๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi ve İslam Akaidi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:26:29



Konu Başlığı: Halk Kesb
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:26:29
1. Halk-Kesb


Bunun tahkiki ve mahiyetinin izahı şudur: insanın kudretini ve irâdesini bir iş yapmaya sarfetmesi “kesb” (kazanmak)dir. Bu­nun peşinden Allah Taâlâ'nın fiili ve işi icad etmesi “halk” (ya­ratmak) tır. Buna göre bir makdûr, iki kudretin dahilinde ve tesiri altında bulunmaktadır. Ama yönleri değişiktir.

Fiil, icad yönünden Allah Taâlâ'nın makdûru, kesb cihetin­den ise insanın makdûrudur, (Çıkmazdan kurtulmak için, Allah Ha­lik, kul kasibtir, denecek kadar ve) bu ölçüdeki manâ zarurîdir. Be­şerî kudret ve irâde (ve bunların tesiri) bulunmakla beraber, insan fiilinin Allah Taâlâ'nın halkı ve icadı ile olması meselesinin hakika­tim açıklamak için ifadeyi bundan daha fazla kısaltmaya da kadir değiliz.

(Halk nedir, kesb nedir ve) bu ikisi arasındaki fark nedir, ko­nusunda kelâm âlimlerinin muhtelif ifadeleri (ve tarifleri) bulun­maktadır.

Meselâ: 1. Kesb âletle (ve organla) vâki (fiil) dir. Halk, ise alet­sizdir.

2. Kesb, insanın kudretinin mahallinde  (yani bedeninde)  vâki olan bir makdûrdur. Halk ise hâlıkın kudretinin mahallinde  (yani zatında) vâki bir makdûr değildir.

3. Kesb, kadirin tek başına yapması mümkün olmayan şeydir. Halk, kadirin yalnız olarak   yapması mümkün ve sıhhatli olan iş­tir [57].

Soru: Böylece, Mutezile'ye isnad ettiğiniz “ortaklık kabul etme”, esasım siz de kabul etmiş olmuyor musunuz? (Kulun, fiilinde kasd ve ihtiyarı varsa, fiilini Allah'la ortaklaşa yapmış olmuyor mu?).

Cevap: Şirket ve ortaklık, iki zattan herbirinin, diğerinden ayn olarak sadece kendisine mahsus olan bir şey için bir araya gel­meleri ve toplanmalarıdır. Köy ve mahalledeki ortaklar gibi. t Yani herbirinin kendine ait şeyden bir hisse ortaya koyarak ortaklık kur­malarıdır).

İnsan, kendi fiilinin halikı, Allah da (insanda ve diğer şeylerde mevcut olan) sair arazların ve cisimlerin halikı kılmsa, şirk işte o zaman lazım gelir. Bir iş, değişik yönlerden iki şeye nisbet edilmek­le şirk ve ortaklık lazım gelmez. Meselâ bir toprak parçası, yaratma yönünden Allah Taâlâ'nın mülküdür, fakat üzerinde tasarruf etme hakkının sübûtu yönünden insanın mülküdür. însan fiilinin yaratma yönünden Allah Taâlâ'ya, kesb yönünden insana nisbet edilmesi de aynen böyledir.

Soru: Çirkin olan bir şeyin kesbi çirkin ve sersemlik (sefeh) oluyor ayrıca yerilmeyi ve cezalandırılmayı da gerektiriyor. Peki aynı şey, (o fiilin) yaratılmasında neden söz konusu olmuyor? (Halbuki fiilin meydana gelmesinde yaratmak, kesbten daha büyük rol oynu­yor) .

Cevap: Hâlık olan Allah'ın hakim olduğu sabit olmuştur. O, neti­cesi güzel olmayan bir şey, -her ne kadar bu neticenin ne olduğunu bilmesek de -yaratmaz. Bunun içindir ki, biz kesinlikle şuna ina­nırız: Çirkin bulduğumuz fiillerde bir takım hikmet ve maslahatlar bulunabilir. Nitekim pis, zararlı ve elem verici cisimlerin yaratılma­sında bu durum söz konusudur. Halbuki kâsibte durum böyle değil­dir. Zira o bazan güzel bir iş, bazan da çirkin bir iş yapar. Onun için, dinen nehyedilmiş olan çirkin bir şeyi kesbetmeyi çirkin, sefihlik, yerilmeyi ve ceza görmeyi gerektirici olarak kabul ettik [58].

“Güzel olan insan fiili”, yani dünyada övülme konusu ve hemen ondan sonra âhirette de sevap konusu olan fiillere “güzel fiil” denir.

Fakat “güzel fiili”, mubahı da şümulüne alması için: “yerilme ve ceza görme ile ilgisi bulunmayan fiildir” şeklinde tarif ve tefsir etmek da­ha iyi olur.

“Güzel olan insan fiili, Allah Taâlâ'nın rızasıyledir”

Yani bir itiraz, karşı çıkış ve men bahis konusu olmadan Allah'­ın iradesiyle vukua gelir.

“Çirkin olan insan fiili” (yani dünyada yerilme ve âhirette azab görme durumu ile ilgili bulunan)“Allah'ın rızasiyle değildir”

Zira Allah, bu nevi fiillere karşı çıkmış, itirazda bulunmuş, ve onları menederek, “Allah, kullarının küfür üzere olmalarına razı ol­maz” [59]buyurmuştur. Yani irâde, meşiyet ve takdir her nevi fiile, rızâ, mahabbet ve emir ise çirkin fiillere değil, sadece gü­zel amellere taalluk eder [60]


[57] Bu konudaki diğer tarifler de şunlardır:

1. Üstad İsferaİnî: İnsan fiili iki kuvvetin toplamından meydana gelir. İki kudretin de insan fiilinin var olmasında ayrı ayrı tesirleri var­dır. Bu iki kuvvetten biri Allah'a, diğeri kula aittir.

2. Bakillânî: Allah'ın kudreti fiilin aslına, insanın kudreti ise vasfına tesir eder. Yani fiili  meydana getiren     Allah'ın kudretidir, ama  ona

günah veya sevap iş yaptırma niteliğini kazandıran insanın kudreti­dir. Fiilin yaratılması Allah'a, kullanılması insana aittir. Çocuğa bir şamar vurulsa, şamarın zatı Allah'ın kudretiyledir. Fakat gaman vu­ranın maksadı çocuğu terbiye etmek ise sevap, ona eziyet etmek ise günah olur,

İmamu'l-haremeyn: Fiil, başlangıç itibariyle Allah'ın insanda yarat­tığı niteliklerin kaçınılmaz sonucu olarak ve zarurî bir şekilde meyda­na gelmektedir. İnsan irâdesinin bunda tesiri yoktur. Fiilin aslını da vasfını da insan irâdesinin dışında kalan iç ve dış âleme ait şartlar tayin etmektedir ( determinizm). Filozofların kanaati da budur. Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre insan fiili; icad yönünden Allah'ın kudreti, kesb bakımından insan kudreti ile vâki olmaktadır. Bu tarifler “kayıtsız şartsız, insan kendi fiilini kendisi yapar, kendi kaderini, hiç bir dış müdahale olmadan bizzat kendisi tayin eder”, diyen Mutezile ile “yapılan işlerin hiç birinde beşerî irâde ve kuvve­tin tesiri yoktur” diyen Cebriye arasında, iki aşırı ve birbirine zıd görüşler arasında tutulan ortalama yollardır, Kestelî'nin de dediği gibi bu noktada kelâm âlimleri bitmişler, tükenmişler ve dayanacakları sağlam bir mesned bulamamışlardır.

Eş'ari'nin bu konudaki görüşlerini İzmirli şöyle özetliyor:

 “İnsan için hadis bir kudret ve irâde vardır. Fakat hadis olan bu kudretin makdûru (işi) icadda hiç bir tesiri yoktur. Sadece makdûra iktirani vardır ki, ona kesb derler, insan kâsib ve kazanan, Allah Hâlık ve yaratandır. Kesb, kudretin mahalli ile, yani insan bedeni ile kâim olan bir fiildir. Halk, kudret mahallinden, hariç olan bir fiildir, Al­lah'ın zatının dışındaki bir iştir.

“Kesb,kulun kudretinin makdûra iktiramıdır”, “beşerî gücün iş ve fiille beraber ve birlikte bulunmaları halidir.”

Eş'arî'nin kesb anlayışı çok dakik olduğu için, “Şu iş, Eş'arî'nin kesb nazariyesinden daha ince ve dakiktir”, sözü darb-ı mesel olmuştu. Çünkü ona göre âciz ile kadir arasında bir fark kalmıyor, her ikisin­de de tesir bulunmuyor. Eş'arî, Mutezileye o kadar muhalefet ediyor­du ki Cehmiyeye ve Cebriyeye yaklaşıyordu. Sadece kesb ile ondan ayrılıyordu.  (Cebr-i mutevassıt).

Eş'arî'ye göre, halk (yaratma fiili) maklûkun tekvin mükevvenin aynı olduğundan, Allah'ın fiili mef'ûlünden ibaret oluyor. Bu duruma göre insanların fiilleri Allah'ın fiili oluyor. Bu ise kayıtsız ve hâlis bir cebir olduğundan, Eş'arî, içine dü§tüğü cebir çukurundan kendini kurtar­mak için, insanlar hakkında mecaz yolu ile kullanılan “insanların fi­illeri” tabiri için bir kesb niteliğinin var olduğun usöylüyor. Hadis kudretin makdûra iktiranından ibaret olan “kesb” sebebiyle ezelî kud­ret fiili yaratıyor, İşte bu kesb teklife mahal oluyor da bununla tek lif sakıt olmuyor. Eş'arî bu konuda Ehl-i sünnetin cumhuruna muha­liftir”  (Bk. İzmirli, I, 110).

Maturidîlere göre, “Kesb, azm-i musammam” (kesin, sa­mimi ve değişmez bir karar ve irâde yönelmesi)dir. (Bk. İzmirli, I, 113). İrâde, ilme uygun şekilde taalluk eder, taalluku ezelîdir. Allah'ın ilmi gibi irâdesi de değişmez. İki türlü irâde vardır: 1. Tekvini ve kevnî İrâde, 2. Teşri'î ve dinî irâde.

Birincisi meş:yet, ikincisi rızâ ve mahabbet demektir. Dini irâde, mu­radın vukua gelmesini icab ettirmez. Kevnî irâde hayra, şerre, güna­ha ve sevaba taalluk eder. Dini irâde sadece hayra taalluk eder. Ayetlerdeki irâde bu iki manâda kullanılmıştır. Bundan dolayı Allah Taâ­lâ'mn iki türlü kanunu vardır.

1. Tabiat kanunları, kevnî irâdenin eseridir. Âdetullah, sünnetüllah.

2. Dinî kanunlar, teşri'î irâdenin eseridir. “Halk da emir de ona ait­tir”  mealindeki  âyet bunun şahididir.  Tabiat kanunları,  kevnî irâde­nin eseri olduğu için beşerî irâöe ve kudretle değişmez. Dinî kanun­lar teşriî irâdenin  neticesi  olduğu İçin,  bunların  vukua  gelmelerinde insanların tesirli  olduğu görülür. İrâde gibi ilahî emirler, ilahî kaza, Allah'ın izni ve Hakk Taâlâ'nın kitabı da tekvini   (kevnî)  ve teşriî (dinî) diye ikiye ayrılır (Bk. izmirli, II, 108, 109).

[58] Bu konuyu Seyyid Bey şöyle hulasa etmektedir:

“Eş'arîye ile Mâturidîye arasında vaki olan ihtilafların en esaslısı irâ­de-i cüz'iye hakkındadır.

Mutezile, “kul fiilinin halikıdır, insan fiilinde ilahî irâdenin dahli ve te'siri yoktur, onun için insan fiil ve hareketlerinde tamamiyle ser­besttir, her ne yaparsa mücerred kendi kudret ve iradesiyle yapar. Kı­saca insan kendi fiilinin halikı ve mucididir”, demiştir. Bu nazariyeye göre, birden çok halikın var olması lazım gelir.

Cebriye bu fikrin tamamen zıddı olarak, insanda irâde ve kudret na­mına hiç, bir şeyin mevcut olmadığını savunarak: “insan bütün hare­ketlerinde cebir ve ızdırar altındadır”, demiştir. Onlara göre insanın ne kasdi, ne irâdesi, ne de ihtiyarı vardır. însan fiiliyle, muharrik bir kuvvetin tesiri neticesinde hareket eden ağaç ve cansız maddenin ara­sında asla bir fark yoktur. Bu fikrin bâtıl olduğu açık olmakla beraber, bu kanâata göre de şer'i fiiller abes olur ve insana fiilleri karşılığında mükâfat ve ceza vermek manâsız kalır.

Ehl-i sünnete gelince: Bu iki nazariye ifrat ve tefritten ibarettir. Her şeyi yaratan Allah'tır. Fakat iradeli ve ihtiyarî fiillerde insanın irâde-i cüziyesi vardır. İrâde-i cüziye, irâde kuvvetinin bir işe sarfından, yani fiil ve terkinden birine taalluku demektir ki, kasd, tercih ve ihtiyar sözleriyle de ifade edilir.

Bu irâde-i cüziye mahlûk mudur, değil midir? Bu hususta Eş'arilerle Maturidîler arasında ihtilaf vardır. Eş'arîlere göre mahlûktur. Eş'arî-ler cebirden kaçmak istedikleri halde cebirden kurtulamamışlardır. Çünkü irâde-i cüziye mahlûk olunca, insanın kendi kudret ve irâde­sini sarfetmeye mecbur, muzdar ve mahkum olması gerektiğinden netice itibariyle yine cebir sonucuna varılıyor. Onun için şer'î teklif­ler yine abes olmak durumuna düşüyor. Cebriye ile Eş'arîye arasın­daki fark, Cebriyeye göre cebir keyfiyeti birinci derecede lazım geli­yor. Eş'arîler, kendi nazariyelerini bu mahzurdan kurtarmak için «İrâde-i cüziye mahlûktur demekten maksat, bu irâdenin sebepleri olan iştiyak ve arzular (devâî) mahlûktur, Allah'tandır» diyerek tevfik etmek, yani çelişkiden kurtulmak isterler. Halbuki bununla da ken­dilerini cebirden kurtaramazlar. Çünkü bu takdirde yine üçüncü de­recede cebir lazım gelir.

(Cebriyenin açıkça söylediğini, Eş'arîler dolaylı olarak söylerler, Cebr-i mutavassıt. Eş'arîlerin bu konuda üzerinde durdukları ve sık sık tekrar ettikleri iki Önemli cümleleri ve itikadı vecizeleri şudur: “el-insan muztarrun fi suretin muhtarin”-insan ızdirar ve cebir, altındadır ama sureten ve şeklen irâde ve ihtiyarı vardır-. “el-insanü muhtarun fi fiilihi ve muzdarrun fi meşiyetihi” “insan fiillerinde muhtardır; dilediğini serbestçe yapar ama irâdesi cebir ve ızdırar altındadır. Allah dilemedikçe hiç bir şey dileyemez. İrâdesi, Allah'ın irâdesine tabi ve merbuttur. (Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Makösıd, II, 142).

Eş'ariîerin her iki cümlelerinde de derin bir çelişki yatmaktadır. İn­san irâde sahibi ise cebir altında değildir. Cebir altında ise irâdesi yok­tur. Burada üçüncü bir hal mevcut değildir. Fakat Eş'arîler, insanda irâdenin mevcut olup olmadığı konusundaki aklî ve naklî delilleri muteanz ve mutenakız, yani birbiriyle karşılaşan ve çelişen bir durumda gördükleri için bu nevi delilleri uzlaştırmak ve bağdaştırmak niyetiyle bu iki cümle ile ifade edilen bir kanâata ulaşmışlar, aslında sayısı çok olan muteanz ve mutenakız aklî ve naklî delilleri, yine mu­teanz ve mutenakız bir şekilde bir cümlede birleştirmekten başka bir şey yapmamışlardır: “însan muhtar suretinde muzdârdır” sözü, insan­da hem irâde vardır hem de yoktur, manâsına gelmekte, böylece bir çelişki meydana getirmekte, fakat cebre öncelik ve ağırlık verilmek suretiyle bu çelişki ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Zira buna gö­re insandaki irâde hürriyeti ve serbestisi sadece surette ve şekilde kal­maktadır. Esasta hâkim ve müessir olan sadece Allah'ın külli, umumî ve her şeye şamil olan mutlak iradesidir.

Bu bahiste her nevi mahzurdan salim olan fikir, Maturidî'ye fikridir. Maturidîler aleyhinde şöyle bir itiraz ileri sürülmüştür: îrâde-i cüziye Allah'ın mahlûku olmayıp insanın sun'u ve fiili ile vâki olursa, insan onun hâhkı olmak lazım gelir. Bu ise Mutezile mezhebinden başka bir şey değildir. îrâde-i cüziyeyi insan da yaratmamıştır, denilirse, bu takdirde de hâhksız bir mahlûk bulunmak icab eder. Böylece her haIukârda Mutezile gibi, Mâturidîlere göre de Cenâb-ı Hakk'm her şe­yin halikı olmaması gerekir.

Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Her şeyin halikı Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat irâde-i cüziye “şey” (obje) değil­dir. Zira şey, emr-i mevcuda yani, var olan bir hususa denir. Çünkü Arapçada “şey”, mevcut manâsına gelir. îrâde-i cüzîye ise zemânî ol­mayarak ve bölünmez bir an içinde defaten" insanda meydana gelen bir keyfiyettir. Buna “hal” adı verilir. Ve bu umûr-i itibariye kabilin­den olup emr-i mevcud değildir. Onun için irâde-i cüziye hâlike muh­taç olmaz, halk fiili ona taalluk etmez.

Bu cevaba da şu şekilde itiraz olunmuştur: Bilumum ihtiyarî fiillerin merujeî ve mesnedi olan irâde-i cüziyeye “emr-i itibarîdir”, (Bir mutebirin   İtibarından  ibarettir),   demek  makul  değildir.   Çünkü itibarî olan bir şey bunca insan fiilinin menşeî olamaz.

Bu itiraza da şu    şekilde cevap verilmiştir:    Umûr-i itibariyenin iki manâsı vardır:

a) Emr-i itibari:Hakikatte ve nefse'l-emrde mevcud  olmayıp mücerred bir mu'tebirin (ve bir İnsanın)  itibarından ibarettir ki, bunlar evham ve hayaller kabilindendir. Bu gibi şeylere de emr-i itibari de­nilir.

b) Emr-i itibarî: Hakikatte ve nefse'l-emrde mevcuttur. Şu kadar ki, hariçte bir zamanda vücud ile muttasıf değildir. Bu manâya göre bir emr-i  itibarînin hakikî varlığı  venefse'1-emri mevcuttur. Öyle yal­nız bir mu'tebirin itibarından ibaret değildir. îşte “irâde-i cüziye emr-i itibarîdir”  demek bu ikinci manâya göredir. Bu cihetle, ileri sürülen itiraz bahis konusu olamaz (Mutezilenin açıkça söylediğini Maturidî­ler dolaylı olarak söylerler) (Tefuîz-i mutavassıt).

Eş'arîler, “insan kendi fiilini kendisi kesbeder, kazanır. Şer'î teklifler insanın kesbine taalluk eder” derler. Biz deriz ki: Bir kere cüzî irâ­denin mahlûk olduğuna itikad edildikten sonra kesbin de, kesbin se­bebi ve âmili olan şeylerin de mahlûk olduğuna itikad etmek icab eder. Bir kere kesb denilen şey nedir? Ya insanın fiilidir veya değildir, însan fiili ise, Eş'arîler bütün beşerî fiillerin mahlûk olduğuna itikad ederler. însan fiili değilse, yine mahlûk demektir. Her iki halde de Al­lah'ın fiili demek olur. Şu halde insana bir işi teklif etmek, Allah'a ait ve ona has olan bir fülin icrasını insandan istemek demek olur. Bu fi­kirler, kesbe temel olan devâî ve sebepler için de aynen geçerlidir. En büyük Eş'arî kelâmcısı Fahruddîn Râzî, Muhassal isimli eserinde esbab ve devâînin Allah tarafından yaratıldığını açıklamış, İnsan fiilinin zarurî ve izdırarî olduğunu kesin bîr dille ifade etmiştir” (Bk. Seyyid Bey, Usûl-i fıkıh dersleri, II, 7. îst. 1330/1911).

[59] Zümer: 39/7,

[60] “Emredilen her şeyin güzel, nehyedüen her şeyin çirkin olması za­rurîdir”. Hüsün ve kubuh (Güzellik ve çirkinlik) tabirleri muhtelif ma­nâlarda kullanılmıştır. Burada bir fiili işleyen failin Allah tarafından medh ve sevaba veyahut da zemm ve cezaya müstahak olması manâsı kasdedilmektedir. Emredilenin güzellik, menedilenin çirkinlik niteli­ğine sahip olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Ancak, bu husus akli midir, şer'î midir konusunda ihtilaf edilmiştir.

Cebriye ve Eş'arîyeye göre hüsün ve kubuh şer'îdir. Esasen ve biza­tihi insan fiilinde güzellik ve çirkinlik diye bir şey yoktur. Güzellik ve çirkinlik §er'î hitapların fiillere taalluku ile hasıl olan şer'i mev­zuattan ibarettir. Şeriat ve vahiy gelmeden evvel insan aklı tek başına ve müstakil olarak fiillerin güzel veya çirkin olduğunu idrâk edemez. Onun içindir ki, hüsün şâri'in emrinin, kubuh da sâri'in nehyinin mu­cibi ve eseridir. Yani, emredilen fiiller Allah tarafından emredildiği için güzeldir. Nehyedilen işler de O'nun tarafından nehyedildiği için çirkindir. Yoksa esasen güzel veya çirkin oldukları için emr veya nehy olunmuş değillerdir. Aklın bu konuda asla dahli ve tesiri yoktur. Akıl ancak şer'î hitapları anlamaya ve kavramaya yarayan bir âlettir, bir fehm ve idrâk vasıtasıdır.

Mutezile ve Maturidiyeye göre durum aksinedir. Hüsün ve kubuh aklî­dir. Realitede vardır, hakikatte mevcuttur, şer'î mevzuattan ibare* (nisbî ve izafî bir şey) değildir. Fiillerin güzellik ve çirkinlikle nite­lenmesi, şeriatın ve vahyin gelişine bağlı değildir. Akıl, sadece ger'i hitaplara âlet olmaktan ibaret değildir. Allah'ın varlığını ve birliğini tanımak, bilmek, İman etmek, adalet, iyilik, iyiliği yapana teşekkür ve can kurtarma gibi bazı fiiller vardır ki, akıl bunların güzelliğini; küfür, yalan, zarar verme, zulüm, düşmanlık, kin, nankörlük yapmak ve haksız olarak suçsuz birini öldürmek gibi diğer bazı fiiller daha vardır ki, onların da çirkinliğini, değil şeriatın ve vahyin gelişi ile, hatta nazar ve istidlale bile muhtaç olmadan bedâhatle idrâk edebilir. Hak olanı hâkim kılmak için cihadın ve bir caninin elinden bîr ma­sumu kurtarmak için ihtiyar olunan kizbin (yalanın) güzelliği; mücerred şahsî bir menfaat temin etmek için kimseye zarar vermeyen faydalı kizbin çirkinliği gibi bazı fiillerin güzelliği veya çirkinliği na­zar ve istidlal ile idrâk edilir.

işte akıl bu gibi fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini idrâk için şeriata muhtaç olmaz. Fakat güzelliği ve çirkinliği gizli olan ibadet nevilerin-de, şekillerinde ve suretlerinde, halk arasında câri olan muamele ve münasebetler gibi diğer bir çok fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini idrâk etmek için şeriata ve vahye muhtaç olur, Bu gibi fiillerin güzel­lik veya çirkinliğini de şeriatın ve vahyin irşad ve beyanı ile idrâk eder. «Şer-i şerif dahi bilumum îslâm mezheplerinin ittifakı üzere vücub ve hürmet gibi hükümlerle hâkim olmakla beraber, aklın idrâk ettiği fiillerin güzelliğini veya çirkinliğini te'y id, ve te'kid, aklın idrâk et­mediği yerlerde güzelliği ve çirkinliği keşf ve izah eder». Kısaca güzellik Allah'ın emrinin, çirkinlik nehyinin medlulüdür, mu­cibi ve eseri değildir. Yani emredilen fiiller esasen ve haddizatında güzel olduğu için şer'an emrolunmugtur. Nehye konu olan fiiller de as­lında ve bizatihi çirkin olduğu için men edilmiştir. Yoksa Eş'arîlerin dedikleri gibi emr veya nehyolundukları için güzel veya çirkin olmuş değillerdir.

Güzellik ve çirkinlik mânasına gelen hüsün ve kubhun beş mânası vardır:

1. Maksada uygun olana güzel, olmayana çirkin denir. Adaletin güzel, zulmün çirkin oluşu gibi.

2. Tabiatı mülayim olana güzel, olmayana çirkin denir. Tatlı olan şey­lerin güzel, acı olan şeylerin çirkin oluşu gibi.

3. Kemâl sıfatı  olana güzel, kusurlu ve eksik olana çirkin denir. îl-min güzel, cehaletin çirkin oluşu gibi.

4. Medh  u  senaya  değer  olan  şey  güzel,  kötülenmeyİ  ve   yerilmeyi gerektiren   şey  çirkindir.   Cömertliğin  güzel,  cimriliğin  çirkin  oluşu gibi. 2. 3. ve 4. mânadaki güzellik ve çirkinlik anlayışım ve kavramını 1. mânada toplamak mümkündür.

5. Allah'ın medhine ve mükâfatına konu olan şey güzel, kötülemesine ve cezasına  konu olan  şey  çirkindir. îman, İbadet ve iyilik güzeldir. Küfür, zulüm ve düşmanlık çirkindir.

İlk dört mânada güzelliğin ve çirkinliğin aklî olduğu konusunda îslâm âlimleri arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf, sadece beşinci mânadaki güzel­liğin ve çirkinliğin şer'î veya akli olması konusundadır, îcab ve tahrim, yani bir şeyi farz veya haram kılmak mânasına gel­mek üzere «hüküm koymak», sadece Allah'a hastır. Bu mânada Allah'­tan başka hâkim, yani bir şeyi farz veya haram kılan yoktur. Bu mâ­nada akıl hâkim değildir. Mutezile de dahil olmak üzere bu temel fikre hiç bir İslâm mezhebi kargı çıkmamıştır.

Molla-Hüsrev ve İbn Kemâl gibi bazı sonraki usûlcüler tarafından Mu­tezilenin bu hususta aklı hâkim kıldığı beyan olunuyorsa da doğru değildir. Muhakkik olanların tahkikatına göre Mutezile'nin bu meselede muhalefeti yoktur. Zaten başka türlü de olamaz. Çünkü bu mânada aklı hâkim kılmak demek; aklı, şeriat koyucusu yapmak, din ve şeri­attan müstağnî kılmak demek olur ki, bu îslâm iddiasında bulunan­ların  diline yakışmaz.

Hüküm: “Bu fiil güzeldir, şu fiil çirkindir”, gibi ihbari cümlelerdeki haberle ilgili nisbet-i tâmmeyi idrâk ve izan mânasına alınırsa, bu takdirde Mutezileye göre akıl, güzellik ve çirkinlik konusunda hâkim olur, hüküm verir. Fakat bu surette “Hâkim” sözünün mânası farz veya haram kılan, başka bir ifade ile hüküm koyan, demek olmayıp belki güzelliği veya çirkinliği idrâk eden, demek olur. Biraz evvel izah edildiği  gibi bu fikirde Mutezile yalnız değildir.    Maturidîlerin cumhuru da onlarla beraberdir.

Vakıa bu bahiste Mutezile, Maturidîlerin cumhurundan ayrılarak başka bir yol tutmuşlar, onun için güzelliğin ve çirkinliğin vahiy gelmeden evvel vücûb ve hürmet gibi ilâhî hükümleri icab ettirdiğine kani ol­muşlardır. Lakin bu nazariyeyi benimsemekle, aklın hakikatta vücûb ve hürmet gibi hükümler ortaya koyan bir hâkim olduğunu kabul etmek İcab etmez. Bilhassa Mutezile bu fikirde de yalnız değildir. Allah hakkındaki marifetin vacib oluşunun keyfiyetinde başta İmam Maturidî olmak üzere ilk Mâturidîler, daha doğrusu Hanefî olan ulemanın cum­huru Mutezile ile beraberdirler. Güzellik ve çirkinlik meselesinde ihtilaf konusu olan üç husus vardır:

1. İhtiyarî fiiller, bizatihi ve reel olarak güzellik ve çirkinlik vasıf­larına sahip midir değil midir?  Diğer bir tabirle güzellik ve çirkinlik aklî midir, şer'î midir?

2.Yukarda soruya müsbet cevap verilirse, fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilâhî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, gerektirmez mi?

3.Güzellik ve çirkinlik, “itaat edene azab etmek”, “güç yetmeyen şe­yi teklif etmemek” gibi şeylerin caiz olmamasını gerektirir mi, gerek­tirmez mi?  Bu üç meselede Eş'arîlerle Mutezile birbirine  zıd değişik nazariyeler ileri sürmüşler, Maturidîler ise, birinci ve üçüncü meselede tamamen, ikinci meselede kısmen Mutezile ile birleşmişlerdir. Cebriye ile Eş'arîlere göre insan fiili aslında ve haddizatında güzellik ve çirkinlik  vasfına  sahip  değildir.   Güzellik  ve  çirkinlik fiillerin ne zatından ne mahiyetinden ve ne de fiillerle kaim bir sıfattan doğma­mıştır. Aksine vahyin gelişi ile, şer'î hükümlerin fiillere taalluk etmesi sebebiyle hasıl olmuş bir keyfiyettir. Bu bakımdan hakikatte güzellik ve çirkinlik yoktur.  Onun  içindir ki,  şeriat  yok  farz  edilecek    olsa, müstakil olarak akıl fiillerin güzel veya çirkin oluşunu idrâk edemez.

Eş'arîIerini delilleri

1. Evvelâ güzellik ve çirkinlik hangi mânada anlaşılırsa anlaşılsın fiillerdeki sabit ve istikrarlı zatî sıfatlardan değildir. Bilakis izafî, nisbî ve itibarî bir şeydir. Bu sebeple izafîliğin ve İtibarîliğin değişmesiyle değişir. Meselâ bir iş bir kimsenin maksadına ve tabiatına muvafık ve mülayim olursa, başka bir kimsenin maksadına ve tabiatına muhalif ve zıd olabilir. Bu takdirde belli bir iş bir şahsa göre güzel, fakat di­ğer bii şahsa göre çirkin sayılır.

Her insan kendine itibar eder, başkalarını hakir görür. Bir işin güzel­liğini ve çirkinliğini tesbitte kendi maksadını ve tabiatını esas Ölçü kabul eder. Maksadına, menfaatına ve tabiatına uygun olan işlerin gü­zelliğine, böyle olmayan fiillerin çirkinliğine hükmeder. Bu konuda başkalarını asla dikkate almaz. Bütün âlemin kendi maksa­dına tabi olmalarını ister. İşte bu psikolojik hal içinde insan, bazan bir şeyin mutlak surette çirkin olduğuna hükmeder. Çirkinliği ve fenalığı o şeyin zatına nisbet eder de «Bu şey haddizatında ve esas itibariyle çirkindir», der. Bir şeyin güzelliğine veya çirkinliğine hükmedilmesin!gerektiren saik ve âmil ikidir:

a) Hubb-ı nefs, kendini sevme.

b) Rıkkat-i cinsiye, hemcinsine merhamet ve şefkat duygusu. Hubb-ı nefs için insan, halkın medhu senasını kendisine çekmek mak-sadiyle birçok fedakârlıklara  katlanır.Aynı  zat,  kimsenin  göremiyeceği yerde aynı fedakârlığı göze alamaz. Belki de aksini yapar. İnsan hemcinsine karşı çok merhametli, pek rikkatli ve gayet şefkatlidir. Bu­nun içindir ki, suya düşen bir insanı kurtarmak için can ve başla çalış­tığı halde, bir hayvanı kurtarmak için  aynı  fedakârlığı  göze  alamaz. Avcılığı, en büyük zevk bilen insanlar az değildir.

Bu hususta vehmin, çevrenin, göreneklerin, geleneklerin, küçük yaş­tan beri nlman terbiye ve alışkanlıkların da pek büyük tesiri vardır. Bu gibi sebeplerden dolayı bir millete ve bir cemiyete göre güzel sayılan bir şey aynı zamanda diğer bir millet ve cemiyet tarafından çirkin sayılır. Diğer hükümleri zamana, mekâna, vasata, ferde ve cemiyete göre değişir.

Evet biz de kabul ederiz ki, bazı fiiller vardır ki, her yerde her za­man ve herkes tarafından güzel veya çirkin sayılır. Fakat bu, «güzellik ve çirkinlik o fiillerin zatında vardır, onun aslında ve bir realite olarak mevcuttur», mânasına gelmez. Biz diyoruz ki, bu gibi fiillerde umum nazarında güzellik ve çirkinlik vasfının bulunması, bu neviden olan fiillerde umumun maksat ve menfaatinin birleşmiş olmasındandır. Veyahut belli bîr dine bağlanılmasmdandır.

Diğer mânalar.daki güzellik ve çirkinlik de böyledir. Şahısların, mak­satların, hallerin ve menfaatlerin değişmesiyle değişir. îzafî, itibarî ve nisbî durumlara tabi olur. Fiillerin zatında sabit ve müstakar değildir.

2. Eğer güzellik ve çirkinlik fiillerin zatında ve aslında sabit aslî bir vasıf  olsaydı,  asla   değişmemesi  gerekirdi.  Halbuki   değişiyor.  Meselâ yalancılık çirkindir. Fakat suçsuz bir masumun hayatını, onu öldürme­ye kasdeden bir zalimin elinden kurtarmak için, başka çare kalmayın­ca yalan söylemek güzel sayılıyor, hatta vacib görülüyor. Eğer yalan­cılığın zatında ye aslında bir çirkinlik olsaydı, yalan söylemenin bu ko­nuda  güzel görülmemesi, şer'an ve aklen vacib görülmemesi gerekir­di. Zira  bir şeyin, zatına ait vasıflar izafî ve nisbî olan hallere  göre değişmez.

3.  İnsan fiili ihtiyarî ve iradî değil, ızdırarî ve cebrîdir. Zira İnsanların cüz'î irâdeleri de küllî irâdeleri de Allah tarafından yaratılmıştır. îrâdei cüziyenin mahlûk olduğu kabul edilmeyecek olursa deriz ki: însan fiil ve harekete sevkeden, irâde-i cüziyenin fiillere taalluk etme­sini sağlayan bâis, dâiye ve âmil  (istek ve arzular)  dediğimiz şeyler mahlûktur.

Bunların mahlûk olmadıkları söylenemez. Zira bu takdirde devr ve te­selsül lazım gelir. Netice itibariyle insan fiili ızdırarî ve cebrî olmaktan kurtulamaz. Izdırarî ve cebrî fiillerde ise güzellik ve çirkinlik düşünü­lemez. Bununla beraber biz Eş'arîler güzellik ve çirkinliğin esasta ve gerçekte var olmayıp izafi bir şey olduğunu söylemekle beraber, âdet­lerin cereyan tarzına göre halk arasında güzellik ve çirkinlik şeklindeortaya çıkan ve söylenen kavramları aklın idrâk edeceğini inkâr et­meyiz. Biz ancak Allah'a nisbetle medh ve sevabı veya zemm ve ce­zayı hak etmek mânasına gelen güzelliği akıl idrâk edemez, diyor ve bunu inkâr ediyoruz.

Maturidtlerin delilleri

Mutezile ile Maturidilere göre güzellik ve çirkinlik aklîdir, şer'î de­ğildir. Şeriatın gelmediği farz edilse, akıl mutlak olarak ihtiyarî ve iradi fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini idrâk eder. Ancak bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini zarurî ve bedihî olarak, apaçık şekilde idrâk ettiği halde, diğer bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini nazar ve is­tidlal sonunda düşünerek idrâk eder. Diğer bazı fullerin güzelliğini ve ve çirkinliğini de, gizli ve. kapalı olması dolayısiyle şeriatın açıklaması sayesinde idrâk eder.

Mutezile ile Maturidiye arasında şu kadar bir fark vardır: Mutezilenin bir kısmına göre güzellik ve çirkinlik fiillerin zatından doğan zatî ve aslî sıfatlardır. Diğer bir kısmına göre fiillerin mahiye­tinden hariç bir sıfattan neşet etmiştir. Maturidîlere göre, güzellik ve çirkinlik, ister fiillerin aslından doğan ve onlara ait zati sıfatlar olsun, ister başka bir sıfattan veya diğer itibarî şeylerden doğan izafî vasıf­lar olsun eşittir ve mutlaktır. Bu sebeple Eş'arîlerin yukardaki delil­lerinden bir kısmı Maturidîlere karşı ileri sürülemez.

1. Güzellik  ve  çirkinlik,  eğer hakikatte ve  haddizatında mevcut ol­mayıp da mücerred din ve şeriatın gelişi ve ijibarı ile kesinlik kazan-saydı, vahiy gelmeden evvel meselâ namaz kılmakla zina etmek fiili­nin arasında güzellik ve çirkinlik bakımından tam bir eşitliğin bulun­ması icab ederdi. Bu duruma göre daha sonra gelen vahyin namazı farz, zinaya haram kılması aksini yapmasından daha iyi ve daha doğru ol­mazdı.  Güzellik ve çirkinlik bakımından tamamiyle birbirine müsavi olan iki fiilden birini farz, diğerini haram kılmak, ortada bir sebep ve tercih  vasıtası  olmadan birini  diğerine  tercih  etmek  demek  olur ki,. Allah'ın yüce hikmetine uygun düşmez.

2. Güzellik ve  çirkinlik,  eğer  haddizatında mevcut ve aklen  malum olmasaydı, insanlarda iyilik ve kötülük namına hiç bir şeyin bulunma­ması icab ederdi. Bu duruma göre insanları din ve şeriata tabi tutma­mak, diğer hayvanlar gibi başı boş olarak serbest bırakmak lâzım ge­lirdi.  Çünkü  aksine  bir muamele,  gerek  yokken,  onları  özel  zevkle­rinden mahrum etmek suretiyle baskı altında tutmak ve faydasız olarak hürriyetlerini kısıtlamak demektir. Bu ise abesle iştigâl olurdu, özel­likle  dinî hükümlere riayet etmeyenleri bundan dolayı en ağır ceza­larla cezalandırmak ve azab çektirmekte hiç bir mâna ve hikmet bu­lunmazdı. Bu ise Allah'ın şanına lâyık düşmez. Din ve şeriat vaz' et­mede  büyük  hikmetler  ve  çok  faydalar  vardır.  Bunu  inkâr,     akim verdiği zarurî hükümleri inkâr olur. Buna şahid olan bir çok âyet ve hadis  vardır.

3. İyilik   ve   adaletin   güzelliği,   kötülük  ve  zulmün  çirkinliği   bütün akl-ı  selim sahiplerince  ittifakla kabul  edilmiştir. Hiç bir  dine bağlı olmayanlar bile âdetleri, görenekleri, menfaat ve maksatları başka başka olduğu halde, bunda ihtilâf etmemişlerdir. Eğer bu nevi fiillerin güzelliği veya çirkinliği aklen ve. zarurî olarak kabul edilmemiş ol­saydı, vâki ittifak husule gelmezdi.

“Bu gibi fiillerin güzelliği ve çirkinliği herkesin maksadına, maslahatı­na ve menfaatına uygun olmasından veya olmamasındandır”, itirazı sa­dece Mutezileden bir kısmına karşı üeri sürülebilir. Mutezileden diğer bir kısma ve Maturidîlere karşı ileri sürülemez. Zira biz; güzellik ve çirkinlik mutlaka ve behemahaî zatî vasıflardır, demiyoruz. Bir fiilin güzellik vasfına sahip olması için umumun maslahatına uygun olması da bizce kâfidir.

İyi huyların fazilet, kötü huyların rezilet olduğu konusunda da durum budur. Bunlar öyle sabit ve değişmez hakikatlardır ki, hiç bir akl-î selim sahibi tarafından inkâr edilemez. Nitekim siz Eş'arîler de bunu kabul ediyorsunuz. Fakat istinat ettiğiniz delilin şeriat olduğunu zan-nediyorsunuz. İşte asıl hatanız buradadır.

İkinci konu: Fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilahî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, ge­rektirmez mi?

Eş'arîler, güzelliği ve çirkinliği inkâr ettiklerinden şeriat gelmeden, in­san fiillerine ilahî ahkâm taalluk etmez, insanlar vahiy gelmeden ön­ce şer'î ahkâmla mükellef olmazlar, derler.

Mutezileye göre güzellik ve çirkinlik hükmün illetidir. Bu sebeple in­san fiilinin güzellik ve çirkinlik niteliğine sahip olması, hükümlerin fiillere taallukunu gerektirir, güzellik ve çirkinlik gizli ve kapalı ol­duğu için aklın idrâk edemediği fiillere, şeriat gelmeden önce hüküm taalluk etmese de, güzelliği ve çirkinliği açık ve aklen malum olan fiillere ilahî hükümler taalluk eder, onun için aklın idrâki dışında ka­lan meselelerde şer'î mükellefiyet olmasa da, aklın idrâk sahası içine giren meselelerde, şeriat olmasa bile insanlar ilâhî tekliflerle mükel­leftirler.

Bu konuda bazı Maturİdiler Eş'arüiği kabul ederek, “Peygamber gel­meden şer'i mükellefiyet olmaz” dorler. Diğerleri ise, sadece Allah'ı tanımanın vacib olması konusunda Mutezile mezhebini kabul ederler. Fakat son görüşü benimseyen Maturidîler de iki kısma ayrılmışlardır. Maturidî ve onu takib eden bazı âlimlere göre mutlak olarak Allah'ı tanımak vacibdir. Hatta bulûğ çağma ulaşmamış olan çocuklar için bile iman farz, küfür haramdır. Diğer bazıları da çocukların mükelle­fiyetini kabul etmedikleri gibi bulûğ çağına ulaşanlar için de bu ko­nuda mücerred akıl kâfi değildir, tecrübeye dayanan bir akıl ve iz'an lâzımdır derler. Bulûğ çağma erdikten sonra, Allah'ın var olduğunu tefekkür, nazar ve istidlal ile idrâk edebilecek kadar bir tecrübe za­manının geçmesi şarttır. Bu sebeple, bazı Hanefî âlimlerine göre bu tecrübe zamanı geçmeden evvel ne imana ne de küfre itikad etmeksizin ölenler hakkında uhrevî mesuliyet söz konusu olamaz. Lakin tec­rübe müddetinden sonra bu şekilde ölenler uhrevî cezaya çarptırılırlar. Çünkü   insan  için,  bulûğ  çağından  sonra   şu  sanatkârâne  bir  şekilde ortaya çıkan ve söylenen kavramları aklın idrâk edeceğini inkâr et­meyiz. Biz ancak Allah'a nisbetle medh ve sevabı veya zemm ve ce­zayı hak etmek mânasına gelen güzelliği akıl idrâk edemez, diyor ve bunu inkâr ediyoruz.

Maturidtlerin delilleri

Mutezile ile Maturidilere göre güzellik ve çirkinlik aklîdir, şer'î de­ğildir. Şeriatın gelmediği farz edilse, akıl mutlak olarak ihtiyarî ve iradi fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini idrâk eder. Ancak bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini zarurî ve bedihî olarak, apaçık şekilde idrâk ettiği halde, diğer bazı fiillerin güzelliğini ve çirkinliğini nazar ve is­tidlal sonunda düşünerek idrâk eder. Diğer bazı fullerin güzelliğini ve ve çirkinliğini de, gizli ve. kapalı olması dolayısiyle şeriatın açıklaması sayesinde idrâk eder.

Mutezile ile Maturidiye arasında şu kadar bir fark vardır: Mutezilenin bir kısmına göre güzellik ve çirkinlik fiillerin zatından doğan zatî ve aslî sıfatlardır. Diğer bir kısmına göre fiillerin mahiye­tinden hariç bir sıfattan neşet etmiştir. Maturidîlere göre, güzellik ve çirkinlik, ister fiillerin aslından doğan ve onlara ait zati sıfatlar olsun, ister başka bir sıfattan veya diğer itibarî şeylerden doğan izafî vasıf­lar olsun eşittir ve mutlaktır. Bu sebeple Eş'arîlerin yukardaki delil­lerinden bir kısmı Maturidîlere karşı ileri sürülemez.

1. Güzellik  ve  çirkinlik,  eğer hakikatte ve  haddizatında mevcut ol­mayıp da mücerred din ve şeriatın gelişi ve ijibarı ile kesinlik kazan-saydı, vahiy gelmeden evvel meselâ namaz kılmakla zina etmek fiili­nin arasında güzellik ve çirkinlik bakımından tam bir eşitliğin bulun­ması icab ederdi. Bu duruma göre daha sonra gelen vahyin namazı farz, zinaya haram kılması aksini yapmasından daha iyi ve daha doğru ol­mazdı.  Güzellik ve çirkinlik bakımından tamamiyle birbirine müsavi olan iki fiilden birini farz, diğerini haram kılmak, ortada bir sebep ve tercih  vasıtası  olmadan birini  diğerine  tercih  etmek  demek  olur ki,. Allah'ın yüce hikmetine uygun düşmez.

2. Güzellik ve  çirkinlik,  eğer  haddizatında mevcut ve aklen  malum olmasaydı, insanlarda iyilik ve kötülük namına hiç bir şeyin bulunma­ması icab ederdi. Bu duruma göre insanları din ve şeriata tabi tutma­mak, diğer hayvanlar gibi başı boş olarak serbest bırakmak lâzım ge­lirdi.  Çünkü  aksine  bir muamele,  gerek  yokken,  onları  özel  zevkle­rinden mahrum etmek suretiyle baskı altında tutmak ve faydasız olarak hürriyetlerini kısıtlamak demektir. Bu ise abesle iştigâl olurdu, özel­likle  dinî hükümlere riayet etmeyenleri bundan dolayı en ağır ceza­larla cezalandırmak ve azab çektirmekte hiç bir mâna ve hikmet bu­lunmazdı. Bu ise Allah'ın şanına lâyık düşmez. Din ve şeriat vaz' et­mede  büyük  hikmetler  ve  çok  faydalar  vardır.  Bunu  inkâr,  akim verdiği zarurî hükümleri inkâr olur. Buna şahid olan bir çok âyet ve hadis  vardır.

3. İyilik ve adaletin   güzelliği,   kötülük  ve  zulmün  çirkinliği   bütün akl-ı  selim sahiplerince  ittifakla kabul  edilmiştir. Hiç bir  dine bağlı olmayanlar bile âdetleri, görenekleri, menfaat ve maksatları başka başka olduğu halde, bunda ihtilâf etmemişlerdir. Eğer bu nevi fiillerin güzelliği veya çirkinliği aklen ve. zarurî olarak kabul edilmemiş ol­saydı, vâki ittifak husule gelmezdi.

“Bu gibi fiillerin güzelliği ve çirkinliği herkesin maksadına, maslahatı­na ve menfaatına uygun olmasından veya olmamasındandır”, itirazı sa­dece Mutezileden bir kısmına karşı üeri sürülebilir. Mutezileden diğer bir kısma ve Maturidîlere karşı ileri sürülemez. Zira biz; güzellik ve çirkinlik mutlaka ve behemahaî zatî vasıflardır, demiyoruz. Bir fiilin güzellik vasfına sahip olması için umumun maslahatına uygun olması da bizce kâfidir.

İyi huyların fazilet, kötü huyların rezilet olduğu konusunda da durum budur. Bunlar öyle sabit ve değişmez hakikatlardır ki, hiç bir akl-î selim sahibi tarafından inkâr edilemez. Nitekim siz Eş'arîler de bunu kabul ediyorsunuz. Fakat istinat ettiğiniz delilin şeriat olduğunu zan-nediyorsunuz. İşte asıl hatanız buradadır.

İkinci konu: Fiillerde var olan güzellik ve çirkinlik, vahiy gelmeden evvel, ilahî hükümlerin o fiillere taalluk etmesini gerektirir mi, ge­rektirmez mi?

Eş'arîler, güzelliği ve çirkinliği inkâr ettiklerinden şeriat gelmeden, in­san fiillerine ilahî ahkâm taalluk etmez, insanlar vahiy gelmeden ön­ce şer'î ahkâmla mükellef olmazlar, derler.

Mutezileye göre güzellik ve çirkinlik hükmün illetidir. Bu sebeple in­san fiilinin güzellik ve çirkinlik niteliğine sahip olması, hükümlerin fiillere taallukunu gerektirir, güzellik ve çirkinlik gizli ve kapalı ol­duğu için aklın idrâk edemediği fiillere, şeriat gelmeden önce hüküm taalluk etmese de, güzelliği ve çirkinliği açık ve aklen malum olan fiillere ilahî hükümler taalluk eder, onun için aklın idrâki dışında ka­lan meselelerde şer'î mükellefiyet olmasa da, aklın idrâk sahası içine giren meselelerde, şeriat olmasa bile insanlar ilâhî tekliflerle mükel­leftirler.

Bu konuda bazı Maturİdiler Eş'arüiği kabul ederek, “Peygamber gel­meden şer'i mükellefiyet olmaz” dorler. Diğerleri ise, sadece Allah'ı tanımanın vacib olması konusunda Mutezile mezhebini kabul ederler. Fakat son görüşü benimseyen Maturidîler de iki kısma ayrılmışlardır. Maturidî ve onu takib eden bazı âlimlere göre mutlak olarak Allah'ı tanımak vacibdir. Hatta bulûğ çağma ulaşmamış olan çocuklar için bile iman farz, küfür haramdır. Diğer bazıları da çocukların mükelle­fiyetini kabul etmedikleri gibi bulûğ çağına ulaşanlar için de bu ko­nuda mücerred akıl kâfi değildir, tecrübeye dayanan bir akıl ve iz'an lâzımdır derler. Bulûğ çağma erdikten sonra, Allah'ın var olduğunu tefekkür, nazar ve istidlal ile idrâk edebilecek kadar bir tecrübe za­manının geçmesi şarttır. Bu sebeple, bazı Hanefî âlimlerine göre bu tecrübe zamanı geçmeden evvel ne imana ne de küfre itikad etmeksizin ölenler hakkında uhrevî mesuliyet söz konusu olamaz. Lakin tec­rübe müddetinden sonra bu şekilde ölenler uhrevî cezaya çarptırılırlar. Çünkü   insan  için,  bulûğ  çağından  sonra   şu  sanatkârâne  bir  şekilde