๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslami Hükümlerin Esas ve Hikmetleri => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 06 Eylül 2011, 17:25:04



Konu Başlığı: Ziyadelerin Hükmü
Gönderen: Ekvan üzerinde 06 Eylül 2011, 17:25:04
Mala Bitişik Ve Maldan Ayrı Olan Ziyadelerin Hükmü


Hayvan, ağaç ve meyvelere bitişik ve ayrık olan ziyadeler kimin mülkiye-tindeyken meydana gelmişlerse ona ait olur. Başkasının malında oluşan zi­yadeler diğer kişinin kendi malından meydana gelmiş olsa bile o, bunları te­lef ettiğinde tazmin eder. Hayvan ya da ağacın mülkiyeti başkasına intikal ederse ayrık ziyadeler de ona teslim edilir.

Ağaçların büyümesi, meyvelerin olgunlaşması, hayvanların büyümesi, köle olan erkek ve kız çocukların büyümesi vb. şeyler bitişik ziyadelerdir. Allah'ın hayvan ve ağaçlarda yarattığı bir güçle meydana geldiklerinden, bi­tişik ziyadeler mülk sahibine ait olur. Dolayısıyla bunları gasbedip ziyadele­rini telef eden kişi o malların ziyadeyle birlikteki değeriyle ziyadesiz değeri arasındaki farkı tazmin eder. Bu, kabul görmüş apaçık bir hükümdür.

Aynı şekilde bu kaide şu konuda da uygulanır: koca hanımına verdiği mehrin yansından dönüp bunu bitişik ziyadelerle geri almak istediğinde kendisine engel olunur. Çünkü bu ziyadelerde kadının hakkı vardır.

Ziyadeler mülk sahibine ait olmasına rağmen İmam Şafii bu kaideyi akitlerin feshi ve hibeden dönme konusunda kullanmamıştır. Halbuki bu ziyadeler, mal sahibinin kendi mülkiyetinde olan kuvvet ve kendi malın­dan harcadıkları sayesinde meydana gelmiştir. Şafii'nin bu görüşü son de­rece problemlidir. Çünkü hibe eden kişi bundan dönmek istediğinde biti­şik ziyadelerle birlikte hibesinden dönmüş olur. İmam Malik ve Ebu Ha-nife bu durumda hibeden dönülmeyeceği kanaatindedir. İmam Malik ve Ebu Hanife'nin söyledikleri, genel kaide ve insafa göre açıkça doğru olan­dır . Din bunun benzeri kaideler üzerine bina edilmiştir. Yüz dirhem değe­rinde köle bir çocuk, veya on dirhem değerinde hurma fidesi ya da beş dir­hem değerinde deve yavrusu hibe edilen kimse bunları yetiştirir, büyütür, ta ki köle genç delikanlı olur, hurma fidesi büyük ağaç olur ve deve büyür. Böylece hibe edilen şeyin değeri kat kat artar. Bu esnada hibe eden kişinin hibesinden dönmesi, hibe edilen malda daha sonra meydana gelen ziyade hususunda hibeyi alan kimse için büyük bir zarara yol açar. Çünkü bu zi­yadeler onun kendi malı ve mülkiyetinde bulunan bitki, çocuk, ya da hay­vanda bulunan potansiyel kuvvet sayesinde meydana gelmiştir. Bu konu­da ziyadenin asla tabi olacağı şeklinde bir delil birçok sebepten ötürü ge­tirilemez. Şöyle ki:

- Mehir konusunda böyle bir rücu geçersizdir. Zira mehirde meydana ge­len ziyadelerin ayrılması mümkün değildir.

- Ayrılması mümkün olmayan ziyadeleri malı gasbeden kişi tazmin eder.

- Ziyadenin asıldan ayrılmaması asla nispetledir. Ziyadeye nispetle ayrıl­ma mümkün olur. Malın ilk sahibi niye daha sonraki mülk sahibi tarafından meydana getirilen ziyadelerde daha fazla hak sahibi olsun?

- Zeytin yağım benzer bir zeytin yağıyla karıştıran müşteri, bunları birbi­rinden ayırmak mümkün olmasa da iflas halinde alışverişten vazgeçebilir.

- Dinin getirdiği birçok hükümden şu ilke çıkmaktadır: az olan, çok ola­na tabi olur. Burada asıl mal on dirhemken ziyade bin dirhem değerindeyse, bin dirhem değerindeki bir şeyi on dirhem değerindekine tabi kılmak caiz ol­maz. Çünkü çok olan az olana tabi olmaz. Burada az olanın asıl çok olanın fer'î olduğu şeklinde bir delil ileri sürülemez. Maslahat göz önünde bulun­durularak bu .delil terkedilir.

Satılan mal müşterinin elinde ziyadeleştikten sonra (yukarıdaki hibe edi­len mal örneklerinde olduğu gibi) müşteri iflas ederse her ne kadar malın degeri yüz dirhem, ziyadenin değeri bin dirhem olsa da satıcı ziyadeyle birlik­te malı geri alır, görüşü de hakikatten uzaktır.

Hurma fidesi veya deve yavrusu ya da köle bir çocuğu on dirheme satın olan kimse, bu mal elindeyken ziyadeleşip bin dirhem değerine geldikten sonra bunlarda eski bir kusur tespit etse îmam Şafii'ye göre şu iki şeyden bi­rini seçmekte serbesttir: Ya malı elinde tutup tazminat almaz, ya da malı zi­yadeyle birlikte geri verir. îmam Malik bu görüşe muhalefet etmiştir. İmam Şafii burada müşteriyi iki kusurdan birini seçme hususunda serbest bırak­mıştır. Ya ziyadeyi de satıcıya verecek, ya da eski kusurdan dolayı tazminat istemeyecek.

Yine bir kimse içinde hurma fidesi olan ve komşunun şufa hakkı bulunan bir toprak parçası satın alır, sonra hurma fidesi büyüyüp değeri kat kat art­tıktan sonra şufa hakkı sahibi o yeri hurma fidesi fiyatına geri alabilir, şek­lindeki görüş de yukarıda zikredilen satıcının müşterinin iflasıyla malını ge­ri alması ya da bir kusur sebebiyle müşterinin malı iade etmesi durumların­da olduğu gibi hakikatten uzak bir görüştür.

Dinin hükümleri, kaidelerine uygun olarak uygulandığında ne kadar gü­zeldir. Herhangi bir sebep olmaksızın dinin kaideleri dışına çıkan murad-ı ilahîye ters düşmüş olur.

[Taabbudî Hükümler]

Bahtiyar kimse, din gelmeden önce bile Allah'ın kulları için yeryüzünde yarattığı maslahatları basiret nuruyla görür. Bu maslahatları bilir, bunların birbirine denk ve birbirinden üstün olanlarını ayırdeder. Din geldikten son­ra bunları dine arzettiğinde şayet düşündüğü dine uyuyorsa bu hükümler akılla bilinebilen, uymuyorsa taabbudî hükümlerdir. Aynı şekilde mefsedet-lerin hangilerinin denk hangilerinin öncelikle izale edilmesi gerektiğine dair düşündüklerinden dinin getirdiği hükümlere uyanlar akılla bilinen, uyma­yanlar ise taabbudî hükümlerdir.

Hiçbir müctehidin maslahat ve mefsedetlerle ilgili tertibi değiştirmeye öncelik sırasını bozmaya hakkı yoktur. Çünkü bu, dinî kurallara ters düşme anlamına gelir. Bunu yapan kirnse doğruyu bulamamış, hata etmiştir. Zira müctehidin insanlar için taabbudî hüküm koyma yetkisi yoktur. Dilediği gi­bi taabbudî hüküm koyma yetkisi ancak Allah'a aittir. O, kulları hakkında dilediği kararı verir, onlar için dilediği hükmü koyar.

 [Ictihadda Hata]

İçtihadında hata eden kimse içtihada ehil olan bir kimseyse hata etmiş ol­sa da içtihadında gereken gayreti göstermişse, niyetinden ötürü ve ictihad faaliyetinde attığı isabetli adımlardan ötürü sevaba nail olur. Ama vardığı hatalı sonuçtan ötürü sevap alamaz, içtihadında gereken gayreti göstermez­se, niyetinden ötürü sevap almakla birlikte gereken gayreti göstermediği için hesaba çekilir. Çünkü akla ancak, uzun uzun kafa yorduktan, iyice düşün­dükten sonra güvenilebilir. Allah (cc) bizi sünnete ve kitabına uymaya ve doğruya ulaşmaya muvaffak kılsın.

Bu konuda sorulabilecek muhtemel sorulara şöyle cevap veririz:

Soru: Müctehid elinden gelen gayreti gösterdiği halde yanlış so­nuca ulaşırsa günaha girmez. O halde Bedir savaşından sonra fidye alarak esirleri serbest bırakma hususunda ashab niye azarlandı?

Cevap: Bu azarlamaya Allah Resulü dahil değildir. Çünkü o yeterince gayret göstermeksizin ictihadda bulunmuş değildir. Azarlanan sadece as-habdır. Zira onlar gerektiği şekilde gayret göstererek ictihad etmemişler, bi­lakis ictihad etmeksizin fidye almaya yönelmişlerdir. Bundan dolayı onlara şöyle denildi: "Allah tarafından Önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, al­dığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.[91] Allah Re­sulü de Hz. Ömer'e şöyle söylemiştir: "Gerçekten arkadaşlarının azapları ba­na şu ağacın altında arzolundu."[92]

Kısaca şunu söyleyebiliriz: ilim öğrenen öğrencileri yanlışa götüren şey, kendilerine tabi oldukları müctehidlerin söylediği her şeyi din söylemiş gi­bi kabul etmeleridir. Böylece kendi mezhebine uymayan diğer mezhep görüşlerini pek hoş karşılamazlar. Halbuki bazı meselelerde kendi mezhebi doğrudan, haktan uzak olabilir. Allah'ın doğru yola ulaştırdığı kimseler müctehidlerin insan olduğunu, doğru sonuca vardıkları gibi hata da edebi­leceklerini bilir.

Soru: Müctehid bir fetva verdiğinde, bu fetvanın geçersiz kabul edilip edilmemesi gerektiğinden emin olmadığımız halde nasıl olur da onların görüşleriyle amel ederiz?

Cevap: Müctehidlerin fetvaları nadiren benzerleriyle hükümlerin geçer­siz kılındığı hatalar içerse de çoğunlukla isabet etmelerine ve bir müctehide tabi olma ihtiyacına binaen bu fetvalara güvenmek caizdir. Bundan dolayı devlet başkanının hakimlik görevini kendi mezhebinden başka mezhebe mensup birine vermesi caizdir. Üstelik o kimse devlet başkanının verdiği ba­zı hükümleri nakzedecek hükümler de verebilir. Ama görevin ona verilme­si, hakimlik görevinin yerine getirilmesine duyulan ihtiyaç ve hata ihtimali­nin düşük olması sebebiyle caizdir.

Soru: Hakimlik görevine sadece icma olan hususlarda hüküm ve­ren bir kimsenin atanması caiz midir?

Cevap: Benim kanaatime göre caizdir. Çünkü bir hakimin sadece belli da­valarda hüküm vermesi caizdir. Ancak bazı alimlerimiz şöyle demiştir: "Devlet başkanımn, bir hakime, sadece ikimizin mezheplerinin ittifak ettiği hususlarda hüküm ver demesi caiz olmaz." Bu görüş tartışmaya açıktır. Zi­ra mevcut davalardan imkan nispetinde her biri hakkında hüküm vermek caizdir. Devlet başkanı mezheplerin ihtilaf ettikleri meselelerle ilgili davala­rın da çözülmesi gerektiğinden hareketle bu davalar için bir başka hakimi görevlendirmiş olması halinde bunu caiz görmemenin hiçbir anlamı yoktur. Böyle bir durumu caiz görmemek çözüme kavuşturulması gereken birçok konuda hüküm verilmesine engel olduğu için doğru değildir. Dolayısıyla devlet başkanının bir hakimi sadece mezheplerin icma ettikleri meselelerle ilgili davalara bakmak üzere görevlendirmesinin geçerli olmayacağı şeklin­deki görüşün hiçbir tutarlı tarafı yoktur.

Soru: Bir miktar hadis rivayet eden ravi, bunlardan birinde şüp­heye düşse veya hadislerden birinin onun tarafından rivayet edil­mediği bilinse, o kimsenin hiçbir rivayeti kabul edilmez. Çünkü ha­dislerden her birinin onun tarafından rivayet edilmemiş olma ihti­mali vardır. Sizin fetvalar ve ihtilaflı meselelere dair söylediğiniz de bunun bir benzeri değil mi?

Cevap: Bu duruma rivayetlerde çok az rastlanır. Ve alternatif rivayetler mevcuttur. Fetva ve hükümlerde ise durum farklıdır. Bu konularda benzer durumlarla sık sık karşılaşılır ve buna engel olmak da mümkün değildir. Fet­va ve hükümleri yok saymak ise büyük ve genel bir zarardır.

Soru: Mürsel hadislerle amel etmeyi kabul etmeyen bir kimse. Buharı ve Müslim'de geçen hadislerle nasıl amel edebilir? Halbuki bu eserlerde birçok mürsel hadis vardır.

Cevap: Mürsel hadislerin çoğunlukla Hz. Peygambere dayanıyor olması ha­sebiyle bu hadisleri delil olarak kullanmak caizdir denilebileceği gibi, bu hadis­lerle amel etmeye engel de olunabilir. Nitekim bir miktar hadis rivayet eden ra-vınin rivayetlerinden birinde şüpheye düşülünce veya birinin onun rivayeti ol­madığı bilinince hadislerden hiçbiriyle amel edilmeyeceğini söylemiştik.

Soru: Ebu Davud, İbn Mace, Nesai ve Beyhaki'nin hadis kitap­larında zayıf hadisler bulunmasına rağmen bu kitapları delil ola­rak kullanmak caiz midir? Muhaddisler sahih hadislerin de kulla­nılmamasına yol açacak olan zayıf hadisleri de eserlerine almayı nasıl caiz gördüler? Bu kitapların zayıf ve sahih hadis içerdiğini bi­lip hangi hadisin zayıf hangisinin sahih olduğunu bilmeyen kim­se bu hadisleri hiçbir şekilde delil olarak kullanamaz. Bu kitapla­rın zayıf hadis de içerdiğini bilmeyen kimse bu zayıf hadisleri hem amelî hem de itikadı konularda delil olarak kullanır. Bu du­rum, bu kitapların istet sahih hadis içerdiğini bilsin ister içermedi­ğini bilsinler insanları doğrudan saptırmak anlamına gelir. Hadis kitaplarının zayıf hadis içermeleri, cahil kimseleri saptırıp, alim kimselerin o kitaplara güven duyup rahatlıkla onlarla amel etme­lerine engel olduğu halde nasıl caiz görülebilir? Bu durum hadis kitaplarının değerini ortadan kaldırır. Üstelik hadisçiler için bu­nun alternatifi vardı; ya Buharı ve Müslim gibi sadece sahih hadis­leri alırlardı, böylece bu hadisleri delil olarak kullanmak mümkün olurdu, ya da hangisinin sahih hangisinin zayıf olduğunu belirtir­lerdi, böylece insanlar sahih olanla zayıf olanı ayırt eder ve sahih olana güvenip zayıf olandan uzak dururlardı. Böyle bir şeyi hadis-çilerin nasıl yaptığını anlamak zordur. "İnsanların bu hadisleri el­de etmek, sahih olanla zayıf olanı ayırt etmek içirt zorluklara kat­lanarak araştırma yapmalarını, hadis ilminde uzman olan kimsele­rin bu konudaki görüşlerinden istifade etmelerini sağlamak için hadisçiler hangi hadisin zayıf hangisinin sahih olduğunu belirt­memişlerdir. Baştan belirtseydiler hiçbir zorluk ve yorgunluğa kat­lanmadan özellikle amel edilmesi gereken, kendilerine ihtiyaç du­yulan hadisler ile amel edilecekti" şeklinde bir gerekçe de pek isa­betli görünmemektedir. Zira bu, hemen beyan edilmesi gereken şeyin sonraya bırakılması anlamına gelir.

Cevap: Bana göre de bu mesele gerçekten problemlidir. Zayıf hadisle­rin hadis kitaplarına alınabileceği konusunda icma olduğu da söylenemez. Zira bunu yapan hadisçiler usul ve füru-u fıkıh meselelerinde icma ehlin­den olan kimseler değildir. Enteresan olan, önde gelen hadisçilerdert hiç­birinin kitabına aldığı hadislerin sonunda sahih ve zayıf olanları belirtme­miş olmasıdır.

Bu konuda zayıf hadisleri bir kitapta toplayıp sonra sahih ve zayıf ha­dislere bir başka kitapta bir arada yer vermek de çözüm değildir. Bu du­rumda da zayıf ve sahih olanlar ayırt edilmeyebilir. Zira insanlar her iki kitapta bulunan şeylere vakıf olabilmek için bütün vakitlerini buna ayıra­mazlar. Dolayısıyla çok faydalı bir şey olmaz. Bu insanları büyük bir zor­luğa itmekten başka bir şey değildir. Bunu da birçoğu yapmaz. Allah doğ­ruyu en iyi bilendir.



[91] Enfal 68

[92] Müslim, Cihad, 3/1385