๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kapaktakiler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 07 Ekim 2011, 19:16:12



Konu Başlığı: Yeniden İnşa Dönemi
Gönderen: Zehibe üzerinde 07 Ekim 2011, 19:16:12
Yeniden İnşa Dönemi



Mayıs 2006 - 89.sayı


Halil AKGÜN kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.

Hepimizin bir yeniden inşa dönemine ihtiyacımız var. Yeni bir başlangıç yapmak, yeniden besmele çekip yola koyulmaktır. Kendimizi, ailemizi, ülkemizi, bölgemizi ve dünyamızı yeniden kurmak için ayağa kalkmak, ufuklara göz atmak, sonra “YA ALLAH!” demektir. “İki günü bir olan ziyandadır.” ikazına kulak vermek için harekete geçmek, üzerimizdeki mahmurluğu atmaktır.

Hz. Mevlâna “Dünle gitti düne ait ne varsa cancağızım / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” dediğinde, bizleri bir yolculuğa çıkmaya davet ediyordu. Maddi hayat her gün yeniden kuruluyor. Moleküller yok oluyor, tekrar varlık buluyor. Güneş batıyor, sonra tekrar doğuyor. Toprak ölüyor, sonra tekrar diriliyor. Bir insan ölürken, onlarcası hayata gözlerini açıyor. Evrendeki muazzam dinamizm, Cenab-ı Hakk’ın rahmet nefesinin varlığa her an üflendiğini gösteriyor.

Her yeni doğan gün, yeni başlangıçlar için bir fırsattır. Ağaçların her baharda güneşle, suyla, rüzgârla raksetmesi gibi, insana da her gün yeni imkanlar, fırsatlar bahşedilir. Kendini yeniden kurması için ona işaretler verilir. ‘Gündelik hayat’ denen rutinin dışına çıkması için ona taze rahmet kapıları açılır. Günde beş defa diz çökmesi, secdeye varması, dualar terennüm etmesi için önüne sofralar kurulur.

Duymasını bilene bütün varlık bir şeyler fısıldar. Kuşların ötüşü, kedinin miyavlayışı, karıncaların ayak sesleri duyulur. Açan bir gülün nazenin kıvrılışı, o kıvrılışın hışırtısı kulağımıza gelir.

Görmesini bilene güneş her gün bir renk cümbüşü sunar. Ay, gecemizin kandili olur. Yıldızlar, gecenin sultanı ayın etrafında pervane olur, ona yakınlaşmak için ‘kaymayı’ bile göze alır. Kar, beyazın güzelliğini anlatır; yağmur, gökkuşağının... İlâhi ressamın paletinden çıkan renkler, göz dediğimiz organa yeni bir hayat bahşeder.

Koklamasını bilene nice güzel kokular verilir. Yeni doğan bir bebeğin temiz kokusu bizi kendi safiyetimizi aramaya sevkeder. Toprağa düşmüş çiğin kokusu içimizi ferahlatır. Gülün kokusu, Efendilerin Efendisi’ni hatırlatır bize. Gül mevsimi geçince de o kokuyu duymak için tedbir almamızı öğütler.

Ruh dünyamızdaki tortular


Demek ki sorun bu rahmet kapılarının açık olup olmamasından değil -çünkü onlar her zaman açık- bizim onlara dikkat kesilip kesilmememizden kaynaklanıyor. Peki insan kendini neden hep yenilemeli? Yaşadığımız hayatı hep murakabe, kontrol ile mi geçireceğiz? Bu başlıbaşına bir gerginlik değil mi? İnsanın şöyle kendini salması, dertten, tasadan uzak yaşaması gerekmez mi?

Çoğumuzun sorunu, işte bu psikolojik eşiğe takılıp kalmak... İnsanın stressiz, tasasız bir hayat yaşaması için her gün yeni bir başlangıç yapması gerekiyor. Hayatı boğucu bir sıradanlık içinde yaşamak, ruhumuzda tortular biriktirmek demek. Hayat biz istesek de istemesek de bu tortuları, külleri, tozları savuruyor. Onları almaya teşne olanların iç dünyaları zaman içinde tozlanıyor, isleniyor, kirleniyor.

‘Bırakın da tasasız kedersiz yaşayalım!’ derken, iç dünyalarımız kararıyor. Asıl kasvet o zaman çöküyor üzerimize. Fakat bunun farkına varmakta geç kalıyoruz. İçimizdeki karartı dışımıza vuruyor. Elimize, dilimize, yüzümüze yansıyor. Elimiz sertleşiyor, dilimiz kabalaşıyor, yüzümüz kararıyor. Allah korusun, nurumuz alınıyor. Geriye kendisiyle kavgalı, kasvetli, daralmış bir beşer kalıyor.

Bir gün Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in küçük çocuklarını öptüğünü gören Bedevîler ona mağrurane bir şekilde “Biz çocukları öpmeyiz!” derler. Efendimiz’in gözleri dolar ve şöyle der: “Allah sizin kalplerinizden merhameti söküp aldıysa ben ne yapayım...”

İşte bu merhametin kaybolmasıdır, asıl kasvet ve tasa. Biz bugün öyle bir dünya inşa ettik ki “biz çocukları öpmeyiz” cümlesinin onlarca türevini her gün defalarca söylüyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz. “Bana ne!” diyoruz. “Defol git!” diyoruz. “Biraz da sen yan!” diyoruz. “Altta kalanın canı çıksın!” diyoruz. Muhtaç durumdakine “Yürü git!” diyoruz. Kalplerimizden merhamet, kırık testiden dökülen su gibi akıp gidiyor. Dudaklarımız kuruyor, tenimiz kavruluyor.

Neyi kaybettiğimizi bilmek


Ama farkında değiliz. Çünkü sahte dünyamızda mutlu olduğumuzu zannediyoruz. Çünkü altımızdaki arabanın markası, konforu, hızı bizi mutlu ediyor sanıyoruz. Çünkü plazma TV alınca daha kâmil insanlar olacağımızı zannediyoruz. Mutluluğu yanlış yerde arıyoruz. Ama farkında değiliz.

Bu farkında olmama hali yüzünden ne bedeller ödüyoruz! Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, bastığımız toprak safiyetini yitirmiş. Geceleri yıldızları göremez olmuşuz. Kır çiçeklerini çoktan unutmuşuz. Ağaç gölgesinde oturmayalı yıllar olmuş. Bir kuş öldüğünde yüreğimiz cızlıyor mu, bilmiyoruz. Ya bir insan öldüğünde?..

Bunların da farkında değiliz. Yani sıradanlaşarak, banallaşarak neler kaybettiğimizin de farkında değiliz. Eskilerin tabiriyle sadece cehalet içinde değiliz; cehalet içinde olduğumuzu idrak edemediğimiz için ‘cehl-i mürekkep’ halindeyiz.

İşte bu yüzden her gün yeni bir başlangıca ihtiyacımız var. Çorak toprağın Nisan yağmurlarıyla buluşması gibi her gün yeniden dirilmeye ihtiyacımız var. Beşer makamından insan makamına yükselmek için her gün yeni bir başlangıca ihtiyacımız var. İşle, tozla, tortuyla dolmuş ruhumuzu temizlemek için her sabah silkinmeye ihtiyacımız var.

Sadece bireyler olarak değil, toplum olarak da bir rehabilitasyon sürecine girmek zorundayız. Sokak kavgalarının, cinayetlerin, kapkaçların, fuhuşun, intiharın, boşanmanın rutin haline geldiği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Kendinden korkan, dinden, milletten bîhaber bir sistemin içinde geriliyoruz, daralıyoruz.

Toplumsal yeniden inşa için birbirimize güvenmemiz, birbirimizle tekrar konuşmaya başlamamız gerekiyor. Türkçe’de konuşmak kon-uş-mak kökünden türetiliyor ve “karşılıklı kon-mak” anlamına geliyor. Yani konuşmak demek, konu-komşu olmak demek. Konuşmak demek, aynı zeminde buluşmak, aynı dala konmak demek. Dalın sallanıp kimsenin düşmemesi için de herkesin o dalın üstünde nasıl davranacağını bilmesi gerekiyor. Yani konuşmasını, ‘komşu olmayı’ bilmesi gerekiyor.

Bizim bir sohbete ihtiyacımız var. Derin, uzun soluklu bir sohbete... Bazen konuştuğumuz, bazen sustuğumuz; bazen kelimelerin, bazen sadece kalplerimizin konuştuğu bir sohbete... Sohbet demek, gürültü çıkarmak demek değil. Sohbet demek, birbirine dost olmak, ashab olmak demek. Bizim birbirimize ashab olabilmek için toplumsal bir sohbete ihtiyacımız var.

Sohbet demek, tartışma progamı demek değil. Siyasi nutuk, münazara demek hiç değil. Sohbet aynı halının üstünde diz dize oturmak demek. Herkesin aynı seviyede oturduğu bir yerde bulunmak demek. Kimsenin kimseye bağırmadığı, herkesin herkese hizmet ettiği; ama doğru söz sahibine de kulak kesildiği yer demek.

Yeni bir başlangıç mümkündür


Türkiye uzun bir süredir ne konuşabiliyor, ne de sohbet edebiliyor. Konuşma yetimizi yitirdik çünkü, konu komşumuza, dostumuza söyleyecek sözümüz kalmadı. Kendi kendimizle sohbet etmeyelim diye onlarca anons, reklam, uyarı, korna beynimizin içinde zonkluyor. Birbirimizle sohbet etmeyelim diye televizyon, sinema, müzik, ne varsa seferber edilmiş durumda.

İşte bunun için yeni bir başlangıca ihtiyacımız var. Her gün yeniden nefes almaya, her gün yeni bir sefere çıkmaya ihtiyacımız var. Bu, kimliğimizi yitirmek demek değil. Çünkü bu dinamik yeniden inşa süreci, süreklilik içinde tekâmüldür. İlkelerin rehberliğinde karanlıktan aydınlığa çıkmaktır. Yaratıcı’nın muhteşem eserini her gün yeniden okumak, her gün yeni bir sırrını keşfetmektir.

Bu yüzden manevi hayat statik ve donuk değil, dinamik bir hayattır. Orada banallık, sıradanlık değil, ruh tazeliği ve ferahlığı vardır. Orası tıpkı meltemin başakları bir orkestra düzeni içinde dansa davet etmesi gibi, bütün ruhların aynı rahmet nefesine cevap verdiği yerdir. Burada ruhlar sıradanlaşmaz, kendilerini bulur.

Kendimizi ve çevremizi yeniden inşa etmek için, güçlü bir kaynağa ihtiyacımız var. İnşaatın ortasında malzemenin tükenmesi, bizim de tükenmemiz demektir. O yüzden tükenmeyen, her an taze kalan bir kaynaktan beslenmek zorundayız. Bunu beşer-insan karışımı varlıklar olarak kendi başımıza yapamayız. Seküler ve hümanist modern dünya bunun yapılamayacağını defalarca ispatladı. Başımızı yukarı kaldırıp o kaynakla yeniden rabıtalanmamız gerekiyor.

Yeniden inşa dönemi, bizi hem birey hem de toplum olarak kendiyle barışık, kendinden emin, iç dünyasında huzurlu, dış dünyasında istikrarlı bir ülke haline getirecek. İnsanlığın ‘ortak iyi’ arayışının sınırlar ötesi nitelik kazandığı bu dönemde, bu ‘en büyük cihad’a canımızla, malımızla katılmamız gerekiyor...