Konu Başlığı: Kayıp Kimliğin Peşinde Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Ağustos 2011, 14:28:26 Kayıp Kimliğin Peşinde Ağustos 2008 - 116.sayı Ruhan UMUT kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı. Yüzyıllar takvim yapraklarından koparken, ilk İstanbul Beyi çağ kapatıp açarken, dünya Türkün ince sanatını ve yüksek hayat zevklerini konuşurken, biz saraylara ve camilere rağmen, Sinan’a ve Itrî’ye rağmen üslubumuzu kaybettik. Üslubumuz kimliğimizdi. Yabancı misafir ile kendisini ağırlayan Türk, kahve içip İstanbul’u seyretmek için yüksekçe bir yere çıkarlar. Misafirin daha oturur oturmaz yüzünü ve sözünü hayret ifadeleri kaplar. Misafirperver Türk, övünerek ve kendinden emin: – Ya, işte İstanbul böyle bir şehirdir, diye başlayacakken, ecnebi camileri ve sarayları göstererek, – Bunları kim yapmış, diye sorar. Bizimki iftiharla cevap verir: “Biz!” Misafir “Olmaz!” diye bağırınca bizimki şaşırır. Ama ecnebinin itirazı sağlamdır: – Bu camileri, bu sarayları yapan bir millet (apartmanları göstererek) buralarda yaşayamaz. Bu kadar zevksiz ve birbirinin aynısı evlerde oturanlar, o camileri yapanların torunları olamaz. Hikâyenin bundan sonrası yok. Muazzam bir medeniyeti, engin bir kültürü, zevki selim, hissi selim, aklı selimi, ihtişam ve tevazu ile taşıyan camiler ve saraylardan, zamane binalarına geçişi ve o arada bu millete olup biteni nasıl anlatmıştır adam bilinmiyor. Ama hikâye bize kadar ulaştığına göre en azından adamın aklında kalmış, hatta içine oturmuş ecnebi sözü. Nasıl oturmasın, söz hakikat. Hakikat acı. Aynılaştık: Hüviyetimiz Kayıp Hakikat şu ki, yüzyıllar takvim yapraklarından koparken, ilk İstanbul Beyi çağ kapatıp açarken, dünya Türk’ün ince sanatını ve yüksek hayat zevklerini konuşurken, biz hem de saraylara ve camilere rağmen, Sinan’a ve Itrî’ye rağmen üslubumuzu kaybettik. Çinilere ve hatlara, ebrulara ve yazmalara rağmen zevkimizi yitirdik. Yapraklara ve çiçeklere rağmen, meyvelere ve arılara, balıklara ve kelebeklere rağmen renk körü olduk. Derken, aynılaştık. Özelliklerimizi yitirdik. Farkları gözetmedik. İfade veremedik. Tıpkı, aynı, birörnek olan önümüze koyuldu, kolay geldi, aldık, sevdik. Hayret etmeye bile yetmeyecek kadar dar bir zamanda serpilmeye çalıştık, tek tipleştik, tipsizleştik. Meriç’in ihtişamını, Mostar’ın tevazuunu sadece turist yabancılığıyla seyrettik, dün ile bugünü köprüsüzleştirdik. Taşlarımızı, harflerimizi ve harekelerimizi, seslerimizi ve evlerimizi karşıda bıraktık, alıp bir tekini bile bu zamana geçiremedik. Eşsize Rağbet Yok Tek tipleşme ve kimliksizlik (hüviyetsizlik/kişiliksizlik) modern bir problem ve bu problem, önce tek tipleşmiş bir zihin yapısı ile başlıyor. Zihinde başlayan tek tiplik, bireye ait olan verilmiş ve edinilmiş bütün farkları, bütün özellikleri ve zenginlikleri yutarak onu diğerlerinin, yani “herkes”in safına atıyor. Bir örnek zevksizlik, bireyin giyiminden diline, davranış biçiminden yaptığı ve yaşadığı mekânlara, sosyal hayatından eşya kullanımına kadar bütün bir hayata yayılıyor. Aynılaşmak problemine şehirlerin hüviyetini tanımlayan binalar üzerinden başladık çünkü mimarî yapılar ve mekânlar o topluma ilişkin özellikleri ve değerleri yansıtır. Şöyle bir sanat tarihini gözden geçiriniz, en güzel mimarî eserler mabetlerdir. Camilerden saraylara, evlerden konaklara kadar bütün eski yapıların bir tavrı ve tarzı, üslubu ve ciddiyeti vardır. Mekânlar kişiye özeldir ve içinde yaşayanların dünya görüşü, inanç ve zevk algısına göre şekillenmiştir. İstanbul’da aynı konaktan iki tane göremezsiniz; o yüzden de her konağın bir ismi vardır ve genellikle bu isimler özel isimlerdir. Eski dönem evlerinin renk ve büyüklükleri, bahçe tezyini kişiye özel ve tektir. Sahibinin estetik anlayışına, sosyal, siyasal, tasavvufî, ruhî yaşantısına ve ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. “Bu vatandaş biraz ahşapla biraz kerpiçten / Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten” diyor Yahya Kemal “Koca Mustâpaşa” şiirinde. Ve bunun nasılını açıklıyor: “İstanbul’un bütün semtlerinin mimarîleri gayet basitti: ahşaptı. Bu kadar az malzemeyle, birbirinden güzel ve göz alıcı tablolar yaratmak, İstanbul’un Türk ve müslüman halkının milli güzideliğini (seçkinliğini) gösterir.” Modern dünya giderek tek tip olmaya kilitleniyor. Yeni insan apartman denilen sefertaslarında yaşamayı seçince, el emeği yerine moda olanın peşine düşünce, bireyi ruhsal, zihinsel ve kültürel anlamda, olduğu yerden birkaç adım öteye taşıyacak olan yetenek, beğeni ve farklar elde kalıyor. Özelliğe rağbet yok, çok ve klişe olan herkese yetiyor, herkesi tatmin ediyor. Her İnsan Başka Alem Estetik anlayış, anlayış sahibinin halet-i ruhiyesinin, heyecan ve özlemlerinin, içinde bulunduğu sosyal ortamın, dinî ve kültürel değerlerinin bir sonucu ve ürünüdür. Her eylem, temelinde mutlaka fikrî bir birikim ve kök taşır. Bu sebeple müslüman zevksiz, kaba, renk körü ve sadece genel hatları belirlenmiş bir duruş, kimlik ve yaşam sahibi olamaz. Müslüman, tercihlerini inancı ve kültürüyle uyum halinde bir ruh ve zihin yapısıyla, tavırlarıyla belirler. Sükûnet, mutluluk, huzur, sadelik gibi duygu ve davranışların belirlediği biçim, renk, şekil ve kombinasyonlar, yorum ve algı farklılıklarını özellikli kılar. İnsan mekânları ve eşyası ile doğrudan bir ilişki kurar ve böylece kendisini yabancılaştırmaya dönük her türlü iradeyi de reddetmiş olur. Eşyayı da sadece ihtiyaçlar belirler. Nesnelerin anlamı, fonksiyon ve kişisel yorumlarla değişir. Durum özden kopuksa, başkalarının evlerinden gizlice alıp, kendi evlerimize yığdığımız zevksizlikle birlikte yaşarız. Kalitesini ve kıymetini sadece marka ve fiyatından almış eşya ile ünsiyet kuramayız. Bugün 80 metrekare eve alınan bir mobilya takımı ile 150 metrekare eve giren mobilya takımı, parçası parçasına aynı. Evinin içinde kendine ait bir düşünme, dinlenme ya da okuma köşesi açamayan insanın, mesela gümüşlüğü yerinden, yemek masasıyla konsolu birbirinden ayırması yürek ister. Evde üç çeşit sehpa olmadan hayatı idame imkansız. Zigon kapıya yakın kenarda, orta sehpa adı gibi en ortada, fiskos iki tekli koltuk arasındaki köşede duracak ve üzerindeki biblo ya da yapay çiçek saksısını taşıyacak, bacakları romatizma oluncaya kadar. Popüler kültür “yüksek kültür”ün karşısında açık farkla öne geçecek. Evler sadece kapı numaralarıyla ayrılacak. Herkes ve her “şey” birbirine benzer, mümkünse aynı olacak ve egemenler, yaptığı bu gelenek ve kültür yok ediciliğini, “bireylerin özgür seçimleri” imiş gibi takdim edecek! Vitrinden, komşudan ya da katalogdan beğenilip eve sıkıştırılan tahta ve demirler o kadar çok yer kaplayacak ki, hiçbir şair bir daha “odamızın içinden nehirler geçerdi” diyemeyecek. İçine insan hayali değmemiş, tefekkürsüz girilmiş ve taklit edilmiş evlerin; kapıları çarpılarak kapatılmış ve birbirine küsmüş odaları vardır. Üstünkörüden hallice döşenmiş odaların birbirine dargın eşyası... Eşyayı tanımayan, tanımadığı için anlamayan, anlamadığı için sevmeyen insanın hatırasızlığı… Mekân Birörnek, Hayat Tekdüze Klonlanmış evleri ve yaşadığımız bütün mekânları aynı paranteze alıp sokağa çıkalım. Şehir değiştirelim. Bölge değiştirelim, enlem ve boylam değiştirelim. Modern zamanda, bir şehirden diğerine gidildiğinde değiştiğini görebildiğimiz tek şey araçların plaka numarası olacak. Mağaza isimleri, tabelalar, reklam panoları, kıyafetler, alışveriş merkezleri ve hatta camiiler, yemekler, kulağa gelen müzikler aynı. Yöresel olan turistik ile yer değiştirmiş. Yöresel ve yerel özellikler anlaşılmaz bir kompleksle modernize edilmiş. Etraf, yöre insanının yaşayışına, karakteristik özelliklerine, mizacına, alt kültür elemanlarına göre farklılaşacak algı ve yorumdan temizlenmiş... Bizden olmayan başkaları tarafından hazırlanıp paketlenmiş ve önümüze servis edilmiş hayat modellerini, yaşama kılavuzlarını alıp balkondan atamadığımız için, mesela; “Ben bugün uçurtmamın elinden tutup gezdireceğim.” diyemez bir büyükşehir çocuğu. Klişeler buna izin vermez. Ebeveyn, çocuğunun ya spor ya da sanat etkinliklerine katılması gerektiğine programlanmıştır bir kere. Yüzme, cirit, gülle atma ya da uzun atlama kurslarından birini kafaya koymuştur. Böyle olunca da müzik kulağı ve istidadı olmayan zavallı çocuklar sırtında bir enstrüman, şehirlerin hafta sonu sabahlarını şenlendiriyor uykulu solfejle. Gördüğünde bir el yapımı eşyayı diğerlerinden ayırt edecek incelikte zevk sahibi insanların sayısı git gide azalıyor. Sokaklar renk körü insanların moda elbiseleriyle yorgun, sesler ve hitaplar kaba, selamlar ve bakışlar alelade. Eski kültürde herkes için çok anlaşılır olan bir ortak dil ama her kişiye münhasır bir üslup vardı. Bugün sadece ünlemlerle konuşan insanlar. O da eğer kulağında kulaklık yoksa… Dün Yabancı Bugün Uzak Kültürel tek tipleşmenin en büyük inandırıcılık ve tatmin noktası, ihtiyaçların yönlendirilmesi, evrensel kimliklere yöneliş, “marka” kavramının kişilik simgesi ve saygınlık haline gelmesiyle başlıyor. İhtiyaç ve zevke göre şekillenmiş aslî anlam ve derinliğin karşısına koyulan “elitist” tavır birey için özel günleri ve ritüelleri, boş zamanların nasıl doldurulacağını, ilgi alanlarını, en çok satan-izlenen-okunanları, tatil modellerini ve alternatifli seçeneklerini tek tek listeliyor. Seküler dünyanın yaşam tarzını, kendi dünya görüşü ve ilkeleriyle süzgeçten geçirmeksizin alan ve yaşayan müslüman için hayat modern bir çıkmaz haline geliyor. İnternet hızıyla yayılan küresel deformasyon İslâmî ölçülerden ve gelenekten uzak ve kopuk müslüman bireyi hikmet ve ahenk unsurlarından uzaklaştırıyor. Madde, insan eliyle tezyin edilemediğinden sadece maddi nitelikler taşıyor ve ömrü kısalıyor. Güzel bir manzara, muhteşem bir yapı ya da derinlikli bir sanat eseri karşısında eskiden en azından şiir yazdıran ilham, artık sarayın penceresinden el sallıyor. Sultanlar bizi evine almıyor. Biz buyur etsek onlar evimize sığmıyor. Geliş gidiş ve komşuluk kalmadı. Dünle bugün birbirini tanımıyor... |