๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kapaktakiler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 31 Temmuz 2011, 21:46:18



Konu Başlığı: Yakın Uzaklıklar
Gönderen: Zehibe üzerinde 31 Temmuz 2011, 21:46:18
Yakın Uzaklıklar


Ağustos 2009 - 128.sayı


Hasan AKÇAY kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.

Bir köyün nüfusundan daha çok nüfusaynı apartmanda yaşıyor, ama birbirimizi tanımıyoruz. Asansör veyaapartman girişlerinde karşılaştıklarımızın yüzüne sahte, çekingen birtebessüm gönderiyoruz.

Sözlükler, komşu kelimesini ortak bir görüşle “birbirine yakın olan ev,iş yeri, arazi, köy...” diye tanımlıyorlar. Buradaki en önemli veüzerinde durulması gereken özellik, “yakın”lıktır. Bu yakınlık sadeceevlerin, köylerin, işyerinde masaların birbirine yakınlığı mı? Yoksa oevlerde ikamet eden, o masalarda oturan insanların birbirine yakınlığımı? Yakınlık, dışarıdan bakıldığında birbirine yaklaşık duruş şekli mi?Yoksa sözlerin, gönüllerin ve bakışların birbiri içine girmiş, sımsıcakbir mevsim oluşturmuş hali mi?

Dıştan bakıldığında birbirine yakın duran, gerçekte ise birbirindenfersah fersah uzak hayatlar az değil. Tam aksine, cismen bizden uzakolsa da, her an bakışlarımızın gezdiği yerden bize tebessüm eden, hersolukta yüreğimizde yüreği atan, bizimle birlikte gülen, ağlayan...Varlığıyla her daim yanı başımızda duranlar da var. Bazen uzaktakileren yakınımızda, bazen de yakınımızdakiler en uzağımızda olabiliyor. Budurumun gönüller buluşması, gönüller donanması ile ilgili bir yönü olsagerek. Gönlün, sevdiğine kapılarını sonuna kadar açtığı ve sevilen içinbir taht kurduğu, iklimler ötesinde olsa en yakınımız; yanı başımızdaduran, evi ile evimizi dört parmak beton ayıran kişilerin gönülde biryeri yoksa, onlar da bir o kadar uzağımız.

Komşunun külü

Komşu deyip de geçilmez. Durulması, düşünülmesi ve hatta hüzünlere garkolunması gerekir. Yitirdiğimiz değerler arkasından duyulan değil midirhüzün? Yaşanan ve yaşatılan güzellikler var mutlaka. Eğer o değerlertamamen ortadan kalkmış olsaydı bugün nefes alamaz hale gelmiş olurduk.Biz hâlâ nefes alabiliyorsak, bu anlamda, ardından ağladıklarımız,tahassürle andıklarımız tamamen yok olmamış demektir. Gerçek olan şudurki, düne göre bugün birçok güzellik çekilmiş hayatımızdan. Özellikle deönceki zamanlarda bu güzelliklerle iç içe olmuş olanlar, kaybolanlarıdaha belirgin bir şekilde fark ediyor. Onun için onların yüreği, dününgüzelliklerini yaşamayanlardan farklı sızlıyor ve gözleri buğulanıyor,geçmişe dalıp gittiklerinde.

“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” derdi babaannem. Bu sözü,komşularımızdan sıkıldığımızda, çocukça mızmızlanış, sızlanışlardansonra duyardık en çok. Ve bu sözün bir mecaz olduğunu da bilmiyordukhenüz. O zamanlar evimizin ortasında bir ateşlik, bir “ocak” vardı. Hergün oradan kürek kürek kül boşaltılırdı. Ekmek, yemek, çay, hayvanlarınyiyecekleri de hep o “ocak”ta pişirilirdi. Benim öğrendiğim ve tütenocak olarak bildiğim ilk “ocak”tı o. Bu ocaktan çıkarılan küller,komşular için saklanır mıydı bilmiyorum ama o zamanlar hemen her günahşap kapımızı gâh elindeki baston ile gâh elleriyle çalankomşularımızın dolapta bir kaşığının, bir çay bardağının olduğunu çokiyi biliyordum.

Uzak ve yakından gelen ve gidilen komşular artık komşu olmaktan çıkmış,adeta aynı hanenin insanları oluvermişlerdi. Ve onlar biliyorlardı ki,komşuların ihtiyaçta ve yardımlaşmada bir sınırı yoktur. Bu ihtiyaçkülden öte gül ihtiyacıydı. Maddi ihtiyaçlardan öte, manevi ihtiyaçtandolayı çalınırdı komşu kapıları. Dertleri ve sevinçleri paylaşarak;birini azaltırken, diğerini çoğaltmada komşudan daha başka gidilecekyakın bir kapı yoktu çünkü. Ve o zamanlardaki komşuluk ilişkileri tazeaçmış bir gül, ocaktan yeni çıkmış sıcak ekmek kokusu gibi evden eve,mahalleden mahalleye, köyden köye yayılırdı. Külleri zaman savurdu da,gülleri kim soldurdu? Onları hangi rüzgârlar kopardı dalından da bizböyle tenhalığımızda o güzel kokulara hasret kaldık? O kokuları alıpönüne katan rüzgâr, huzurumuzu, iyiliğimizi, şefkat ve merhametimizi deuzak dağlar arkasına savurdu sanki. Onun içindir ki metrekareleribüyüyen evlere sığmaz olduk. Koskoca evlere hissizlik, mutsuzluk çöktü.

Şehir yalnızlığımız

Kuşundan çiçeğine, gökyüzünden ırmağına; sevincinden hüznüne,dostluğundan komşuluğuna varıncaya kadar bütün güzellikleri köylerdebırakıp şehirlere koştuk. Şehirlere yığıldık, yığınlaştık... Şehirleretıkındık, şehirlerde tıkandık. Daralan göğsümüze pencereler aradıkilkin. Soluklanmak için kapılar tıklattık. İçerden gelen ayak sesleri,kapının açılış sesiyle bir ahenk oluşturmadı. Kapının açılış sesi yoktubu bestede. Ve bekleyişler en kısa zamanda tükendi bir sessizlikte.Yabancıydık çünkü. Korkuların kol gezdiği, güvensizliğin ve kaygılarınboy attığı iklimlere gelmiştik habersizce. Sevgi ve güven çağıkapanmış, yeni bir dönem: “kaygı çağı” başlamıştı, bilmiyorduk. Bizhâlâ yedi numara gaz lambalarının ışığında içilen çayların buhuruyladimağlarda demlenen sıcak sohbetleri; uzaktan gelen bir komşunun, birkomşu kapısında soluklanışındaki içten karşılanmasını bekliyorduk.

Oysa şehirlere inen yollar uzun ve dardı. Geçilen her bir dönemecinuçurumuna neler savrulmuş, neler geride bırakılmış farkında değildik.Bunu zamanla öğrendiğimizde, girdiğimiz yalnızlık denizinin boyu aşansınırlarını çoktan geçmiştik bile. O yalnızlık ki apartman girişlerindebırakılmıyor, bizimle birlikte asansöre biniyor ve dairemize kadargeliyordu. O büyülü tünel içinde geçtiğimiz her kattan bîhaber, kendidairemize ulaşıyorduk. Ve orada da başka bir yalnızlık başlıyordu.Çocuklarımız kendi odalarına (dünya) çekilmiş olarak kendiyalnızlıklarını yaşıyorlardı. Bazen kapılarını çalıp, misafirlik içingeldiğimizi söylesek de, diğer komşularımızın verdiği aynı cevabıalıyor; “müsait olmadıklarını” öğrenip geri dönüyorduk. Ve yapayalnız,bir başına kalıyorduk koca şehirlerin ortasında, kocamanapartmanlarımızın katlarında. Unutuyor, unutuluyorduk.

Köyümüzün nüfusundan daha çok insan aynı apartmanda yaşıyor, amabirbirimizi tanımıyoruz. Asansör veya apartman girişlerindekarşılaştıklarımızın yüzüne sahte, çekingen bir tebessüm gönderiyoruz.Bizim apartmanda yaşıyordur belki, ayıp olmasın diye, zoraki bir başeğiş selamı bazen... Birbirimize yakın görünüyor fakat aramızda aşılmazdağların olduğunu fark etmiyorduk. En yakın bildiklerimize dahi birbardak çay içmeye haber vermeden, çat kapı gidemiyorduk. “Modern çağ”insanın insana, insanın kâinata, insanın Yaratıcısına yabancılaşmasınıtırmandırıyordu. İtimat duygusu zayıfladığı için, aynı apartmandayaşayan insanlar birbirine şüphe ile bakıyor. Acaba bana ondan birkötülük gelir mi diyerek hep uzak durmayı yeğliyor; dostluk kurmayı,paylaşmayı, güzellikleri yeşertmeyi denemiyoruz. Gün gelip bir cenazeçıkarken kapıdan, aynı apartmanı paylaştığımız kişinin bir dairedeyalnız yaşadığını, kimsesi olmadığını ve kimsesiz öldüğünü o zamanöğreniyoruz. Bazen de mahalleyi dolduran siren seslerine karışan kurşunsesleriyle irkilip, mermilerin bizim apartmanı hedef aldığını veapartmanımızın bir dairesinde örgüt elemanlarının yaşadığını çok geçfark ediyorduk. Kapısını çalmadığımız komşularımız, tanışmadığımız,uzak durduğumuz insanlardan geriye ya maddi zarar ziyan, ya da vicdanıinceden sızlatan bir
sızı kalıyordu.

Neydi unuttuğumuz?

Mahallemize, apartmanımıza, yürüdüğümüz yollara bir “nisyan” sisi indi.İslendi kaldırımlar, gökler maviliğini yitirdi göçen kuşlarla.Birbirini tanımayan, bilmeyen “komşuların” selamsızlığında irkilditoprak. Yüreğimizde taşıdığımız, her çöküşte güncellediğimiz uzakhatıraların ışıklı gülüşleri de yoruldu belleğimizde. Sarardı, kayboldusonra. Bin yıl yaşamış gibi yorgun ve umarsız düştük koltuklarımıza.Dalıp giden gözlerimiz mazinin film şeridine takılırken, kulaklarımızadolan seslerle kendimize gelmeyi denedik. O ses ki bizi biz yapan,insanlığımızı ve insan olmanın yükümlülüğünü hatırlatan, yıllaröncesinden gök kubbeye dolan ve her daim huzurun, kardeşliğin,bölüşmenin adresini gösteren, yüreğimizi titreten, bizi kendimizedöndüren bir güzellikteydi. Şimdi, yeniden O’nu duymanın dinlemeninvaktidir. Çünkü O’nu duyanlar, O’na uyanlar esenliğe erdiler, esenlikiçinde yaşadılar. O sese bigâne yaşayanlar huzursuzluğu, acıyı,yalnızlığı tattılar.

Karşımızdakinden görmesek bile bize düşen, bize düşeni yapmaktır. Çünkü“komşu” kardeş gibidir. Birçok insanın yaşadığı gurbet içindekigurbette bize ana-baba-kardeşten daha yakın olan komşularımızdır. Onuniçindir ki Efendimiz s.a.v: “Cebrail bana durmadan komşuya iyilikyapmayı tavsiye etti. Bu sıkı tavsiyeden komşuyu komşuya vâriskılacağını zannettim.” buyurmuşlardır. Anlaşılan odur ki, komşulukilişkileri sanıldığından daha önemlidir. İyi komşulukta Allah veRasulü’nün rızası, kötü komşulukta Cennet yüzü görmemek ihtimali vardır.

Ebu Zer r.a. hazretleri, Efendimiz s.a.v’den rivayetle şöyle der:“Rasulüllah s.a.v. bana şöyle nasihat etti: ‘Çorba pişirdiğin zamansuyunu çok koy, sonra da komşu ailelerine bak, onlardan muhtaç olanlaramünasip bir pay ayır.’” Bizim geleneğimizde sadece muhtaç olanlaradeğil, belki kokusu yayılmış da duymuştur, heveslenmiştir diyerek,evlerde pişenlerden komşular birbirine gönderir, paylaşırdı. Hem“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” uyarısı öylesine sarsıcıydıki, insanlar yakın-uzak komşularının durumunu araştırmayı, soruşturmayıbir emir, bir görev, bir sorumluluk olarak kabul ediyordu.

Günümüz insanının sadece karnının aç olup olmadığından ziyade, sanki bubuyrukta, manevi olarak da komşularının açlığı söz konusu ise yinekomşuların sorumluluğu devreye girecektir diye anlaşılması gerekir.Eğer bir insanın, bir müminin kendi hanesinin bacasından huzur, saadetyükseliyor da komşuları bir arayış, bir mutsuzluk içindeyse, bu anlamdabir manevi açlık söz konusuysa, yine aynı sorumluluğu taşıması gerekirkomşular. Kendi elde ettiği, bulduğu huzurun yolunu veya formülünükomşularına da anlatması öğretmesi gerekir. Yoksa “bizden değildir”hükmünün yakıcılığı, sarsıcılığı uykularımızı kaçırmaya, bizi yuvamızdarahat ettirmemeye yetecektir. Tam anlamıyla bu sesi duyar, kulak verip,idrak edebilirsek tabii. Eskiler çarşı pazardan aldıkları gıdamaddelerini kat kat kâğıtlara sararak filelerine koyarlardı ki,mahalleden geçerken birileri görüp de heveslenmesin. Eğer birinin gözütakılırsa, heveslendiği hissedilirse mutlaka o file açılır veiçindekinden gören kişiye verilirdi. Şimdi merdiven boşluklarındamutfak kokuları bütün apartmana yayılıyor, “komşuda pişer bize dedüşer” atasözü değişime uğrayarak, “komşuda pişer, bize kokusu düşer”halini alıyordu.

Hazreti Peygamber s.a.v.’in komşulukla ilgili pek çok uyarıda bulunduğubilinmektedir. Son bir örnek olarak insanın yüreğini sarsan ve bizleribiraz daha dikkatli davranmaya sevk eden hadisle sözü noktalayalım. EbuHüreyre r.a. rivayet ediyor: “Peygamber Efendimiz s.a.v.’in üç defa‘Vallahi mümin olamaz’ diye tekrarladığını işittim. ‘Ya Rasulallah, kimmümin olamaz?’ diye sordular. ‘Şerrinden komşusu emin olmayan kimse’buyurdu.”