๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => İz Bırakanlar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 03 Kasım 2010, 16:47:18



Konu Başlığı: Sâlihlerle beraberlikte Teberrük ufku
Gönderen: Sümeyye üzerinde 03 Kasım 2010, 16:47:18
Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -34- Sâlihlerle Beraberlikte TEBERRÜK Ufku



HÂL TRANSFERİ

Na sıl ki bir gül bah çe sin de gezen in sa nın üze ri ne gül ko ku la rı si ner se, sâlihlerin meclisinde bulunan kimselerin gönüllerine de o güzel insanlardan feyz ve rûhâniyet akseder. Zira hâl sârîdir (sirâyet eder, yayılır). Bilhassa da in sa noğ lu nun “hâl”le rin de bu özel li k var dır. Dolayısıyla gönüller, dâimî bir tesir alışverişi hâlindedir.
Bu bakımdan sâ lih ve sâ dık  müʼminlerle beraberlik, nef si terbiyede -rad yas yon gi bi- mü şâ he de si im kân sız, fa­kat neticesi mutlak bir müessirdir.
Âlim ler den Câ fer bin Sü ley man -rahmetullâhi aleyh-, sâ lih in san lar la be ra ber li ğin ken di si ne ka zan dır dı ğı gönül feyzini şöy le anlatır:
“Kal bim de bir ka tı lık his set ti ğim za man kal kar, he men (tâbiînin büyük âlim ve âriflerinden olan) Mu ham­med bin Vâ sî’nin ya nı na gi der, mec li si ne ka tı lır, yü zü ne ba kar dım. Böy le ce kal bim de ki ka tı lık gi der, içi me ibâ det ne şe si ge lir, tem bel lik üze rim den kal kar ve bir haf ta boyunca bu ne şe ile ibâ det eder dim.”
Bunun içindir ki müʼmin; âlim, ârif, sâlih ve sâdık kullarla beraberliğe büyük bir ehemmiyet vermeli ve bunun, mânevî varlığının en müstesnâ gıdâlarından biri olduğunu bilmelidir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey îmân eden ler! Al lah’tan kor kun ve sâ dık lar la be raber olun!..” (et-Tev be, 119)
Dik kat edi le cek olur sa Ce nâb-ı Hak, bu âyet-i ke rî me de kul la rı na; “Sâ dık olun!” bu yur ma mış, tak vâ nın mu hâ­fa za sı için; “sâ dık lar la be ra ber ol ma yı” em ret miş tir. Çün kü sâ dık ol ma yo lun da atı la cak ilk adım, sâ dık lara mu hab betle yönelip onlarla beraber olmaktır. Sâ dık ol mak ise, bu du ru mun en ta biî bir ne ti ce si dir.
Nitekim İslâm semâsının yıldızları olan ashâb-ı kirâmın pek çoğu, câhiliye döneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir ha yat yaşıyordu. Fa kat İslâmʼla şereflendikten sonra Al lah Ra sû lü r ile engin bir muhabbet iklîminde yaşadıkları beraberlik neticesinde nebevî ahlâkın kendilerine aksetmesiyle, dünyanın en fazîletli insanları hâline geldiler.
Onların bu beraberlikte sergiledikleri muhabbet, samîmiyet, gayret ve fedâkârlık da dillere destandır. Çünkü onlar, Allah Rasûlüʼyle beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hiçbir bedeli ödemekten çekinmediler.
Nitekim Uhud Harbiʼnde Muhâcir ve Ensar’dan bâzı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü r Efendimizʼin etrafını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve:
“–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)
Zâtü’r-Rikâ seferinde ise sahâbe altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyor, yürümekten ayakları delinip tırnakları düşüyordu. Yara bere içinde kalan ayaklarını bez parçalarıyla sarıp Allah Rasûlüʼnün peşinden gidiyorlardı. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 31)
Yine hanım sahâbîler de, Rasûlullah r’i görmekte geciken ve uzun zaman Oʼnunla görüşemeyen evlâtlarını ciddî bir şekilde îkâz ediyor, bu husustaki ihmâle aslâ tâviz göstermiyorlardı.
Velhâsıl kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması için rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve âriflerle, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarû­rîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj olup tekrar enerji kazanması gibidir. Gayret ehli müʼminleri görüp aşk ve şevke gelmek, fazîlet sahibi zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusun dan uyanmak, hakîkaten büyük bir ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki mânevî terbiye yolu olan tasavvufta da, sâlihlerle beraberliğin asgarî ölçüsü olmak üzere belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere iştirâk, son derece mühim bir kâidedir.

ZÂLİMLER TOPLULUĞUYLA OTURMA!

Ecdâdımız; “Defʼ-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” demişlerdir. Yani kötü ve zararlı şeylerin def edilmesi, iyi ve faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli ve mühimdir. Dolayısıyla zâlim ve fâsık kimselerin menfî tesirlerine mâruz kalmaktan sakınmak, sâlihlerin feyiz halkasına dâhil olmaktan da önce gelen bir zarûrettir. Nitekim İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki:
“Evlâdım! Son de re ce dik kat ede ce ğin bir husus var sa, o da kim lerle dü şüp kalk tı ğın dır. Şu nu iyi bil ki, bir se­pet sağ lam el ma, için de ki bir çü rük el ma yı sağ la ma çı kar ta maz. Fa kat bir çü rük el ma, hep si ni çü rü tebilir. Bu nun için dâ imâ sâ lih ler le dü şüp kalk!”
Ra sû lul lah r Efendimiz, sâlihlerle be ra ber ol up fâsıklarla ihtilâttan sakınma nın ehem mi ye ti ni ne gü zel ifâ de bu yu rmuştur:
“İyi ar ka daş la kö tü ar ka da şın mi sâ li; misk ta şı yan la kö rük çe ken in san lar gi bi dir. Misk sahi bi ya sa na ko ku­sun dan ik ram eder ve ya sen on dan sa tın alır sın.
Kö rük çe ke ne ge lin ce; o, ya se nin el bi se ni ya kar, ya hut da onun pis ko ku su sa na si râ yet eder.” (Bu hâ rî, Bu yû, 38)
Görüldüğü üzere insanın rû hî te mâ yül leri, çevresinde bu lu nan la ra istîdat la rı nisbe tin de -az ve ya çok- fakat mutlakâ sirâyet eder. Üstelik hâllerdeki sirâyet, si râ yet eden hâlin “müs bet” ve ya “men fî” ol ma sı na da bağ lı de ğil dir. Her hâ lü kâr da in ti kal gerçekleşir. Ye ter ki bu yakınlıkta “mu hab bet” ve “ün si yet” bağ la rı bu lun sun.
Yani muhabbetle yaklaşılan sâ lih kim se ler den gö nül le re hu zur ve fe rah lık ak set ti ği gi bi, gâ fil ve fâsık kim se­ler den de sıkıntı ve kas vet ak se der. Zira gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bah çe üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden hârika râyihalar götürürken; bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da o çirkin kokuları etrafa yayar; böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Dolayısıyla zâlimler, fâsıklar ve nefsânî bir hayata dalarak Allâhʼı ve âhireti unutan gâfillerle muhabbetli bir ülfet ve ünsiyet, mânevî hayatın âdeta kanseridir.
Bunun içindir ki Ce nâb-ı Hak, et raf la rı na dâimâ kö tü te sirler yayan mün kir lerden sakınma husûsunda şöyle buyurmaktadır:
“Âyet le ri miz hak kın da ile ri-ge ri ko nuş ma ya da lan la rı gör dü ğün de, on lar baş ka bir sö ze ge çin ce ye ka dar on lar­dan uzak dur. Eğer şey tan sa na unut tu rur sa, ha tır la dık tan son ra ar tık o zâ lim ler top lu lu ğu ile otur ma.” (el-En’am, 68)

ÖLÇÜLER İNCELDİĞİNDE…

Her hususta olduğu gibi sâlihlerle beraber olup fâsıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassâsiyet arttıkça ölçüler de incelir, herkesin far k e demediği nice tecellîle r hissedilir. Bunun bir misâli olan şu hâdise pek ibretlidir:
Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba, keşfi açık, hâl ehli bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Erenköyʼe, Sâmi Efendi Haz retleriʼni ziyârete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu karşılayıp üstâdın huzûruna iletecek olan kişi telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra:
“‒Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti:
“–Hayır evlâdım! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden içerideki rûhâniyete nâil olunca gönlüm dayanamadı. Bu ra da ki mâ ne vî ik lî min be re ke ti ve ârif­ler sul ta nı Sâ mi Efen di’nin him me tiy le bi raz dan hiç bir şe yim kal maz.” de di.
Hâllerdeki sirâyet, gayr-i ihtiyârî beraberliklerde bile bu kadar tesirli olurken takvâ ehli bir müʼminin kendi irâde ve arzusuyla gâfillerle dü şüp kalkması asla düşünülemez. Bu hususta gösterilen hassâsiyet noksanlığı, kişiyi ebedî hüsrâna kadar sürükleyebilir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Ki şi sev diği ile be ra ber dir.” (Buhârî, Edeb, 96) Yani insan ki mi se ver ve kiminle daha çok dü şüp kal kar sa kı­yâ met te de onun la haş ro lunu r.
Şeyh Sâ dî-i Şî râ zî, hâl ler de ki si râ yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:
“As hâb-ı Kehf’in kö pe ği, sâ dık lar la be ra ber ol du ğu için bü yük bir şe ref ka zan dı; nâ mı Kur’ân-ı Ke rîm’e ve ta ri­he geç ti. Lût Peygamberʼin ka rı sı ise fâ sık lar la be ra ber ol du ğu için küf re dû çâr ol du.”
Ubey dul lâh Ah râr Hazretleri de bu hu sus ta sevenlerini şöyle îkâz etmiştir:
“Ağ yâr ve bî gâ ne ler le be ra ber ol mak, kal be fü tûr, rû ha da ğı nık lık ve gön le pe ri şan lık ve rir.”
Ni te kim Bâ ye zîd-i Bis tâ mî Hazretleri bir  gün, gönlün de böy le bir hu zur suz luk his set ti. Bir tür lü ken di si ni o hâl den kur ta ra ma dı. Mec li sin de ki le re:
“–He le bir ba kın, ara mız da ya ban cı bi ri mi var?” de di.
Araş tır dı lar, kim se yi bu la ma dı lar. Fa kat Bâ ye zid-i Bis tâ mî ıs râr et ti:
“–He le iyi araş tı rın. Asâ la rın ol du ğu ye re de ba kın.” de di.
Tek rar araş tır dı lar ve gâ fil bi ri nin asâ sı nı bul du lar. O asâ yı dı şa rı çı kar dı lar. Bâye zîd-i Bis tâ mî’nin gö nül hu­zû ru da ye ri ne gel di.
Bu hâl, eş yâ ya bi le si râ yet eden mânevî keyfiyetin açık bir te zâ hü rü dür. Düşünmek gerekir ki fâsık ve zâlimlerin eşyâlarından bile gönül darlığı ve kasvet ârız olursa, onlarla ihtilâttan ne kadar ciddî bir sûrette sakınmak gerekir!
Hâ sı lı; nasıl ki gâ fil ler den men fî te sir ler zu hûr edip kal bi da ral tı yor sa, sâ lih ler den de müs bet ve fe yiz li te sir ler hâ sıl olup gön lü fe rah lat ır. Hakîkaten sâlih lerle kurulan kal bî irtibâtın be re ke tiy le ni ce mâ ne vî ka zanç la ra nâ il oluna bi lir.
Fakat sâlihlerle beraberlikten murâd; kalbî bir beraberliktir. Zira fiilî beraberlik, her zaman mümkün olmayabilir. Yahut fiilî beraberlik olsa bile kalbî beraberlik olmadığında, yine bir fayda hâsıl olmaz. Bu sebeple sâlihlerle beraberlikten kasıt; gönül beraberliğidir, yani hayat ve hâdiseler karşısında sâlih ve sâdıklar gibi hissedip davranabilmektir. Böyle bir beraberlik hâli varsa zâhirî beraberliklerin de faydası vardır. Yine bu beraberlik hâli varsa zâhirî ayrılıkların ziyânı yoktur.
Öte yandan, sâlihlerle beraberlikten umulan gönül feyzini temin edebilmenin bâzı güzel usûlleri vardır ki, bunlardan biri de “teberrük”tür.
TEBERRÜK COŞKUSU
Teberrük; Allah Teâlâʼya duyulan îman muhabbetinden dolayı, Oʼna yakınlığı bulunan bütün varlıklardaki ilâhî tecellîlere gösterilen hürmet ve tâzim duygusunun tabiî bir neticesidir. Zira bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya onunla alâkası bulunan her şeye sirâyet eder. Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur. Teberrük de kalbî olgunlaşma yolunda başvurulan ince bir muhabbet terbiyesidir.
Sâlihlerle beraberlik, insana Allâhʼı hatırlatıp onun mâneviyâtını takviye ettiği gibi, sâlihleri hatırlatan şeyler de, sâlih zâtlarla kalbî irtibâtı temin eder.
Ayrıca sâlihlerin feyz ve rûhâniyetine nâ il ol mak için baş vu ru lan usûllerden bi ri olan teberrük, ba zı la rı nın san dı ğı gibi mes ned siz ve bid’at ka bî lin den bir iş de ğil dir. Zi ra bu nun Haz ret-i Pey gam ber r’in ha yâ tın da sayısız tezâhürünün olduğuna dâ ir ha dis ve si yer ki tap la rın da pek çok rivâyet bulun maktadır. Hattâ ashâb-ı kirâm ve onları tâkip eden müslümanların, Efendimiz’in zırhı, asâsı, kılıcı, yüzüğü, saç ve sakalları, ayakkabıları, su ve yemek kapları, elbiseleri gibi eşyâlarıyla teberrük etmelerine dâir, Buhârîʼde müstakil bir bâb açılmıştır.
Nitekim Enes bin Mâ lik t, Peygamber Efen di miz’in saç la rı ile te ber rük için as hâb-ı ki râ mın na sıl bir bir le riy le ya rış tık la rı nı şöy le nakleder:
“Ra sû lul lah r Efen di miz’i gör düm; ber be ri onu tı raş edi yor du. As hâ bı da âde ta Oʼnun et ra fın da per vâ ne ol­muş lar dı. Bir tek saç te li nin da hî ye re düş me me si ni, mu hak kak bi ri si nin eli ne düş me si ni is ti yor lar dı.” (Müs­lim, Fe zâ il, 75)
Ashâb-ı kirâmın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük gayretlerinin en gü zel mi sâl le rin­den bi r diğeri de Hâ lid bin Ve lid t’ın, Haz ret-i Pey gam ber’in saç la rın dan bir kaç mü bâ rek te li sa rı ğın da sak la­ma sı dır.
Ri vâ yete gö re Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid t:
“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı. Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup edemediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid t:
“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)
Ashâb-ı kiram da ilâhî yardıma mazhar olabilmek için, üzerlerinde taşıdıkları Peygamber Efendimizʼe âit saçlar ile teberrük ederlerdi.
Esrâru’l-Muhammediyye adlı eserde şöyle denilmiştir:
“Rasûlullah r’in saçı, asâsı veya kamçısı, günahkâr bir kimsenin kabrine konulsa, o âsi, konulan şeyin bereketi sâyesinde azaptan kurtulur. Bu sayılanlar bir insanın evinde veya bir beldede bulunsa, orada yaşayanlar, varlığının farkında olmasalar dahî onun bereketi sayesinde onlara pek çok belâ isâbet etmez. Zemzem suyu ve Zemzem suyu ile ıslatılmış kefen de, bu kabildendir.” (Rûhu’l-Beyan, VII, 486-487)
Yine Efendimiz r, Veysel Karânî Hazretleriʼne hırkasını gönderip:
“‒Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilüʼs-Sahâbe, 223-225) Bu da Efendimiz rʼin eşyâsıyla teberrük edilmesinin açık bir işâretidir.
Nitekim Ebû Bekir tʼın kızı Esmâ c da bir gün bir cübbe çıkararak şöyle demiştir:
“Bu Allah Rasûlü r’in cübbesiydi. Vefâtına kadar Âişe cʼnın yanında kaldı. Hazret-i Âişe’nin vefatından sonra cübbeyi ben aldım. Nebî r onu giyerdi. Biz onu hastalar için yıkıyor ve suyu ile (teberrük ederek Allah Teâlâ’dan) şifâ taleb ediyoruz.” (Müslim, Libâs, 10)
Şu hâdise de, iyi veya kötü bütün mânevî keyfiyetlerin eşyâlar kadar mekânlara da sirâyet edebildiğini, bu yüzden günah ve mâsiyetlerin işlendiği ve ilâhî kahrın tecellî ettiği mekânlardan olabildiğince uzak durup sâlih amellerin îfâ edildiği ve ilâhî lûtufların tecellî ettiği mübârek ve mukaddes mekânlardan mümkün olduğunca istifâde etmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:
Allah Rasûlü r ashâbıyla birlikte Semûd Kavmiʼnin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü r onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih u’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)
Yine Efendimiz r buyurur:
“Şu Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Yolunuz o tarafa düştüğünde dikenli de olsa oradaki ağaçlardan yiyiniz.” (Buhârî, Cihâd 71, 74, Etʼıme 28; Müslim, Hac 462, 462, 503-504)
Efendimiz r böyle buyurmakla mübârek bir dağ olan Uhud’un civârındaki ağaçların meyvesinden teberrüken yenilmesine teşvikte bulunmuştur. Zira sâlih amellerin işlendiği mekânlara rahmet iner, melekler orada hazır bulunur, oraları huzur ve sekînet kaplar. Böyle mekânlarda duâ ve istiğfâr ile Allâhʼa yönelerek oradaki bereketten istifâde edilmelidir.
Nitekim sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü r Efendimizʼin her şeyiyle teberrük hâlinde yaşamışlardır. O’nun içtiği sudan içmek, O’nun mübârek elinin dokunduğu şeyi başa tâc etmek, O’nun gül kokulu terini, saç ve sakal-ı şerîflerini saklamak ve bu aziz hâtıralarla Efendimizʼin feyz ve rûhâniyetini yanlarında hissetmek, Oʼna olan muhabbet ve beyʼatlerini tâzelemek, hasretlerini bir nebze olsun gidermek ve Oʼnu sürekli îman gündemlerinde tutmak, onların gönüllerinde apayrı bir lezzet hâline gelmiştir.
Bütün bu rivâyetlerden anlaşılan odur ki, Rasûlullah r’in kendisi, eşyâları ve O’na âit herhangi bir şeyle teberrük etmek; merfû bir sünnet, makbul ve meşrû bir usûldür. Pek çok güzîde sahâbînin böyle yapması ve Efendimiz r’in de bunu tasdik etmesi, hattâ bazen emir, bazen de işaret buyurması, bunun apaçık bir delilidir.
As hâb-ı ki râm dan son ra gelen se lef-i sâ li hîn de te ber rük le il gi li bu ne vî usûlleri yaşatmaya de vam et miş ler­dir. Nitekim selef-i sâlihînin büyük hadis üstadlarından biri olan Ahmed bin Hanbel’in, Rasûlullah r’e duyduğu muhabbeti aksettiren birkaç teberrük misâlini, oğlu Abdullah şöyle anlatır:
“Babam, Rasûlullah r’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de gördüm. O, Rasûlullah r’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi.
Bir gün babam, Rasûlullah r’in su kâsesini aldı, sonra onu bir kovanın içinde yıkadı ve ondan içti.
Yine o, şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)
Yine Hak dostlarından Muînüddîn Çeştî Hazretleriʼnin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine verirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da bunu kıymetli bir mücevherat gibi, bir sandıkta teberrüken saklardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin vefâtına yakın, o kabrin örtüsünü yine değiştirdiler ve eskisini Hazretʼe getirip;
“‒Buna en lâyık olan sizsiniz.” diyerek takdîm ettiler.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tam bir edeple kabûl ettiği örtüyü hizmetçilerine verip kalpten derin bir âh çekti ve;
“‒Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun.” buyurdu.

MUHABBET ŞART!..

Teberrükten istifâdenin sırrı, mübârek hâtıraların sahiplerine duyulan gerçek bir “muhabbet”tir. Muhabbetin en büyük alâmeti ise fedâkârlık ve itaat ile istikâmet üzere yaşamaktır. Böyle bir muhabbet varsa teberrükten istifâde edilir. Aksi hâlde teberrük edilen eşyâ veya mekân sıradan bir varlık gibi kalır. Tıpkı Yûsuf uʼın Mısırʼdaki gömleğinin kokusunu babası Yâkub uʼın tâ Kenan ilinden duymasına mukâbil, gömleği getiren kardeşinin, taşıdığı aziz emânetin sırrından habersiz olması gibi. Hazret-i Mevlânâ bu misâli şöyle îzah eder:
“Yâkub’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrum idi. Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Yâkub’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi. Köle tüccarının nefsi için değildi...”
Velhâsıl teberrükten istifâdeye liyâkatin şartı, gerçek bir muhabbettir. Arzu edilen hâl transferi, aynîleşme veya mânevî yardıma ancak bu sâyede kavuşulabilir. Yok sa böyle bir rû hî de rin li ğe bî gâ ne olanlar, en feyizli nîmetlerin bile bereketinden mahrum kalırlar. Şu kıs sa, bu husûsu ne güzel izah etmektedir:
Mü rid le rin den bi ri Bâ ye zîd-i Bistâmî Hazretleri’ne:
“‒Efen dim, kür kü nüz den bir par ça ver se niz de te ber rü ken üze rim de ta şı sam!..” der. Bâ ye zîd-i Bistâmî ise ce vâ­ben:
“–Oğ lum, sen is ti kâ met üze re ol ma dık tan son ra Bâ ye zîd’in kür kü ne de ğil, de ri si ni yü züp içi ne gir sen bi le fay­da ver mez!..” bu yu rur.
Yani sırf şekille mânevî olgunluğa ulaşılamaz. Teberrükten umulan neticenin hâsıl olabilmesi için öncelikle zarûrî olan kalbî kıvâmın kazanılması gerekir.

VÂSITAYI GÂYE EDİNME!

Şunu da ifâde edelim ki teberrüğün faydası, îman muhabbetinden ötürü mübârek varlıklara gösterilen hürmet sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın yardımını, rahmetini lûtfetmesi sâyesindedir. Rahmet ve bereketi lûtfeden, teberrük edilen varlığın kendisi değil, yalnızca Cenâb-ı Hakʼtır. Hak Teâlâ rahmetini tecellî ettirmediği takdirde, bereketi umulan o varlıklar bir “hiç” hükmünde kalır.
Dolayısıyla bu yolda ifrat ve tefrite kaçmadan îtidal üzere gidilmelidir. Yani Hakkʼın emrettiği sâlih amelleri yapmadığı hâlde, sırf sâlih zâtlarla veya onların hâtıralarıyla teberrüğün kendisini kurtarmaya yeteceği şeklindeki ifrat düşüncelerin den uzak durmak gerekir. Veya teberrük edilen varlıklarda, âdeta ilâhî bir kudret vehmetmek gibi yanlışlıklara sapmamak îcâb eder.
Fakat bu hususta aşırıya kaçanları bahâne ederek teberrüğü tamâmen red detmek, bunun asr-ı saâdet ve selef-i sâlihîn döneminde bulunmayan bir bidʼat ve hattâ şirk olduğunu iddiâ etmek de apaçık bir cehâletin eseridir. Mühim olan, îtidal yolunu tutmaktır. Mutlak fâilin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğunu, kendisiyle teberrük edilen varlıkların sadece Allâhʼın rahmet, mağfiret ve lûtfunu celbedecek vesîleler den ibâret bulunduğunu unutmamaktır. Nasıl ki, seyahat esnâsında binilen bir araç, gâye değil vâsıta ise, kendisiyle teberrük edilen varlıklar da Allâhʼın rahmetini celbetmek için başvurulan birer vesîleden ibârettir. Fazilet sahibi sâlih zatlara ait olan eşyalar, Allah Teâlâʼnın o zâtlara değer vermesi sebebiyle değerlidir ve onlara bu yüzden ehemmiyet verilir. Kul, murâdını, bu vesîleler hürmetine Allahʼtan istemelidir.
Rabbimiz, bu dünyada sâlih ve sâdık kullarıyla kalben beraber olabilme mizi, âhirette de sevdiği kullarıyla haşrolunmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Bizleri kendisine yaklaştıracak her vesîleyi lâyıkıyla değerlendirebilen, basîret, firâset ve gayret ehli kullarından kılsın. Yine biz kullarını, mübârek gün ve gecelerin ve bilhassa da Ramazân-ı Şerîfʼin feyz, bereket ve rûhâniyetin den müstefîd olan kulları zümresine dâhil eylesin…
Âmîn!..
 



Osman Nuri Topbas


Konu Başlığı: Ynt: Sâlihlerle beraberlikte Teberrük ufku
Gönderen: Ekvan üzerinde 04 Kasım 2010, 01:35:52
Muhabbetin en büyük alameti fedakarlık ve itaat ile istikamet üzere yaşamaktır..Kimeyse muhabbetimiz ona itaat gerek değil mi..Rabbim muhabbetullah ve aşkullaha erenlerden eylesin cümlemizi..Güzel paylaşımınız için Rabbim razı olsun..Amin