๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => İz Bırakanlar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 22:49:41



Konu Başlığı: Hz. Mevlana ve misyonu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 22:49:41
Hz. Mevlana ve Misyonu

Bir şahsı veya bir eseri, ondan asırlar sonra tahlil ederken çeşitli yanlışlıklar içine düşülmesi mukadderdir. Bunda tahlili gerçek Bir şahsı veya bir eseri, ondan asırlar sonra tahlil ederken çeşitli yanlışlıklar içine düşülmesi mukadderdir. Bunda tahlili gerçek leştiren kişilerin bakış açıları, kültür seviyeleri, içinde bulundukları ortam birinci derecede rol oynayan hususlardandır.

İslâm dünyası içinde âlim, şair ve mu tasavvıf vasıfları ile ölümünün 723. yılında andığımız Mevlânâ da tahlili yapılırken hakkında büyük yan lışlıkların yapıldığı şahıslar arasında yer alır. Onu gerçek kimliği ve yaşadığı hayat boyunca eda ettiği misyonu iti bariyle değerlendirmemize altyapı olabilecek bazı önem li noktaların gözden kaçırılmasının bunda çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Yukarıda arzettiğimiz bakış açısı, kültür seviyesi de buna eklenince, karşımıza çıkan Mevlânâ'nın, hiç de gerçek Mevlânâ olamadığını çok ra hatlıkla söyleyebiliriz. Zannediyorum bu durumdan en çok rahatsız olan da odur. Perde-i gayb açılıp, bu mesele üzerinde cevabı kendinden istenilse, verilecek olan cevab, ifade etmeye çalıştığım hususu bütün çıplaklığı ile ortaya koyacaktır.

Mevlânâ hakkında mutlaka bilinmesi ge rekli olan hususlara kısaca temas edelim: Mevlânâ 30 Eylül 604/1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde dün yaya gelir. Asıl adı Celâleddin'dir. Rumî ise Anadolulu olduğunu belirten bîr ifadedir. Moğol istilasının ortalığı kasıp kavurduğu bu dönemde, Mevlânâ'nın babası Ba-hauddin Veled, ailesi ile birlikte Şam, Hicaz, Malatya, Erzincan ve Akşehir'i ziyaret ede ede Konya Karaman şehrine yerleşir. "Sultanu'l-Ulema" lakabıyla anılan baba Bahauddin Veled, oğlunun aynı zamanda ilk ho-casıdır. Mevlânâ 13 yaşına kadar babasının rahle-i ted risine oturur. Mevlânâ, 13 yaşında Şam'a giderek üç yıl içinde usul, tefsir, fıkıh, hadis vb. ilimleri tahsil ederek geri döner. Bu arada babası Selçuklu Sultanı Alaaddin'in yapmış olduğu davete uyarak Konya'ya yerleşmiş ve Hüdavendigâr Medresesi'nde müderrislik yapmaya baş lamıştır. Mevlânâ da babasının vefatına kadar, onunla birlikte Hüdavendigâr Medresesi'nde hocalık yapar. Ba basının vefatından sonra -ki o zaman 24 yaşındadır- aynı medreseye müderris olur. Bu dönemde Mevlânâ, Hakim Sinaî, Sadreddin Konevî ve babasının müridi Seyyid Burhaneddin'den ders alır. Bu süre zarfında zahir ilim lerin yanı sıra batın ilimleri de tahsil eden Mevlânâ, pek çok sayıda talebe ve mürşid yetiştirir.

Burada görüldüğü gibi, çok sağlam İslamî ilimler temeli olan ve o döneme göre bu mesleğin zirvesine çıkıp Selçuklu başkentinin bir medresesinde hocalık yapan bir Mevlânâ vardır. Dolayısıyla hayatının daha sonraki dönemlerinde girdiği tarikat yolunda, onun îslamî esaslara zıt ve muhalif şeyler yapması, konuş malarda bulunması akla pek mümkün gözükmemek tedir.

Bu hususa tekrar temas etme niyetiyle şimdi Mevlânâ'nın diğer özelliğine geçelim.

Mevlânâ yaklaşık 41 yaşlarında iken bugün bile hayatı, kimliği, düşünceleri hakkında çok net malumata sahip olmadığımız Şems-i Tebrizî ile tanışır. Bu ta nışıklık onu aşk yoluna sürükler. Rivayete göre, Mevlânâ ile Şems'in ilk karşılaşmalarında aralarında şöyle bir ko nuşma geçer:

Şems: Hz. Muhammed (s.a.v) mi büyüktür, Beyazid-i Bistamî mi?

Mevlânâ: Bu nasıl soru! Elbette Hz. Muhammed (s.a.v) büyüktür.


Şems: İyi ama Hz. Muhammed (s.a.v) "Kalbim buğulanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş defa is tiğfar ederim" diyor. Halbuki, Beyazid "Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim! Zuhurum ne kadar büyüktür" diyor ve "Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur!" diye de ilave ediyor. Buna ne dersin?

Mevlânâ: Hz. Muhammed (s.a.v) her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında bir önceki makamdan istiğfar ediyordu. Bayezid ise, bir tek makamda kaldı ve bu makamın en yüce olduğunu sa narak öyle konuştu.(5)

Mevlânâ'nın bu sözlerini dinleyen Şems, kar şısındaki zatın imtihanı başarıyla verdiğine hükmederek birlikte handan çıkar ve yine birlikte altı aylık bir halvete girerler. Bundan sonra Mevlânâ'nın eski hayatı ciddi bir değişikliğe uğramıştır.

Mevlânâ'nın Şems ile olan münasebetleri sonucu şöyle dediği rivayet olunur. "Ömrümü üç kelime ile hü lasa etmek mümkündür: Hamdım, piştim, yandım." Yani Seyyid Burhaneddin ile görüşmeye kadar hamdı, onunla görüşünce pişti ve Şems ile görüşünce yandı.

Mevlânâ, Şems ile ilişkisi sonucu medresedeki vazifesini aksatmaya, halka va'z ve sohbet etmemeye başlayınca, Konya halkı rahatsızlığını izhar eder. Ni hayet Şems Konya'dan ayrılmak zorunda kalır. Bundan sonra Şems-i Tebrizî'nin bir defa daha Konya'ya gel diğini, sonra da öldüğünü ya da öldürüldüğünü veya öl dürüldüğü şayiasını bizzat Şems'in çıkartarak Konya'-dan bütünüyle ayrıldığını kaynaklar bizlere aktarmak tadır.

Tebrizî'nin ölümünden sonra Mevlânâ, önce Selahaddin Zerkup ile 10 yıllık bir arkadaşlık dö-nemi geçirir. Kuyumcu ve Allah dostu olan bu şahsın ve fatından sonra da Hüsameddin Çelebi ile olan be raberlikler başlar. Meşhur Mesnevî, işte bu sufî zatın ısrarı ve katipliği neticesi ortaya çıkmıştır.

Mevlânâ'nın hayatında mutlaka bilinmesi gerekli olan üçüncü husus ise; içinde yaşanılan şartlardır. Asır larca bulunduğu kuşakta hakim rol oynamış ve İslamiyet harcıyla bütün soyları İslam ülküsü etrafında bir leştirerek idare eden Selçuklu, çeşitli sebeplerle yıkılma aşamasına gelmiştir. Belki de hakimiyet dönemlerinin en zayıf olduğu bu devrede Moğol istilasının bütün hızıyla ilerlemesi, bu süreci hızlandırmıştır.

Öte yandan Moğolların istila ettikleri yerlere Orta Asya kültürünü getirmeleri, yepyeni fikrî ve kül türel oluşumların meydana gelmesine vesile olmuştur.

Moğolların o zalim baskısı altında, in sanlar derbeder ve perişan edilmiştir. Batı dünyasının Bosna-Hersek, Karabağ, Irak, Somali vb. yerlerde müslümanlara reva gördüğü zulüm kadar olmasa bile, o dev rin şartları içinde bugünü de hiç aratmayacak ölçüde ya pılan zulümler insanlık mânâsını heder etmiştir. İşte bu kan, gözyaşı, cesed, inilti ortasında Mevlânâ insana saygı, insana hürmet gibi insanlığı bulunduğu durumdan kurtarmayı hedef alan bir felsefeyi temsil etmiştir. Mevlânâ burada İslam'ın evrenselliğinden hareketle mu hatap kitleyi alabildiğine geniş tutmuş, sadece müslüman olanları değil, olmayanlara da îslamî mesajlar sunmayı kendine vazife edinmiştir.

Bu temel bilgiler ışığında Mevlânâ'yı de ğerlendirecek olursak;

1- "Mevlânâ'nın müderrislik kimliğinin iştihar et memesi, onun kolayca istismar edilmesine sebep ol muştur. Halbuki Mevlânâ, mutasavvıf olmadan önce alimdi. Selçuklu'nun başkentinde, bir medresede talebe yetiştiriyor, fıkıh, tefsir, hadis adına bilgiler öğretiyor, sonra da okuttuğu bu talebeleri Selçuklu devletinin dört bir yanında ihtiyaç olan yerlere, devletle olan yakın iliş-kileri sayesinde tayin ettiriyordu. Böylece Mevlânâ, bir taraftan Moğol istilası karşısında bir noktada çaresiz ko numda bulunan Selçuklu devletine yardımcı oluyor, diğer taraftan mücadele azmini yitiren, yıllar süren sa vaşlar sonucu teslimiyetçi bir ruha sahip hale gelen ve kimlik bunalımı içine düşmeye başlayan Selçuklu Türklerine talebeleri vasıtasıyla en büyük hizmeti yapıyordu. Ne var ki, onun bu tavrını bugün bile anlayamayan ve yadırgayan insanlar vardır. Mevlânâ'nın devlet yanlısı bir politika izlemesini tenkid eden, sultanlarla içli-dışlı olmasını hazmedemeyen ya da bunun ardındaki niyeti anlayamayan, hatta hiç ilgisi olmadığı halde ona "Moğol uşağı" diyen insanlar bile çıkmıştır.

Halbuki böyle bir yıkılış döneminde Mevlânâ'nın dört bir yanda neşv ü nema bulan bu hizmeti sa yesinde, yeni kurulacak olan Anadolu birliğinin manevî temelleri atılmıştır. Daha sonraları açığa çıkacak olan mıtasavvıf kimliğiyle yetiştirdiği müridlerinin de Anadolu sathına yayılması, bu temellerin sağlamlaşmasına vesile olmuştur. Şeriat ve tarikat veya başka bir tabirle medrese ve tekke eğitimi alan talebeler, tarih içinde bazı tarikatlar içinde müşahede ettiğimiz şatahatın içine hiç düşmemiş, ve halka bu hakikatleri olduğu gibi yan sıtmışlardır.

2- Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile olan yoğun mü nasebetleri sonucunda aşk yoluna sülük etmişti. Öyle ki o, girdiği bu yolda eski kimliğini bir noktada unutarak, medreseyi, halka va'z u nasihat etmeyi terk etmişti. Fakat bu dönemi itibariyle Mevlânâ, daha sonraları ekol haline gelecek anlayış, yorum ve uygulamaları ile bir ta rikatın kurulmasına öncülük etmiştir. "Mevlevîlik" adı verilen bu tarikatın kurulmasında, Mevlânâ'nın ira desinin olması ya da olmaması hiç önemli değildir. O kendi anlayış çizgisi üzerinde bir hayat yaşamış, et rafındakiler ve arkadan gelenler onu sistemleştirmişlerdir. Zaten İslam'da fıkhı mezheplerin veya sair ta rikatların da ortaya çıkış şekilleri hep aynı olmamış mıdır?

Yalnız burada temas edilmesi gerekli olan husus sair tarikatlardan farklı ola rak "sema" ve "ney"dir. Günümüze gelinceye kadar tartışmalanrı devam eden se ma ve ney hakikaten literatürümüze Mevlânâ ile mi girmiştir? Bunlar tasavvuf geleneğinde her ne kadar hoş görülse de acaba İslâmî kaide ve kurallarla ne derece uyum sağlamaktadır? Sema o dönemde de günümüzde olduğu şekliyle, hakikaten bir merasim, gösteri şeklinde mi icra ediliyordu? Bu ve buna benzer sorular çoklarımızın cevap aradığı ve bulmakta olabildiğince zorlandığı şeylerdir.

İhtimal Mevlânâ, vecd halinde yani ilâhî aşkla bütünleşmiş ve kendinden geçmiş bir halde iken, kalkıp sema yapmıştı. Hatta bu sema saatlerce sürmüş de ola bilir. Nitekim, bugün yapılan zikirler sonucu kendinden geçip, ruhun derece-i hayatına yükselerek, beden-ruh bü tünlüğüne erişip, tamamen melekî bir hüviyet kaza narak, kendilerinden geçen insanlar, -bu süre az veya çok olabilir- âlem-i şehadet sınırları içinde izahı müm kün olmayan şeyler yapabiliyorlar. Demek ki ruha kendi gücünün kazandırılması ile çok şeyler gerçekleşebil mektedir.

Yalnız bu bir hal işiydi. Bu seviyeyi ihraz ede meyen kişilerin bu türlü şeyleri hayatına taşımasının sunîlikten öte bir mânâ taşımayacağı izahtan varestedir. Mevlânâ'da vecd halinde ortaya çıkan sema, tarihin de ğişik devirlerinde vecde maruz kalan sair velilerde başka başka şekillerde tezahürü görülmüş olabilir.

Ney'e gelince: Mesnevî'nin özellikle ilk 18 beyti içinde ele alınıp, işlenen ney kavramı sadece enstrüman özelliği olan ney midir, yoksa Mevlevî müfessirlerin ifade ettiği insan-ı kamil midir? Onların beyanlarına göre "kamışlıktan koparılarak yapılan ney, her nefeste ayrı düştüğü vatanını terennüm etmektedir. İnsan da geldiği ulvî âlemin hasretini çekmektedir. Ruh beden hapsinde bu ayrılığın ızdırabını yaşamakta ve her an geldiği va tanı, koparılıp uzaklaştırıldığı yeri özlemektedir. Şu halde ney ile anlatılmak istenen, insanın bu âlemdeki var oluşunun nedenini açıklayabilecek bir şekilde, birlik ka mışından kesilmiş kendi varlığından geçmiş, gerçek var lıkla var olmuş insan yani insan-ı kâmildir."

Mevlânâ vecd ha linin gereği olarak sema yaptı, ney çaldı veya din ledi ise, onu bugünkü şekliyle bir gösteri halinde kat'iyen ele almış değildi.

Sema ve ney me selesi su-i istimale açık yönleri itibariyle, nesilden nesile intikal ederken, ma-alesef o ilk dönemdeki asliyetini koruyamamıştır. Son devirlerde müsteşrik lerin de bu işe sahip çık masıyla sema, bir gösteri ve merasim şeklinde icra edilmeye başlanmıştır. Tamamen folklorik üslup hakimdir. Vecdden uzak, maaş karşılığı bu işi yapan semazenler mevcuttur. Hele sema gösterileri (!) sırasında ney'e ilave edilen sair çalgıların Mevlânâ'nın hayatında hiç yeri olmadığı bilinen bir ger çektir.

Aslında bu hakikatler bugün icra edilen sema gösterilerine karşı olduğumuzu göstermez. O ayrı bir müzakerenin konusu olabilir. İslamî esaslar çerçevesinde bu mesele ele alınıp yeniden incelemeye tâbi tutulabilir. Bununla beraber, meselenin aslî hüviyetinin bilinmesi de gerekli olduğu kanaatine dayanarak, kısaca bu hususa temas ettik.

3- Mevlevîlik Mevlânâ'dan bu yana toplumun elit tabakasının ve kültürlü insanların mensup olduğu bir tarikattır. Konuşma dili Türkçe olmasına rağmen, Mevlânâ'nın eserlerinin birçoğunun Farsça ve bir kıs mının da Arapça olması, onu sevenlerin bu dilleri öğ renmesini gerekli kılmıştır. Ya da bu dilleri bilenler, Mevlânâ'yi takip edebilmiştir. Kaldı ki, o dönemde dev letin resmî dili Farsçaydı... Yazışmalar hep Farsça ya pılıyordu. Şairler mutasavvıflar genelde Farsçayı kul lanıyordu.

Mevlânâ daha önce de ifade ettiğimiz gibi in sanlık manasının heder edildiği, insana saygı ve hür metin hemen hiç olmadığı bir zaman diliminde dünyaya gelmiştir. Moğolların geride kan, zulüm, gözyaşı bı rakarak her tarafı bir fırtına gibi kasıp kavurması bütün hızıyla devam ediyordu. İşte bu devrede Mevlânâ, in sanlığın sevgiye, saygıya hasret olduğunu görüyor ve mihrakına insana saygı ve sevgiyi oturttuğu irşad fa aliyetlerini gerçekleştiriyordu. Yetiştirdiği talebelerine, müritlerine hep bunu salık veriyordu. Kaleme aldığı eserlerinde bunu açık ve net bir biçimde vurguluyordu. Bütün bunları yaparken, kafir-Müslüman, Yahudi-Hıristiyan ayrımına da gitmiyordu. İslâm'ın evrensel ha kikatlerini, aslında İslâm'ın da hedef kitle olarak be lirttiği bu insanlara sunmanın yollarını arıyordu. Fakat Mevlânâ bütün bunları yaparken, İslâm'dan taviz ver miyordu. O, "Ne olursan ol yine gel. Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olsan da yine gel. Bin defa tevbeni bozmuş olsan da yine gel" derken -ki bu sözlerin Mevlânâ'ya ait ol-duğu şüphelidir- Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olarak ka labilir, bu vasfınla İslâm içinde yer bulabilirsin demek is temiyordu. Onun Allah Rasulü'ne bağlılığı tamdı. Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerinde müderrislik payesini elde ettiği, bu sahalarda birçok talebe yetiştirip, ülkenin dört bir ya nına resmî görevlerle tayin ettirdiğine daha önce işaret etmiştik. Bu açıdan Mevlânâ'nın bu ve benzeri söz lerinde İslâm'ın temel esaslarına zıt fikirler beyan etmesi herhalde düşünülemez.

Bakın şu sözler ona ait; "Canım tenimde olduğu müddetçe Kur’an’ın kölesiyim. Allah'ın seçkin Pey gamberi Muhammed'in yolunun toprağıyım" ve sanki bugün hakkında söylenenleri hissetmiş gibi, Mevlânâ bu beytin devamında diyor ki, "Her kim bundan başka ben den bir söz naklederse ondan şikâyetçi olurum ve o söz den de üzüntü duyarım."

Ve Mevlânâ, Efendimiz'e hitaben şunları söylüyor: "Kim, senin sofrandan başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan, onunla bir kâseden yer.

Kim, senin komşuluğundan kaçarsa, şüphe yok ki, şeytan ona komşu olur."

‘Ey Allah'ın Elçisi, bulutsuz bir güneş gibi pey gamberliği sen tamamladın, apaydın bir hale koydun."


Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, müs teşrikler ya da o zihniyete sahip insanlar Mevlânâ'da su-i istimal edilebilecek şeyleri ön plana çıkartmışlar ve bunu olağanüstü bir gayret ve çaba ile bütün dünyaya hem de çok kısa bir zamanda yaymışlardır. Öyle ki UNESCO ta rafından 1995 yılı "Mevlânâ Yılı" ilân edilmiştir. Fakat, UNESCO Mevlânâ'nın "ben O'nun yolunun toprağıyım" dediği İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav) adına hiçbir şey yapmamıştır. Böyle olunca, bu tür or ganize faaliyetlere olumlu bir gözle bakmanın safdillik olacağı kanaati insanı sarıp sarmalıyor. "Acaba bunun al tında ne gibi fikirler var?" diye insan merak etmekten ya da araştırmaktan kendini alamıyor.

NETICE itibariyle; Mevlânâ temsil ettiği mis yonu ile günümüze kadar gelmiş devasa bir kamettir. Âlim, şair ve mutasavvıftır. Aşk, vecd istiğrak insanıdır. Ehl-i Sünnet çizgisi dışına çıkmamıştır. Devrinde İslâm davasına büyük yararlılıkları olan birisidir. Etkisi ölü münün 723. yılında dahi devam etmektedir. Fakat ar kadan gelenler onun maddî ve manevî mirasını çok iyi koruyamamıştır. Ona ait olmayan mısralar, beyitler, sanki onunmuş gibi Mesnevî'ye ya da Divan-ı Kebir'e sokulduğu iddialar arasında yer almaktadır. İnsanları "Fihi Mâfih" deki bazı görüşlerin sair eserlerde olmayıp, sonradan o eserlere sokulduğu düşüncesine itmektedir. Perde arkası çok net bilinmeyen, bilinemeyen dü şüncelerle Mevlânâ'nın su-i istimal edildiği herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Sema gösterileri, ney ve sair çalgılar buna ilk elden örnek olarak gösterilebilir. Yine onun yanlış anlaşılıp, yanlış değerlendirilen, meselâ: "Ne olursan ol, yine gel" gibi sözleri, bu konuda örnek olabilecek hususlardandır. Bütün bu inhiraflar, Mevlânâ'yı aslî mahiyeti ile araştırıp gerçek yörüngesine oturtacak ve onu bütün dünyaya duyurup, hayata ta şıyacak insanları beklemektedir.



leştiren kişilerin bakış açıları, kültür seviyeleri, içinde bulundukları ortam birinci derecede rol oynayan hususlardandır.

İslâm dünyası içinde âlim, şair ve mu tasavvıf vasıfları ile ölümünün 723. yılında andığımız Mevlânâ da tahlili yapılırken hakkında büyük yan lışlıkların yapıldığı şahıslar arasında yer alır. Onu gerçek kimliği ve yaşadığı hayat boyunca eda ettiği misyonu iti bariyle değerlendirmemize altyapı olabilecek bazı önem li noktaların gözden kaçırılmasının bunda çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Yukarıda arzettiğimiz bakış açısı, kültür seviyesi de buna eklenince, karşımıza çıkan Mevlânâ'nın, hiç de gerçek Mevlânâ olamadığını çok ra hatlıkla söyleyebiliriz. Zannediyorum bu durumdan en çok rahatsız olan da odur. Perde-i gayb açılıp, bu mesele üzerinde cevabı kendinden istenilse, verilecek olan cevab, ifade etmeye çalıştığım hususu bütün çıplaklığı ile ortaya koyacaktır.

Mevlânâ hakkında mutlaka bilinmesi ge rekli olan hususlara kısaca temas edelim: Mevlânâ 30 Eylül 604/1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde dün yaya gelir. Asıl adı Celâleddin'dir. Rumî ise Anadolulu olduğunu belirten bîr ifadedir. Moğol istilasının ortalığı kasıp kavurduğu bu dönemde, Mevlânâ'nın babası Ba-hauddin Veled, ailesi ile birlikte Şam, Hicaz, Malatya, Erzincan ve Akşehir'i ziyaret ede ede Konya Karaman şehrine yerleşir. "Sultanu'l-Ulema" lakabıyla anılan baba Bahauddin Veled, oğlunun aynı zamanda ilk ho-casıdır. Mevlânâ 13 yaşına kadar babasının rahle-i ted risine oturur. Mevlânâ, 13 yaşında Şam'a giderek üç yıl içinde usul, tefsir, fıkıh, hadis vb. ilimleri tahsil ederek geri döner. Bu arada babası Selçuklu Sultanı Alaaddin'in yapmış olduğu davete uyarak Konya'ya yerleşmiş ve Hüdavendigâr Medresesi'nde müderrislik yapmaya baş lamıştır. Mevlânâ da babasının vefatına kadar, onunla birlikte Hüdavendigâr Medresesi'nde hocalık yapar. Ba basının vefatından sonra ki o zaman 24 yaşındadır aynı medreseye müderris olur. Bu dönemde Mevlânâ, Hakim Sinaî, Sadreddin Konevî ve babasının müridi Seyyid Burhaneddin'den ders alır. Bu süre zarfında zahir ilim lerin yanı sıra batın ilimleri de tahsil eden Mevlânâ, pek çok sayıda talebe ve mürşid yetiştirir.

Burada görüldüğü gibi, çok sağlam İslamî ilimler temeli olan ve o döneme göre bu mesleğin zirvesine çıkıp Selçuklu başkentinin bir medresesinde hocalık yapan bir Mevlânâ vardır. Dolayısıyla hayatının daha sonraki dönemlerinde girdiği tarikat yolunda, onun îslamî esaslara zıt ve muhalif şeyler yapması, konuş malarda bulunması akla pek mümkün gözükmemek tedir.

Bu hususa tekrar temas etme niyetiyle şimdi Mevlânâ'nın diğer özelliğine geçelim.

Mevlânâ yaklaşık 41 yaşlarında iken bugün bile hayatı, kimliği, düşünceleri hakkında çok net malumata sahip olmadığımız Şems-i Tebrizî ile tanışır. Bu ta nışıklık onu aşk yoluna sürükler. Rivayete göre, Mevlânâ ile Şems'in ilk karşılaşmalarında aralarında şöyle bir ko nuşma geçer:

Şems: Hz. Muhammed (s.a.v) mi büyüktür, Beyazid-i Bistamî mi?

Mevlânâ: Bu nasıl soru! Elbette Hz. Muhammed (s.a.v) büyüktür.

Şems: İyi ama Hz. Muhammed (s.a.v) "Kalbim buğulanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş defa is tiğfar ederim" diyor. Halbuki, Beyazid "Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim! Zuhurum ne kadar büyüktür" diyor ve "Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur!" diye de ilave ediyor. Buna ne dersin?

Mevlânâ: Hz. Muhammed (s.a.v) her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında bir önceki makamdan istiğfar ediyordu. Bayezid ise, bir tek makamda kaldı ve bu makamın en yüce olduğunu sa narak öyle konuştu.(5)

Mevlânâ'nın bu sözlerini dinleyen Şems, kar şısındaki zatın imtihanı başarıyla verdiğine hükmederek birlikte handan çıkar ve yine birlikte altı aylık bir halvete girerler. Bundan sonra Mevlânâ'nın eski hayatı ciddi bir değişikliğe uğramıştır.

Mevlânâ'nın Şems ile olan münasebetleri sonucu şöyle dediği rivayet olunur. "Ömrümü üç kelime ile hü lasa etmek mümkündür: Hamdım, piştim, yandım." Yani Seyyid Burhaneddin ile görüşmeye kadar hamdı, onunla görüşünce pişti ve Şems ile görüşünce yandı.

Mevlânâ, Şems ile ilişkisi sonucu medresedeki vazifesini aksatmaya, halka va'z ve sohbet etmemeye başlayınca, Konya halkı rahatsızlığını izhar eder. Ni hayet Şems Konya'dan ayrılmak zorunda kalır. Bundan sonra Şems-i Tebrizî'nin bir defa daha Konya'ya gel diğini, sonra da öldüğünü ya da öldürüldüğünü veya öl dürüldüğü şayiasını bizzat Şems'in çıkartarak Konya'-dan bütünüyle ayrıldığını kaynaklar bizlere aktarmak tadır.

Tebrizî'nin ölümünden sonra Mevlânâ, önce Selahaddin Zerkup ile 10 yıllık bir arkadaşlık dö-nemi geçirir. Kuyumcu ve Allah dostu olan bu şahsın ve fatından sonra da Hüsameddin Çelebi ile olan be raberlikler başlar. Meşhur Mesnevî, işte bu sufî zatın ısrarı ve katipliği neticesi ortaya çıkmıştır.

Mevlânâ'nın hayatında mutlaka bilinmesi gerekli olan üçüncü husus ise; içinde yaşanılan şartlardır. Asır larca bulunduğu kuşakta hakim rol oynamış ve İslamiyet harcıyla bütün soyları İslam ülküsü etrafında bir leştirerek idare eden Selçuklu, çeşitli sebeplerle yıkılma aşamasına gelmiştir. Belki de hakimiyet dönemlerinin en zayıf olduğu bu devrede Moğol istilasının bütün hızıyla ilerlemesi, bu süreci hızlandırmıştır.

Öte yandan Moğolların istila ettikleri yerlere Orta Asya kültürünü getirmeleri, yepyeni fikrî ve kül türel oluşumların meydana gelmesine vesile olmuştur.

Moğolların o zalim baskısı altında, in sanlar derbeder ve perişan edilmiştir. Batı dünyasının Bosna-Hersek, Karabağ, Irak, Somali vb. yerlerde müslümanlara reva gördüğü zulüm kadar olmasa bile, o dev rin şartları içinde bugünü de hiç aratmayacak ölçüde ya pılan zulümler insanlık mânâsını heder etmiştir. İşte bu kan, gözyaşı, cesed, inilti ortasında Mevlânâ insana saygı, insana hürmet gibi insanlığı bulunduğu durumdan kurtarmayı hedef alan bir felsefeyi temsil etmiştir. Mevlânâ burada İslam'ın evrenselliğinden hareketle mu hatap kitleyi alabildiğine geniş tutmuş, sadece müslüman olanları değil, olmayanlara da îslamî mesajlar sunmayı kendine vazife edinmiştir.

Bu temel bilgiler ışığında Mevlânâ'yı de ğerlendirecek olursak;

1- "Mevlânâ'nın müderrislik kimliğinin iştihar et memesi, onun kolayca istismar edilmesine sebep ol muştur. Halbuki Mevlânâ, mutasavvıf olmadan önce alimdi. Selçuklu'nun başkentinde, bir medresede talebe yetiştiriyor, fıkıh, tefsir, hadis adına bilgiler öğretiyor, sonra da okuttuğu bu talebeleri Selçuklu devletinin dört bir yanında ihtiyaç olan yerlere, devletle olan yakın iliş-kileri sayesinde tayin ettiriyordu. Böylece Mevlânâ, bir taraftan Moğol istilası karşısında bir noktada çaresiz ko numda bulunan Selçuklu devletine yardımcı oluyor, diğer taraftan mücadele azmini yitiren, yıllar süren sa vaşlar sonucu teslimiyetçi bir ruha sahip hale gelen ve kimlik bunalımı içine düşmeye başlayan Selçuklu Türklerine talebeleri vasıtasıyla en büyük hizmeti yapıyordu. Ne var ki, onun bu tavrını bugün bile anlayamayan ve yadırgayan insanlar vardır. Mevlânâ'nın devlet yanlısı bir politika izlemesini tenkid eden, sultanlarla içli-dışlı olmasını hazmedemeyen ya da bunun ardındaki niyeti anlayamayan, hatta hiç ilgisi olmadığı halde ona "Moğol uşağı" diyen insanlar bile çıkmıştır.

Halbuki böyle bir yıkılış döneminde Mevlânâ'nın dört bir yanda neşv ü nema bulan bu hizmeti sa yesinde, yeni kurulacak olan Anadolu birliğinin manevî temelleri atılmıştır. Daha sonraları açığa çıkacak olan mıtasavvıf kimliğiyle yetiştirdiği müridlerinin de Anadolu sathına yayılması, bu temellerin sağlamlaşmasına vesile olmuştur. Şeriat ve tarikat veya başka bir tabirle medrese ve tekke eğitimi alan talebeler, tarih içinde bazı tarikatlar içinde müşahede ettiğimiz şatahatın içine hiç düşmemiş, ve halka bu hakikatleri olduğu gibi yan sıtmışlardır.

2- Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile olan yoğun mü nasebetleri sonucunda aşk yoluna sülük etmişti. Öyle ki o, girdiği bu yolda eski kimliğini bir noktada unutarak, medreseyi, halka va'z u nasihat etmeyi terk etmişti. Fakat bu dönemi itibariyle Mevlânâ, daha sonraları ekol haline gelecek anlayış, yorum ve uygulamaları ile bir ta rikatın kurulmasına öncülük etmiştir. "Mevlevîlik" adı verilen bu tarikatın kurulmasında, Mevlânâ'nın ira desinin olması ya da olmaması hiç önemli değildir. O kendi anlayış çizgisi üzerinde bir hayat yaşamış, et rafındakiler ve arkadan gelenler onu sistemleştirmişlerdir. Zaten İslam'da fıkhı mezheplerin veya sair ta rikatların da ortaya çıkış şekilleri hep aynı olmamış mıdır?

Yalnız burada temas edilmesi gerekli olan husus sair tarikatlardan farklı ola rak "sema" ve "ney"dir. Günümüze gelinceye kadar tartışmalanrı devam eden se ma ve ney hakikaten literatürümüze Mevlânâ ile mi girmiştir? Bunlar tasavvuf geleneğinde her ne kadar hoş görülse de acaba İslâmî kaide ve kurallarla ne derece uyum sağlamaktadır? Sema o dönemde de günümüzde olduğu şekliyle, hakikaten bir merasim, gösteri şeklinde mi icra ediliyordu? Bu ve buna benzer sorular çoklarımızın cevap aradığı ve bulmakta olabildiğince zorlandığı şeylerdir.

İhtimal Mevlânâ, vecd halinde yani ilâhî aşkla bütünleşmiş ve kendinden geçmiş bir halde iken, kalkıp sema yapmıştı. Hatta bu sema saatlerce sürmüş de ola bilir. Nitekim, bugün yapılan zikirler sonucu kendinden geçip, ruhun derece-i hayatına yükselerek, beden-ruh bü tünlüğüne erişip, tamamen melekî bir hüviyet kaza narak, kendilerinden geçen insanlar, -bu süre az veya çok olabilir- âlem-i şehadet sınırları içinde izahı müm kün olmayan şeyler yapabiliyorlar. Demek ki ruha kendi gücünün kazandırılması ile çok şeyler gerçekleşebil mektedir.

Yalnız bu bir hal işiydi. Bu seviyeyi ihraz ede meyen kişilerin bu türlü şeyleri hayatına taşımasının sunîlikten öte bir mânâ taşımayacağı izahtan varestedir. Mevlânâ'da vecd halinde ortaya çıkan sema, tarihin de ğişik devirlerinde vecde maruz kalan sair velilerde başka başka şekillerde tezahürü görülmüş olabilir.

Ney'e gelince: Mesnevî'nin özellikle ilk 18 beyti içinde ele alınıp, işlenen ney kavramı sadece enstrüman özelliği olan ney midir, yoksa Mevlevî müfessirlerin ifade ettiği insan-ı kamil midir? Onların beyanlarına göre "kamışlıktan koparılarak yapılan ney, her nefeste ayrı düştüğü vatanını terennüm etmektedir. İnsan da geldiği ulvî âlemin hasretini çekmektedir. Ruh beden hapsinde bu ayrılığın ızdırabını yaşamakta ve her an geldiği va tanı, koparılıp uzaklaştırıldığı yeri özlemektedir. Şu halde ney ile anlatılmak istenen, insanın bu âlemdeki var oluşunun nedenini açıklayabilecek bir şekilde, birlik ka mışından kesilmiş kendi varlığından geçmiş, gerçek var lıkla var olmuş insan yani insan-ı kâmildir."

Mevlânâ vecd ha linin gereği olarak sema yaptı, ney çaldı veya din ledi ise, onu bugünkü şekliyle bir gösteri halinde kat'iyen ele almış değildi.

Sema ve ney me selesi su-i istimale açık yönleri itibariyle, nesilden nesile intikal ederken, ma-alesef o ilk dönemdeki asliyetini koruyamamıştır. Son devirlerde müsteşrik lerin de bu işe sahip çık masıyla sema, bir gösteri ve merasim şeklinde icra edilmeye başlanmıştır. Tamamen folklorik üslup hakimdir. Vecdden uzak, maaş karşılığı bu işi yapan semazenler mevcuttur. Hele sema gösterileri (!) sırasında ney'e ilave edilen sair çalgıların Mevlânâ'nın hayatında hiç yeri olmadığı bilinen bir ger çektir.

Aslında bu hakikatler bugün icra edilen sema gösterilerine karşı olduğumuzu göstermez. O ayrı bir müzakerenin konusu olabilir. İslamî esaslar çerçevesinde bu mesele ele alınıp yeniden incelemeye tâbi tutulabilir. Bununla beraber, meselenin aslî hüviyetinin bilinmesi de gerekli olduğu kanaatine dayanarak, kısaca bu hususa temas ettik.

3- Mevlevîlik Mevlânâ'dan bu yana toplumun elit tabakasının ve kültürlü insanların mensup olduğu bir tarikattır. Konuşma dili Türkçe olmasına rağmen, Mevlânâ'nın eserlerinin birçoğunun Farsça ve bir kıs mının da Arapça olması, onu sevenlerin bu dilleri öğ renmesini gerekli kılmıştır. Ya da bu dilleri bilenler, Mevlânâ'yi takip edebilmiştir. Kaldı ki, o dönemde dev letin resmî dili Farsçaydı... Yazışmalar hep Farsça ya pılıyordu. Şairler mutasavvıflar genelde Farsçayı kul lanıyordu.

Mevlânâ daha önce de ifade ettiğimiz gibi in sanlık manasının heder edildiği, insana saygı ve hür metin hemen hiç olmadığı bir zaman diliminde dünyaya gelmiştir. Moğolların geride kan, zulüm, gözyaşı bı rakarak her tarafı bir fırtına gibi kasıp kavurması bütün hızıyla devam ediyordu. İşte bu devrede Mevlânâ, in sanlığın sevgiye, saygıya hasret olduğunu görüyor ve mihrakına insana saygı ve sevgiyi oturttuğu irşad fa aliyetlerini gerçekleştiriyordu. Yetiştirdiği talebelerine, müritlerine hep bunu salık veriyordu. Kaleme aldığı eserlerinde bunu açık ve net bir biçimde vurguluyordu. Bütün bunları yaparken, kafir-Müslüman, Yahudi-Hıristiyan ayrımına da gitmiyordu. İslâm'ın evrensel ha kikatlerini, aslında İslâm'ın da hedef kitle olarak be lirttiği bu insanlara sunmanın yollarını arıyordu. Fakat Mevlânâ bütün bunları yaparken, İslâm'dan taviz ver miyordu. O, "Ne olursan ol yine gel. Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olsan da yine gel. Bin defa tevbeni bozmuş olsan da yine gel" derken -ki bu sözlerin Mevlânâ'ya ait ol-duğu şüphelidir- Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olarak ka labilir, bu vasfınla İslâm içinde yer bulabilirsin demek is temiyordu. Onun Allah Rasulü'ne bağlılığı tamdı. Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerinde müderrislik payesini elde ettiği, bu sahalarda birçok talebe yetiştirip, ülkenin dört bir ya nına resmî görevlerle tayin ettirdiğine daha önce işaret etmiştik. Bu açıdan Mevlânâ'nın bu ve benzeri söz lerinde İslâm'ın temel esaslarına zıt fikirler beyan etmesi herhalde düşünülemez.

Bakın şu sözler ona ait; "Canım tenimde olduğu müddetçe Kur’an’ın kölesiyim. Allah'ın seçkin Pey gamberi Muhammed'in yolunun toprağıyım" ve sanki bugün hakkında söylenenleri hissetmiş gibi, Mevlânâ bu beytin devamında diyor ki, "Her kim bundan başka ben den bir söz naklederse ondan şikâyetçi olurum ve o söz den de üzüntü duyarım."

Ve Mevlânâ, Efendimiz'e hitaben şunları söylüyor: "Kim, senin sofrandan başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan, onunla bir kâseden yer.

Kim, senin komşuluğundan kaçarsa, şüphe yok ki, şeytan ona komşu olur."

‘Ey Allah'ın Elçisi, bulutsuz bir güneş gibi pey gamberliği sen tamamladın, apaydın bir hale koydun."

Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, müs teşrikler ya da o zihniyete sahip insanlar Mevlânâ'da su-i istimal edilebilecek şeyleri ön plana çıkartmışlar ve bunu olağanüstü bir gayret ve çaba ile bütün dünyaya hem de çok kısa bir zamanda yaymışlardır. Öyle ki UNESCO ta rafından 1995 yılı "Mevlânâ Yılı" ilân edilmiştir. Fakat, UNESCO Mevlânâ'nın "ben O'nun yolunun toprağıyım" dediği İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav) adına hiçbir şey yapmamıştır. Böyle olunca, bu tür or ganize faaliyetlere olumlu bir gözle bakmanın safdillik olacağı kanaati insanı sarıp sarmalıyor. "Acaba bunun al tında ne gibi fikirler var?" diye insan merak etmekten ya da araştırmaktan kendini alamıyor.

NETICE itibariyle; Mevlânâ temsil ettiği mis yonu ile günümüze kadar gelmiş devasa bir kamettir. Âlim, şair ve mutasavvıftır. Aşk, vecd istiğrak insanıdır. Ehl-i Sünnet çizgisi dışına çıkmamıştır. Devrinde İslâm davasına büyük yararlılıkları olan birisidir. Etkisi ölü münün 723. yılında dahi devam etmektedir. Fakat ar kadan gelenler onun maddî ve manevî mirasını çok iyi koruyamamıştır. Ona ait olmayan mısralar, beyitler, sanki onunmuş gibi Mesnevî'ye ya da Divan-ı Kebir'e sokulduğu iddialar arasında yer almaktadır. İnsanları "Fihi Mâfih" deki bazı görüşlerin sair eserlerde olmayıp, sonradan o eserlere sokulduğu düşüncesine itmektedir. Perde arkası çok net bilinmeyen, bilinemeyen dü şüncelerle Mevlânâ'nın su-i istimal edildiği herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Sema gösterileri, ney ve sair çalgılar buna ilk elden örnek olarak gösterilebilir. Yine onun yanlış anlaşılıp, yanlış değerlendirilen, meselâ: "Ne olursan ol, yine gel" gibi sözleri, bu konuda örnek olabilecek hususlardandır. Bütün bu inhiraflar, Mevlânâ'yı aslî mahiyeti ile araştırıp gerçek yörüngesine oturtacak ve onu bütün dünyaya duyurup, hayata ta şıyacak insanları beklemektedir.



Ahmet Kurucan