๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Kelam İlmi ve İslam Akaidi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Ocak 2012, 20:35:43



Konu Başlığı: Ayân
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Ocak 2012, 20:35:43
1. A'yân


“A'yân bizatihi ve kendi başına kâim olur”. Kendi kendine kâim olan da ya mürekkebdir, veya değildir.

(İlkine “cisim”, İkincisine “cevher” denilir). Cüz-i lâyetecezzâ (ve cevher-i ferd; atom) dedikleri şey budur.

Buradaki “A'yân bizatihi kâimdir”, (hükmü vacibü'l-vücûd olan Allah'ı değil, sadece onun dışında kalan) mümkün şeyleri şumûlüne almaktadır. Müellif Ömer Nesefî'nin, a'yânı âlemin bir bö­lümü sayması karinesi bunu göstermektedir [33].

Kelâmcılara göre “bir şeyin bizatihi kâim olması”, uzayda ve boşlukta kendi kendine yer kaplaması (tahayyuz); yer kapla­ma konusunda, yer kaplayan (mutahayyiz) başka bir şeye tabi ve bağlı olmaması, manâsına gelmektedir. Arazlarda durum bunun aksinedir. Zira arazın yer kaplaması, kendisine mevzu olan cevherin yer kaplamasına tâbi bulunmaktadır. Buradaki “mevzu” sözü, arazın kâim olmasını temin eden mahal ve mekân, demektir.

“Arazın varlığının bir mevzu ve bir mahalde olması”, bizatihi arazın mevcut olmasının mevzuundaki varlığı ile tıpatıp aynı ol­ması manâsına gelmektedir. (Yani arazın hakikî ve aslî varlığı mev­zuundaki varlığından ibaret olup onun dışında bir mevcudiyeti yok­tur) . Bundan dolayı arazın mevzuundan intikali ve ayrılması imkânsızdır. Halbuki bir mekânda yer kaplayan cismin varlığında durum bunun aksinedir. Zira cismin bizatihi varlığı bir şey, mekânda yer kaplama tarzındaki varlığı başka bir şeydir.

Filozoflara göre “bir şeyin bizatihi kâim olması”, o şeyin kâim olması için bir mekâna ve mahalle muhtaç olmaması, demektir. “Bir şeyin başka bir şeyle kâim olması”, birincisinin vâsıf, ikincisinin mevsûf olacak şekilde bir şeyin diğer bir şeye mahsus olmasıdır. Mevsûf, ister yer kaplayan bir şey olsun, cismin siyahlığı gibi (cisim mevzuu ve mevsûf, siyahlık mahmul ve vasıftır) isterse olmasın, Allah Taâlâ'nın sıfatları ve (melek, cin, şeytan, feleklerin nefsleri ve akıllar gibi) mücerred varlıklar olsun, durum aynıdır. (Kelâmcılara göre bir şeyin bizatihi kâim olabilmesi için mutahayyiz olması şart­tır. Çok özel olan bu tarif Allah'a şâmil değildir. Filozoflar bir şeyin bizatihi var olması için o şeyin mûtayyız olmasını şart koşmadıkla­rından tarifleri daha umumidir. Allah'ı ve mücerred nefs ve akılları şümulüne almaktadır. Kelâma göre Allah cevher ve araz değildir, onun için de mekânda yer kaplamaz).

Âlemin bizatihi kâim olan ta'yan) kısmı bize göre, ya iki ve da­ha fazla parçadan mürekkeptir. (Eş'arî ve bir kısım Mâturidîlere göre durum budur). Âlemin bu nitelikteki parçasına “cisim" denir.

Diğer bazılarına (yani Mutezile ile bazı Hanefüere) göre uzun­luk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutun gerçekleşmesi için bir cis­min en az üç parçası olması şarttır. (Ebu Ali Cübbaî gibi diğer) ba­zılarına göre, dik açılar üzerinde boyutların kesişmelerinin gerçek­leşmesi için bir cismin sekiz cüz'ü bulunması lazımdır. (îki parça konursa uzunluk, onun yanma diğer iki parça konursa genişlik, onun üzerine dört parça konursa derinlik meydana gelir. Yani her cisim iki satıhtan, her satıh iki hattan, her hat da iki parçadan mey­dana gelir: 2 + 2-1-4 = 8 gibi).

Bu konudaki farklı görüşler, tabire dayanan sırf lafzi bir ihti­laf değildir ki, “Herkes dilediği gibi bir terim kullanabilir”, diye iti­raz edebilsin. Tersine bu, “Cisim kelimesinin karşılığı olarak ortaya konulan manânın tam olabilmesi için iki parçadan meydana gelme­si kafi midir, değil midir?” tarzında (hakim) bir ihtilaftır.

Birincilerin delilleri: (Eşit olan) iki cisimden birine, bir parça daha eklendiği zaman: o, öbüründen daha fazla cisimdir (ecsem), denilir. Bir şeyin cisim olması için, o şeyin sadece iki parçadan mü-tekkeb olması kafi olsaydı, sırf bir parçanın eklenmesi sebebiyle bir cismin cismiyyet yönünden öbür cisimden fazlalık ifade etmemesi gerekirdi.

Bu delilin doğruluğu tartışılabilir. Zira “ef’al” veznindeki “ecsem”, “büyüklük ve fazlalık” manâsına gelen “cesamet” kökünden gelmektedir. (Bir şey öbür şeyden ecsemdir, sözü, bir şey öbür şey­den daha büyüktür, demektir). “Cesüme 'ş-şey'ü” cümlesi “azume'ş-şey'ü” (bir şey büyüdü) demektir. “O cesîmdir”, “cüsâmdır” sözü, “o büyüktür” demektir. Burada bahis konusu olan sıfat değil, isim olan cisimdir.

(Bizatihi kâim olan ve) mürekkeb olmayan a'yân cevherdir. Yani cevher ne fiilen ne vehmen (ve hayalen) ne de farazi olarak bölünmeyi kabul etmeyen a'yândır. Bu manâdaki cevher cüz-i lâyetecezza (atom ve cevher-i ferd)dir [34].

Müellif Ömer Nesefî (metinde, “cevher gibi” tabirini kullandı) cevher demedi. Bunun sebebi, “mürekkeb olmayan şeyler; aklen cüz-i lâyetecezza manâsına gelen cevherden ibaret değildir” şek­linde bir itirazın ileri sürülmesinden kaçınmaktır. Zira (felsefeye karşı ileri sürülen delillerin) eksiksiz olması için ayrıca heyula, su­ret, mücerred nefsler ve akıllar gibi hususların da red ve iptal edil­mesi şarttır [35].

Felsefeye göre “cüz-i lâyetecezzâ” manâsına gelen “cevher-i ferd”in varlığı yoktur. Bir cisim sadece heyula ile suretten mürek­keptir.

Cüz-i lâyetecezzânın var olduğunun en kuvvetli delili şudur: Hahiki bir küre gerçek manâda düz bir satıh üzerine konulsa, kürenin sadece bölünme kabul etmeyen bir parçası satıha temas eder. Zira, kürenin bir parçası değil de iki parçası satha temas etse, kürede fiilen bir çizgi var demek olur. Bu takdirde de o hakikî bir küre de­ğildir.

Kelânıcılara göre    cevher-i ferdin varlığının    meşhur iki ispat şekli vardır:

1. Her ayn (madde ve unsur) sonsuza kadar bölünse, hardal tohumunun bir dağdan daha küçük olmaması gerekir. Zira her iki­sinin de parçaları sonsuz (gayr-i mütenâhı, lâ-mütenahî) dir.  Bü­yüklük ve küçüklük sadece cüz ve parçaların çokluğu ya da azlığı İle olur. Bu ise (sonsuzda değil) sadece sonunda kendini gösterir.

2. Cisim, cüz ve parçaların bir araya gelmeleri zatının gereği (ve kendiliğinden)  değildir. Öyle olsaydı bu parçaların birbirinden ayrılmayı kabul etmemeleri icab ederdi. (Çünkü zatın gereği olarak cisimde mevcut olan şey başka bir âmilin tesiriyle oradan ayrılmaz. O halde cismin cüzlerinin içtima ve iftirakları lizatihi değildir). Şüp­he yok ki, Allah Taâlâ, bir cismi cüz-i lâyetecezzâya varıncaya ka­dar ayırmaya kadir, bölme fiilini yaratmaya muktedirdir.

Tartışma konusu olan (atom ve) cüz'ün, şayet ayrılması ve bö­lünmesi mümkün olursa, kendisinden aczi defetmek için Allah Ta-âlâ'nm buna kadir olması lâzım gelir. (Zira Allah lizatihî mümkün olan her şeyi yapmaya kadirdir). Eğer bu (lizatihî) mümkün değilse o zaman da iddianın ispat edilmesi icab eder.

Bunların hepsi (yani kelâmcıların en kuvvetli delilleri de, on­dan sonra anlatılan iki meşhur delilleri de) zayıftır.

Birincisini ele alalım: Bu delil noktanın var olduğunu ispat eder. Noktanın var olduğunu kabul etmek, atomun var olduğunu kabul etmeyi gerektirmez. Zira noktanın mahalline hulul etmesi ve girme­si, sirayet (ve nüfuz) tarzında olan bir hulul değildir ki, noktanın bölünmezliğinden mahallinin de bölünmezliği lazım gelsin. (Onun için nokta da mahalli de bölünebilir, bölünmezlik sereyân denilen hululde değil, civar hululünde söz konusu olur).

İkinci ve üçüncüsünü ele alalım: Filozofların “cisim fiilen cüz­lerden mürekkeptir ve bu parçalar da sonsuzdur”, diye bir iddiaları yoktur. Tersine onlar cisim sonsuza kadar bölünme kabiliyetine sa­hip olduğu görüşündedirler. Onlara göre cisimde esasen bir içtimâ (ve cüzlerden meydana gelme durumu) yoktur. (Zira onlara göre cevher-i ferd ve atom fiilen mevcut değildir ki, cisimler ondan meydana gelmiş olsun). Büyüklük ve küçüklük cisimlerde var olan mik­tar itibariyledir. Sonsuza kadar iftirak (cismin parçalara ayrılması) mümkündür, onun için kelâmcılann bu delili cüz-i lâyetecezzanın varlığını kabul etmeyi gerektirmez.

(Filozofların kelâmcılara yönelttikleri) karşı deliller de zayıftır. Bundan dolayı İmam Fahruddin Razi bu meselede tevakkufa mey­letmiş, kesin bir hüküm vermemeyi tercih etmiştir.

Soru: Bu meseledeki ihtilafın bir faydası ve müsbet neticesi var mıdır?

Cevap: Evet, vardır. Filozoflar tarafından ileri sürülen (bâtıl ve) karanlık fikirden kurtulmak (ve onların zararından korunmak), cevher-i ferdin (ve atomun) varlığını kabul etmeye bağlıdır. Mese­lâ âlemin kadim ve ezelî olduğu neticesini kabule sebep olan heyula ve suret, cismânî haşri red, semâ ve feleklerin sürekli olarak dönme­lerine esas teşkil eden geometrik kaidelerin bir çoğu, semâların (mi­raç ve şakk-ı kamer için) yarılması ve tekrar kapanarak eski hali­ni alması (hark ve iltiyamm inkânsiz olması) gibi felsefî görüşlerde durum böyledir [36].


[33] Umumiyetle cisim madde manâsına gelmektedir.

Kelâmcılara göre cisimlerin başlıca nitelikleri ve temel özellikleri şun­lardır: “Ecsâm mütenâhîdir” (Cisimler sonlu ve sınırlıdır), “cisimler ha­distir”, “cisimler mütemasildir” (ana vasıfları itibariyle birbirine ben­zerler), “cisimler baki ve devamlıdır” (arazlar gibi gelip geçici nite­likler değildir), “cisimler iç içe girmezler”, “cisimlerde tedahül olmaz”, “cisimler arazsiz olmaz” (ecsam arazdan hâli değildir), “cisimlerin ve âlemin ebedî olması zarurî değildir”, “başı olduğu gibi sonu da var­dır”,  “cisimler ölçülebilir”.

Kelâmcıların maddeyi ve niteliklerini sınıflandırmasını daha açık ola­rak şöyle gösterebiliriz: Var olan hadis ve mahlûk şeyler:

1. Ya bizatihi kâimdir, buna a'yân denir,

2. Veya başkası ile kaimdir. Buna da a'raz denir. A'yân da:

a) Ya mürekkebtir, bileşiktir,  buna  cisim  denir,

b) Veya mürekkeb değildir, basittir, buna da cevher, cevher-i ferd ve cüz-i lâyetecezzâ gibi isimler verlir.

Bir şema halinde, göyle gösterilir:

Mükevvenat - Mahlûkat (Mâsivallah)

A'yan

Cisim (Ağaç gibi)

Cevher (Atom)

A'raz (Renk, koku, hareket, ağırlık...)

[34] Eski kelâmcılara göre maddenin en küçük ve bölünmez parçası manâ­sına gelen “cüz'i lâyetecezza” ile “cevher” aynı manâya gelir. Sonraki kelâmcılara göre cevher ile a'yân bir ve aynı şeydir. Bunlar “cüz-i lâyetecezza”ya  “cevher-i  ferd” (atom) adını  vermişlerdir..Mesaî  felse­fesi atom nazariyesini kabul etmezdi. Kelâmcılar, eski Yunan filozofu Demokrit'ten  aldıkları atom nazariyesiyle Aristocu Felsefeyi reddet­mek için çalışmışlardır.

[35] Felsefede heyula, suret, mücerred nejs ve akıllar cevher olarak kabul edilir.

Kelâm, varlıkları Önce ikiye ayırır:

I. Yaratıcı ve ezelî varlık: Allah,

II. Yaratılmış ve   hadis varlık. Allah'tan   başka her şey, mâsivallah. Hadis varlıklar da iki kısımdır:

1.  Mütehayyiz, mekânda yer tutan,  bizatihi var olan  a'yân.  Cevher gibi. Cevher de iki nevidir:

a)  Cisim, mürekkeb varlık, bölünebilen varlık.

b)   Cevher-i ferd veya cüz-i lâyetecezza, bölünmeyen  varlık, atom.

2. Mütehayyiz  olmayan,  mekânda  yer  kaplamayan,  başkası ile  kâim olan varlık: Araz. Arazlar da iki nevidir:

a)  Sadece canlılara mahsustur. îlim, idrâk, haya, irâde gibi.

b)  Canlılarla cansızlar arasında    müşterektir:   Renk,  şekil, ağırlık ve kuvvet  gibi.

Kelâmcılarm  çoğunluğuna göre hayat ve ruh  da  cisimdir.  Ancak ci kesif ve lâtif  (yoğun, kaba ve ince, hafif)  olma yönünden iki­ye  ayrılır:

Kesif cisimler: Taş, su, toprak (ecsâm-i kesife),

Lâtif cisimler: Ruh, melek, cin, şeytan (ecsâm-i lâtife). Lâtif cisim gözle görülmez, meselâ ruh, yağın sütte bulunuşu gibi bedende bulu­nur. Bazı kelâmcıîar ruhu araz, sonraki bazı kelâmcılar ise cevher say­mışlardır.

Kelâmda varlıklara ait tasnif budur.

İslâm filozoflarına göre varlıkların tasnifi şöyledir:

I. Vâcib ve zarurî varlık:  Allah, vâcibü'l-vücûd.

II. Mümkün varlık.  Allah'tan başka  her  şey. Mümkinât  da,  önce,  a) cevherler ve b)  arazlar .olmak üzere iki çeşittir.

Beş çeşit cevher vardır:

1. Heyula. Şekilsiz 'madde. .Heyula Allah gibi kadîm ve ezelîdir.

2.  Suret (form). Heyulanın ve maddenin şekli. Suretsiz heyula yoktur.

3.  Cisim. Heyula ile suretin birleşmesi cisimleri ve maddeyi meyda­na getirir.

4. Nefs   (ruh). Maddi varlıklarda tasarruf ederek onu sevk ve idare eden bir cevherdir. Bedeni olmayan nefslere nüfûs-i mücerrede denir.

5. Akıl. Bedende tasarruf etmez ama nasıl tasarruf edileceğini gös­terir. Bedeni olmayan akıllara ukûl-i mücerrede denir.

Felsefede mevzuun mahmûla nisbetiyle ilgili olan kategoriler (makû-lât-ı aşere, buradaki makûl ve makûlât, denilen, denilenler, sorulanlar, manâsına gelmektedir.) ondur: 1. Cevher ve varlık. “O nedir” sorusu­nun cevabıdır. “Ali nedir”, insandır gibi. 2. Kem (kaç). “O ne kadar­dır”, sorusunun cevabıdır. “Duyu organları kaçtır?”, beştir gibi. 3. Keyf (nasıl). “O nasıldır”, sorusunun cevabıdır. “Kar nasıldır?”, beyazdır, gibi. 4. Eyne (nerede, mekân). “O nerededir”, sorusunun cevabıdır. “Ahmed nerededir?”, evdedir, gibi. 5. Meta (ne vakit, zaman). “Ne za­man” sorusunun cevabıdır. “O ne zaman gelecek?”, yarın gelecek, gibi. 6. Vaz' (durum, pozisyon). “O ne vaziyettedir” sorusuna cevaptır. “Ali ne vaziyettedir?”, ayaktadır, gibi. 7. Mülk. “Onun nesi var”, sorusuna cevaptır. “Ahmetin nesi var?”, evi var gibi. 8. İzafet ve nisbet. “O onun nesidir”, sorusuna cevaptır.  “Ali Veli'nin nesidir?”, babasıdır,  gibi. 9. Fiil  (aksiyon). “O ne yapar”, sorusuna cevaptır. “Ateş ne yapar?”, yakar, gibi. 10. İnfial. “Ona ne yapılır”, sorusuna cevaptır. “Odun ne yapılır?”, yakılır.

Buradaki on kategoriden birincisi cevher, diğerleri arazdır. Kelâmcilarla filozofların varlıkları farklı  şekillerde tasnif etmeleri, usûl ve gayelerinin farklı oluşundandır. Bu farklı tasnifler, sonu gel­meyen tartışmaların konusu olmuştur. Kelâm gittikçe  felsefenin varlık anlayışına yaklaşmıştır.

[36] Bu gibi konularda yeni fizik ve kimya ilmi, burada anlatılan husus­lara bazan uyan, bazan zıd olan neticelere ulaşmıştır. Birçok geomet­rik esasların, felsefenin karanlık fikirleri şeklinde takdim edilmesi bir sehiv ve tahrif olarak yorumlanmıştır. Bk. Kesteli haşiyesi. Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 124-130.