Konu Başlığı: Haberi Sâdık Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Ocak 2012, 20:41:47 b- Haber-i Sâdık “Haber-i sâdık”, Doğru haber, vakıaya mutabık olan haberdir. Haber, (zihnin) haricindeki bir şeye nisbeti ve ilgisi bulunan bir cümledir. Şayet verilen haber bu nisbete mutabık ve uygun ise “doğru haber”, değilse “yalan haber” adını alır. Bu duruma göre doğru veya yalan olma, haberin vasıflarındandır. İster vakıayı olduğu gibi anlatsın ister anlatmasın, bazen bir şeyi haber vermeye de “sıdk ve kizb” (doğru ve yalan) denilir. Yani meydana gelen olaya, ister uygun olsun ister olmasın sıdk ve kizb “tam ve eksiksiz olarak bir nisbeti bildirmektir”. Buna göre doğru ve yalan olma (haberin değil) haberi veren muhbirin sıfatlarından olur. Bundan dolayıdır ki, bazı kitaplarda “sâdık haber” vasf ile, diğer bazılarında izafet (ve nisbet) ile bahis konusu edilmiştir. (Doğru haber, olanı olduğu gibi haber vermek olduğuna göre, yalan olarak anlatılan bir şeyi olduğu gibi nakletmeye ve bildirmeye de haber-i sadık” denir. Haber-i sadıkın izafî ve nisbî manâsı budur. Doğru ve yalan, haberin vasfı olursa netice başka, haberi verenin vasfı olursa netice daha başkadır. Doğru bir kişi yalan bir haberi doğru olarak nakledebilir, yalancı bir kişi de doğru bir haberi doğru veya yanlış olarak anlatabilir). “Doğru haber iki çeşittir: Birincisi, mütevatir haberdir. Yalan üzere anlaşmaları ve birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diliyle sabit olan haberdir” (İkincisi ilerde gelecek olan Haber-i rasûldur). 1. Mütevatir haber. Bir haberin mütevatir olarak kabul edilmesindeki kıstas (haberi verenlerin sayıca çokluğu değil, verilen haberin hiç bir şek ve) şüpheye mahal vermeden bilginin vukua gelmeşini ve oluşmasını sağlamasıdır. “Mütevatir haber, mecburî olarak zarurî ve kesin bir bilginin elde edilmesini icab ettirir. Eski zamanlarda yaşamış padişahlar ve çok uzak ülkeler hakkında edinilen bilgi gibi”. (Bir kimsenin annesini, babasını, hısım ve akrabasını bilmesi de mütevatir haber sayesinde mümkün olmaktadır). Metindeki “ülke” kelimesinin “padişahlar” kelimesine de “zamanlar” kelimesine de atfedilmiş olması muhtemeldir. “Padişahlar” kelimesi, ibarede daha önce zikredilmiş olsa bile birinci ihtimal daha kuvvetlidir. Burada iki nokta vardır: a) Mütevatir haber bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bunun manâsı şudur: Biz Mekke ve Bağdat'ın var olduğu konusunda kendimizde bir bilginin mevcut olduğunu zaruri olarak ve kesinlikle görmekteyiz. Bu bilginin kaynağı ise sadece “haber verme” (ihbar) dir. b) Tevatür yolu ile elde edilen bilgi zaruridir. Bu yoldan, (muhakeme gücüne sahip olan), istidlal ve kıyas yapanlar da, yapmayanlar da bilgi sahibi olurlar. Hatta ilim öğrenme yolunun ne olduğunu bilmeyen ve öncüller tertib etme gücüne sahip olmayan küçük yaştaki çocuklar bile bu yoldan kesin bilgi sahibi olurlar. İsa (a.s.) nin katledildiğine dair Hıristiyanların, Musa (a.s.)ın getirdiği şeriatin ebediliği hakkında Yahudilerin verdikleri haberin mütevatir olması imkansızdır [19]. İtiraz: Tek tek kişilerin ayrı ayrı verdikleri haber zandan başka bir manâ ifade etmez. Bir zannm öbür zanna eklenmesinden de yakin ve kesin bilgi hasıl olmaz. Ayrıca, tek tek kişilerin münferiden verdikleri haberlerin yalan olmasının imkân dahilinde oluşu, bun-iardan meydana gelen topluluğun verdiği haberin yalan oluşunun da imkân dahilinde olmasını gerektirir. Çünkü topluluğun kendisi tek tek kişilerden meydana gelir. Cevap: Biz diyoruz ki, bazen fertlerde bulunmayan (vasıf, sıfat ve kuvvet gibi bir) şey, bunların toplamında mevcut olur. Kıllardan örülen ipte mevcut olan kuvvet buna misâldir. İtiraz: Zarurî bilgilerde kuvvet bakımından derece farkı bulunmadığı gibi, bunlarda ihtilaf da edilmez. Halbuki “Bir,ikinin yarısıdır”, hükmünün “İskender isimli bir kral vardır”, hükmünden daha kuvvetli olduğunu görmekteyiz. Birinci ilim ikincisinden daha sağlamdır. Aklı başında olan adamlardan bir grup, mütevatir haberin zaruri ilim ifade ettiğini reddetmiştir. Meselâ Semeniyye ve Brahmanlar gibi. (Semeniye tenasuha inanan putperest bir dinin mensuplarıdır. Hind sofistleri). Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Zira zarurî bilgilerde görülen kuvvet farkı, bu nevi bilgilerle ilgili olan alışkanlık, ülfet, meşguliyet ve zihne gelme vasıtasiyle kuvvet yönünden derece değişikliği gösterir. Sofistlerin yaptıkları gibi bazen zarurî bilgilerin tümünde ihtilaf edildiği de olur. Fakat bu kibrin ve inadın neticesidir. 2. İkincisi mucize ile teyid edilen yani peygamberliği sabit olan resulün verdiği haberdir (Vahy). Resul, halka dinî hükümleri tebliğ etmesi için Allah Taâlâ tarafından gönderilen bir insandır. Bir insanın resul olması için, kendisine Allah tarafından kitap verilmesi şart iken, Nebî’de böyle bir şart mevcut değildir. Zira nebi daha genel bir tabirdir (Her resul nebidir ama her nebî resul değildir. Resul yeni bir şeriat getirir, nebi önce gelen şeriatı yerleştirir ve yayar. Resul melek vasıtasiyle kendisine vahiy gelen zattır. Resule de, rüyada vahye mazhar olana da nebî denilir). Mucize: Harikulade (fevkalâde ve tabiat kanunlarının üstünde) bir şeydir. Mucizenin maksadı, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini ileri süren zatın iddiasında doğru olduğunu ispat etmek ve açıklamaktır. “Haber-i resul (kıyası, nazarî ve) istidlali bir bilgi icab ettirir” Burada “istidlal ile hâsıl olan bilgi”, delile nazar ederek elde edilen bilgi manâsına gelmektedir. Delil: Sahih bir nazarla bakıldığı zaman insanın bir matlûb-i haberîye, yani gaye olan neticeye ulaşmasını mümkün kılan şeydir. Delil şöyle de tarif edilmiştir: “Bir takım önermelerden meydana gelen bir sözdür ki, zatı icabı diğer bir sözü gerektirir”. (Yani delil olan sözün doğru olması zaruri olarak neticenin de doğru olmasını icabettirir). Birinci tarife göre: Sânî' olan Allah'ın varlığının delili âlemdir. İkinci tarife göre: “Âlem hadistir, her hadisin bir sânî'i vardır.” Önermeleri, (öyle ise âlemin de bir var edeni mevcuttur, neticesini gerektireceği için) Allah'ın delilidir. Delil, “Öyle bir şeydir ki, onu bilmek diğer bir şeyi bilmeyi gerektirir”, şeklinde yapılan tarif ikinci tarife oldukça uygundur. Haber-i resûl'un bilgi sahibi olmayı gerektirmesinin sebebi şudur: Allah, peygamberlik konusundaki iddiasını tasdik etmek için bir kimsenin eli vasıtasiyle bir mucizeyi ortaya çıkarırsa; bu, o kimsenin getirdiği dini hükümler konusunda doğru sözlü bir kişi olduğunu kesinlikle tesbit etmeyi mümkün kılar. O kimsenin doğru sözlü olduğu anlaşılınca, tebliğ ettirdiği ahkâmın muhtevasının da doğru olduğu konusunda kat'î bir bilgi hasıl olmuş olur. (Haber-i resûl'un verdiği bilginin) “İstidlali” oluşu, aşağıdaki şekilde bir istidlal yapmaya ve hatırlamaya bağlı olduğu içindir: Haber-i resul, peygamberliği mucize ile sabit olan bir zatın verdiği haberdir. Bu nitelikteki her haber doğrudur, muhtevası vâki ve gerçektir. Haber-i resul (ile sabit olan ilim kesinlik ve değişmezlik yönünden) mahsusât, müşahedât, bedihiyât ve mütevâtirât gibi zarurî şekilde sabit olan bilgilere benzer ve onlar gibidir. Metinde geçen “kesinlik” (teyakkun) sözü, zıddına ihtimali olmamak; değişmek (ve sabit) olmak sözü, şüpheye düşüren bir kimsenin ileri sürdüğü şüphe ve itirazla yok olup ortadan kalkmaya ihtimali olmamak manâsına gelmektedir. Şu halde Haber-i resul, vakıaya mutabık kat'î ve sabit itikad manâsına gelen bir ilimdir. Aksi halde Haber-i resul (vakıaya mutabık bilgi değil) bilgisizlik, (kesin değil) zan, (sabit değil) taklid olurdu. Soru: Bu nitelikler ve özellikler sadece mütevatir haberlerde bulunur. O takdirde Haber-i resul mütevatir haberlere irca edilmiş olmaz mı? Cevap: Burada bahis konusu olan, peygamberin ağzından işitilen veya bize kadar tevatüren gelen veya mümkün olması halinde başka türlü bilinen haber-i resûl'dür. (Cümlenin son kısmı ile, ilhamla veya rüya ile veyahut da ifadedeki üslûp ve belagatla bir sözün Hz. Peygamber'e ait olması kasdedilmektedir). Haber-i vahi d, ilim ifade etmez [20]. Zira bu çeşit haber ve hadislerin peygamber (s.a.)e aidiyeti hususunda birtakım şüphe ve tereddütler ortaya çıkmaktadır. İtiraz: Şayet haber-i resul mütevatir olursa veya Resûlüllah (s.a.) in ağzından işitilmişse, mütevâtirât ve hissiyat nevinden olan diğer hususlarda olduğu gibi bu nevi haberlerden hasıl olan bilginin istidlali değil, zarurî olması gerekir. Cevap: Mütevatir (hadisler) in zarurî bilgi vermesi, bu çeşit bilgilerin Peygamber (s.a.) in verdiği haberle ilgili olması yönündendir. Zira haberlerin mütevatir olmasında esas olan manâ budur. Resûlüllah (s.a.)in ağzından doğrudan işitilen hadisler ise birtakım lafız ve sözlerin idrâki ve idrâk edilen lafızların Peygamber (s.a.)in sözü olmasiyle ilgilidir. (Bu bakımdan bir söz, Hz. Peygamberden itişilmesi itibariyle hissi ve zarurî bilgi verir). Bu konuda istidlali olan husus ise, bu lafızların muhtevası ve manâları ile ilgilidir. Meselâ, Peygamber (s.a.) in “Delil getirmek davacıya, yemin etmek davalıya düşer” mealindeki hadisinin Peygamber (s.a.) e ait bir haber oluşu tevatür yolu ile bilinmektedir [21]. Bu manâda bu haber zarurî bilgi verir. Fakat daha sonra bu hadisten “Delilin davacıya, yeminin davalıya ait oluşu” hükmünün farziyetinin çıkarılması istidlali bir bilgidir [22]. İtiraz: İlim ifade eden doğru haber, “iki çeşitten ibarettir” (Haber-i mütevatir, haber-i resul) denemez. Allah Taâlâ'nın, melekler'in, icmâ topluluğunu meydana getiren şahısların verdikleri halerler de doğru haber (haber-i sâdık) dır. Ayrıca yalan olması ihtimalini ortadan kaldıran bir karine ile birlikte bulunan haber de doârudur. Meselâ “Ali geldi” haberinin “Hısım ve akrabasının evinde koşuşmaları karinesiyle”, birlikte verilmesi gibi. Cevap: Buradaki haber kavramından maksat, aklın delaletiyle kesin bilgiler elde edilmesini sağlayan karineleri dikkate almaksızın, mücerred haber elması bakımından bütün halk için bilgi edinme vasıtası olan haberdir. Buna göre “Allah Taâlâ'nın verdiği haber” veya “meleklerin verdiği haber”, bunun sadece Peygamber (s.a.) aracılığı ile halka ulaşması halinde ilim ifade eder. Bu özellikteki bir haberin hükmü ise haber-i resûl'ün hükmüne dahildir. İcmaa ehil olanların verdikleri haberin hükmü de mütevatir haberin hükmüne dahildir. Bu konuda bazan şöyle bir cevap verilir: İcma ehli olanların haberi, mücerred olarak ilim ifade etmez. Aksine icmam delil oluşunu gösteren delillere bakılarak icmam ilim ifade ettiğine hükmedilir. Biz deriz ki: Haber-i resul de tıpkı bunun gibidir. Bu sebeple onu “istidlali” olarak kabul ettik.[23] [19] Mütevatir bir haberin kesin bilgi vermesi için üç şart vardır: 1. Haberi verenlerin yalan üzerine birleşmeleri ve anlaşmaları aklen ve âdeten imkansız olacak. 2. Verilen haber bizatihi ve esas olarak imkânsız olmayacak. Aklen mümkün olan hususlarla ilgili olacak. 3. Verilen haher, his, tecrübe ve müşahede ile bilinen cinsten olacak. Nazarî ve teorik olmayacak, delile ihtiyaç gösteren cinsten bulunmayacak. Ayrıca tevatür sayısı her dönemde kesintisiz bir şekilde mevcut olacak. Din, mezhep ve felsefe arasında tartışma konusu olan nazarî konularda tevatür bahis konusu değildir. Mezhep mutaassıplarının, kendi mezheplerinin esasları hakkında ilk müslümanlar arasında icma ve ittifak bulunduğunu, konu ile ilgili olarak nakledilen haberlerin tevatür derecesine ulaştığını iddia etmeleri akıl ve ilim dışı bir inanç ve görüştür [20] Haber-i âhâd, Hz. Peygamber'den bir kişinin, ondan da bir kişinin... işittiği haberdir. Bk. Cürcanî, Tarifat, Mütevatir olmayan meşhur ve âhâd haberler kelâm ilminde kesin delil değildir. Bk. îzmirli, a.g.e. 1. 57. [21] Buharı, Tefsir, B. 3; Müslim, Ahdiye, 1. Bu hadisin mütevatir olduğundan bahsedilir. [22] Zarurî ilim, Duyu organlarının ve aklın doğrudan doğruya apaçık olarak kavradığı bilgilerdir. Bir bütün kendi parçasından büyüktür, ateş sıcaktır gibi. İstidlâlî ilim, bir delile ve ara bir fikre başvurularak, doğrudan değil, dolaylı olarak elde edilen bilgilerdir. “Allah âlemin muhdisidir”, hükmünün, “âlem hadistir, her hadisin bir muhdisi vardır, şu halde âlemin muhdisi de'Allah'tır” gibi bir kıyas yoluyla kabul edilmesi gibi. iki türlü istidlal vardır: 1.Burhan-ı innî: Ma'lûlden illete, eserden müessire, sanattan sanatkâra ve neticeden sebebe intikal etmek. Bir dağın ardından dumanlar yükseldiğini gördüğümüz zaman orada ateşin mevcut olduğuna istidlal etmemiz gibi. Âlemin varlığım Allah'ın mevcudiyetinin delili ve şahidi olarak değerlendirmemiz de böyledir. Kelâm ilminin temeli bu nevi istidlaldir. (îndüksiyon, istikra). 2. Burhan-i limmî: İlletten ma'lule, müessirden esere, sanatkârdan sanata ve sebepten neticeye intikal etmek. Bir gece gördüğümüz ateşin, dumanının da olacağına hükmetmemiz gibi. Bu delil daha çok Se-lefiyede ve Sûfiyede kullanılmıştır. (Dedüksiyon, Ta'lil). İstidlali bilgilere nazarî bilgi adı da verilir. Bk. îzmirli, a.g.e. I, 58; Sırrı Paşa, Nakdu'l-kelâm, s. 36. [23] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 110-115. |