Konu Başlığı: Allah'ın Üzerinden Zaman Geçmez Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ocak 2012, 19:52:21 Allah'ın Üzerinden Zaman Geçmez Zira bize göre zaman, bir yenilenenin (ve müteceddidin) takdir ve ölçülmesine vasıta olan diğer bir yenilenendir. (Meselâ yenilenen gece ve gündüzle ay,ayla sene, sene ile ömür ve asır ölçülür). Felsefeye göre zaman, hareketin miktarından başka bir şey değildir. Allah Taâlâ bundan, (her iki manâda da zamanlı olmaktan (münezzehtir. Dikkat edilirse görülür ki, müellif Ömer Nesefî'nin Allah'ın tenzih edilmesiyle ilgili olarak anlattıkları şeylerden bazıları, diğerlerinin anlatılmasına ihtiyaç bırakmamaktadır. Lakin O, tenzih konusunda Vâcib Taâlâ'nın hakkını ödemek için, bu bahiste teferruata girerek açıklamalar yapmaya gayret etmiştir. Maksadı, Müteşebbihe-yi, Mücessimeyi ve sapıklık ve azgınlık içinde bulunan diğer fırkaları en tesirli, en açık ve en kuvvetli şekilde reddetmektedir. Onun için eşanlamlı kelimeleri tekrar etmeye, iltizam suretiyle yani zımnen bilinen (karinelerle anlaşılan) hususları açıklamaya (bunlar kusur bile olsa) aldırmadı, tekrarlardan çekinmedi. Yukarıda bahsi geçen tenzihle ilgili hususlar (ve selbî sıfatlar), bizim işaret ettiğimiz biçimde anlaşılırsa, o zaman hadûs ve imkân şaibesi taşıması dolayısıyle Vacibu'l-vücûd kavramına aykırılık konusunda esas ve temel olur. (Eski) kelâm âlimlerinin[17] şu şekildeki kanâatlariyle bu sonuca ulaşılmaz: Lügat ve sözlük manâsı itibariyle araz, bekası ve devamlılığı imkânsız olan şeydir, cevher başkalarının terkibini ve meydana gelmelerini sağlayan şey manâsına gelir. Cisim, başka şeylerden mürekkeb olan şey, anlamınadır. Onların delilleri “Bu, şundan daha cesametlidir”, sözüdür (ki daha evvel bunun münakaşası yapılmıştı). Yine onlara göre vâcib mürekkeb olsa, onu meydana getiren parçalar ya kemâl sıfatlarına sahib olurlar, bu takdirde vâciblerin sayıları artar. Veya olmazlar, bu duruma göre de eksik ve hadis olmaları gerekir. Aynı şekilde, (vâcib) ya bütün suretleri, şekilleri ve keyfiyetleri üzerinde bulundurur. Bu takdirde “zıdların bir araya gelmesi” (yani vacibin hem güzel, hem çirkin olması) lazım gelir. Veya bahis konusu hususlardan bir bölümüne sahip olması gerekir. Bu takdirde de mükemmellik ve eksiklik ifade etmesi, hadis şeylerin vacibin varlığına delil olmaması yönünde “birbirine eşit olma” (var olunca övülme, yok olunca yerilme konusu olma bakımından vâcibde mevcut olan veya olmayan sıfatları için, “bir atbaşı beraber olma”), durumu ortaya çıkar. (Aynı derecede medh ve kusur olan birçok vasıflardan bazılarının Allah'ta bulunup da diğerlerinin mevcut olmaması) bir muhassis ve müreccihe (yani tahsis ve tercihi yapan bir zata) ihtiyaç gösterir. Bu duruma göre de vâcib varlık başkasının kudreti altına girer ve onun için de hadis olması icab eder. Halbuki ilim ve kudret gibi sıfatlarda bu gibi ihtimaller bahis konusu olmaz. Çünkü Allah'ın ilim ve kudret sıfatları kemâl sıfatlardandır. Hadis varlıklar bunların (vâcibte) var olduklarına delâlet eder. Bunların zıddı olan cehalet ve acz ise eksik sıfatlardandır. Bunların (vâcibte) mevcut olduklarına dair hiç bir delil yoktur. (Allah'ın kusur ve eksik sıfatlardan tenzihi konusunda eski kelâmcıların görüşlerine istinad edilemez, çünkü) o görüşler birtakım zayıf mesnedlerdir. (Sağlam ve sarsılmaz akidelere sahip olmak isteyenlerin ve) talebenin akidesini sarsar ve gevşetir. (Kelâm ilminin asli hedefleri gibi ve) bu nevi yüce maksatlar, (yani tenzihi ve selbî sıfatlar) bu gibi boş ve şüpheli esaslara dayanmaktadır,zannım meydana getirdiğinden, muhaliflere geniş bir cepheden hücuma geçme imkânını verir. (Tenzih konusunda aksi ve) muhalif kanâatta olanlar, cihete, cismiyete, sure te ve organlara delâlet eden birtakım nasların zahirî manâlarını, (birer naklî) delil olmak üzere ileri sürmüşlerdir. Bunların ileri sürdükleri (aklî) delil de şudur: İki varlık farzedelim. Bunlardan biri behemehal diğerine ya muttasıl ve bitişik olur, ona temas eder veya cihet itibariyle ondan munfasıl, ayrı ve ona zıd bulunur. Hiç bir şey Allah Taâlâ'nın mahalli değildir. Allah da âlemin (veya diğer bir şeyin) mahalli değildir. (Allah âleme hâil da değildir, mahal da değildir.) Bu sebeple Allah yön bakımından âleme zjddır, öyle olunca da mekânda yer kaplaması gerekir. Netice itibariyle Allah'ın ya şekli ve sonu olan bir cisim veya cismin bir parçası olması lazım gelir. Aklî delilin cevabı şudur: Bunlar halis-muhlis vehimler olup hissi (ve duyu organları ile idrâk edilen maddî) varlıkların hükümlerini, hissî olmayan varlığa tatbik etmekten ibarettir. (Gaibi şahide kıyastır). (Aklî ve naklî) kesin deliller (Allah'ın bu gibi şeylerden ve selbî sıfatlardan) münezzeh olduğunu göstermektedir. Şu halde, ya Selefin âdeti olduğu veçhiyle en salim ve en emin yolu tercih ederek, bu gibi naslarm, ilmini (ve onlarla neyin kasdedildiği hususunu) Allah Taâlâ'ya havale etmek, veya câhillerin hücumlarını defetmek ve (dini hakikatları olduğu gibi idrâk etmekten âciz olan) kısa akıllıların ellerini bu gibi şeylerden menetmek için, en sağlam yolu tutarak, sonraki kelâmcıların tercih ettikleri gibi sıhhatli biçimde bunların (tefsir, tevcih ve) te'villerini yapmak, vâcib olur [18] [17] Ramazan Efendi, Taftazânî'nin bu ifadesiyle Umde'nin müellifi Hafi-zuddîn Nesefî'yi (öl. 710/1310) fena halde hırpaladığını belirtmektedir. [18] Bazı âyetler, zahirî manâlar itibariyle Allah'ın bir cihette bulunduğunu, bazıları Allah'ın sureti bulunduğunu, bazıları Allah'ın organları olduğunu göstermektedir: a) Cihete misâl: “Güzel söz ona yükselir.” (Fatır, 35/10), “Melekler ve ruh ona çıkarlar” (Mearic, 70/4). Demek ki Allah üst cihettedir. b) Cisme misâl: “Rabbın geldi.” (Fecr, 89/22), “Onlar Allah'ın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar mı?” (Bakara, 2/210). Gelmek yani hareket arazdır, araz ise cisimlerde bulunur. c) Suret ve şekle delâlet eden naslara misâl: “Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı” (Buharî). d) Organlara misâl: “Rabbının yüzü bakî kalır” (Rahman, 55/27) “Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir” (Fetih, 48/10). “Gözümün Önünde yetişesin diye...” (Taha 20/39).Bu gibi âyetler konusunda İslâm mezheplerinin görüşleri şunlardır: 1. Müşebbihe, Müeessime ve Haşeviye, bu nasların zahirî manâlarından anlaşılan ne ise, nasların manâsı odur, başka manâsı yoktur: Allah cisimdir (teesim, Müeessime), Allah'ın eli ve yüzü insanların eline ve yüzüne benzer (teşbih, Müşebbihe) Allah'a cisimdir, insana benzer demenin Sünni akidesinde yeri yoktur. 2. Mutezile-Kaderiye-Cehmiye: Bu gibi âyetler mutlaka, ehliyetli âlimler tarafından akla, mantığa ve dinin umumî esaslarına göre te'vil edilir, yorumlanır. Zahirlerinden anlaşılan manâ kasd ve murad edilmiş değildir. Sonraki kelâmcılar da bu görüşü kabul etmişlerdir. 3. Selef Mezhebi: Bu nevi âyetler kafiyen te'vil edilemez, zahirinden anlaşılan manâlar değiştirilemez. Fakat bu çeşit hasların zahirinden anlaşılan manâ, canlılara ve cansızlara tatbik edildiği zaman anlaşılan manâ gibi değildir. Meselâ, “Allah'ın eli vardır”. Allah'ın eli, Allah'ın kudreti veya himmeti manâsına gelen mecazî bir ifadedir, diye te'vil edilemez. Zira bu, Mutezile ve Cehmiye te'vilidir. Fakat “Allah'ın eli insanın eli gibidir veya cisimdir”, demek de asla caiz değildir. Biz, Allah'ın elinin var olduğunu kesinlikle biliriz, fakat nasıl olduğunu hiç bir şekilde bilemeyiz. Tıpkı Allah'ın ilminin var olduğunu bilip de bunun nasıl olduğunu bilemeyişimiz gibi. İmam-ı Azam'm el-Fıkhu'l-efcber'deki inancı budur. Aslına iman, vasfı ile meşgul olmama. 4. Sünni kelânıcılari: Umumiyetle ilk Sünnî kelâracıları, tıpkı selef gibi düşünmüşlerdi. Te'vil Cüveynî (öl.478/1086) tarafından kelâma sokuldu, geniş Ölçüde Eş'arî kelâmcıları, kısmen de Maturidî kelâmciları tarafından benimsendi: Buna göre yukardaki nasların te'villeri: a) “Güzel söz ona yükselir”, âyeti; bu söz Allah katında makbuldür, manâsına gelir: “Melekler ve ruh ona çıkar”, âyeti, bunlar Allah'a ibadet ve taatla yaklaşılan bir mertebeye yükselirler, demektir. b) “Rabbm geldi”, Rabbının emri veya azabı geldi, demektir. c) “Allah Adem'i kendi sureti üzere yarattı”, hadisi, ilim, irâde ve kudret gibi sıfatlar itibariyle kendi sıfatı üzere yarattı manâsına gelir. d) “Allah'ın yüzü”, Allah'ın zatı, “Allah'ın eli”, Allah'ın kudreti, “Allah'ın gözü” Allah'ın ilmi, hıfzı ve denetimi manâsına gelir. Taftazânî, selef yolu için, “en emin yol”, halef yolu olan sonraki Sünnî kelâmcılarmm yolu için “en sağlam yol” tabirini kullanır. Aslında sonraki Eş'arî kelâmcıları Mutezile kelâmcılarmdan daha az te'vil yapmış değillerdir. F. Razî'nin tefsirindeki te'viller, Zemahşerî'nin Keşsaf'ındaki te'villerden daha az cüretli değildir. Unutmamak gerekir ki kelâmcı, te'viîci (ehl-i te'vil) demektir. Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 151-153. |