๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Mayıs 2010, 14:33:29



Konu Başlığı: Kulluğun İki Temel Şartı
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Mayıs 2010, 14:33:29
Kulluğun İki Temel Şartı

(http://www.semerkanddergisi.com/DergiResimleri/55b68d8513fc5e58562.jpg)

İbadetler üzerine titreyen bir insan, büyük bir kulluk örneği sergilemekte ve sevaba hak kazanmaktadır. Ancak, kulluğun sadece bir boyutunu ifa etmektedir. Eğer kendisi dışındakilerle olan ilişkilerini de güzel bir çizgide götürebilir ve çevresindekiler onun ahlâkından hoşnut olurlarsa, o gerçekten de Allah’ın razı olduğu bir ömür sürüyor demektir.

İnsan nihayetinde kendisine takdir edilmiş olan ömrü bir şekilde tamamlayıp ebedi aleme intikal ediyor. Zira Allah bugüne kadar hiç kimseye dünyada ebedi yaşama imkanı vermedi. Bundan sonra da vermeyecek. Nitekim bir ayette Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?” (Bakara 34).

Dolayısıyla, herkes kendisine sunulan yaşamı öyle veya böyle tamamladıktan sonra Allah’ın huzuruna varacak. Allah’ın takdir etmiş olduğu ömür bir noktada sonlanacak. Her birimiz ölüm gerçeğiyle sonunda yüzleşecek. Dünyaya gelmek elimizde olmadığı gibi, gidişimiz de elimizde olmayacak. Dünyada kalmak için dirensek de fayda etmeyecek.

Hiç kimsenin yakasında tam olarak ne zaman vefat edeceği yazılı değil ki, arada bir ne kadar ömrü kaldığına baksın da kendisini düzeltsin. Ölüm, bazen yakında geleceğini haber verircesine amansız bir hastalıktan sonra insanı yakalar. Bazen de birden dünyadan koparıverir. Bir bakmışsınız ki, çok kısa bir süre önce beraber olduğunuz, çok sağlıklı gördüğünüz arkadaşınızın vefat haberini almışsınız. Yani insan ölümle her an yüz yüze. Veysel Karanî k.s. insanın bu duruma hazırlıklı olmasını ve ahiret sermayesini hazırlamasını tavsiye ederken; “ölümü yattığında yastığının altında, kalktığında da karşında bil” demiştir.

Makul düşünen bir insana, geçici olan bu dünya hayatını mı yoksa ebedi ahiret yurdunu mu tercih edersin diye sorulacak olsa, tercihini mutlak surette ahiretten yana kullanır. Bu sefer de, madem doğru düşünerek tercihini ahiretten yana kullanıyorsun, o zaman orası için hazırlık yapman gerekir, denir. Zaten Allah ve Rasulü’nün bizlerden istediği de budur yani ahiret sermayemizi olabildiğince artırmak. Bu nedenle, nasıl ki yolculuğa çıkan insan hazırlık yapıp valizine ihtiyacı olan eşyaları koyar ve gittiği yerde sıkıntı çekmemek isterse, ebedi ahiret yolculuğuna çıkan insan da öteki alemde ihtiyacı olan şeyleri yanına almak durumundadır.

Kulun hazırlığını yapmış kabul edilmesi iki görevi yerine getirmesine bağlıdır. Bunlara dikkat edilmediğinde, dünyada hayırlı bir ömür sürerek Allah’ın huzuruna vardığından söz edilemez. Ayrıca bu iki husus birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birini tam yapıp diğerini ihmal eden kulluk görevini hakkıyla ifa etmiş olmaz.

İlk sorumluluk

İnsanın birinci sorumluluğu, kendisini yaratıp dünyaya getiren ve bir imtihana tabi tutan yaratıcısına karşıdır. Gerek Kur’an ve gerekse hadisler insanın dünyada niçin var olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Öncelikli istenen, Allah’ı rab olarak kabul etmesi, Hz. Muhammed s.a.v.’e O’nun elçisi olarak iman etmesidir. Bunun ardından ibadetler gelir. Namazları aksatmadan kılmak, oruç tutmak, imkan varsa hacca gitmek, zekât vermek gibi bazı ibadetleri yerine getirmekle yükümlüdür.

Dolayısıyla Allah katında iyi bir insan olabilmek için bu sorumlulukların yerine getirilmesi şarttır. Bizleri yaratan, yerine getirilmesi gereken ödevler olarak bunları bizlerden istemektedir. Allah’ın mesul tuttuğu bu sorumlulukları yerine getirmeyen kimsenin Allah katında iyi bir insan olarak kabul edilmesi mümkün olamaz. Allah ondan namaz kılmasını isterken, zekâtını vermesini emrederken, o bunları çeşitli bahanelerle yerine getirmez, ondan sonra da Allah’ın kendisini iyi bir kul olarak kabul etmesini ve cennetine koymasını beklerse, bu anlamsız bir beklenti olur.

Bizler sorumluluk yüklediğimiz insanlar görevlerini hakkıyla yapmadığında, ihmal ettiğinde veya istemeyerek yerine getirdiğinde nasıl rahatsız oluyor ve onları ödüllendirmiyorsak, Rabbimizden de farklı bir muamele beklemememiz gerekir. Bizim en büyük yanılgımız, Allah’ın sonsuz merhametini yanlış yorumlamamızdır. Allah Tealâ elbette merhametlidir, ancak bu hak edenleredir, merhamet edilmek için çabalayanlar içindir. Hem Allah’ın buyruklarını hayatınıza hakim kılmayacaksınız ve O’nu olabildiğince yaşamınızdan dışlayacaksınız, hem de O’ndan ahirette iyi muamele etmesini bekleyeceksiniz! Bu hayal bile edilemeyecek bir şeydir. Oysa Allah, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi, bizim O’na bir karış yaklaşmamızı beklemektedir. Biz bir karış yaklaşırsak, o bir kulaç yaklaşacaktır. (Buharî, 6856). Yeter ki bir çaba içerisinde olalım.

İkinci sorumluluk

İnsanın doğrudan Allah’a karşı olan sorumluluğu yanında bir mesuliyeti daha vardır. O da çevresindekilere karşı olan görevleridir. Buna başta ailesi olmak üzere akrabası, arkadaş çevresi ve yapıp ettiklerinden etkilenen herkes girer. Daha özet bir ifadeyle söyleyecek olursak, kulluğun ikinci şartı kulları memnun edebilmektir.

İnsan bir aile reisi olarak, imkanlar ölçüsünce ailesini geçindirmek için elinden gelen çabayı sarf etmiyor, çocuklarına ve eşine şefkat göstermiyor, dışarıda başkalarıyla olmayı ailesine tercih ediyor, yuvasına sevgiden çok korku salıyorsa; bu insanın ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirdiğinden söz edilemez.

Aynı şekilde çocuklarla ilgilenmek ve evin içindeki tüm yükü sırtlanmak durumunda olan eş, haline şükretmiyor, hayat arkadaşının imkanlarını göz önünde bulundurmadan onu maddi sıkıntılar içine sokuyor ve evde huzursuzluk çıkarıyorsa, o da sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiyor demektir.

Müminin sorumlulukları elbette sadece ailesiyle sınırlı değil. Apartmandan çıktığında komşuları “iyi ki böyle bir insanla komşuluk yapıyoruz” demiyorsa, iş yerindekiler onunla bir arada çalışmaktan haz almıyorsa, karşısındakinin kalbini kırıyorsa, ağzından ne tür ifadeler döküldüğüne dikkat etmiyorsa, çevresine karşı sorumluluğunda zafiyet var demektir.

Halbuki önemli olan, cenaze namazımızı kılmaya gelen insanlar, imam “nasıl bilirdiniz” diye sorduğunda, kalpleri ile dilleri tam bir uyum içerisinde “iyi bilirdik” diyebilmeleridir. Vefatımızın, insanların bizden kurtuluşu olmamasıdır. Dikkat edilirse, gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in ibadetler kadar üzerinde önemle durduğu husus, insanlar arası ilişkilerdir. İnsanın dürüst olmasını, yalan konuşmamasını, kalp kırmamasını, kusur araştırmamasını, güzel kelam etmesini, laf taşımamasını, kendisine çeki düzen vermesini isterler.

Buyruklar arasında ayırım gözetmemek

Demek oluyor ki, Allah katında iyi bir kul olabilmek görevlerin sadece bir kısmını yerine getirmekle gerçekleşmiyor. Bakınız, Allah Tealâ kitabında hem namaz kılmayı hem de gıybet etmemeyi emrediyor. Biz şimdi namaz ibadetine önem verirken Allah’ın diğer emrini ihmal edemeyiz. Sonuçta her ikisi de aynı kitap içerisinde yer almaktadır. İkisi de Allah’ın emri olmaları noktasında farklı değiller.

Dolayısıyla, ibadetler üzerine titreyen bir insan, büyük bir kulluk örneği sergilemekte ve sevaba hak kazanmaktadır. Ancak, kulluğun sadece bir boyutunu ifa etmektedir. Eğer kendisi dışındakilerle olan ilişkilerini de güzel bir çizgide götürebilir ve çevresindekiler onun ahlâkından hoşnut olurlarsa, o gerçekten de Allah’ın razı olduğu bir ömür sürüyor demektir.

Kur’an-ı Kerim geçmiş peygamberleri örnek olarak sunar. Hz. Peygamberimizin de bizler için en güzel örnek olduğunu belirtir. Bir kimsenin örnek olması demek, diğer insanların onun yaptıklarını yapabileceği ve yapmaları gerektiği anlamına gelir. Zaten yapamayacak olsaydılar, örnek alınması istenmezdi. Bu durumda Hz. Peygamber’i yücelten değerlerin neler olduğuna dikkat etmek gerekiyor.

Bu değerler, yazımızda ele aldığımız iki hususta toplanmaktadır: Halisane, gönülden kopup gelen bir içtenlikle Allah’a ibadet etmek, buyruklarını yerine getirmek. İkincisi de insanlarla güzel bir geçim sürmek. Hiç şüphe yok ki, Allah Rasulü bu açılardan bizler için mükemmel örnekti. Rabbine kulluk etmekten tarifi imkansız haz alıyor, çevresindekilerle içten dostluk kuruyordu. O civarındaki herkes için gerçek bir dost, görmeden durulamayacak bir arkadaştı. Onu kaybeden sahabilerinin tarifi imkansız bir elem içine düşmelerinin nedenlerinden biri de mükemmel arkadaşlarını kaybetmeleriydi.

Kendimize “Allah Rasulü’nü niye bu kadar çok seviyoruz?” diye bir soralım. Cevap olarak, Allah’a kulluğunu, ashabıyla güzel dostluğunu, ailesine şefkatini, etrafındaki her bir şeye verdiği değeri ve daha nice güzel hasletleri sayarız. Esasında nasıl olmamız gerektiğinin özeti de budur: İbadetlerle süslü, insanlarla iyi ilişkiler üzerine kurulu ahlâkî bir hayat...