Konu Başlığı: Halk Kesb Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:26:29 1. Halk-Kesb Bunun tahkiki ve mahiyetinin izahı şudur: insanın kudretini ve irâdesini bir iş yapmaya sarfetmesi “kesb” (kazanmak)dir. Bunun peşinden Allah Taâlâ'nın fiili ve işi icad etmesi “halk” (yaratmak) tır. Buna göre bir makdûr, iki kudretin dahilinde ve tesiri altında bulunmaktadır. Ama yönleri değişiktir. Fiil, icad yönünden Allah Taâlâ'nın makdûru, kesb cihetinden ise insanın makdûrudur, (Çıkmazdan kurtulmak için, Allah Halik, kul kasibtir, denecek kadar ve) bu ölçüdeki manâ zarurîdir. Beşerî kudret ve irâde (ve bunların tesiri) bulunmakla beraber, insan fiilinin Allah Taâlâ'nın halkı ve icadı ile olması meselesinin hakikatim açıklamak için ifadeyi bundan daha fazla kısaltmaya da kadir değiliz. (Halk nedir, kesb nedir ve) bu ikisi arasındaki fark nedir, konusunda kelâm âlimlerinin muhtelif ifadeleri (ve tarifleri) bulunmaktadır. Meselâ: 1. Kesb âletle (ve organla) vâki (fiil) dir. Halk, ise aletsizdir. 2. Kesb, insanın kudretinin mahallinde (yani bedeninde) vâki olan bir makdûrdur. Halk ise hâlıkın kudretinin mahallinde (yani zatında) vâki bir makdûr değildir. 3. Kesb, kadirin tek başına yapması mümkün olmayan şeydir. Halk, kadirin yalnız olarak yapması mümkün ve sıhhatli olan iştir [57]. Soru: Böylece, Mutezile'ye isnad ettiğiniz “ortaklık kabul etme”, esasım siz de kabul etmiş olmuyor musunuz? (Kulun, fiilinde kasd ve ihtiyarı varsa, fiilini Allah'la ortaklaşa yapmış olmuyor mu?). Cevap: Şirket ve ortaklık, iki zattan herbirinin, diğerinden ayn olarak sadece kendisine mahsus olan bir şey için bir araya gelmeleri ve toplanmalarıdır. Köy ve mahalledeki ortaklar gibi. t Yani herbirinin kendine ait şeyden bir hisse ortaya koyarak ortaklık kurmalarıdır). İnsan, kendi fiilinin halikı, Allah da (insanda ve diğer şeylerde mevcut olan) sair arazların ve cisimlerin halikı kılmsa, şirk işte o zaman lazım gelir. Bir iş, değişik yönlerden iki şeye nisbet edilmekle şirk ve ortaklık lazım gelmez. Meselâ bir toprak parçası, yaratma yönünden Allah Taâlâ'nın mülküdür, fakat üzerinde tasarruf etme hakkının sübûtu yönünden insanın mülküdür. însan fiilinin yaratma yönünden Allah Taâlâ'ya, kesb yönünden insana nisbet edilmesi de aynen böyledir. Soru: Çirkin olan bir şeyin kesbi çirkin ve sersemlik (sefeh) oluyor ayrıca yerilmeyi ve cezalandırılmayı da gerektiriyor. Peki aynı şey, (o fiilin) yaratılmasında neden söz konusu olmuyor? (Halbuki fiilin meydana gelmesinde yaratmak, kesbten daha büyük rol oynuyor) . Cevap: Hâlık olan Allah'ın hakim olduğu sabit olmuştur. O, neticesi güzel olmayan bir şey, -her ne kadar bu neticenin ne olduğunu bilmesek de -yaratmaz. Bunun içindir ki, biz kesinlikle şuna inanırız: Çirkin bulduğumuz fiillerde bir takım hikmet ve maslahatlar bulunabilir. Nitekim pis, zararlı ve elem verici cisimlerin yaratılmasında bu durum söz konusudur. Halbuki kâsibte durum böyle değildir. Zira o bazan güzel bir iş, bazan da çirkin bir iş yapar. Onun için, dinen nehyedilmiş olan çirkin bir şeyi kesbetmeyi çirkin, sefihlik, yerilmeyi ve ceza görmeyi gerektirici olarak kabul ettik [58]. “Güzel olan insan fiili”, yani dünyada övülme konusu ve hemen ondan sonra âhirette de sevap konusu olan fiillere “güzel fiil” denir. Fakat “güzel fiili”, mubahı da şümulüne alması için: “yerilme ve ceza görme ile ilgisi bulunmayan fiildir” şeklinde tarif ve tefsir etmek daha iyi olur. “Güzel olan insan fiili, Allah Taâlâ'nın rızasıyledir” Yani bir itiraz, karşı çıkış ve men bahis konusu olmadan Allah'ın iradesiyle vukua gelir. “Çirkin olan insan fiili” (yani dünyada yerilme ve âhirette azab görme durumu ile ilgili bulunan)“Allah'ın rızasiyle değildir” Zira Allah, bu nevi fiillere karşı çıkmış, itirazda bulunmuş, ve onları menederek, “Allah, kullarının küfür üzere olmalarına razı olmaz” [59]buyurmuştur. Yani irâde, meşiyet ve takdir her nevi fiile, rızâ, mahabbet ve emir ise çirkin fiillere değil, sadece güzel amellere taalluk eder [60] [57] Bu konudaki diğer tarifler de şunlardır: 1. Üstad İsferaİnî: İnsan fiili iki kuvvetin toplamından meydana gelir. İki kudretin de insan fiilinin var olmasında ayrı ayrı tesirleri vardır. Bu iki kuvvetten biri Allah'a, diğeri kula aittir. 2. Bakillânî: Allah'ın kudreti fiilin aslına, insanın kudreti ise vasfına tesir eder. Yani fiili meydana getiren Allah'ın kudretidir, ama ona günah veya sevap iş yaptırma niteliğini kazandıran insanın kudretidir. Fiilin yaratılması Allah'a, kullanılması insana aittir. Çocuğa bir şamar vurulsa, şamarın zatı Allah'ın kudretiyledir. Fakat gaman vuranın maksadı çocuğu terbiye etmek ise sevap, ona eziyet etmek ise günah olur, İmamu'l-haremeyn: Fiil, başlangıç itibariyle Allah'ın insanda yarattığı niteliklerin kaçınılmaz sonucu olarak ve zarurî bir şekilde meydana gelmektedir. İnsan irâdesinin bunda tesiri yoktur. Fiilin aslını da vasfını da insan irâdesinin dışında kalan iç ve dış âleme ait şartlar tayin etmektedir ( determinizm). Filozofların kanaati da budur. Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre insan fiili; icad yönünden Allah'ın kudreti, kesb bakımından insan kudreti ile vâki olmaktadır. Bu tarifler “kayıtsız şartsız, insan kendi fiilini kendisi yapar, kendi kaderini, hiç bir dış müdahale olmadan bizzat kendisi tayin eder”, diyen Mutezile ile “yapılan işlerin hiç birinde beşerî irâde ve kuvvetin tesiri yoktur” diyen Cebriye arasında, iki aşırı ve birbirine zıd görüşler arasında tutulan ortalama yollardır, Kestelî'nin de dediği gibi bu noktada kelâm âlimleri bitmişler, tükenmişler ve dayanacakları sağlam bir mesned bulamamışlardır. Eş'ari'nin bu konudaki görüşlerini İzmirli şöyle özetliyor: “İnsan için hadis bir kudret ve irâde vardır. Fakat hadis olan bu kudretin makdûru (işi) icadda hiç bir tesiri yoktur. Sadece makdûra iktirani vardır ki, ona kesb derler, insan kâsib ve kazanan, Allah Hâlık ve yaratandır. Kesb, kudretin mahalli ile, yani insan bedeni ile kâim olan bir fiildir. Halk, kudret mahallinden, hariç olan bir fiildir, Allah'ın zatının dışındaki bir iştir. “Kesb,kulun kudretinin makdûra iktiramıdır”, “beşerî gücün iş ve fiille beraber ve birlikte bulunmaları halidir.” Eş'arî'nin kesb anlayışı çok dakik olduğu için, “Şu iş, Eş'arî'nin kesb nazariyesinden daha ince ve dakiktir”, sözü darb-ı mesel olmuştu. Çünkü ona göre âciz ile kadir arasında bir fark kalmıyor, her ikisinde de tesir bulunmuyor. Eş'arî, Mutezileye o kadar muhalefet ediyordu ki Cehmiyeye ve Cebriyeye yaklaşıyordu. Sadece kesb ile ondan ayrılıyordu. (Cebr-i mutevassıt). Eş'arî'ye göre, halk (yaratma fiili) maklûkun tekvin mükevvenin aynı olduğundan, Allah'ın fiili mef'ûlünden ibaret oluyor. Bu duruma göre insanların fiilleri Allah'ın fiili oluyor. Bu ise kayıtsız ve hâlis bir cebir olduğundan, Eş'arî, içine dü§tüğü cebir çukurundan kendini kurtarmak için, insanlar hakkında mecaz yolu ile kullanılan “insanların fiilleri” tabiri için bir kesb niteliğinin var olduğun usöylüyor. Hadis kudretin makdûra iktiranından ibaret olan “kesb” sebebiyle ezelî kudret fiili yaratıyor, İşte bu kesb teklife mahal oluyor da bununla tek lif sakıt olmuyor. Eş'arî bu konuda Ehl-i sünnetin cumhuruna muhaliftir” (Bk. İzmirli, I, 110). Maturidîlere göre, “Kesb, azm-i musammam” (kesin, samimi ve değişmez bir karar ve irâde yönelmesi)dir. (Bk. İzmirli, I, 113). İrâde, ilme uygun şekilde taalluk eder, taalluku ezelîdir. Allah'ın ilmi gibi irâdesi de değişmez. İki türlü irâde vardır: 1. Tekvini ve kevnî İrâde, 2. Teşri'î ve dinî irâde. Birincisi meş:yet, ikincisi rızâ ve mahabbet demektir. Dini irâde, muradın vukua gelmesini icab ettirmez. Kevnî irâde hayra, şerre, günaha ve sevaba taalluk eder. Dini irâde sadece hayra taalluk eder. Ayetlerdeki irâde bu iki manâda kullanılmıştır. Bundan dolayı Allah Taâlâ'mn iki türlü kanunu vardır. 1. Tabiat kanunları, kevnî irâdenin eseridir. Âdetullah, sünnetüllah. 2. Dinî kanunlar, teşri'î irâdenin eseridir. “Halk da emir de ona aittir” mealindeki âyet bunun şahididir. Tabiat kanunları, kevnî irâdenin eseri olduğu için beşerî irâöe ve kudretle değişmez. Dinî kanunlar teşriî irâdenin neticesi olduğu İçin, bunların vukua gelmelerinde insanların tesirli olduğu görülür. İrâde gibi ilahî emirler, ilahî kaza, Allah'ın izni ve Hakk Taâlâ'nın kitabı da tekvini (kevnî) ve teşriî (dinî) diye ikiye ayrılır (Bk. izmirli, II, 108, 109). [58] Bu konuyu Seyyid Bey şöyle hulasa etmektedir: “Eş'arîye ile Mâturidîye arasında vaki olan ihtilafların en esaslısı irâde-i cüz'iye hakkındadır. Mutezile, “kul fiilinin halikıdır, insan fiilinde ilahî irâdenin dahli ve te'siri yoktur, onun için insan fiil ve hareketlerinde tamamiyle serbesttir, her ne yaparsa mücerred kendi kudret ve iradesiyle yapar. Kısaca insan kendi fiilinin halikı ve mucididir”, demiştir. Bu nazariyeye göre, birden çok halikın var olması lazım gelir. Cebriye bu fikrin tamamen zıddı olarak, insanda irâde ve kudret namına hiç, bir şeyin mevcut olmadığını savunarak: “insan bütün hareketlerinde cebir ve ızdırar altındadır”, demiştir. Onlara göre insanın ne kasdi, ne irâdesi, ne de ihtiyarı vardır. însan fiiliyle, muharrik bir kuvvetin tesiri neticesinde hareket eden ağaç ve cansız maddenin arasında asla bir fark yoktur. Bu fikrin bâtıl olduğu açık olmakla beraber, bu kanâata göre de şer'i fiiller abes olur ve insana fiilleri karşılığında mükâfat ve ceza vermek manâsız kalır. Ehl-i sünnete gelince: Bu iki nazariye ifrat ve tefritten ibarettir. Her şeyi yaratan Allah'tır. Fakat iradeli ve ihtiyarî fiillerde insanın irâde-i cüziyesi vardır. İrâde-i cüziye, irâde kuvvetinin bir işe sarfından, yani fiil ve terkinden birine taalluku demektir ki, kasd, tercih ve ihtiyar sözleriyle de ifade edilir. Bu irâde-i cüziye mahlûk mudur, değil midir? Bu hususta Eş'arilerle Maturidîler arasında ihtilaf vardır. Eş'arîlere göre mahlûktur. Eş'arî-ler cebirden kaçmak istedikleri halde cebirden kurtulamamışlardır. Çünkü irâde-i cüziye mahlûk olunca, insanın kendi kudret ve irâdesini sarfetmeye mecbur, muzdar ve mahkum olması gerektiğinden netice itibariyle yine cebir sonucuna varılıyor. Onun için şer'î teklifler yine abes olmak durumuna düşüyor. Cebriye ile Eş'arîye arasındaki fark, Cebriyeye göre cebir keyfiyeti birinci derecede lazım geliyor. Eş'arîler, kendi nazariyelerini bu mahzurdan kurtarmak için «İrâde-i cüziye mahlûktur demekten maksat, bu irâdenin sebepleri olan iştiyak ve arzular (devâî) mahlûktur, Allah'tandır» diyerek tevfik etmek, yani çelişkiden kurtulmak isterler. Halbuki bununla da kendilerini cebirden kurtaramazlar. Çünkü bu takdirde yine üçüncü derecede cebir lazım gelir. (Cebriyenin açıkça söylediğini, Eş'arîler dolaylı olarak söylerler, Cebr-i mutavassıt. Eş'arîlerin bu konuda üzerinde durdukları ve sık sık tekrar ettikleri iki Önemli cümleleri ve itikadı vecizeleri şudur: “el-insan muztarrun fi suretin muhtarin”-insan ızdirar ve cebir, altındadır ama sureten ve şeklen irâde ve ihtiyarı vardır-. “el-insanü muhtarun fi fiilihi ve muzdarrun fi meşiyetihi” “insan fiillerinde muhtardır; dilediğini serbestçe yapar ama irâdesi cebir ve ızdırar altındadır. Allah dilemedikçe hiç bir şey dileyemez. İrâdesi, Allah'ın irâdesine tabi ve merbuttur. (Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Makösıd, II, 142). Eş'ariîerin her iki cümlelerinde de derin bir çelişki yatmaktadır. İnsan irâde sahibi ise cebir altında değildir. Cebir altında ise irâdesi yoktur. Burada üçüncü bir hal mevcut değildir. Fakat Eş'arîler, insanda irâdenin mevcut olup olmadığı konusundaki aklî ve naklî delilleri muteanz ve mutenakız, yani birbiriyle karşılaşan ve çelişen bir durumda gördükleri için bu nevi delilleri uzlaştırmak ve bağdaştırmak niyetiyle bu iki cümle ile ifade edilen bir kanâata ulaşmışlar, aslında sayısı çok olan muteanz ve mutenakız aklî ve naklî delilleri, yine muteanz ve mutenakız bir şekilde bir cümlede birleştirmekten başka bir şey yapmamışlardır: “însan muhtar suretinde muzdârdır” sözü, insanda hem irâde vardır hem de yoktur, manâsına gelmekte, böylece bir çelişki meydana getirmekte, fakat cebre öncelik ve ağırlık verilmek suretiyle bu çelişki ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Zira buna göre insandaki irâde hürriyeti ve serbestisi sadece surette ve şekilde kalmaktadır. Esasta hâkim ve müessir olan sadece Allah'ın külli, umumî ve her şeye şamil olan mutlak iradesidir. Bu bahiste her nevi mahzurdan salim olan fikir, Maturidî'ye fikridir. Maturidîler aleyhinde şöyle bir itiraz ileri sürülmüştür: îrâde-i cüziye Allah'ın mahlûku olmayıp insanın sun'u ve fiili ile vâki olursa, insan onun hâhkı olmak lazım gelir. Bu ise Mutezile mezhebinden başka bir şey değildir. îrâde-i cüziyeyi insan da yaratmamıştır, denilirse, bu takdirde de hâhksız bir mahlûk bulunmak icab eder. Böylece her haIukârda Mutezile gibi, Mâturidîlere göre de Cenâb-ı Hakk'm her şeyin halikı olmaması gerekir. Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Her şeyin halikı Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat irâde-i cüziye “şey” (obje) değildir. Zira şey, emr-i mevcuda yani, var olan bir hususa denir. Çünkü Arapçada “şey”, mevcut manâsına gelir. îrâde-i cüzîye ise zemânî olmayarak ve bölünmez bir an içinde defaten" insanda meydana gelen bir keyfiyettir. Buna “hal” adı verilir. Ve bu umûr-i itibariye kabilinden olup emr-i mevcud değildir. Onun için irâde-i cüziye hâlike muhtaç olmaz, halk fiili ona taalluk etmez. Bu cevaba da şu şekilde itiraz olunmuştur: Bilumum ihtiyarî fiillerin merujeî ve mesnedi olan irâde-i cüziyeye “emr-i itibarîdir”, (Bir mutebirin İtibarından ibarettir), demek makul değildir. Çünkü itibarî olan bir şey bunca insan fiilinin menşeî olamaz. Bu itiraza da şu şekilde cevap verilmiştir: Umûr-i itibariyenin iki manâsı vardır: a) Emr-i itibari:Hakikatte ve nefse'l-emrde mevcud olmayıp mücerred bir mu'tebirin (ve bir İnsanın) itibarından ibarettir ki, bunlar evham ve hayaller kabilindendir. Bu gibi şeylere de emr-i itibari denilir. b) Emr-i itibarî: Hakikatte ve nefse'l-emrde mevcuttur. Şu kadar ki, hariçte bir zamanda vücud ile muttasıf değildir. Bu manâya göre bir emr-i itibarînin hakikî varlığı venefse'1-emri mevcuttur. Öyle yalnız bir mu'tebirin itibarından ibaret değildir. îşte “irâde-i cüziye emr-i itibarîdir” demek bu ikinci manâya göredir. Bu cihetle, ileri sürülen itiraz bahis konusu olamaz (Mutezilenin açıkça söylediğini Maturidîler dolaylı olarak söylerler) (Tefuîz-i mutavassıt). Eş'arîler, “insan kendi fiilini kendisi kesbeder, kazanır. Şer'î teklifler insanın kesbine taalluk eder” derler. Biz deriz ki: Bir kere cüzî irâdenin mahlûk olduğuna itikad edildikten sonra kesbin de, kesbin sebebi ve âmili olan şeylerin de mahlûk olduğuna itikad etmek icab eder. Bir kere kesb denilen şey nedir? Ya insanın fiilidir veya değildir, însan fiili ise, Eş'arîler bütün beşerî fiillerin mahlûk olduğuna itikad ederler. însan fiili değilse, yine mahlûk demektir. Her iki halde de Allah'ın fiili demek olur. Şu halde insana bir işi teklif etmek, Allah'a ait ve ona has olan bir fülin icrasını insandan istemek demek olur. Bu fikirler, kesbe temel olan devâî ve sebepler için de aynen geçerlidir. En büyük Eş'arî kelâmcısı Fahruddîn Râzî, Muhassal isimli eserinde esbab ve devâînin Allah tarafından yaratıldığını açıklamış, İnsan fiilinin zarurî ve izdırarî olduğunu kesin bîr dille ifade etmiştir” (Bk. Seyyid Bey, Usûl-i fıkıh dersleri, II, 7. îst. 1330/1911). [59] Zümer: 39/7, [60] “Emredilen her şeyin güzel, nehyedüen her şeyin çirkin olması zarurîdir”. Hüsün ve kubuh (Güzellik ve çirkinlik) tabirleri muhtelif manâlarda kullanılmıştır. Burada bir fiili işleyen failin Allah tarafından medh ve sevaba veyahut da zemm ve cezaya müstahak olması manâsı kasdedilmektedir. Emredilenin güzellik, menedilenin çirkinlik niteliğine sahip olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Ancak, bu husus akli midir, şer'î midir konusunda ihtilaf edilmiştir. Cebriye ve Eş'arîyeye göre hüsün ve kubuh şer'îdir. Esasen ve bizatihi insan fiilinde güzellik ve çirkinlik diye bir şey yoktur. Güzellik ve çirkinlik §er'î hitapların fiillere taalluku ile hasıl olan şer'i mevzuattan ibarettir. Şeriat ve vahiy gelmeden evvel insan aklı tek başına ve müstakil olarak fiillerin güzel veya çirkin olduğunu idrâk edemez. Onun içindir ki, hüsün şâri'in emrinin, kubuh da sâri'in nehyinin mucibi ve eseridir. Yani, emredilen fiiller Allah tarafından emredildiği için güzeldir. Nehyedilen işler de O'nun tarafından nehyedildiği için çirkindir. Yoksa esasen güzel veya çirkin oldukları için emr veya nehy olunmuş değillerdir. Aklın bu konuda asla dahli ve tesiri yoktur. Akıl ancak şer'î hitapları anlamaya ve kavramaya yarayan bir âlettir, bir fehm ve idrâk vasıtasıdır. Mutezile ve Maturidiyeye göre durum aksinedir. Hüsün ve kubuh aklîdir. Realitede vardır, hakikatte mevcuttur, şer'î mevzuattan ibare* (nisbî ve izafî bir şey) değildir. Fiillerin güzellik ve çirkinlikle nitelenmesi, şeriatın ve vahyin gelişine bağlı değildir. Akıl, sadece ger'i hitaplara âlet olmaktan ibaret değildir. Allah'ın varlığını ve birliğini tanımak, bilmek, İman etmek, adalet, iyilik, iyiliği yapana teşekkür ve can kurtarma gibi bazı fiiller vardır ki, akıl bunların güzelliğini; küfür, yalan, zarar verme, zulüm, düşmanlık, kin, nankörlük yapmak ve haksız olarak suçsuz birini öldürmek gibi diğer bazı fiiller daha vardır ki, onların da çirkinliğini, değil şeriatın ve vahyin gelişi ile, hatta nazar ve istidlale bile muhtaç olmadan bedâhatle idrâk edebilir. Hak olanı hâkim kılmak için cihadın ve bir caninin elinden bîr masumu kurtarmak için ihtiyar olunan kizbin (yalanın) güzelliği; mücerred şahsî bir menfaat temin etmek için kimseye zarar vermeyen faydalı kizbin çirkinliği gibi bazı fiillerin güzelliği veya çirkinliği nazar ve istidlal ile idrâk edilir. işte akıl bu gibi fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini idrâk için şeriata muhtaç olmaz. Fakat güzelliği ve çirkinliği gizli olan ibadet nevilerin-de, şekillerinde ve suretlerinde, halk arasında câri olan muamele ve münasebetler gibi diğer bir çok fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini idrâk etmek için şeriata ve vahye muhtaç olur, Bu gibi fiillerin güzellik veya çirkinliğini de şeriatın ve vahyin irşad ve beyanı ile idrâk eder. «Şer-i şerif dahi bilumum îslâm mezheplerinin ittifakı üzere vücub ve hürmet gibi hükümlerle hâkim olmakla beraber, aklın idrâk ettiği fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini te'y id, ve te'kid, aklın idrâk etmediği yerlerde güzelliği ve çirkinliği keşf ve izah eder». Kısaca güzellik Allah'ın emrinin, çirkinlik nehyinin medlulüdür, mucibi ve eseri değildir. Yani emredilen fiiller esasen ve haddizatında güzel olduğu için şer'an emrolunmugtur. Nehye konu olan fiiller de aslında ve bizatihi çirkin olduğu için men edilmiştir. Yoksa Eş'arîlerin dedikleri gibi emr veya nehyolundukları için güzel veya çirkin olmuş değillerdir. Güzellik ve çirkinlik mânasına gelen hüsün ve kubhun beş mânası vardır: 1. Maksada uygun olana güzel, olmayana çirkin denir. Adaletin güzel, zulmün çirkin oluşu gibi. 2. Tabiatı mülayim olana güzel, olmayana çirkin denir. Tatlı olan şeylerin güzel, acı olan şeylerin çirkin oluşu gibi. 3. Kemâl sıfatı olana güzel, kusurlu ve eksik olana çirkin denir. îl-min güzel, cehaletin çirkin oluşu gibi. 4. Medh u senaya değer olan şey güzel, kötülenmeyİ ve yerilmeyi gerektiren şey çirkindir. Cömertliğin güzel, cimriliğin çirkin oluşu gibi. 2. 3. ve 4. mânadaki güzellik ve çirkinlik anlayışım ve kavramını 1. mânada toplamak mümkündür. 5. Allah'ın medhine ve mükâfatına konu olan şey güzel, kötülemesine ve cezasına konu olan şey çirkindir. îman, İbadet ve iyilik güzeldir. Küfür, zulüm ve düşmanlık çirkindir. İlk dört mânada güzelliğin ve çirkinliğin aklî olduğu konusunda îslâm âlimleri arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf, sadece beşinci mânadaki güzelliğin ve çirkinliğin şer'î veya akli olması konusundadır, îcab ve tahrim, yani bir şeyi farz veya haram kılmak mânasına gelmek üzere «hüküm koymak», sadece Allah'a hastır. Bu mânada Allah'tan başka hâkim, yani bir şeyi farz veya haram kılan yoktur. Bu mânada akıl hâkim değildir. Mutezile de dahil olmak üzere bu temel fikre hiç bir İslâm mezhebi kargı çıkmamıştır. Molla-Hüsrev ve İbn Kemâl gibi bazı sonraki usûlcüler tarafından Mutezilenin bu hususta aklı hâkim kıldığı beyan olunuyorsa da doğru değildir. Muhakkik olanların tahkikatına göre Mutezile'nin bu meselede muhalefeti yoktur. Zaten başka türlü de olamaz. Çünkü bu mânada aklı hâkim kılmak demek; aklı, şeriat koyucusu yapmak, din ve şeriattan müstağnî kılmak demek olur ki, bu îslâm iddiasında bulunanların diline yakışmaz. Hüküm: “Bu fiil güzeldir, şu fiil çirkindir”, gibi ihbari cümlelerdeki haberle ilgili nisbet-i tâmmeyi idrâk ve izan mânasına alınırsa, bu takdirde Mutezileye göre akıl, güzellik ve çirkinlik konusunda hâkim olur, hüküm verir. Fakat bu surette “Hâkim” sözünün mânası farz veya haram kılan, başka bir ifade ile hüküm koyan, demek olmayıp belki güzelliği veya çirkinliği idrâk eden, demek olur. Biraz evvel izah edildiği gibi bu fikirde Mutezile yalnız değildir. Maturidîlerin cumhuru da onlarla beraberdir. Vakıa bu bahiste Mutezile, Maturidîlerin cumhurundan ayrılarak başka bir yol tutmuşlar, onun için güzelliğin ve çirkinliğin vahiy gelmeden evvel vücûb ve hürmet gibi ilâhî hükümleri icab ettirdiğine kani olmuşlardır. Lakin bu nazariyeyi benimsemekle, aklın hakikatta vücûb ve hürmet gibi hükümler ortaya koyan bir hâkim olduğunu kabul etmek İcab etmez. Bilhassa Mutezile bu fikirde de yalnız değildir. Allah hakkındaki marifetin vacib oluşunun keyfiyetinde başta İmam Maturidî olmak üzere ilk Mâturidîler, daha doğrusu Hanefî olan ulemanın cumhuru Mutezile ile beraberdirler. Güzellik ve çirkinlik meselesinde ihtilaf konusu olan üç husus vardır: 1. İhtiyarî fiiller, bizatihi ve reel olarak güzellik ve çirkinlik vasıflarına sahip midir değil midir? Diğer bir tabirle güzellik ve çirkinlik aklî midir, şer'î midir? 2.Yukarda soruya müsbet cevap verilirse, fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilâhî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, gerektirmez mi? 3.Güzellik ve çirkinlik, “itaat edene azab etmek”, “güç yetmeyen şeyi teklif etmemek” gibi şeylerin caiz olmamasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Bu üç meselede Eş'arîlerle Mutezile birbirine zıd değişik nazariyeler ileri sürmüşler, Maturidîler ise, birinci ve üçüncü meselede tamamen, ikinci meselede kısmen Mutezile ile birleşmişlerdir. Cebriye ile Eş'arîlere göre insan fiili aslında ve haddizatında güzellik ve çirkinlik vasfına sahip değildir. Güzellik ve çirkinlik fiillerin ne zatından ne mahiyetinden ve ne de fiillerle kaim bir sıfattan doğmamıştır. Aksine vahyin gelişi ile, şer'î hükümlerin fiillere taalluk etmesi sebebiyle hasıl olmuş bir keyfiyettir. Bu bakımdan hakikatte güzellik ve çirkinlik yoktur. Onun içindir ki, şeriat yok farz edilecek olsa, müstakil olarak akıl fiillerin güzel veya çirkin oluşunu idrâk edemez. Eş'arîIerini delilleri 1. Evvelâ güzellik ve çirkinlik hangi mânada anlaşılırsa anlaşılsın fiillerdeki sabit ve istikrarlı zatî sıfatlardan değildir. Bilakis izafî, nisbî ve itibarî bir şeydir. Bu sebeple izafîliğin ve İtibarîliğin değişmesiyle değişir. Meselâ bir iş bir kimsenin maksadına ve tabiatına muvafık ve mülayim olursa, başka bir kimsenin maksadına ve tabiatına muhalif ve zıd olabilir. Bu takdirde belli bir iş bir şahsa göre güzel, fakat diğer bii şahsa göre çirkin sayılır. Her insan kendine itibar eder, başkalarını hakir görür. Bir işin güzelliğini ve çirkinliğini tesbitte kendi maksadını ve tabiatını esas Ölçü kabul eder. Maksadına, menfaatına ve tabiatına uygun olan işlerin güzelliğine, böyle olmayan fiillerin çirkinliğine hükmeder. Bu konuda başkalarını asla dikkate almaz. Bütün âlemin kendi maksadına tabi olmalarını ister. İşte bu psikolojik hal içinde insan, bazan bir şeyin mutlak surette çirkin olduğuna hükmeder. Çirkinliği ve fenalığı o şeyin zatına nisbet eder de «Bu şey haddizatında ve esas itibariyle çirkindir», der. Bir şeyin güzelliğine veya çirkinliğine hükmedilmesin!gerektiren saik ve âmil ikidir: a) Hubb-ı nefs, kendini sevme. b) Rıkkat-i cinsiye, hemcinsine merhamet ve şefkat duygusu. Hubb-ı nefs için insan, halkın medhu senasını kendisine çekmek mak-sadiyle birçok fedakârlıklara katlanır.Aynı zat, kimsenin göremiyeceği yerde aynı fedakârlığı göze alamaz. Belki de aksini yapar. İnsan hemcinsine karşı çok merhametli, pek rikkatli ve gayet şefkatlidir. Bunun içindir ki, suya düşen bir insanı kurtarmak için can ve başla çalıştığı halde, bir hayvanı kurtarmak için aynı fedakârlığı göze alamaz. Avcılığı, en büyük zevk bilen insanlar az değildir. Bu hususta vehmin, çevrenin, göreneklerin, geleneklerin, küçük yaştan beri nlman terbiye ve alışkanlıkların da pek büyük tesiri vardır. Bu gibi sebeplerden dolayı bir millete ve bir cemiyete göre güzel sayılan bir şey aynı zamanda diğer bir millet ve cemiyet tarafından çirkin sayılır. Diğer hükümleri zamana, mekâna, vasata, ferde ve cemiyete göre değişir. Evet biz de kabul ederiz ki, bazı fiiller vardır ki, her yerde her zaman ve herkes tarafından güzel veya çirkin sayılır. Fakat bu, «güzellik ve çirkinlik o fiillerin zatında vardır, onun aslında ve bir realite olarak mevcuttur», mânasına gelmez. Biz diyoruz ki, bu gibi fiillerde umum nazarında güzellik ve çirkinlik vasfının bulunması, bu neviden olan fiillerde umumun maksat ve menfaatinin birleşmiş olmasındandır. Veyahut belli bîr dine bağlanılmasmdandır. Diğer mânalar.daki güzellik ve çirkinlik de böyledir. Şahısların, maksatların, hallerin ve menfaatlerin değişmesiyle değişir. îzafî, itibarî ve nisbî durumlara tabi olur. Fiillerin zatında sabit ve müstakar değildir. 2. Eğer güzellik ve çirkinlik fiillerin zatında ve aslında sabit aslî bir vasıf olsaydı, asla değişmemesi gerekirdi. Halbuki değişiyor. Meselâ yalancılık çirkindir. Fakat suçsuz bir masumun hayatını, onu öldürmeye kasdeden bir zalimin elinden kurtarmak için, başka çare kalmayınca yalan söylemek güzel sayılıyor, hatta vacib görülüyor. Eğer yalancılığın zatında ye aslında bir çirkinlik olsaydı, yalan söylemenin bu konuda güzel görülmemesi, şer'an ve aklen vacib görülmemesi gerekirdi. Zira bir şeyin, zatına ait vasıflar izafî ve nisbî olan hallere göre değişmez. 3. İnsan fiili ihtiyarî ve iradî değil, ızdırarî ve cebrîdir. Zira İnsanların cüz'î irâdeleri de küllî irâdeleri de Allah tarafından yaratılmıştır. îrâdei cüziyenin mahlûk olduğu kabul edilmeyecek olursa deriz ki: însan fiil ve harekete sevkeden, irâde-i cüziyenin fiillere taalluk etmesini sağlayan bâis, dâiye ve âmil (istek ve arzular) dediğimiz şeyler mahlûktur. Bunların mahlûk olmadıkları söylenemez. Zira bu takdirde devr ve teselsül lazım gelir. Netice itibariyle insan fiili ızdırarî ve cebrî olmaktan kurtulamaz. Izdırarî ve cebrî fiillerde ise güzellik ve çirkinlik düşünülemez. Bununla beraber biz Eş'arîler güzellik ve çirkinliğin esasta ve gerçekte var olmayıp izafi bir şey olduğunu söylemekle beraber, âdetlerin cereyan tarzına göre halk arasında güzellik ve çirkinlik şeklindeortaya çıkan ve söylenen kavramları aklın idrâk edeceğini inkâr etmeyiz. Biz ancak Allah'a nisbetle medh ve sevabı veya zemm ve cezayı hak etmek mânasına gelen güzelliği akıl idrâk edemez, diyor ve bunu inkâr ediyoruz. Maturidtlerin delilleri Mutezile ile Maturidilere göre güzellik ve çirkinlik aklîdir, şer'î değildir. Şeriatın gelmediği farz edilse, akıl mutlak olarak ihtiyarî ve iradi fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini idrâk eder. Ancak bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini zarurî ve bedihî olarak, apaçık şekilde idrâk ettiği halde, diğer bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini nazar ve istidlal sonunda düşünerek idrâk eder. Diğer bazı fullerin güzelliğini ve ve çirkinliğini de, gizli ve. kapalı olması dolayısiyle şeriatın açıklaması sayesinde idrâk eder. Mutezile ile Maturidiye arasında şu kadar bir fark vardır: Mutezilenin bir kısmına göre güzellik ve çirkinlik fiillerin zatından doğan zatî ve aslî sıfatlardır. Diğer bir kısmına göre fiillerin mahiyetinden hariç bir sıfattan neşet etmiştir. Maturidîlere göre, güzellik ve çirkinlik, ister fiillerin aslından doğan ve onlara ait zati sıfatlar olsun, ister başka bir sıfattan veya diğer itibarî şeylerden doğan izafî vasıflar olsun eşittir ve mutlaktır. Bu sebeple Eş'arîlerin yukardaki delillerinden bir kısmı Maturidîlere karşı ileri sürülemez. 1. Güzellik ve çirkinlik, eğer hakikatte ve haddizatında mevcut olmayıp da mücerred din ve şeriatın gelişi ve ijibarı ile kesinlik kazan-saydı, vahiy gelmeden evvel meselâ namaz kılmakla zina etmek fiilinin arasında güzellik ve çirkinlik bakımından tam bir eşitliğin bulunması icab ederdi. Bu duruma göre daha sonra gelen vahyin namazı farz, zinaya haram kılması aksini yapmasından daha iyi ve daha doğru olmazdı. Güzellik ve çirkinlik bakımından tamamiyle birbirine müsavi olan iki fiilden birini farz, diğerini haram kılmak, ortada bir sebep ve tercih vasıtası olmadan birini diğerine tercih etmek demek olur ki,. Allah'ın yüce hikmetine uygun düşmez. 2. Güzellik ve çirkinlik, eğer haddizatında mevcut ve aklen malum olmasaydı, insanlarda iyilik ve kötülük namına hiç bir şeyin bulunmaması icab ederdi. Bu duruma göre insanları din ve şeriata tabi tutmamak, diğer hayvanlar gibi başı boş olarak serbest bırakmak lâzım gelirdi. Çünkü aksine bir muamele, gerek yokken, onları özel zevklerinden mahrum etmek suretiyle baskı altında tutmak ve faydasız olarak hürriyetlerini kısıtlamak demektir. Bu ise abesle iştigâl olurdu, özellikle dinî hükümlere riayet etmeyenleri bundan dolayı en ağır cezalarla cezalandırmak ve azab çektirmekte hiç bir mâna ve hikmet bulunmazdı. Bu ise Allah'ın şanına lâyık düşmez. Din ve şeriat vaz' etmede büyük hikmetler ve çok faydalar vardır. Bunu inkâr, akim verdiği zarurî hükümleri inkâr olur. Buna şahid olan bir çok âyet ve hadis vardır. 3. İyilik ve adaletin güzelliği, kötülük ve zulmün çirkinliği bütün akl-ı selim sahiplerince ittifakla kabul edilmiştir. Hiç bir dine bağlı olmayanlar bile âdetleri, görenekleri, menfaat ve maksatları başka başka olduğu halde, bunda ihtilâf etmemişlerdir. Eğer bu nevi fiillerin güzelliği veya çirkinliği aklen ve. zarurî olarak kabul edilmemiş olsaydı, vâki ittifak husule gelmezdi. “Bu gibi fiillerin güzelliği ve çirkinliği herkesin maksadına, maslahatına ve menfaatına uygun olmasından veya olmamasındandır”, itirazı sadece Mutezileden bir kısmına karşı üeri sürülebilir. Mutezileden diğer bir kısma ve Maturidîlere karşı ileri sürülemez. Zira biz; güzellik ve çirkinlik mutlaka ve behemahaî zatî vasıflardır, demiyoruz. Bir fiilin güzellik vasfına sahip olması için umumun maslahatına uygun olması da bizce kâfidir. İyi huyların fazilet, kötü huyların rezilet olduğu konusunda da durum budur. Bunlar öyle sabit ve değişmez hakikatlardır ki, hiç bir akl-î selim sahibi tarafından inkâr edilemez. Nitekim siz Eş'arîler de bunu kabul ediyorsunuz. Fakat istinat ettiğiniz delilin şeriat olduğunu zan-nediyorsunuz. İşte asıl hatanız buradadır. İkinci konu: Fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilahî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, gerektirmez mi? Eş'arîler, güzelliği ve çirkinliği inkâr ettiklerinden şeriat gelmeden, insan fiillerine ilahî ahkâm taalluk etmez, insanlar vahiy gelmeden önce şer'î ahkâmla mükellef olmazlar, derler. Mutezileye göre güzellik ve çirkinlik hükmün illetidir. Bu sebeple insan fiilinin güzellik ve çirkinlik niteliğine sahip olması, hükümlerin fiillere taallukunu gerektirir, güzellik ve çirkinlik gizli ve kapalı olduğu için aklın idrâk edemediği fiillere, şeriat gelmeden önce hüküm taalluk etmese de, güzelliği ve çirkinliği açık ve aklen malum olan fiillere ilahî hükümler taalluk eder, onun için aklın idrâki dışında kalan meselelerde şer'î mükellefiyet olmasa da, aklın idrâk sahası içine giren meselelerde, şeriat olmasa bile insanlar ilâhî tekliflerle mükelleftirler. Bu konuda bazı Maturİdiler Eş'arüiği kabul ederek, “Peygamber gelmeden şer'i mükellefiyet olmaz” dorler. Diğerleri ise, sadece Allah'ı tanımanın vacib olması konusunda Mutezile mezhebini kabul ederler. Fakat son görüşü benimseyen Maturidîler de iki kısma ayrılmışlardır. Maturidî ve onu takib eden bazı âlimlere göre mutlak olarak Allah'ı tanımak vacibdir. Hatta bulûğ çağma ulaşmamış olan çocuklar için bile iman farz, küfür haramdır. Diğer bazıları da çocukların mükellefiyetini kabul etmedikleri gibi bulûğ çağına ulaşanlar için de bu konuda mücerred akıl kâfi değildir, tecrübeye dayanan bir akıl ve iz'an lâzımdır derler. Bulûğ çağma erdikten sonra, Allah'ın var olduğunu tefekkür, nazar ve istidlal ile idrâk edebilecek kadar bir tecrübe zamanının geçmesi şarttır. Bu sebeple, bazı Hanefî âlimlerine göre bu tecrübe zamanı geçmeden evvel ne imana ne de küfre itikad etmeksizin ölenler hakkında uhrevî mesuliyet söz konusu olamaz. Lakin tecrübe müddetinden sonra bu şekilde ölenler uhrevî cezaya çarptırılırlar. Çünkü insan için, bulûğ çağından sonra şu sanatkârâne bir şekilde ortaya çıkan ve söylenen kavramları aklın idrâk edeceğini inkâr etmeyiz. Biz ancak Allah'a nisbetle medh ve sevabı veya zemm ve cezayı hak etmek mânasına gelen güzelliği akıl idrâk edemez, diyor ve bunu inkâr ediyoruz. Maturidtlerin delilleri Mutezile ile Maturidilere göre güzellik ve çirkinlik aklîdir, şer'î değildir. Şeriatın gelmediği farz edilse, akıl mutlak olarak ihtiyarî ve iradi fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini idrâk eder. Ancak bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini zarurî ve bedihî olarak, apaçık şekilde idrâk ettiği halde, diğer bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini nazar ve istidlal sonunda düşünerek idrâk eder. Diğer bazı fullerin güzelliğini ve ve çirkinliğini de, gizli ve. kapalı olması dolayısiyle şeriatın açıklaması sayesinde idrâk eder. Mutezile ile Maturidiye arasında şu kadar bir fark vardır: Mutezilenin bir kısmına göre güzellik ve çirkinlik fiillerin zatından doğan zatî ve aslî sıfatlardır. Diğer bir kısmına göre fiillerin mahiyetinden hariç bir sıfattan neşet etmiştir. Maturidîlere göre, güzellik ve çirkinlik, ister fiillerin aslından doğan ve onlara ait zati sıfatlar olsun, ister başka bir sıfattan veya diğer itibarî şeylerden doğan izafî vasıflar olsun eşittir ve mutlaktır. Bu sebeple Eş'arîlerin yukardaki delillerinden bir kısmı Maturidîlere karşı ileri sürülemez. 1. Güzellik ve çirkinlik, eğer hakikatte ve haddizatında mevcut olmayıp da mücerred din ve şeriatın gelişi ve ijibarı ile kesinlik kazan-saydı, vahiy gelmeden evvel meselâ namaz kılmakla zina etmek fiilinin arasında güzellik ve çirkinlik bakımından tam bir eşitliğin bulunması icab ederdi. Bu duruma göre daha sonra gelen vahyin namazı farz, zinaya haram kılması aksini yapmasından daha iyi ve daha doğru olmazdı. Güzellik ve çirkinlik bakımından tamamiyle birbirine müsavi olan iki fiilden birini farz, diğerini haram kılmak, ortada bir sebep ve tercih vasıtası olmadan birini diğerine tercih etmek demek olur ki,. Allah'ın yüce hikmetine uygun düşmez. 2. Güzellik ve çirkinlik, eğer haddizatında mevcut ve aklen malum olmasaydı, insanlarda iyilik ve kötülük namına hiç bir şeyin bulunmaması icab ederdi. Bu duruma göre insanları din ve şeriata tabi tutmamak, diğer hayvanlar gibi başı boş olarak serbest bırakmak lâzım gelirdi. Çünkü aksine bir muamele, gerek yokken, onları özel zevklerinden mahrum etmek suretiyle baskı altında tutmak ve faydasız olarak hürriyetlerini kısıtlamak demektir. Bu ise abesle iştigâl olurdu, özellikle dinî hükümlere riayet etmeyenleri bundan dolayı en ağır cezalarla cezalandırmak ve azab çektirmekte hiç bir mâna ve hikmet bulunmazdı. Bu ise Allah'ın şanına lâyık düşmez. Din ve şeriat vaz' etmede büyük hikmetler ve çok faydalar vardır. Bunu inkâr, akim verdiği zarurî hükümleri inkâr olur. Buna şahid olan bir çok âyet ve hadis vardır. 3. İyilik ve adaletin güzelliği, kötülük ve zulmün çirkinliği bütün akl-ı selim sahiplerince ittifakla kabul edilmiştir. Hiç bir dine bağlı olmayanlar bile âdetleri, görenekleri, menfaat ve maksatları başka başka olduğu halde, bunda ihtilâf etmemişlerdir. Eğer bu nevi fiillerin güzelliği veya çirkinliği aklen ve. zarurî olarak kabul edilmemiş olsaydı, vâki ittifak husule gelmezdi. “Bu gibi fiillerin güzelliği ve çirkinliği herkesin maksadına, maslahatına ve menfaatına uygun olmasından veya olmamasındandır”, itirazı sadece Mutezileden bir kısmına karşı üeri sürülebilir. Mutezileden diğer bir kısma ve Maturidîlere karşı ileri sürülemez. Zira biz; güzellik ve çirkinlik mutlaka ve behemahaî zatî vasıflardır, demiyoruz. Bir fiilin güzellik vasfına sahip olması için umumun maslahatına uygun olması da bizce kâfidir. İyi huyların fazilet, kötü huyların rezilet olduğu konusunda da durum budur. Bunlar öyle sabit ve değişmez hakikatlardır ki, hiç bir akl-î selim sahibi tarafından inkâr edilemez. Nitekim siz Eş'arîler de bunu kabul ediyorsunuz. Fakat istinat ettiğiniz delilin şeriat olduğunu zan-nediyorsunuz. İşte asıl hatanız buradadır. İkinci konu: Fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilahî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, gerektirmez mi? Eş'arîler, güzelliği ve çirkinliği inkâr ettiklerinden şeriat gelmeden, insan fiillerine ilahî ahkâm taalluk etmez, insanlar vahiy gelmeden önce şer'î ahkâmla mükellef olmazlar, derler. Mutezileye göre güzellik ve çirkinlik hükmün illetidir. Bu sebeple insan fiilinin güzellik ve çirkinlik niteliğine sahip olması, hükümlerin fiillere taallukunu gerektirir, güzellik ve çirkinlik gizli ve kapalı olduğu için aklın idrâk edemediği fiillere, şeriat gelmeden önce hüküm taalluk etmese de, güzelliği ve çirkinliği açık ve aklen malum olan fiillere ilahî hükümler taalluk eder, onun için aklın idrâki dışında kalan meselelerde şer'î mükellefiyet olmasa da, aklın idrâk sahası içine giren meselelerde, şeriat olmasa bile insanlar ilâhî tekliflerle mükelleftirler. Bu konuda bazı Maturİdiler Eş'arüiği kabul ederek, “Peygamber gelmeden şer'i mükellefiyet olmaz” dorler. Diğerleri ise, sadece Allah'ı tanımanın vacib olması konusunda Mutezile mezhebini kabul ederler. Fakat son görüşü benimseyen Maturidîler de iki kısma ayrılmışlardır. Maturidî ve onu takib eden bazı âlimlere göre mutlak olarak Allah'ı tanımak vacibdir. Hatta bulûğ çağma ulaşmamış olan çocuklar için bile iman farz, küfür haramdır. Diğer bazıları da çocukların mükellefiyetini kabul etmedikleri gibi bulûğ çağına ulaşanlar için de bu konuda mücerred akıl kâfi değildir, tecrübeye dayanan bir akıl ve iz'an lâzımdır derler. Bulûğ çağma erdikten sonra, Allah'ın var olduğunu tefekkür, nazar ve istidlal ile idrâk edebilecek kadar bir tecrübe zamanının geçmesi şarttır. Bu sebeple, bazı Hanefî âlimlerine göre bu tecrübe zamanı geçmeden evvel ne imana ne de küfre itikad etmeksizin ölenler hakkında uhrevî mesuliyet söz konusu olamaz. Lakin tecrübe müddetinden sonra bu şekilde ölenler uhrevî cezaya çarptırılırlar. Çünkü insan için, bulûğ çağından sonra şu sanatkârâne bir şekilde |