๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kapaktakiler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 29 Eylül 2011, 18:24:12



Konu Başlığı: Mehmetler Nasıl Fatih Olur?
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Eylül 2011, 18:24:12
Mehmetler Nasıl Fatih Olur?



Aralık 2007 - 108.sayı

T. Ziya ERGUNEL kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.

“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik”

(Fatih Sultan Mehmet)

[Bizim bu dünyaya zenginlik, (iktidar, mal, mülk), makam talep etmek, (bunların peşinde koşmak) için geldiğimizi sanmayın. Biz bu âleme bir sevgili için, (onun uğrunda) âh etmeye geldik.]

Sultan II. Mehmed Han, “Fatih” olduğu kadar şairdir de. Divan tertip eden ilk Osmanlı padişahı olan bu büyük cihangir, “Avnî” mahlasıyla güzel şiirler yazmıştır. Bu şiirler, Fatih’in otuz senelik saltanat dönemindeki destanî muvaffakiyetlerinin gerisindeki aşka, inanca, anlayışa; onun muhsin şahsiyetine işaret etmesi bakımından mühimdir. Gerçi o daha toy bir delikanlıyken bile tahttan feragat ederek dünyaya karşı istiğnasını ortaya koymuştur.

İhtişamıyla nam salmış Bizans’ı düşürdükten sonra, çağ açan bir hükümdar olarak Sarayburnu’na dünyanın en mütevazı sarayını yaptırmakla, büyüklenmeyi aklının ucundan dahi geçirmediğini göstermiştir.
Hocası Molla Gürani’yi her gördüğünde ayağa kalkarak onun elini öpen, cihanı titreten bir sultanken de hocasının kendisine “Mehmed” diye hitap etmesinden mesrur olan bir padişahtır.

Karadeniz’in sarp dağlarında binbir meşakkatle Trabzon üstüne yürürken, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hatun’un, biraz da Fatih’i seferden caydırma niyeti taşıyan, “Hay oğul, bunca zahmet niyedir?” itirazına, “Ana, bu zahmet din yolundadır; zira bizim elimizde İslâm’ın kılıcı vardır!” diyerek üstlendiği vazife ve mesuliyeti sarahaten tarif eylemiştir.

Böyledir bizim Fatih Sultan Mehmed Han’ımız. Böyledir, çünkü daha el kadar çocukken dizinin dibine oturduğu Ak Şemseddin’in tasavvuf terbiyesinden geçmiştir. Ak Hoca’sının kendisine nasip vermesi
için nasıl yandığını bilen bilir. Hocasının, “Islah-ı memleketten gayrı nesneye iştigâl göstermeyesüz!” telkini karşısında nasıl meyus olduğunu da.

Gazi hünkâr için ezelde taht takdir edilmiş, uğru açık kılınmıştır. Devletli bir hükümdardır o.

“Devlet”, nöbetle bir diğerinin eline geçmek suretiyle kişiye mevki, itibar, galebe ve saadet getiren mülk, servet, zenginlik yahut salahiyettir. Fatih; liyakati, idaresi, zaferleri ile dünyanın gıpta ettiği genç bir sultan olarak şöhret bulmuş, bir faninin çıkabileceği en yüksek dünyevî makama erişmiştir. Fakat bütün bunlar kuru bir cihangirlik davasının eseri değildir.

Bu sebeple Fatih, zahire bakıp onun devlet ve mevki-makam talebiyle gaza eylediğini düşünebileceklere yukarıdaki mısralarla ikazda bulunuyor: “Ne devlet, ne makam, ne de bu dünyaya ait başka bir talep,
bizatihi bizim maksadımız olamaz. Bizim tek derdimiz vardır, o da ‘bir yâr için âh etmek’tir.”

“Yâr”, yani dost, yani sevgili, “bir”dir ve cemâl-i mutlak olan Allah Tealâ’dır. “Âh” ise lafza-i celâl zikridir. Çünkü “âh”, Allah ism-i şerifinin kısaltılmış telaffuzudur. “Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik” demek, biz bu dünyaya Cenâb-ı Azimüşşan’ı zikretmeye, her hal ü kârda O’nu hatırlamaya, her adımımızı O’na göre atmaya geldik demektir. Âh etmek, yani zikir, ahde vefanın işaretidir, Elest  Meclisi'ndeki misakımızın iktizasıdır. Böyle bir zikir, “dervişin fikri ne ise zikri de odur” kavlince Allah’ın her daim kalbimizde olduğuna delalet eder. Zikir, yüklendiğimiz emanetin icabıdır; kulluk  şuurudur. Hakiki zâkir, kendisine ikram edilen dünyevî nimetler ne kadar çok olursa olsun, kulluk çizgisini aşmaz. Zikir, fani olanı hak ettiği mesabede tutup, baki olana yönelmedir. Zenginliğin, iktidar  hırsının, mevkiin peşinde kendimizi tüketmekten bizi halâs edecek yegâne imkândır zikir.

Fatih’in gül koklayan bir portresi vardır. Bunu gören bir Fransız ressam taaccüp eder: “Biz eğer çağ açıp çağ kapayan Fatih’in resmini yapacak olsaydık, bir eline kılıç verir, bir ayağını azametle dünya küresinin üzerine koydururduk. Halbuki siz Fatih’in eline gül vermişsiniz.” der. O Fransız, “bir yâr için âh etme”nin manasından bihaber olduğu için şaşırmıştır. Yahut Fatih “bir yâr için âh etme”nin lezzetinden haberdar olduğu içindir ki Rasûl-i Zîşân’ın sembolü olan gülü, şaşmaz bir kılavuz gibi nazarından ırak tutmamıştır.

Fatih’in “biz bu dünyaya Allah’ı zikretmeye, O’nu hep hatırda tutmaya geldik”yerine “âh etmeye” geldik demesi, aşktandır. Öyle ya, ecdat hat levhalarında boşuna “âh min’el-aşk” meşk etmemiştir.

“Âh”, kulluk şuur ve sadakatini ifade ettiği kadar, Mevlâ’dan ayrı olmanın, dünya gurbetinde bulunmanın elemini; Yegâne Dost’a ulaşmanın iştiyakını, O’na duyulan hasretin ateşini de ifade eder. Yanan
bir kalbin göklere çıkan şerareli dumanıdır âh. Aşkın izharıdır, aşktandır.

İşte II. Mehmet böyle bir aşkla âh ettiği, böyle bir aşkla gönlünü sahibine verdiği, her dem Sevgili’nin rızasını gözettiği, Yaradan’ını unutmadığı, kısaca lâyıkıyla kul olduğu için Fâtih de olmuştur. Kulluğunuzda noksan varsa, dünyaya niçin geldiğinizi bilmiyorsanız, adınızın Mehmet olması Fâtih olmanıza kifayet etmez.

Zikir, fani olanı hak ettiği mesabede tutup, baki olana yönelmedir. Enginliğin, mevkiin peşinde kendimizi tüketmekten bizi halâs edecek yegâne imkândır.