๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kapaktakiler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 20 Ekim 2011, 20:11:58



Konu Başlığı: İslâm Karşıtlığı ve Terörizm
Gönderen: Zehibe üzerinde 20 Ekim 2011, 20:11:58
İslâm Karşıtlığı ve Terörizm



Eylül 2011 153.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.


22 Temmuz günü Norveç’in başkenti Oslo’da yapılan saldırı ve ardından Utoya adasında yaşanan katliam, Avrupa’da yükselişe geçen İslâm karşıtlığının ve müslüman nefretinin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını açık bir şekilde ortaya koydu. Yıllardır alttan alta biriken ve derinlik kazanan bu hareket, Norveç’te karşımıza bir terörist saldırı olarak çıktı. Peki bunun yeni tezahürleri neler olabilir? Avrupalılar bu konuda bir muhasebe yapıyorlar mı? Bir tedbir alıyorlar mı?

11 Eylül saldırılarının onuncu yılında yukarıdaki soruların sorulması son derece manidar. Amerikan yönetimlerinin “terörle mücadele” adı altında iki İslâm ülkesini (Afganistan ve Irak) işgal etmesi ve küresel bir korku havası estirmesi, dünyamızı terör belasına karşı daha güvenli hale getirmedi. Tersine, ortamı daha da gerdi. Karşılıklı kuşkuları ve güvensizliği derinleştirdi. Bunun temel sebebi, izlenen politikaların meselenin özüne inmemesi. Günü kurtarmayı, kısa vadeli siyasi menfaat edinmeyi hedefleyen politik hamleler, çözüm üretmiyor, sorunları derinleştiriyor.

Meselenin özünde, dünyanın kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılmaması yatıyor. Bütün insanlığa ait zenginliklerin küçük bir azınlığın hizmetine sunulması, bunun karşısında milyarlarca insanın açlık, hastalık ve yoksulluğun pençesinde acı çekmesi, adalete dayalı bir düzenin olmadığını gösteriyor. Adalet duygusunu zedeliyor ve adalet ilkesinin içini boşaltıyor. İnsanların buna tepki göstermesi, terörizm hadiselerini şüphesiz meşrulaştırmaz. Ama terörle mücadele adı altında bu haksız ve adaletsiz düzeni savunmak da asla mümkün ve ahlâkî değil.

Bu süreçte özellikle zengin Batılı ülkelerin büyük vebali var. Çünkü onlar insanlığın ortak kaynaklarının adil bir şekilde paylaştırılmasını sağlayacak adımları atmıyorlar. Dahası, bu yönde adım atmaya çalışanlara karşı açıktan mücadele ediyorlar. İslâm dünyasına yönelik tehdit algısının son yıllarda artış göstermesi bir tesadüf değil.

İslâm neden tehdit olarak algılanıyor?


İslâm ülkeleri Batılı ülkelerle askerî, teknolojik ve ekonomik alanda rekabet edebilecek bir konumda bile değilken, küresel bir İslâm korkusu ve paranoyası pompalanıyor. Bunun temel sebebi, Çin ve Hindistan gibi diğer kültür ve medeniyetlerin tersine, İslâm dünyası, bütün zaaflarına ve kısıtlı imkanlarına rağmen, küresel kapitalizme teslim olmayı reddediyor ve direniyor. Bu direnişin özünde, adalet ve özgürlük talebi var. Bundan rahatsız olanlar İslâm’ı ve müslümanları yeni küresel düzenin günah keçisi haline getirmeye çalışıyor.

Bu noktada özellikle 11 Eylül hadiselerinden bu yana son derece tehlikeli bir sürecin içine girdik. İslâm’a karşı duyulan nefret ve müslümanlara karşı gösterilen ayrımcı tavırlar, el-Kaide gibi İslâm’ı asla temsil etmeyen gruplar bahane gösterilerek, sistematik bir şekilde meşrulaştırıldı. Yahudilere, zencilere yahut başka azınlıklara yapılamayan muameleler, müslümanlara reva görülür oldu. Amerika’daki pek çok neo-kon ve şahin siyasetçi ve yazar, aksi ispatlanmadıkça bütün müslümanları potansiyel terörist olarak lanse etmekten çekinmiyorlar. Geçtiğimiz aylarda Amerikalı bir milletvekili işi daha da ileri götürdü ve Amerikan Kongresinde “Amerika’yı Şeriat tehlikesine karşı korumak” amacıyla bir dizi resmi toplantı yaptı. Aşırı sağ gruplar çeşitli Avrupa ülkelerinde “Avrupa’nın İslâmlaşmasına Hayır!” kampanyaları yürütüyor.

Bu, paranoyada gelinen son noktayı çarpıcı bir şekilde ele veriyor. Breivik adlı Norveçli teröristin eylemi, İslamofobi adı verilen İslâm korkusunun ve nefretinin endişe verici derinliğini teyit etmiş oldu. Bu hazin saldırıda hedef doğrudan müslümanlar değil, müslümanlara karşı müsamahalı politikalar izleyen iktidardaki İşçi Partisi binası ve yine aynı partinin gençlik kampıydı. Nefret o kadar derinlerde ki, Breivik müslümanlara tahammül edemediği gibi, onlara toleranslı davrananları bile kabullenemiyor.

Bu saldırı şüphesiz bir cinnet halini ifade ediyor ve bunun arkasında yatan zihniyeti doğru tahlil etmek gerekiyor. Breivik “Bütün bunları Avrupa’yı İslâm’dan korumak için yaptım!” diyor. Breivik’in kaleme aldığı bin beş yüz sayfalık “2083: Avrupa’nın Bağımsızlık Deklarasyonu”nda, Avrupa’nın İslâm’a karşı beslediği korku ve nefretin neredeyse bin yıllık tarihini görmek mümkün.

Çarpık bir tarihle yüzleşmek


Breivik, İslâm’ı Avrupa’nın geçmişinden silmek ve “safkan” bir Avrupa inşa etmek istiyor. Bunun için dönüm noktası olarak 2083 tarihini seçiyor. 2083, 1683 İkinci Viyana Kuşatması’nın dört yüzüncü yıldönümü. Böylece Breivik hem İslâm’la hem de Osmanlı’yla hesaplaşmayı hedefliyor. Her tür akıl ve mantık ölçüsünü geride bırakarak Osmanlı’nın Balkanlardaki tarihi hakkında akla hayale gelmeyecek hikâyeler uyduruyor. Sırp kasaplarının Bosna’da yaptığı katliamı savunuyor. “Sırp kasabı” lakaplı Radovan Karadzic’e ve suç ortaklarına övgüler yağdırıyor.

Norveç’teki terörist saldırı şu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyuyor: “İslamofobya şiddet içermiyor; bu bir ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkıdır” tezi artık tamamen çürütülmüştür. İslâm’a ve müslümanlara haksızca ve insafsızca saldıran ve açıkça hedef gösteren çevrelerin yol açtığı İslamofobya akımı, artık tehlikeli bir hal almış ve işine içine şiddet ve terör girmiştir. Bundan sonra hiç kimse İslâm’a ve müslümanlara yönelik korku ve tedhiş kampanyalarını “basın ve ifade özgürlüğü” adı altında savunamaz.

Bunun için Avrupa devletlerinin hızla harekete geçmesi ve bu tehlikeli akıma dur demesi gerekiyor. Başka azınlıklar söz konusu olduğunda insan hakları ve çoğulculuğu savunan kesimler, müslüman topluluklara gelince garip bir sessizliğe bürünüyorlar. Sanki Batı’da yaşayan müslümanlar ve onların kutsal değerleri, insan haklarının ve çok kültürlülüğün dışında kalıyor. Oysa bu tutum, Avrupa’nın inandığını söylediği temel değerlerle çelişiyor.

Tehlikeli bir ruh hali

Fakat asıl tehlikeli olan, Breivik gibi kişilerin görüşlerinin Avrupa’daki sağ siyasi partiler arasında ciddi bir zemin buluyor olması. Norveç saldırılarından sonra aşırı Avrupa sağının pek çok ismi, Breivik’in yöntemine karşı olduklarını ama söylediklerine özünde katıldıklarını ifade ettiler. Breivik’in faşist ve ırkçı ruh halinin Avrupa’da pek çok kişi tarafından paylaşıldığını görüyoruz.

Bu yüzden Breivik’i, “münferit bir hadise” olarak lanse etmeye çalışanlar, derinlerdeki sorunu örtbas etmeyi hedefliyorlar. Oysa Norveç katliamını yapan kişi, bir zihniyetin ve ruh halinin sonucu olarak ortaya çıktı. Nitekim Breivik’in yazdıklarına ve bağlantılarına baktığımızda, işin Avrupa aşırı sağ gruplarından Amerikan neo-konlarına ve yahudi lobisine kadar uzandığını görüyoruz.

Burada son derece tehlikeli bir başka noktanın daha altını çizelim: Batı’da müslümanlara karşı fizikî, duygusal ve sembolik şiddet, giderek yapısal ve sistematik hale geliyor. Bir topluluğa karşı duyulan şüphe ve korku, kısa sürede paranoyaya, nefrete ve en nihayetinde şiddete dönüşebiliyor. Müslüman kadının başörtüsünü bir baskı unsuru olarak görenler, İslâm’ın dinî hükümlerini de insan haklarına ve toplumsal barışa karşıymış gibi göstermek istiyorlar.

Oysa Avrupa ve Amerika’da yaşayan müslümanlar, kural ve kanunlara uyan, toplumsal barış ve huzura en fazla katkı sunan kesimler arasında yer alıyor. Onların hiç biri Avrupa’ya ve Amerika’ya çatışmak, kavga çıkartmak yahut sorun olmak için gitmediler. Diğer insanlar gibi çalıştılar, kazandılar, vergilerini ödediler; kısacası yaşadıkları toplumlara katkı sundular. Tek istekleri kanun önünde herkes gibi eşit olmak ve ayrımcılığa ve ırkçılığa maruz kalmamak.

Göçün ellinci yılı

Bunun bir örneği, Avrupa’da yaşayan Türkler. Bu sene Almanya’ya göçün ellinci yılı. İlk nesil Türk işçileri ikinci dünya savaşında çöken Alman ekonomisini yeniden kurmak için 1960’dan itibaren bu ülkeye gitmeye başladılar. Almanya’nın dilini, tarihini, toplumunu bilmeye ve tanımaya fırsat bulamadan çalışmaya başladılar. Kendilerine verilen işleri bi-hakkın yerine getirmeye gayret ettiler. Ve sonuçta Alman ekonomisinin ayağa kalkmasında kilit bir rol oynadılar. Bugün Almanya, Avrupa’nın en büyük ekonomisi olduysa, bunda müslüman Türk işçilerinin çok önemli bir payı var. Ama bunun karşılığında onlar ne gördüler? Toplumsasl empati ve anlayış yerine ayrımcılıkla, ırkçılıkla, Neo-Nazilikle, kundaklamalarla, fizikî saldırı ve şiddet olaylarıyla karşı karşıya kaldılar. Onlar toplumsal barışa katkı sunmaya çalıştıkça, dışlandılar. Bir arada yaşama ahlâkının en güzel örneklerini vermeye gayret ettikçe, marjinalleştirildiler. Ve sonra bu ayrımcılığı uygulayanlar dönüp, “Bakın! Türkler ve müslümanlar entegre olmak istemiyor!” diye propaganda yaptılar.

Bugüne kadar Avrupa ve Amerika’da yaşanan büyük şiddet olaylarının hemen hiç birisinde müslümanlar yer almıyor. “Yerel şiddet” adı verilen adam öldürme, yaralama, taciz, tecavüz, kundaklama, çetecilik, uyuşturucu, vergi kaçakçılığı gibi suçların neredeyse tamamı, o ülkelerin kendi vatandaşları tarafından işleniyor. Hapishanelerde bulunan yüz binlerce suçlunun içinde müslüman kimliğine sahip kişilerin sayısı yok denecek kadar az. Buna rağmen hukuka bağlı ve kanunlara saygılı müslümanların potansiyel terörist olarak gösterilmesi ve ayrımcılığa maruz kalması, Batı’da giderek yaygınlaşıyor. Küçük siyasi hesapların peşinde koşan politikacılar halkın duygularını istismar ediyor ve bilerek veya bilmeyerek şiddete zemin hazırlıyor. Sonuç olarak İslamofobya, ırkçılık ve nefret suçları gibi bir insanlık suçudur ve hukuken böyle muamele görmesi gerekir. İslâm karşıtlığını ve müslüman nefretini ifade özgürlüğü vs. adı altında savunmak yahut görmezden gelmek, Norveç katliamı gibi hadiselere zemin hazırlamaya devam edecektir. Bunun için akl-ı selim sahibi herkesin bir araya gelip bu sorunun üzerine kararlı ve samimi bir şekilde gitmesi gerekiyor.