๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => İz Bırakanlar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 12 Temmuz 2010, 11:39:54



Konu Başlığı: Mümince Görüntü ve Hal Dili
Gönderen: Sümeyye üzerinde 12 Temmuz 2010, 11:39:54
Mümince Görüntü ve Hal Dili


Müminler, çok samimi ve yürekten inanmalı, Cenâbı Hakk'ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koymalı ve O'nun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşımalı Hakiki bir müminin, birilerine uzun boylu akıl hileleri yapmaya, mantık oyunları oynamaya ihtiyacı olmamalı; hal ve tavrı yetmeli bir şeyler anlatmaya, muhatabını ikna etmeye Yatıp kalkması, konuşması, bakışı, duruşu yetmeli O'nu görenler 'Bu ciddi adamda ciddiyetsizlik olamaz, bu temiz yüzde yalan bulunamaz' demeli İşte, bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi, hem toplum ve hem de fert planında bu tavrı sergileyememe ve içteki olgunluğun dışa yansıması olan bu görüntüyü yakalayamamadır

Tavırlarımızda inanmış bir insan görüntüsünün olmaması, başkalarını da yanıltıyor "Acaba bir yalan peşinde miyim?" dedirtiyor İslâm'a sıcak duranlara Sonradan gelen nesiller de önlerinde gönülden inanmış, inancını hal ve tavırlarına içirmiş, ciddi insanlar göremiyor; onlar da ciddiyetsiz yetişiyor

Mümince tavır, kalblerimizin beslenmesi açısından da çok önemlidir Ben kendimi vesvese, tereddüd ve şüpheye ait bir boşlukta hissettiğim zaman etrafıma bakmalıyım; Kâbe'ye yönelmiş, bünyânı marsus gibi bir beraberlik teşkil etmiş, 'Allah' (cc) diyen insanların inandırıcı tavırları beni almalı, kucaklamalı ve sonsuza taşımalı Ve ben ona dayanmalıyım Gözümde yaş kalmamışsa, kalbimin katılaştığını hissediyorsam, "Hazreti Muhammed" deyince dudaklarını yalayan "Amaaan, siz ne kadar da tatlısınız, Efendim'in adını andınız" diyen ve yanaklarından domur domur yaş döken bir Müslümanı görmeliyim görmeli ve kalbim yumuşayana kadar onun seziş, duyuş ve hissedişleriyle yoluma devam etmeliyim Ama maalesef, koskoca alemi İslâm olarak hepimizde, bir inanmış insan tavrı eksikliği var

Müslümanları dalalet içinde görme ve "hiç birinde hayır yok" mülahazası içine girme insanı felakete götürebilecek bir günahtır İnananları beğenmeyen ve onları itham eden birisine, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur; "İnsanlar helak oldu diyen, onların en evvel helak olanı ve en kötü durumda bulunanıdır" Evet, 'İnsanların hepsinin işi bitmiştir' diyenin işi bitmiştir Dünyanın dört bir yanındaki samimi müminleri kat'iyen ademe mahkum edemeyiz Fakat, bir otokritik olarak kendimizi sorgulamak gerektiğini düşünüyor ve olmamız gerektiği gibi olamadığımızı zannederek bir inkisârı kalble bu sözleri söylüyorum

Ben hemen her akşam, Kâbe'de kılınan sabah namazını seyrediyorum Burayla orası arasındaki saat farkından dolayı oradaki sabah namazını biz burada akşamı kıldıktan hemen sonra seyredebiliyoruz O mükerrem beldede binlerce insanın beraberce secdeye varışını görmek çok hoşuma gidiyor Fakat, maatteessür, imamından müezzinine, görevlilerinden cemaatına kadar hep gayri ciddi görüntüler sergileniyor Tavaf eden insanların gezişinde, yürüyüşünde, istilamlarında, SafaMerve arasındaki koşuşmalarında bir laubalilik göze çarpıyor

İhtimal, şuurlu namaz kılan, tavafı meleklerle ve peygamberlerin ruhlarıyla beraber yapan insanlar da vardır; ama arada kalıyordur onlar; kameramanların veya otomatik kameraların azizliğine uğruyorlardır Makamı İbrahim'de, Hicr'de başını yere koymuş, gözyaşlarıyla içini döken hassas ruhlar veya Hacerü'lEsved'i öperken hakikaten kalbinin sadakatini haykıran gönül erleri vardır maalesef, o tür görüntüleri vermiyorlar Halbuki, öyle manzaralarla beslenmeye hepimizin ihtiyacı var Kâbe'nin etrafından alın da, bizim evlerimize kadar her tarafta, müminlerin ihsan şuurlu bir duruş ve samimi bir tavır sergilemesine dünyanın ihtiyacı var ihtiyacı var; zira, yeryüzü asıl ses ve sadasını, gökte meleklerin duruşunun ve melei âlânın sakinlerinin yüreklerinin çarpışının aksi sadası olan "mümince tavır"da bulabilecektir Zaten, Müslümanların inandırıcılığı da ancak o zaman gerçekleşebilecektir

Ne yazık ki, bu görüntü bozukluğu her tarafı sarmış durumdadır Siz, dinimizi ve milli ananelerimizi merak eden birisini Türkiye'ye götürecek olsanız; gitsin bir Türkiye'yi görsün camileri, camide tek vücut olmuş cemaati, cemaatin yaşaran gözlerini görsün görsün de kafasına takılabilecek şüphelerden sıyrılsın, vehimlerden kurtulsun deseniz; ben buna cesaret edemiyor ve gönül rahatlığıyla "çok iyi olur" diyemiyorum Fakat yine de, bizim milletimiz pek misafirperverdir ve ülkemizde misafir kabul etmenin kendine göre bir azizliği vardır Anadolu insanı, tavırlarını yeniden gözden geçirir, bir misafiri ağırlamanın ve misafire açık bulunmanın havasını biraz sun'î de olsa sergiler Genel durumu istenilen seviyede olmasa da, evsahipliği avantajıyla ve biraz muvakkat ruh haletiyle, biraz da tabiatındaki misafirperverlik mülahazasıyla ciddi bir görünüm sergileyebilir ve bu, misafire bir şeyler ifade edebilir

Evet, onbir havarinin bütün dünyayı sarsmalarındaki büyü, samimiyetleridir, hallerindeki inandırıcılıktır Sahabe efendilerimizin kısa zamanda bütün dünyaya iman nuru götürebilmelerinin ve gittikleri her yerde hüsnü kabul görmelerinin en önemli sebebi mümince tavırlarıdır Asırlar sonra, Üstad'ın talebeleri de ihsan duygusuyla yaşama, ihlas ve samimiyetle dopdolu olma örneği sergilemişlerdir Fakat günümüze doğru gelindikçe Müslümanlarda kemmiyet planında bir genişleme olmuş; ama içteki mânâ ve ruh korunamamış, aynı seviyede götürülememiştir

Bugün bizde de akıl var, mantık var; ilim, fen ve teknoloji açısından eskilerden çok daha ileriyiz Fakat eskilerin taşıdığı yürek yok bizde "Kalbin her atışında Allah'ın duyulması ve o duyuşun bizim çehremize aksetmesi" nimetinden mahrumuz Oysa kalb atışlarımız; tıpkı bir saatın iç hareketi ve çalışmasının dışarıya aksetmesi; akrep ve yelkovanın sâlise, sâniye ve dakikayı "Burada bir takvim işliyor" diyerek göstermesi gibi dışa aksetmeliydi Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir, gönlüdür latîfei Rabbâniyesidir, sırrıdır, hafîsi, ahfâsı ve iç derinlikleridir Bunlar dışa aksedince, saatin iç dinamiklerinin akrebi ve yelkovanı harekete geçirdiği gibi kendilerini hissettirir İşte, İslâm dünyasının eksiği, ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir İtiraf etmeliyim ki, bunların hepsinin kendilerine göre birer tesiri vardır; fakat, müessir diyebileceğim ölçüde, diyebileceğim ölçüde diyorum çünkü hakiki müessir Allah'tır tesirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir, engin bir gönül dünyasının oturuşakalkışa, yürüyüşe duruşa yön vermesidir bizim eksiğimiz mümince görüntüdür

Günümüzde bir Sadreddin Konevî yok, bir Mevlana yok, Nakşibendi Hazretleri, Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, İmamı Rabbâni, Mevlanâ Halid ve bir Bediüzzaman yok yok yok dolayısıyla manevî heybet ve ağırlığı olan büyüklerin insibağından mahrum yaşıyoruz Genelde, kendi değerlerimize karşı bir kopukluk içindeyiz Kopuğu, Türkçe'de kullandığımız mânâda da ele alabilirsiniz Umumiyetle, bir kopukluk yaşanıyor Şirazesi kopmuş kitap sayfalarının, bağı kopmuş tesbih tanelerinin dağınık hali gibi bir kopukluk merkeze sımsıkı tutunmamız, ile'lmerkez gücü kendi lehimizde kullanmamız gerektiği yerde, ani'lmerkez bir hareket görüntüsünde bir kopukluk yaşıyoruz, kendi özümüzden kaçıyoruz Tabii ki, bu kaçış dışa da aynen aksediyor

İslâm'ın yorumlanması biraz bizim tavırlarımızla alakalıdır Muhyiddîn ibni Arabî, "İlahî tecellilerin kendisini göstermesi için, bu varlık ve eşyanın varlığına ihtiyaç vardır" der Fakat İbni Arabî Hazretleri bunu adeta bir zaruret gibi, uluhiyete isnad edilen bir ihtiyaç gibi ortaya koyar: "Allah'ın görünmesi için bunlar lazımdı Bu ayna, yani insanlar, eşya ve hadiseler olmasaydı, O kenzi mahfî olarak kalırdı" der (Bunlar onun sözleri de olsa temkinli konuşmaya çalışıyorum)

Biz, meseleleri o büyük insanların seviyesinde değerlendiremeyiz Aklımızın almadığı ve bize kapalı kalan yerler olabilir Fakat, fakir, onun bu düşüncesine iştirak edemiyorum Ehli sünnet çizgisinin düşünce ve hareket adına ortaya koyduğu çerçeve, düşüncelerimi de, beyanımı da bağlayıcıdır benim Ne var ki, Hazreti Zat hakkında söyleyemediğim bir sözü Kur'an hakkında söylemek istiyor ve bunun doğru olduğuna da inanıyorum: "Biz Kur'anı Kerim'e muhtaç olduğumuz kadar Kur'an da kendisini ifade etme adına samimi ve gönlü Kur'anlaşmış insanlara muhtaçtır" Bütün ihtişamıyla yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde muhafaza edilen Kelamı İlâhî, öpülüp başlara konan bir Kitap olsa da, eğer onu temsil eden insanlar yoksa, o kendini anlatamıyor demektir Kur'an her zaman vardı ve indiği andan itibaren de mücessem bir ruh halinde insanlara rehber oldu Fakat gördüğünüz gibi, O'nun sesi bazen gürül gürül çıktı, kevn ü mekanı inletti, çınlattı; bazen de ağzına fermuar vurulmuş gibi sustu, harem odalarına kilitlendi, kadife mahfazalar içinde hep bağlı kaldı

Evet, bizim Kur'an'a çok ihtiyacımız var; biz Kur'ansız edemeyiz Hayatımızın programıdır O Düzenli yaşamamız adına bizim için bir katalog mahiyetindedir Bizi yaratan ve mahlukatını en iyi bilen Allah (cc), doğru dürüst kendimizi idare edebilmemiz ve fıtratımıza uygun yaşayabilmemiz için Kur'an kılavuzunu göndermiştir Bu unutulmaması gereken bir hakikattir Fakat şunu da unutmamak lazımdır ki; kataloğu değerlendirecek, makinayı işlettirecek, bir sistemi tertip ve düzen içinde çalıştıracak, nazari bilgileri hayata geçirecek canlı, şuurlu ve iradeli varlıklara ihtiyaç vardır

Ve işte Kur'an, bu canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır/yaşamaktadır O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesinisoluğunu duyurabilir Eğer, O'nun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı, ilk nefeste onu duyar, ikinci nefeste de seslerini tâ göklerin ötesine duyururlardı Ve melekler "Meğer yerde ne gönül erleri, ne kahramanlar varmış" derlerdi

Mevlanâ Hazretleri'nin ne Mesnevî'sinde ve ne de Divanı Kebîr'inde aklı ikna etmeye matuf ifadeler çok yoktur Fakat onda eşsiz bir hal derinliği vardır Mesela, birgün, Mevlanâ'nın şöhretini duyan bir rahip Konya'ya gidiyor Mevlanâ'nın bulunduğu yere varıyor, talebeleri arasında onlara bir şeyler anlatırken onu seyrediyor Mevlanâ'nın oturup kalkması, yürüyüşü, adımlarındaki vakar ve o keskin bakışları yetiyor rahibe Allah'la (cc) çok kavî irtibat içindeki bu insanın yüzüne ve tavırlarına aksetmiş gönlündeki imanı Rahip hemen koşuyor, elini öpmeye çalışıyor Mevlanâ'nın o rahipten hızlı davranıyor ve onun elini öpüyor Görüntüsündeki ihtişama bu tevazuu da katılınca rahip daha fazla dayanamıyor ve Hazretin ayaklarına kapanıyor, "Senin dinin haktır" diyor Mevlanâ eve dönünce Sultan Veled'e, "Oğlum, adama bak! Benim tevazumun önüne geçmeye çalışıyor; gerçek mânâsını dinimde bulan tevazuyu verir miyim ben başkasına?" diyor (Mümin, imansız birinin elini öper mi? Eğer, o mümin Mevlanâ ise, dünya için edânîye baş eğmeyecek izzetli bir insansa ve bu hareketinde sadece muhatabının hidayeti için her şeye katlanma duygusu varsa, evet, öper)

Cenâbı Allah'ın, hakkım olmadığı, liyakatım da bulunmadığı halde tanıma lütfuyla serfiraz kıldığı çok kıymetli insanlardan birisi de Üstad'ın ilk talebelerinden Re'fet Ağabey'di Bir ziyaret esnasında şunu anlatmıştı: İstanbul'da, mezardaki ölüler vaazını anlasalar, onları bile diriltecek gibi, çok etkili konuşan bir hoca vardı Görkemli, mehib ve halkın da çok itibar ettiği bir adamdı "Bediüzzaman diye biri gelmiş, otelde kalıyormuş, nasıl bir adam olduğuna bir baksanıza" demişlermiş kendisine Üstadımızın yanında olduğum bir sırada geldi İçeriye girerken, başı üst eşiğe değecek gibiydi Üstad'a yaklaşınca Üsdadımız hemen kalktı, misafirin eline yapıştı ve öptü Vaiz Efendi çok şaşırmıştı Biraz sonra Üstad konuşmaya başlayınca şaşkınlık ve hayreti iki kat arttı, Bediüzzaman'ın ilmi, hali, büyüklüğü ve gösterdiği bu tevazu karşısında daha fazla dayanamayıp kalktı ve Üstad'ın dizlerine kapandı O uzun boylu, o edalı ve çalımlı vaiz iki büklüm olmuştu

İşte ölçüler, kaynaklar bir olunca ses ve görüntü de aynı oluyor Farkları yok birbirlerinden Mevlanâ gönlü ummanlar gibi bir insandır ve almıştır herkesi sinesine, Bediüzzaman da bir bahri bîpâyândır, o da açmıştır gönlünü herkese Ve her ikisi de gönüllerinin dışa aksetmesiyle, bakanlara Allah'ı (cc) hatırlatan canlı ayetler gibi yaşamışlardır

Kim bilir o koca İmamı Rabbânî Hazretleri de Hindu bir dünyada, Brahmanist bir dünyada nice insanı karşısında dize getirmiştir büyüklüğüyle, tevazuuyla, siretinden suretine yayılan jnurla ve mümin duruşuyla Öyle tesirli olmuş ki, Şahın oğlu Alemgir bile onun büyüsüne kapılmış O devirde hükümdar, Sanskritçe gibi bir din teklif ediyor; yani, biraz Hinduizm'den, biraz Budizm'den, biraz Hıristiyanlık'tan, biraz Yahudilik'ten ve biraz da İslâm'dan aldığı şeylerle bir bulamaç yapmak istiyor Müslümanlara zulmediyor Ve işte böyle bir adamın oğlu, İmamı Rabbanî'ye hayran kalıyor ve diyor ki, "Ya imam, babamla alakamı kesmeme ne dersin? İsterseniz bir daha görüşmeyeyim onunla" O günlerde, Ekber Şah İmamı Rabbânî'yi hapse atmıştır; ki bunun gibi şeylerden dolayı İslâm dünyasında ona "Ekfer Şah" derler Hapiste olan Hazreti İmam kendisine yöneltilen soru karşısında "Hayır; O, senin babandır Kur'an, ne olursa olsunlar valideyne iyilikle muamelede bulunulmasını emrediyor" diyor Ve kavî imanı, aşkın heyecanı, bir de mümince tavrıyla o çevreyi fethediyor

Görülüyor ki, bu insanlar kendilerini yüce hakikate bağlamış, nefislerini tamamen nefyetmiş ve yok saymışlar Onlardaki bu adanmışlık ruhu da yeryüzündeki bütün isbatların doğmasına vesile olmuş Onlar sayesinde insanlar her yerde Cenâbı Hakk'ın azametini müşahade etmişler O büyükler birer ayna olmuş ve etraflarına sürekli rahmet tecellileri yansıtmışlar

Bu hal ve tavır, her devirdeki zirveleşmiş ruhların şiarıdır Onlar, otururkalkar Rabbi Kerîm'lerini zikreder her hâdise, her düşünce ve her mülâhazayı O'nu anmanın birer bahanesi, hattâ mukaddimesi sayar ve âdetâ, kendileri olarak kendilerinden kaçar, kendilerini duymaz ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden saklama mülâhazaları içinde dolaşır ve vicdanlarında sürekli "araya girme"lerin ızdırabını duyarlar yer yer kendilerine takıldıkları olsa da, bunu bir kâbuslu rüya telâkki eder ve bir an evvel ondan kurtulma yollarını araştırırlar

Maalesef, günümüzde İslâm'ı araştıran, dinimize sıcak bakan insanlar bize takılıyor Kendimizi, Cenâbı Hakk'ın adını yüceltmeye tamamen adasak, dinin bir aksesuarı haline gelsek ve insanlar bize takılmasa, onların hakikatle buluşmaları daha kolay olacaktır Ve esas olan da; aradan çekilmek, aradaki engelleri bertaraf ederek insan gönlüyle Allah'ı (cc) buluşturmaktır Ama biz arada olunca, düşüncelerimiz, tavırlarımız, hallerimiz araya bir engel gibi girince insanlar bize takılıyor; haylulet oluyor, hüsufküsuf yaşıyorlar

İnsanları sıfatlarıyla, ahlakî değerleriyle tartsalar, inanmayanların yüzü güler ve hakiki Müslümanlar mahcup duruma düşer, çok utanırlar Çünkü inançsızlar derler ki, "Hayret! İslâm topluluğunda bile bizim sıfatlarımızdan ne kadar çok var!" ve sevinirler bu kadar nüfuzlarına Yalan var, dalavere var, sözünde durmama var yani İslâm dünyası bâtılın alfası değilse betası, betası değilse gaması tesirindedir ve maalesef, Müslümanların hali iç açıcı değildir, durumumuz yürek kanatıcıdır

Şu teessür, üzüntü ve gözyaşlarımız kendimizi sorgulamaya bizi sevk ederse, ben de abes konuşmadığıma inanacağım Okuduğum, dinlediğim ve konuştuğum şeyler bana hayat vermiyorsa onların size tesir etmesini bekleyemem; çünkü, meyyit hayat veremez Elinde hayat kasesi taşıyanlar, bir ayakları her zaman Hızır çeşmesinin başında olanlardır Onlar dipdiri oldukları içindir ki, söyledikleri her şarkıda hayat nağmesi vardır

İşte, siz bana bir cümle söylediniz, ben de onu vesile bildim ve bir sürü baş ağrıtacak söz savurdum Fakat, siz kusura bakmazsınız "Dertli, söylegen olur" derler İnsanın sıkıntısını, dert ve ızdırabını başkalarıyla paylaşması da bir ihtiyaçtır Ben halimi, duruşumu, görüntümü beğenmiyorum İstiyorum ki, halimizle yüksek hakikatlere ayna olalım Sizlerin de benimle aynı kanaatte olduğunuzu düşünerek bu kadarcık bir dert paylaşımını mahzursuz gördüm "Neden İslâm'a yönelme istenilen seviyede olmuyor?" mülahazasının verdiği inkisarla nefsimi muhatap alıp dertlerimi sayıp döktüm Fakat, bu arada genel durumu da arz etmiş oldum

Hasılı, her birimiz Rabb'imiz, Efendimiz (sav), din ve milletimiz hatrına bize bakanlara "Yalan yok çehresinde" dedirtmeli; ve muhataplarımızı "Eğer bu insanları böyle yüksek bir karakter ve ahlaka ulaştıran sâik dinleri ise, onların dini de yalan olamaz" hakikatine ulaştırmalıyız




MFethullah Gülen