๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Kapaktakiler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 11 Ekim 2011, 19:14:07



Konu Başlığı: İçtihat Farklılıkları ve Mezhepler
Gönderen: Zehibe üzerinde 11 Ekim 2011, 19:14:07
İçtihat Farklılıkları ve Mezhepler



Temmuz 2006 - 91.sayı

Mehmet IŞIK kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.

“Alimlerimiz aynı konuda neden farklı hükümler vermiş?” “Mezhep nedir, mezheplere ihtiyaç var mı?” “Dinimiz bir ama mezheplerimiz neden farklı?” gibi sorularla sık sık karşılaşıyoruz. Bu soruların doğal karşılanması gerekir. Fakat soruyla kalıp cevabını aramamak, zihni ve kalbi karıştırır, vesveseye yol açar. Bu nedenle inanan her insanın içtihat farklılıkları ve mezhep konusunda sağlıklı bilgiye ve bakış açısına sahip olması gerekir.

“Peygamber size her ne getirdi ise onu alın, size neyi yasakladı ise ondan sakının!” (Haşr, 7) emrini en iyi anlayan ve en güzel şekilde yerine getiren şüphesiz Ashab-ı Kiram idi. Herkes derdini Rasul-i Ekrem s.a.v.’e açar, çaresini O’nda bulur, ilacını O’ndan alırdı.

Hz. Ömer r.a., bir Ramazan gününde hanımını öptü. Oruçlu olduğunu hatırlayınca orucunun bozulduğunu zannetti, içi yandı. Büyük bir üzüntü içerisinde Efendimiz s.a.v.’e koştu. Büyük bir hata yaptığını söyledi.

İki Cihan Sultanı s.a.v.’in sözleri, yaz sıcağında bir bardak soğuk su gibi Hz. Ömer’in içini serinletti, ferahlık verdi:

- Ömer, suyla ağzını çalkalasan orucun bozulur mu?

Hz. Ömer:

- Bozulmaz, diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v., “Bu da öyledir.” anlamında:

- O halde o işten vazgeç (sakinleş), buyurdu. (Ebu Davud, Sıyam, 33)

Son karar Allah’a ve Rasulü’ne ait


Peygamber s.a.v. Efendimiz’in cevabı, herkesi bağlayan bir delil, dinin bir hükmü idi. Hükmü verilen konuda yeniden bir şeyler sormaya gerek kalmazdı. Dinî hükümler ya Allah ve Rasulü tarafından doğrudan konulurdu ya da yukarıdaki hadiste olduğu gibi bir olay, bir soru üzerine ortaya çıkardı.

Mecbur kalmadıkça hiçbir sahabi ictihad etmeye, hüküm vermeye kalkışmazdı. Mecbur kalınan durumlar olmuş, fakat son kararı yine Efendimiz s.a.v. vermiştir. Aşağıdaki olay bu duruma bir örnektir:

Hz. Ammar ve Hz. Ömer, her ikisinden Allah razı olsun, birlikte yolculuğa çıkmışlardı. Sabah uyandıklarında Hz. Ammar’ın banyo yapması gerekti. Bulundukları yerde su olmadığı için ne yapacağına hemen karar veremedi. “Kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyemmüm edin.” (Maide, 6) ayeti daha önce nazil olmuştu. Fakat bu ayeti nasıl uygulayacaklarını bilmiyorlardı.

Hz. Ammar, uykuda gusül gerekmesi halini (ihtilam) kişinin hanımı ile birlikte olmaya benzetmiş ve teyemmüm yapmaya karar vermişti. Nasıl yapacağını bilmediği teyemmümü de gusül abdestiyle kıyaslayarak toprağı bütün vücuduna sürmüştü. Bu şekilde teyemmüm etti ve namazlarını kıldı.

Daha sonra Medine’ye dönüp Efendimiz s.a.v.’in yanına vardığında başından geçenleri anlattı ve doğru yapıp yapmadığını sordu. Rasul-i Ekrem s.a.v., ihtilam olmayı hanımı ile birlikte olmaya kıyas edip teyemmüm yapmış olmasını isabetli buldu. Fakat teyemmümün gusül abdestiyle kıyasını isabetsiz buldu. Teyemmüm için ellerini temiz toprağa vurduktan sonra çene altına kadar yüzünü ve dirseklere kadar kollarını meshetmesinin yeterli olacağını anlattı. (Buharî, Teyemmüm, 8)

Saadet Asrı’nda farklı içtihatların, farklı görüş ve kanaatlerin yürürlüğe girmesi düşünülemezdi. Çünkü bu farklı görüşler Allah Rasulü’ne geliyor ve hangisinin doğru olduğu açıklanıyordu. Böylece doğru olduğu bildirilen içtihat, herkesi bağlayan tek hüküm oluyordu.

Rasulullah s.a.v.’den sonra

Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ahirete irtihalinden sonra durum değişti. Meydana gelen yeni olayların hükmünü artık Efendimiz s.a.v.’e arz etmek mümkün değildi.

Diğer taraftan devlet işleri çeşitlenmeye, savaş ve ticaret gibi sebeplerle İslâm daha geniş alanlara yayılmaya başlamıştı. Daha önce tecrübe edilmemiş yeni durumlar ortaya çıkmıştı. Sahabenin fıkıhta ileri gelenleri bu yeni durumlar için İslâm adına hükümler vermekle karşı karşıya kalmışlardı.

Buna göre, önlerine gelen meselenin hükmü Kur’an’da veya Sünnet’te açıkça bulunuyorsa, o cevabı veriyorlardı. Eğer bu iki kaynakta bulunmuyorsa veya farklı yorumlara imkan verecek bir tarzda bulunuyorsa içtihat yapıyorlardı. Çünkü böyle içtihat etmeyi onlara Rasul-i Ekrem s.a.v. öğretmişti. Hz. Mu’az’ı Yemen’e gönderirken Rasullullah s.a.v.’in söyledikleri buna örnektir:

Mu’az b. Cebel r.a., Allah ve Rasulü’nü çok seven, Rasulullah s.a.v.’in yanından ayrılmayan, her şeyiyle O’na uyarak yaşayan, derin anlayış sahibi bir sahabiydi. Rasul-i Ekrem s.a.v. onu Tebük savaşından sonra, hakimlik, mürşidlik, Kur’an öğreticiliği ve zekât tahsildarlığı görevleriyle Yemen’e göndermişti. Rasulullah s.a.v., “Size adamlarımın en hayırlısını gönderiyorum.” yazısı ile Yemenlilere takdim ettiği Hz. Mu’az’ı uğurlarken ona şöyle sordu:

- Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?

Hz. Mu’az:

- Allah’ın Kitabı ile, dedi. Sonra konuşma şöyle devam etti:

- Ya Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan?

- Rasulü’nün sünneti ile.

- Rasul’ün sünnetinde de bulamazsan?

- O zaman reyimle (kanaatimle) içtihat eder, elimden gelen gayreti sarfederim.

Bu cevap üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v. buyurdu:

- Rasulü’nün elçisini, O’nun hoşnut olacağı anlayışa erdiren Allah’a hamdolsun! (Ebu Davud, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.)

Allah’ın muradına uygunluk


Sahabe fakihleri işte bu usule uyarak, meydana gelen yeni olayların hükümlerini içtihatları ile tespit ediyorlardı. İçtihad ediyorlar, yani Kur’an ve Sünnet’te hükmü açıkça bildirilmeyen bir konunun hükmünü, yine Kur’an ve Sünnet’in ölçülerinden bulmaya çalışıyorlardı.

İslâm zamanla çok geniş bir alana yayıldığı için çeşitli yerlerde aynı veya benzeri olaylar meydana geliyordu. Bir memlekette yaşayan müçtehit, önüne gelen mesele hakkında Allah’ın hükmünün ne olabileceğini araştırıyor, diğer bir yerde başka bir müçtehit de aynı konu ile karşılaşıyor ve onun hükmü üzerinde çalışıyordu. Vardıkları sonucu da tevazu ile açıklıyorlardı.

Mesela meşhur sahabi Abdullah b. Mesud r.a. kendisine sorulan bir meselenin cevabını bir ay araştırdıktan sonra açıklamış ve şöyle demişti:

“Bu konuda kendi içtihadıma göre hükmediyorum. Eğer doğru ise bu Allah’tandır. Şayet yanlış ise bu benden ve şeytandandır; Allah ve Rasulü ondan uzaktır.”

Bazen bu farklı müçtehitlerin görüşleri aynı olurken, bazen de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu farklı görüşlerin ortaya çıkması gayet tabii bir durumdur. Çünkü birden fazla müçtehit, hepsi kendi ellerinde bulunan bilgi kaynaklarını kullanarak hükmü bildirilmemiş olan bir konuyu aydınlatmaya çalışmışlardır.

Bir müçtehidin elindeki deliller diğer müçtehitte olmayabiliyordu, hüküm kaynakları birden fazla yoruma açık bulunabiliyordu veya birinin kullandığı usul diğerinden farklı olabiliyordu. Bunlar ve benzeri birçok sebepten dolayı müçtehit alimler farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Fakat bu farklılıklar ümmet için bir rahmet vesilesidir. “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” (Beyhakî, Medhal) hadisi bunun delilidir.

Mezheplerin ortaya çıkışı

Sahabe müçtehitleri sonraki neslin (Tabiîn’in) müçtehitlerini, onlar da bir sonraki neslin müçtehitlerini yetiştirmişlerdir. Her müçtehit alimin etrafında yetişen ilim adamları, daha çok onun etkisi altında kalmış ve onun içtihadlarını esas almıştır.

Hicri ikinci asrın ortalarına doğru hayatta olan müçtehit imamlar, içtihat usullerini yavaş yavaş şekillendirmeye başlamışlar ve talebeleri onların içtihatlarını ve hüküm çıkarma yöntemlerini yazıya dökmüş, böylece mezhepler sistemleşmiştir.

Mezhep, geniş anlamıyla “gidilen yol” anlamına gelir. Kur’an ve Sünnet’i anlamada ve hayata uygulamada belli bir yöntem ve o yönteme göre elde edilmiş hükümler bütünü demektir. Ebu Hanife’nin mezhebi, Malikî mezhebi, Şafiî mezhebi, Hanbelî mezhebi dendiğinde hep bu mana kastedilir.

Mezhep konusu esasen sıradan müslümanı çok ilgilendiren bir husus değildir. Onlara gereken şey kendi bildiklerine göre değil, ulemanın onlara bildirdiklerine göre İslâm’ı anlamak ve yaşamaktır. Bu sebeple “Avamın mezhebi olmaz.” denilmiştir. Zira onlar için mezhep, alimin bildirdiği hükümdür. 

Kur’an ve Sünnet’te hükmü açıkça bildirilmiş olan meselelerde mezhepler arasında hüküm farklılığı söz konusu olmaz. Açıkça ortaya konulmamış olan meseleler hakkında ise farklı görüşler bulunabilir.

İslâm tarihinde pek çok müçtehit yetişmiştir. Bunların bir kısmına nispet edilen mezhepler vardır. Hasanu’l-Basrî mezhebi, Evzaî mezhebi, Sevrî mezhebi, Taberî mezhebi, İbn Ebi Leyla mezhebi gibi... Fakat bu saydıklarımız, günümüze kadar yaşayamayan, müntesibi kalmayan mezheplerdir.

Ehl-i Sünnet arasında takip edilen meşhur dört mezhep kalmıştır: Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhebi. Bütün bu mezhep imamları ve bu mezheplerde yetişmiş olan müçtehitler birbirlerinden faydalanmışlar ve birbirlerine karşı saygı ve sevgide kusur etmemişlerdir. Bu güzel ilişki, -bazı istisnalar bir tarafa konulursa- onların yolunu takip eden müslümanlar tarafından da günümüze kadar devam ettirilmiştir.

Bir mezhebe bağlılık

Bir müslüman, ilmi seviyesi bakımından ya müçtehittir veya değildir. Müçtehit olan müslümanın kendi içtihadına göre, yani araştırması sonucunda vardığı hükme göre amel etmesi farzdır. Müçtehit olmayan bir kimsenin de bir müçtehidin içtihadına uyması farzdır.

Şöyle bir soru sorulmaktadır: Bir müslüman bir mezhebe bağlı olmaksızın kolayına gelen içtihatlar ile amel etse caiz olur mu? “Telfik” ismi verilen bu durumu alimlerimiz doğru bulmamıştır. Çünkü hüküm tercih etmek de içtihadın bir derecesidir, müçtehit olmayı gerektirir. Ayrıca bu anlayış bir taraftan insanın manevi hayatında tutarsızlıklara sebep olur, diğer taraftan da dini hafife alma sonucunu doğurur.

Bir mezhebe bağlılık dinî yaşantıda asla darlık değildir. Aksine, anlayış ve uygulama bakımından mümini savrulmaktan koruyan, amel bütünlüğü ve kalp huzuru sağlayan güzel bir bağlılıktır. Zaten zaruret veya ihtiyaç hallerinde, ehliyetli ve takva sahibi bir alimin yol göstermesi ile diğer mezheplerin içtihatlarından faydalanmak da her zaman mümkündür.

Kısaca, müslüman, bir mezhebe bağlılıkla dinî hayatında tutarsızlıklardan kurtulur, nefsinin ve şeytanın tuzaklarına karşı korunur, hem de Allah’ın dinine karşı ciddiyetinde ve samimiyetinde oluşabilecek zedelenme şüphesini ortadan kaldırmış olur.

    İçtihat Nedir?


    Genel anlamı, hukukî bir kaynaktan belli usullerle hüküm çıkarmaktır. İslâm hukukunda içtihat, Kur’an ve Sünnet’te hükmü açıkça bildirilmeyen bir konuda, yine Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine uygun olan hükmü bulmaya denir. İçtihadı sadece ehil alimler yapar ki, bunlara müçtehit denir. Gerekli vasıfları taşımadan hüküm çıkartanlar ise, doğru sonuca ulaşsalar bile günah işlemiş sayılırlar. O sebeple “İslâm’a göre şu şöyledir, bu böyledir..” diye konuşmaktan kaçınmak gerekir.

    İtikadî Mezhepler ve Ehl-i Sünnet


    İslâm dünyasında dinin hayata uygulanması ile ilgili konularda, yazıda bahsettiğimiz şekilde bazı mezhepler meydana geldiği gibi, inanç sahasında da zamanın akışı içerisinde farklı mezhepler ortaya çıkmıştır.

    Sahabe-i Kiram r.a., Rasul-i Ekrem s.a.v.’in etrafında saf, temiz ve katışıksız bir inanç eğitimi almışlardı. Efendimiz s.a.v. lazım olan her şeyi onlara veriyordu. Onlar da gereksiz olan şeyleri Efendimiz’e sormuyorlardı. Çünkü Rasulullah s.a.v. şöyle buyurmuştu:

    “Allah, bazı şeyleri farz kılmıştır; onları elden kaçırmayın. Bazı sınırlar koymuştur; onları çiğnemeyin. Bazı şeyleri haram kılmıştır; onları işlemeyin. Unuttuğu için değil de size acıdığı için bazı konularda sükût etmiştir; onları da araştırmayın, üzerine düşmeyin.” (Dârekutnî)

    İşte Sahabe-i Kiram, bu ölçüye uyarak Rasulullah s.a.v.’in öğrettiği tertemiz itikadı taşıyorlardı. Kendilerine yetişen Tabiîn ve onlardan sonraki dönemde yaşamış olan Tebei Tabiîn döneminin genel karakteri aynı idi.

    Onlara, Hz. Peygamber Efendimiz’in anlayış ve uygulamalarına sımsıkı bağlı oldukları için ve müslümanların asıl çoğunluğunu oluşturan ana gövdeden kopup ayrılmadıkları için “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denildi. “Dini en doğru anlayan ve yaşayan öncülerimiz” anlamında da “Selef-i Salihin” ismi verildi.

    İslâm fetihleri genişledikçe siyasi bazı çekişmelerin yanı sıra, müslümanlar farklı kültürler ve inançlarla da karşılaşıyorlardı. Bu siyasi çekişmelerin ve karşılaşmaların ürettiği sorunlar, müslüman alimler arasında inanç bakımından da farklı anlayışların ortaya çıkmasına sebep oldu. Ehl-i Sünnet inancını yaşayan ve savunan çoğunluk müslümanlar karşısında, ana yoldan uzaklaşan, bidatlere sapan Mutezile, Cebriyye, Hariciyye gibi mezhepler oluştu.

    Selef-i Salihin yolundan giden Ehl-i Sünnet alimleri ise, zamanla ortaya çıkan ve müslümanlar arasında karışık fikirler yayan bu bid’at anlayışlara ilmî faaliyetlerle karşı koymuşlardır. Bu faaliyetler İmam Eş’arî ve İmam Maturidî ile şekillenmeye başlamış, onların talabelerinin çalışmaları ile sistemleşmiştir. Böylece Rasulullah s.a.v.’den günümüze Sünnet’te öğretilen inancı, Ehl-i Sünnet temsil etmiştir.

    Selef-i Salihin ile başlayan ve İmam Eş’arî ve İmam Maturidî ile devam eden Ehl-i Sünnet anlayışı, Hz. Peygamber s.a.v.’in öğrettiği inanç sisteminden taviz vermeden ve herhangi bir ekleme yapmadan günümüze kadar ulaşmıştır.

    Biz de, Rasulullah s.a.v. ve Sahabe-i Kiram’ı takip eden Ehl-i Sünnet alimlerinin ayak izlerini takip ederek Yüce Mevlâ’ya ulaşmayı niyaz ederiz.