müşterinin alım-satım akdine ehil olmasıyle sabit ve vacib olur. Bunda, müşterinin parayı ödeme gücüne kadir olması şart değildir. Fakat bilahare satıcının talebte bulunması üzeri­ne, parayı ona ödemenin müşteri üzerine vacib olması için müşterinin parayı ödeme gücüne sahip olması şarttır. Kendisinde bu güç yoksa, halinin iyileşmesi ve elinin genişlemesi beklenir. Nitekim vadeli satış­larda malın karşılığı olan para akd sebebiyle müşterinin zimmetinde derhal sabit ve nefs-i vücûb ile vacib olduğu halde para ödemenin va­cib olması va'denin gelmesi ve satıcıınn o zaman talepte bulunmasıyle sabit olur. Edanın vacib olmasının şartı olan kudret iki nevidir:

1. Kudret-i mümekkine. îmkân veren kudret.

2.  Kudret-i müyessire. Kolaylaştırıcı kudret.

Kudret-i mümekkine, emredilen şeyi zorluk çekilmeden ifâ ve eda et­mek için memur ve mükellefe kuvvet ve imkân veren, fakat fazla bir kolaylık temin etmeyen kudrettir.

Kudret-i müyessire, emredileni edaya imkân ve kuvvet vermekle bera­ber ayrıca fazla olarak bir kolaylık da temin eden kudrettir. İster malî, ister bedenî olsun, umumiyetle vâcib olan şeylerde vücûb-u eda­nın şartı, kudret-i mümekkinedir. Kudret-i müyessire ise daha çok malî mükellefiyetlerde şart kılınmıştır.

Bir emri ve teklifi, umumiyetle ve ekseriya fazla zorluğa girmeden yerine getirme imkânı veren kuvvete, asgarî takata ve tabiî güce kud­ret-i mümekkine, aynı hususu çok daha rahat ve kolayca yerine ge­tirmeye imkân veren kuvvete kudret-i müyessire adı verilir. Kudret-i mümekkine, şart-ı mahzdır, mutlak olarak şarttır. Kudret-i müyessire illet hükmünde olan şarttır. Meşrutun bekası şart-ı mahzm bekâsını ve var olmasını icab ettirmeyeceğinden vacibin zimmette bekası için, kudret-i mümekkinenin bekası şart değildir. Fakat kud­ret-i müyessire bunun aksinedir. Yani vacibin zimmette baki olması için kudret-i müyessire'nin baki olması şarttır. Onun için kudret-i mü­yessire ortadan kalkarsa, vacibin vücûbu ortadan kalkar ve düşer. Zira kudret-i müyessire illet hükmündedir. Ma'lul illetinden ayrılmayaca­ğından illetin yok olmasıyle ma'lulun ortadan kalkması lazım gelir. Onun içindir ki, kudret-i müyessire zail olduğu surette dahi vâcib zimmetde baki kalacak olsa, ma'lulun illetinden ayrı düşmesi, kolaylık vasfının zorluk vasfı haline dönüşmesi lazım gelir ki, bâtıl olduğu aşi­kârdır. Bundan dolayı, kudret-i müyessire ile, yani “nema”, şartı ile vacib olan zekat ve öşürde, nema halindeki malın mahvolmasiyle, on­larla ilgili vücûb-i edâ sakıt olur. Fakat hac ile fıtır sadakası kud­ret-i mümekkine ile vacip olup bunların, vücub-i edasında kudret-i müyessire şart olmadığından, malın mahv olmasiyle onların vücûbu sakıt olmaz,?   (Bk, Seyyid Bey; Usûl-i fıkıh dersleri, II, 70-82).

[71] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 215-222.