๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslami Hükümlerin Esas ve Hikmetleri => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 16 Ağustos 2011, 11:07:34



Konu Başlığı: Satılan Şeyin Miktarı
Gönderen: Ekvan üzerinde 16 Ağustos 2011, 11:07:34
Satılan Şeyin Miktarı Konusunda Karar


Örneğin düz olmayan bir arazi üzerindeki buğday yığınının satımı böyle­dir. Bazı alimler bunu mevcut olmayan şeyin satımı gibi görmüşler, miktar­daki bilinmezliği nitelikteki bilinmezlik gibi kabul etmişlerdir. Diğer bazıla­rı ise gararın büyük olması sebebiyle böyle bir durumda akdi geçersiz say­mışlardır. Çünkü nitelik ve malın miktarının bilinmemesi, yalnızca niteliğin bilinmemesinden daha büyüktür.

3- Teslim alman şeye göre teslim etme değişir. Teslim edilen şey bir gayri menkul ise teslim edenin boşaltma ve alınmasına imkan tanıması kar­şı tarafın teslim alması anlamına gelir. Teslim edilen şey ölçülen veya tartılan bir şey ise ölçmek, tartmak ve sonra nakletmekle teslim alın­mış sayılır. Ölçülen ve tartılan bir şey değilse, genel bir yere veya yal­nızca alıcıya ait olan bir yere nakletmek teslim almak sayılır.

Ağaç üzerindeki meyveler bundan istisna edilmiştir. En doğru görüşe gö­re satan ağaçları tahliye ettiğinde satın alan teslim almış sayılır. Çünkü in­sanların meyveyi yaş olarak yiyebilmesi için bu şekilde satılması konusunda genel ihtiyaç vardır.

4- Satım akdinde mülkiyetin ortadan kaldırılması şart koşulursa akit batıl olur. Ancak mülkiyetin azat yoluyla kaldırılması şart koşulursa en doğru görüşe göre akit geçerli olur. Çünkü din azat ermeye çok önem vermiştir. Bu önem sebebiyle bir kısmı azat edilen kölenin tümünü hür kabul etmiş, ortaklardan birinin kendi payını azat etmesini diğer or­takların payı hakkında geçerli kabul etmiştir.

Kölenin azat edilmesi şartıyla köleyi satmaktaki amaç; satın alan için dünyada vela bağı, ahirette de cehennemden azat olma, satan için de böyle bir fazilete sebep olma suretiyle sevaba nail olmadır. Satan, akitte ileri sür­düğü şart ile, kölenin dünya ve ahirette hürriyetin maslahatlarını elde etme­sine ve alıcının cehennemden azat olmasına sebep olmuştur.

Satın alınan şeyin vakfedilmek suretiyle mülkiyetinin ortadan kaldırılma­sı şart koşulursa iki ihtimal söz konusudur. Birincisi akit sahihtir, çünkü vakıf da tıpkı azat gibi bir tür ibadettir. Ayrıca kıyamet gününe kadar vakfede­nin alacağı sevap köle azat edenin sevabından daha büyüktür. İkincisi sahih değildir. Çünkü din bir kısmı vakfedilen şeyin bütününü vakıf kabul etme­miş, ortaklardan birinin kendi payını vakfetmesini diğer ortakların payı hak­kında da geçerli kabul etmemiştir.

5- Satılan şeyin ismi neyi kapsıyorsa satıma yalnızca o dahil olur. Bu ka­idenin istisnaları hakkında ihtilaf edilmiştir, ihtilafa konu olan örnek­leri şu şekilde belirtebiliriz:

a- "Kölenin elbisesi, bu konudaki örf sebebiyle satıma dahil olur" şeklindeki görüş doğru değildir. Çünkü örf bunun mutlak olmasını ve bu konuda müsamaha gösterilmesini gerektirir, elbisenin alıcıya temlik edilmesini gerektirmez.

b- Kişi üzerinde bina veya ağaç bulunan bir arazi hakkında bir başka-

sına "sana bu araziyi sattım" veya "rehin verdim" dediğinde bun­ların satım ve rehine dahil olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Kıyasa göre bunlar akde dahil olmaz. Çünkü satılan şeyin ismi bi­na ve ağaçları kapsamaz.

c- Evin anahtarının satım ve kira akdine dahil olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.

d- Değirmen taşı, altta sabit olarak inşa edilmiş ise akde girer rni gir­mez mi? Bunun akde girip girmediği konusunda farklı görüşler vardır. Üçüncü görüş üstteki ve alttaki taşın hükmünün farklı ol­masıdır.

Bir kimse üzerinde aşılanmış hurma çiçeği olan bir hurmalık satsa, "hur­malık" ismi aşılanmış hurma çiçeğini kapsamadığından bu akde girmez. Aşı­lanmamış olursa kıyasa göre isim kapsamadığından o da akde girmez. Ancak İmam Şafiî, "hurmalık" ismine dahil olmadığı halde, bir kapalılık söz konusu olduğundan onu alıcıya vermiştir. Nitekim o, cariye ve hayvanın karnındaki yavruyu da kapalılık sebebiyle alıcıya vermiştir. Yine O, bu konuda Hz. Pey-gamber'in şu sözünün mefhumu muhalifi ile amel etmiştir: "Kişi aşılanmış bir hurma bahçesi sattığında, alıcı şart koşmadıkça meyve satıcıya ait olur".[1] Bu­nun mefhumu muhalifi aşılanmamış olanların alıcıya ait olmasıdır.

Bir arazi satıldığında araziye gömülü olan taş, hazine, odun ve tahtalar satım akdine dahil olmazlar. Çünkü bunlar ne arazinin bir parçasıdır ne 'arazi" ismine dahildir ne de binanın araziye bağlı olması şeklinde araziye bağlıdır.

Şu sorulabilir: Bir kimse bir ev veya arazi satın alsa, sonra burada belirt­tiğiniz şeylerden birini bulsa ne yapması gerekir?

Buna şu şekilde cevap veririz: Bulduğu şeye bakılır; eğer onu satıcının gömmüş olması mümkün ise ona haber verir. Satıcı kendisinin gömdüğünü söylerse, bulunan şey daha önceden onun zilyedliğinde olduğu için satın alan bulduğu şeyi ona verir. Satıcının gömmüş olması mümkün değilse ki­min gömmüş olabileceğini araştırır. Bulamazsa ve bulmaktan da ümidini ke­serse bulduğu şey kayıp mal hükmünde olur. Eğer yönetimde adil bir idare yoksa bulan kişi onu müslümanların genel menfaatlerine harcar. Eğer adil bir idare varsa idareye verir.

6- Bedelli akitler ve diğer tasarruflarda kıyasa aykırı olarak sabit olan hü­kümlere bir örnek de şudur: Bir kimse bir tasarruf içinde sahih olan ve olmayan şeyleri bir araya getirse sahih olmayan şeyler üzerindeki ta­sarrufu geçersiz olur. Sahih olan şeyler üzerindeki tasarruf konusunda ise görüş ayrılığı vardır. Ancak şunlar bu konunun İstisnasıdır:

a- Bir kimse malının üçte birinden fazlasını vasiyet etse vasiyetinin batıl olduğuna hükmederiz. Vasiyet üçte birde geçerlidir. Bu mesele, satım, kira ve diğer akitlerdeki görüş ayrılığının geçerli olmadığı bir konudur.

b- Bir kimse kendi karısına ve yabancı bir kadına "ikiniz boşsunuz" dese kendi karısı boş olur, yabana kadın boş olmaz.

c- Kişi kölesi ile birlikte bir yabancıya "ikiniz hürsünüz" dese yabancı değil kendi kölesi hür olur.

7- Bir kimse iki kölesini satsa, satın alan bunlardan birini kusurlu bulsa ve ikisi de hayatta iken bunlardan birini geri vermek istese bunu yapabi­lir mi? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Geri verebilir görüşünü tercih edersek ölen ve kalanın, bedeldeki payları belirlenir. Alıcı elinde kalan köleyi ve ölenin değerini geri verir.

Sütlü görünsün diye sağılmadan satılan hayvan bundan istisna edilmiş­tir. Alıcı bunu geri vermek istediğinde hayvanla birlikte sağılan sütün değe­ri yerine bir sa' hurma verir. Çünkü satım akdine giren süt alıcının mülkiyetinde iken oluşan sütle miktarı bilinmeyecek şekilde karışmıştır. Din anlaş­mazlığı gidermek için bir bedel belirlemiş ve her ikisi de azık olduğundan hurmayı süte bedel kılmıştır.

8- Ölçülebilir ribevî mallar ancak ölçülerek satılabilir. Bu tür meyvelerin yaş olanı kuru olanı karşılığında satılamaz. Ancak araya satışı bundan istisna edilmiştir. Din burada ürünün tahmin yoluyla belirlenmesine izin vermiş, ihtiyaç sebebiyle beş veskin altında olmak kaydıyla yaş meyvenin aynı cins kuru meyve karşılığında satımına izin vermiştir.

9- Nitelikleri bilinmeyen bir şeyin muamele konusu olması caiz değildir.

Çünkü kaliteli olup olmama, maliyetin yüksek olup olmaması açısın­dan nitelikler değişebilir. îhtiyaç sebebiyle selem akdi bundan istisna edilmiştir. Selemde ileri sürülen nitelikler en düşük niteliklere hamle­dilir. Bunun üzerindeki niteliklere yorulmaz. Çünkü niteliklerin üst sı­nırı için bir ölçü yoktur.

Din bedel ve mal için çeşitli nitelikler şart koşmayı caiz kabul etmiştir. Çünkü bunları her zaman akit meclisinde görmek mümkün olmayabilir, üs­telik bu konuda ihtiyaç da vardır. Selemde belirttiğimiz gibi burada da nite­likler en düşük seviyeye yorulur. Örneğin kişi satın alacağı kölenin okuma-yazma veya hesap bilmesini, ok atma, bina yapma konusunda bilgi sahibi ol­masını, marangoz veya çamaşırcı olmasını şart koştuğunda bu nitelikler okur-yazar, hesap yapan, ok atan, bina yapan, marangoz ve çamaşırcı isim­lerinin verilebileceği en düşük niteliklere yorulur.

10- Ribevî mallar üzerinde yapılan akitlerde akdin geçerli olması için be­dellerin peşin olması, akdin devam etmesi için bedellerin teslim edil­mesi şarttır. Ancak ihtiyaç sebebiyle, ribevî mallar üzerinde yapılan karz akdi bundan istisna edilmiştir.

11- Ölen kimse, mülkiyete ihtiyacı kalmadığından mülkiyet sahibi ola­maz. Ancak kişi henüz ölü durumunda bir cenin iken baba ve karde­şinden kalan mala mirasçı olabilir. Çünkü ileride mülkiyete muhtaç olacaktır. İlerideki ihtiyacını ortadan kaldırmak için cenin halinde iken mirasçılığı sabit olur.

Dünyaya geldikten sonra ölmeye gelince, Ölen kişinin borcu yoksa ve bir vasiyette de bulunmamışsa, ne şimdi ne gelecekte mülkiyete ihtiyacı kalma­dığından mülkiyeti ölümle sona ermiş olur. Borcu varsa veya bir şey vasiyet etmişse borcunun ödenmesine ve vasiyetinin yerine getirilmesine ihtiyacı ol­duğundan mülkiyeti devam eder mi yoksa mülkiyeti askıda mı bekler? Mül­kiyetin askıda olduğu kabul edilirse iki durum söz konusudur: Ya borçların­dan ibra edilir ve vasiyeti reddedilir ki bu durumda mirasçılar mirasa sahip olur, ya da borçları ödenir ve vasiyeti kabul edilir ki bu durumda da miras­çıların mirasa sahip olmadığı anlaşılmış olur. işte borç ve vasiyetin söz ko­nusu olduğu durumda mülkiyetin devam mı ettiği askıda mı olduğu konu­sunda farklı görüşler vardır.

Mirasçıların mala sahip olduğunu kabul edersek, onların miras üzerinde­ki tasarrufu efendinin suç işleyen köle üzerindeki tasarrufu gibi mi yoksa rehin alanın rehin üzerindeki tasarrufu gibi mi olur? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Bunun bir benzeri de fakirlerin nisap içinde zekat miktarı üzerindeki mülkiyetleri konusunda söz konusudur. Miras konusunda en doğru görüş ölüyü himaye etmek açısından mirasçıların miras üzerindeki tasarruflarını rehin alanın rehin üzerindeki tasarrufu gibi kabul etmektir. Çünkü kişi ken­di malı üzerinde mirasçılarından daha çok hak sahibidir, dolayısıyla miras­çılarını kısıtlama, ölenin borçlarını ödeme ve vasiyetlerini yerine getirme açı­sından doğruya daha yakındır.

[Mal ve hakların güvence altına alınması]

Bunun çeşitli örnekleri vardır:

Zekatta güvence altına alma, bir görüşe göre satılan malın hapsedilerek alacağın güvence altına alınması, kölenin işlediği suç konusunda güvence, alacağın rehin yoluyla güvence altına alınması, mirasçılardan güvence alın­ması, alıcının iflas etmesi halinde satıcının sattığı malı güvence altına alma­sı, iflas eden kişiye kısıtlama getirtmek suretiyle alacaklıların alacaklarını gü­venceye alması, alıcının bedeli önce teslim etmesini gerekli kıldığımızda sa­tıcının malı elinde tutarak güvenceye alması, borçlara kefalet, vucuh kefale­ti, tazmine tabi bir malı getirmeye kefalet, uhde kefaleti yoluyla alacakların güvence altına alınması, kadının kendini kocaya teslim etmeyerek mehri gü­vence altına alması, kısas hakkına sahip kayıp şahıslar gelinceye, akıl hasta­lığına yakalananlar iyileşinceye ve çocuklar buluğa erinceye kadar suç işle­yenlerin hapsedilmesi suretiyle bu hakkın güvence altına alınması, kişiyi hapsetmek suretiyle hakları güvenceye almak, borçları öderken şahit tutma suretiyle kişinin kendini güvenceye alması, durumu bilinmeyen iki kişi şa­hitlik yaptığında davalı ile dava konusu mal arasına girmek suretiyle malı güvence altına alma, durumu şüpheli iki kişi bir kimse hakkında borç veya had, kısas ve tazir gibi bedenî bir ceza yahut kölelik ve kocalık gibi bir iddi­ada bulunduğunda şahitlerin durumu ortaya çıkıncaya kadar davalının hap­sedilmesi.

12- Bir kimsenin ileride sahip olacağı bir şey için başkasını vekil kılması ve izin vermesi geçerli olmaz. Çünkü kişinin yetki sahibi olmadığı bir konudaki izni geçerli değildir. Mudarebe bundan istisna edilmiştir. Çünkü sermaye sahibinin işletene ileride sahip olacağı malları satma konusundaki izni geçerlidir. Bu akdin maslahatları ancak bu şekilde gerçekleşir. Zira bundan başka yol yoktur.

13- Bir kimse tasarruf yetkisine sahip olmadığı bir konuda izin verme yet­kisine de sahip olamaz. Şu durum bundan istisna edilir: Kadın nikah yapma konusunda tasarruf yetkisine sahip olmadığı halde izin verme yetkisine sahiptir. Yine kör bir kimse bir malı satma ve kiralama yetki­sine sahip olmadığı halde bu konuda izin verme yetkisine sahiptir. Kör bir kimsenin ücretle çalışması, kendini efendisine satması, efendisi ile kitabet akdi yapması, akit konusunu bildiği için caizdir.

İnşa (bir tasarrufu oluşturma) yetkisine sahip olmayan kişi onu ikrar et­me yetkisine de sahip değildir. Şu durum bu kaidenin istisnasıdır: Kadın ni­kah akdini oluşturma yetkisine sahip olmadığı halde nikah ikrarında bulu­nabilir. Hür olup olmadığı bilinmeyen bir kişi kendisi üzerinde köleliği oluş­turamaz ancak köleliği ikrar edebilir.

Kişinin sahip olmadığı bir hakkı ibra etmesi geçersizdir, sahip olduğu hakkı ibrası ise geçerlidir. Bir şeyde mülkiyet ve vaciplik sebebi mevcut ol­duğu halde kişi ona sahip olmasa bundan ibrasının geçerli olup olmadığı ko­nusunda iki görüş vardır. Geçerli olduğunu söyleyen görüş, sebebin bulun­ması halinde kişinin mülkiyetini gerçekleşmiş kabul etmektedir. Bu konuda kefaletin hükmü ibranın hükmü gibidir.

14. Bir akitte iki bedel tek bir şahısta toplanmaz. Çünkü bedelli akitler ak­din iki tarafının maslahatları için caiz kılınmış olup tek bir tarafa özgü kılınamaz.

îman, cihad, namaz gibi ibadetler için bir başkasını ücretle tutmak da ge­çerli değildir. Çünkü bu geçerli olursa hem sevap hem de ücret tek kişinin olmuş olur. Ezan için adam tutmak ise caizdir. Çünkü burada ücret, sevabı ezan okuyana ait olan ezan kelimeleri için değil, namaz vakitlerinin girdiği­ni bildirme karşılığında gerekli olmaktadır.

Yarış ve mücadelede kazanana ödül vaad etmeye gelince, bu akitlerde ki­şi çoğunlukla galip gelmekle veya önce gelmekle hak sahibi olur. Çünkü bu akitte ücreti kazanmak, imandan sonra gelen cihad yöntemlerini öğrenmeye teşvik eder. Yarışta önde gelene ödül verme yarışın iki tarafından birinden olursa belirttiğimiz sebeple bu caiz olur. Yanş veya mücadele yapanların her ikisinden ödül verilirse, kumara benzememesi için araya bu işlemi helal ha­le getiren üçüncü bir şahsın girmesi gerekli olur. Nitekim nikahı da zinadan ayırmak için araya veli ve şahitler girmektedir.

15- Kiralık olarak tutulan bir şeyin teslim alınmasından sonra ondan isti­fade etmeden kiracı tarafından başkasına kiraya verilmesi caizdir. Din, insanların ihtiyaçları sebebiyle, istifade edilen şeyi teslim almayı istifa­de etme yerine koymuştur. Kiraya verilen şey kira süresi içinde telef olursa akit konusu şeyin bir bölümünün teslim almadan telef olması sebebiyle akit infisah eder.

16- Hz. Ömer (r.a.) genel ve sürekli maslahat sebebiyle, Sevad arazisini sürekli, henüz mevcut olmayan ve miktarı bilinmeyen bir ücret karşı­lığında kiraya vermiştir.

En doğru görüşe göre böyle bir arazi kiralayan kişinin çocukları bilinme­yen bir ücret karşılığında araziyi kiraya verse caiz olmaz. Çünkü özel masla­hat için caiz olmayan bir şey genel maslahat için caiz olur.

tbn Süreye şöyle demiştir: Bu araziden alınan para semen (bedel)dir. Bu gö­rüş kıyasa aykırıdır. İmam Şafiî'nin görüşü ise kıyasa daha uzak bir görüştür. Çünkü bilinmezlik hem bedelde hem de bedele konu olan şeydedir. İbn Sü-reyc'in görüşüne göre ise bilinmezlik yalnızca bedelde olup bedele konu olan şeyde değildir. Ancak bu görüş de hz. Ömer'in bu araziyi kafirlere kiraya ver­diği görüşüne muhaliftir. Kira akdi kiraya verenin ölmesiyle sona ermez.

İmam Şafiî'nin görüşünde problem vardır. Çünkü o, herhangi bir şahit veya zilyedin İkrarı olmaksızın sırf bu konudaki rivayet sebebiyle bu arazi­lerin zilyedleri elinde bırakılacağına hükmetmiştir. Dinde zilyedlik yalnızca sahih haberler ile ortadan kalkmaz, bilakis tanıkların şahitliği veya ikrar ile kalkar. Bu problemin bir benzeri, tmam Mâlik'in Mısır arazileri hakkındaki hükmünde de söz konusudur.

17- Bir ihtiyaç olmadıkça kira akdinde kira konusu şeyden istifadeye ara verilemez. Örneğin kişi bir kimseyi bir günlüğüne ücretle tutsa, yeme, içme, namaz kılma ve ihtiyaç vakitleri çalışma süresinden çıkartılır. Yine kişi hizmet etmesi veya bazı işleri gördürmek için bir aylık, yıllık veya haftalığına bir kişiyi ücretle tutsa belirttiğimiz vakitlerle birlikte geceler de akitteki hak kapsamından çıkar. Çünkü akitteki süreden bunlar çıkarılmazsa bu büyük zarara yol açar.

Bir kişi bir başkasına "seni gündüzün başından öğlene, ikindiden akşama ücretle tutuyorum" dese akit geçerli olmaz. Çünkü ücretle tutma süresini bu şekilde kesmeye ihtiyaç yoktur.

Yük taşıma, nakletme, binme amacıyla hayvan kiralanması durumunda da yaygın adet ile yararlanma dışında olan konaklama yerlerinde yararlan­maya ara verilir.

Bazı alimler "yarın" veya "gelecek sene için" kiralamaya izin vermişlerdir. Çünkü istifade akit sırasında zaten normalde de mevcut değildir. Öyleyse isti­fadenin hemen akitten sonra olması ile ileride olması arasında fark yoktur.

îmam Şafiî tek bir akitte yer alan gelecekteki menfaatleri hemen akitten sonra meydana gelen menfaatler gibi kabul etmiştir. Tabi olunanda (asılda) caiz olmayan bir şey, tabi olanda caiz olabilir.

Ona şu şekilde cevap verilir: Akitlerde az olan çök olana tabi olur, amaç­lanan şeyin çoğunun aza tabi olması caiz değildir. Örneğin kişi bir kimseyi on yıllığına ücretle tutsa, düşük menfaatler konusunda akitte kastedilen sü­reden sonra ileride meydana gelecek kısım, akdin hemen ardından gelene ta­bi olurdu.

[Akitte örfe aykırı şart ileri sürülmesi]

Akdin iki tarafı örfte sabit olan bir husus hilafına akdin maksadına uygun bir anlaşma yapsalar bu geçerli olur. Örneğin iş veren, işçi olarak tuttuğu ki­şiye yeme, içme gibi işi kesintiye uğratan hiçbir ara vermeksizin tüm gündüz çalışmayı şart koşsa bu şart işçiyi bağlar.

îşveren işçinin ihtiyaç giderme konusundaki durumunu bilmeksizin akit­teki çalışma süresine ihtiyaç giderme süresini de dahil etse bu geçerli olmaz.

îşveren işçisine beş vakit namazın sünnetlerini kılmamasını yalnızca rü­kün ve şartlan üzere farzlarla yetinmesini şart koşsa akit geçerli olur ve işçi­nin bu şarta uyması gerekir. Çünkü belirtilen vakitler şart yerine geçen örf sebebiyle işverenin hakkı olmaktan çıkmıştır, işverenin örfe aykırı da olsa di­nen caiz ve yerine getirilmesi mümkün olan bir şart ileri sürmesi caizdir. Ni­tekim akitte açıkça şart koşması halinde gecenin bir bölümü de çalışma sü­resine dahil olur.

îşveren işçisine gece-gündüz hiç uyumaksızm bir ay boyunca çalışmasını şart koşsa, bu şarta uymak mümkün olmadığından bana göre bu akdin ge­çersiz olması gerekir. Çünkü uyku işçinin çalışmasını engelleyecek şekilde baskın bir hal alır. Bu, ihtiyacın gerektirmediği bir garardır. işçinin bir veya iki gece çalışmasını şart koşmak ise böyle değildir.

18- Fakir olan vasinin örfe uygun bir şekilde yetimin malından yemesini borç alma sayarsak borç veren ve alan aynı kişi olmuş olur. Çünkü vasi ken­di adına borç almakta, yetim adına da borç vermektedir. Bunu borç alma ka­bul etmezsek kendisi için kendisinden teslim alma olur. Vasi emsal ücretten daha fazlasını alamaz. Çünkü vasinin yetimin malından alması maruf ile ka­yıtlanmıştır. Bu kaydı Allah koymuştur.

19- Birden fazla kişi yiyeceklerini bir araya getirip karıştırabilirler. Bu du­rumda her biri diğerlerine ne kadar yiyecekleri bilinmese bile yiyecek bir şeyler vermiş olur. Malı mubah kılmada malın miktarının bilinmesi şart de­ğildir. Bağışlanan kişinin ne kadar yararlanacağı ya da yiyeceği bilinmediği halde kendisine bağışlanan, ariyet verilen ve bahçelerin meyvelerinden ye­mesi caizdir. Misafirlerin yemesi de böyledir.

Vasi ve velilerin yetimlerin mallarını birbirine katmaları da böyledir. Bu karşılığı olan bir mubah kılmadır. Yetimin malları hakkında caiz olmayan mubah kılma, buradakinin aksine karşılıksız olan mubah kılmadır. Kısıtlı şa­hıslar ile böyle olmayanların mallarını karıştırmaları bedelli akitler türünden olabilir. Bu durumda miktarlarda farklılık olsa bile her birinin yediği başka­sına ait pay, kendisinin verdiği pay karşılığmdadır.

Vasinin yediği mal yetime verdiğinden fazla olacak şekilde yiyeceğini ye­timin yiyeceği ile karıştırması caiz değildir. Bu sebeple Yüce Allah şöyle bu­yurmuştur: "Allah bozguncu ile ıslah edeni bilir".[2] Yani bozguncu kişi ver­diği ile aldığı arasında fark olduğu halde onun ne kadar yediğini bilir. Veli ve vasiler için evla olan; yetimin kattığı yiyecek kadar veya kattığından da­ha fazlasını yiyeceğini bildiklerinde ortak olmalarıdır.

Şu ileri sürülebilir: Gıda maddelerini karıştırmak, değiştirme sayılırsa, değiştirilenlerin eşit olup olmadığı bilinmediğinden faize yol açar. Çünkü yi­yeceklerin büyük bir kısmı tam yenebilecek durumda değildir.

Buna şu şekilde cevap verilir: Bu, toplumun genel ihtiyacı sebebiyle istis-naen verilmiş bir ruhsat hükmüdür. Nitekim arâyâ akdinde de değiştirilen şeylerin eşit olup olmadığı bilinmemekle birlikte ve yaş hurmalar tam olgun-laşmadığı halde ruhsat verilmiştir. Hatta bizim meselemizde karıştıranların mallarının farklı olduğu bilinse bile yetim malları dışında caiz olur. Böyle bir muameleye ihtiyaç bulunduğundan, yetim kattığı gıda maddesinden daha çok yediğinde de caiz olur.

20- Çocuk ve deli, kendilerine ait olsun veya olmasın bir mal veya alaca­ğı teslim aldıklarında bu teslim alma geçerli olmaz. Ancak ihtiyaç olan ve zaruretin gerektirdiği durumlar bundan istisna edilmiştir. Örneğin çocuk veya deliye elbise verilmesi, yemeleri için yiyecek ve içecek ve­rilmesi böyledir. Süt emzirme için kadın tutulduğunda çocuğun emzi­rilmesi de böyledir. Çocuk ve delinin bunun dışındaki teslim alma ta­sarrufları geçerli olmaz.

imam Şafiî; bir kadının on sene boyunca çocuğuna belirli bir gıda madde­sini yedirmesi karşılığında kocası ile muhalaa yapmasına cevaz vermiştir. Burada kadının çocuğa vereceği gıda maddesinin nitelikleri selem akdinde-ki gibi ayrıntılı olarak belirtilmelidir. Kadın yiyecek maddesini çocuğun ve­lisine teslim eder, veli de çocuğa yedirmesi için tekrar kadına teslim ederse kadın borçtan kurtulur. Veli kendisine gıda maddesi teslim edilmeksizin ka­dının doğrudan çocuğa yemeği yedirmesi için izin verse, burada ne genel bir ihtiyaç ne de özel bir zaruret söz konusu olmadığından, böyle nadiren ger­çekleşen ve kolayca bertaraf edilebilen bir durum için dinin kaidelerine mu­halefet etmek caiz olmaz.

Bir kimse başka bir şahsa "sendeki alacağımı bir çocuğa veya deliye ver yahut at gitsin" dese, borçlu da bunu yapsa borçtan kurtulmuş olmaz. Çün­kü geçerli bir teslim olmadan borçtan kurtulmak söz konusu olamaz.

Çocuk veya deli babalarım Öldüren kişinin üzerine atlayıp öldürseler, bu öldürmenin kısas yerine geçip geçmediğinde ihtilaf vardır. Çünkü kısasın amacı tazmin gerektiren bir sebep dolayısıyla suçlunun öldürülmesidir. Bu da gerçekleşmiştir.

21- Helal bulunmayacak derecede haram yeryüzünü kaplasa kişinin ihti­yacı kadar haram olan şeyleri kullanması caiz olur. Bunun helal olma­sı zaruret durumunun gerçekleşmesine bağlı değildir. Çünkü kişinin bu hal üzere kalması müslümanlann zayıflamasına, küfür ve inat ehli­nin islam ülkelerini istila etmesine yol açar. İnsanlar da varlıkların maslahatlarını gerçekleştiren meslek ve sanatları bırakırlar.

İmam (el-Harameyn el-Cüveyni) şöyle demiştir: Bu malları kullanırken kişi tamamen helal olan mallardaki gibi rahat ve serbest davranamaz, ihti­yaçları ölçüsünde kullanır. Tamamlayıcı ve mükemmelleştirici türüne giren lezzetli yiyecek ve içeceklerden, güzel giyeceklerden uzak durur.

Bu şöyle olabilir: Örneğin ortada bir miktar mal bulunmakla birlikte hak sahipleri bilinmeyip gelecekte ortaya çıkmaları muhtemel olsa bakılır; onla­rı bulmaktan ümit kesersek yukarıdaki sorun gerçekleşmez. Çünkü o zaman mal genel maslahatlar için harcanır. Bu malı, hak sahiplerini bulma ümidini kesmeden önce almanın caiz olması şu kaideden, kaynaklanır: Genel masla­hat özel zaruret gibidir.

Bir kimsenin içinde bulunduğu zaruret hali onu başkalarının malını gas-petmeye zorlasa bu caiz olur. Hatta açlık, soğuk veya sıcak sebebiyle ölmek­ten korkuyorsa gaspetmesi vacip olur. Bir kişi için böyle ise bir çok kişinin hayatta kalması için nasıl olur bir düşünün! Üstelik bu bir kişinin Allah ka­tında bir kıymeti de olmayabilir. Oysa dünya üzerinde her an mutlaka evli­ya, sıddıklar, salihler bulunur. Bunların ihtiyacını gidermek, Allah dostu ve­ya düşmanı olması muhtemel olan tek bir kişinin zaruretini gidermekten da­ha önceliklidir. Din, bulunan malı etrafa duyurduktan sonra onu yemeyi ca­iz görmüş, zarureti şart koşmamıştır.

Herhangi bir konu ile ilgili bir nass, icma veya özel bir kıyas bulunmasa bile maslahatları elde etme ve mefsedetleri def etme konusunda dinin maksatlarını araştıran kişi, bunların bütününden, herhangi bir maslahat hakkın­da; "bu maslahatın ihmali caiz değildir" veya herhangi bir mefsedet hakkın­da; "bu mefsedete yaklaşmak caiz değildir" şeklinde bir inanç veya bilgiye ulaşabilir. Çünkü dinin bizzat kendisini anlamak bunu gerektirir.

Bu şuna benzer: Bir kimse fazilet, hikmet ve akıl ile donanmış bir şahısla uzun süre birlikte yaşasa, her bir durumda onun neyi tercih edip neyi kötü gördüğünü anlasa, sonra da bir maslahat veya mefsedet ortaya çıksa ancak o şahsın bu konuda ne söylediğini bilmese, onun yaşantısı ve adetlerinin bü­tününden elde ettiği bilgi ile "o bu maslahatı tercih eder, bu mefsedeti çirkin görür" diyebilir.

Kitap ve sünnette yer alan hükümlerin maksatlarını araştırdığımızda Yü­ce Allah'ın büyük küçük her hayrı emrettiğini, büyük küçük her şerri de ya­sakladığını görürüz. Hayır "maslahatları elde etmek ve mefsedetleri def et­mek" diye ifade edildiği gibi şer de "mefsedetleri elde etmek ve maslahatla­rı def etmek" diye ifade edilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kim zerre miktarı hayır işlerse karşılığını görür. Kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığım görür".[3]

Bu durum, sırf hayır ya da sırf şer olan hususlarda rahatlıkla anlaşılır. Asıl problem; iki hayırdan hangisinin daha üstün olduğunu, iki serden han­gisinin daha kötü olduğunu belirlemek, bir konuda maslahatın mı mefsede-tin mi üstün olduğunu bilmek veya maslahat ve mefsedeti bilmemektir.

Öyle maslahat ve mefsedetler vardır ki bunu ancak doğru anlayış ve düz­gün bir fıtrata sahip olanlar bilebilir. Kişi doğru anlayış ve düzgün fıtrat sa­yesinde en ince maslahat ve mefsedetleri, üstün olan ve düşük olanlarını bi­lir. İnsanlar bu konuda belirttiğimiz özellikler d eki dereceleri oranında fark­lılık gösterir. Bazen de tecrübeli ve faziletli bir kişinin gafil olduğu konuları acemi ve daha az faziletli bir kişi bilebilir, ancak bu nadiren olur.

Kur'an'da insanları maslahatların tümüne yönlendiren ve mefsedetlerin tümünden de sakındıran en kapsamlı ayet şudur: "Muhakkak ki Allah, ada­leti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlı­ğı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor".[4]

Bu ayette "adi" ve "ihsan" kelimelerinin başında bulunan elif ve lam harf­leri (belirlilik takısı) genellik ve kapsamlıhk içindir. Bu sebeple adaletin ve ihsanın her türlüsü ayetin kapsamına girer. Adalet eşit tutma ve insaftır, ih­san ise ya maslahatı celbetmek veya mefsedeti ortadan kaldırmaktır.

Yine "fahşâ", "münker" ve "bağy" kelimelerinin başında bulunan elif ve lam harfleri de genellik ve kapsamlıhk için olup her türlü fuhşiyatı, her türlü çirkin söz ve davranışları kapsar. Bağy, yani insanlara zulmetmek as­lında fahşa ve münker kapsamında olduğu halde önemi sebebiyle ayrıca zikredilmiştir. Araplar genel bir ismin kapsamında olan bir şeye önem ver­diklerinde, genel ifadede onun kastedilmediği düşünülmesin diye onu ay­rıca zikrederler. Nitekim akrabaya yardım etmek aslında adi ve ihsan kap­samında olduğu halde yakınları gözetmenin önemi sebebiyle ayrıca zikre­dilmiştir.

[İhsan]

thsan, ya bir iyiliği elde etmek ya bir zararı def etmek veya her ikisini bir­den içerir. Bazen dünya ile ilgili bazen ahiretle ilgili olur.

Ahiretle ilgili olan; ilim öğretmek, fetva vermek, bütün ibadetlerin yapıl­masına ve günahlardan kaçınılmasına yardım etmektir. Elle ve dil ile iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak da bunun kapsamına girer.

Dünya ile ilgili olan; dünyevî yararları sağlamak, zararları def etmektir. Haklarından vazgeçmek ve haksızlıkları affetmek de bunun kapsamına girer.

Bazı alimler şöyle demiştir: Kişi, kendisine haksızlık yapan kişiyi affetme­melidir, ta ki başka haksızlıklara cüret etmesin. Ancak bu görüş temel pren­siplere uzak bir görüştür. Çünkü yaygın olan duruma göre affedilen kişi bundan utanır ve bir daha haksızlık yapmaktan çekinir, özellikle de affeden kişiye haksızlıktan tamamen çekinir. Hz. Peygamber (s.a.v.)in nitelikleri ara­sında onun kötülüğe kötülükle karşılık vermediği, kötülüğü affedip unuttu­ğu belirtilmiştir.[5] Haksızlığı affeden kişiye tekrar haksızlık yapmak en çir­kin bir cürettir. Çünkü çoğunlukla affetmek yeniden haksızlığa cüret etme sonucuna götürmez. Zira insanlardan kötülüğü affedenler azdır.

Yüce Allah insanları affeden kişileri övmüştür. Zaten O (c.c.) affedicidir, affetmeyi sever. Şu ayetle affetmeye teşvik etmiştir: "Kim affeder ve ıslah ederse onun ecrini Allah verir".[6] Kısas konusunda da "Her kim kısası bağış­larsa bu kendisi için keffaret olur".[7]

Bazıları şunu söylemiştir: "Bir kimse sattığı malların fiyatında indirim ya­pıp insanlara satış ve fiyat konusunda kolaylık gösterse, bu fiili çarşıdaki di­ğer esnafın ticaretini zarara uğrattığından yasaklanır". Bu doğruya uzak bir görüştür. Çünkü çarşıda kendisine kolaylık gösterilen alıcıların sayısı çarşı­da zarar eden esnafın sayısından çoktur. Az ve hususi maslahatlar çok ve ge­nel maslahatlara tercih edilmez. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle bu­yurmuştur: "Sattığında, satın aldığında, borç ödediğinde, borç istediğinde kolaylık gösteren kişiye Allah merhamet etsin"[8]

22- Kitabet akdi[9] kıyas kaidelerinin dışındadır. Çünkü bu, gerçekte efen­dinin mülkü olan köleyi, kölenin kazancı karşılığında satmaktır. An­cak din, kölenin hürriyet maslahatlarını elde edebilmesi için, kölenin kazancını efendinin mülkü dışında saymış, onunla efendisi arasındaki akdi efendi ile yabancı bir kimse arasındaki akit gibi kabul etmiştir, îmam Şafiî kölenin bedeli iki taksitte ödemesini şart koştuğundan onun görüşü problemlidir.

Kişi kölesi ile bir miktar dirhem üzerine kitabet akdi yapıp bir ay süre ver­se Şafiî'ye göre bu geçerli olmaz. Oysa bu hürriyeti kazanmaya, iki taksitli akitten daha yakındır. Bu, akitlerle ilgili genel prensiplere uymamaktadır. Çünkü akdin maksadım daha kolay ve çabuk gerçekleştiren şeyin evleviyet-le caiz olması gerekir. Şafiî'nin bu görüşüne muhalefet edilmiştir.

Maksadı derhal gerçekleştirdiği halde Şafiî bedeli peşin ödenen kitabet akdini de kabul etmemiştir. Buna gerekçe olarak akit yapan kölenin peşin bedeli ödemekte acze düşebileceği gösterilmiştir. Bu gerekçe ise iflas etmiş kişiye yapılan satımın geçerli olduğu hükmü delil getirilerek eleştirilmiştir. Eleştiri de şöyle cevaplanmıştır: îflas eden kişi mala sahip olur, onunla zen­gin olur. Bu, doğru değildir. Örneğin iflas eden kişi bir dirhemlik bir şeyi pe­şin yüz dirheme satın alsa bedelin büyük kısmını ödeyemediği halde akit ge­çerli olur. Yine iki kişi akit meclisinde bulunmayan bir mal üzerinde satım akdi yapsa, alıcı ödeme sıkıntısı içinde olsa, alıcı ile satıcı arasında uzak bir mesafe olsa bu durumda alıcı bedeli derhal ödemekten aciz olduğu halde sa­tım akdi yine de geçerli olur.

23- Yüce Allah genel maslahat için kullanılan mallan ihtiyaç ve zaruretle­re göre dağıtmıştır. Ganimetleri de ihtiyaçlara göre dağıtmış, tek bir ih­tiyacı olan yayaya bir pay, süvariye ise üç pay vermiştir. Çünkü süva­rinin üç ihtiyacı vardır: Kendisinin, atının ve atının seyisinin ihtiyacı. Oğulların, kızların, erkek ve kız kardeşlerin miraslarını da ihtiyaca göre dağıtmıştır. Bunlar içinde dişilere bir pay erkeklere iki pay vermiştir. Çün­kü çoğunlukla erkeklerin iki ihtiyacı olur; biri kendisi diğeri de zevcesinin ihtiyacı. Dişinin ise çoğunlukla bir ihtiyacı olur. Çünkü genellikle kadının ihtiyaçları başkası tarafından temin edilir. Erkek ise başkasının ihtiyaçları­nı temin eder.

Ancak ana-bir erkek kardeşlerde bu kıyasa aykırı hüküm verilerek ölüye ana yoluyla yakınlıkları göz önünde tutulup erkekleri ve dişileri eşit tutul­muştur. Ana-baba da eşit tutularak ölenin çocuklarının bulunması duru­munda her birine altıda bir pay verilmiş, ölenin çocuklarının bulunmaması halinde babaya daha çok verilmiştir. Asabelik konusunda oğul babaya tercih edilmiştir. Çünkü oğul babanın bir parçası olup ondandır. Bu yüzden ölü­nün bir parçası olan oğlu babadan daha fazla ölünün malında hak sahibidir. Çünkü o, ölüye daha yakındır.

Baba, erkek ve kız kardeşlerden önce gelir, çünkü Ölüye daha yakındır. Kızlar kız kardeşlerden önce gelir, çünkü ölenin parçası sayılırlar. Ancak şu meselede kıyasa aykırı hüküm verilmiştir: Bir kimse ölerek geriye yüz elli dirhem para ve yüz kız bir de ana-baba bir kız kardeş bıraksa, kız kardeş mi­rasın üçte birini alır. Kızlar ölene daha yakın oldukları halde kız kardeşin al­dığı pay kızlarınkinden kat kat fazladır. Çünkü burada her bir kıza bir dir­hem düşmekte, kız kardeşe ise elli dirhem düşmektedir. Oysa kız ölenin bir parçasıdır. Kız kardeş ise uzak olan dedenin bir parçasıdır. Bu kıyasa olduk­ça uzak bir hükümdür.

Geriye ölenin erkek kardeşleri ve dedesinin kalması durumunda da kıya­sa aykırı hüküm verilmiştir. Çünkü her biri ölüye baba aracılığıyla bağlıdır. Erkek kardeşin babaya yakınlığı dededen daha önceliklidir. Çünkü erkek kardeş babanın bir parçası olduğu halde dede böyle değildir. Bu sebeple imam Şafiî bir görüşe göre vela konusunda yakınlığa sebep olan babanın parçası olması sebebiyle erkek kardeşi dedeye tercih etmiştir. Erkek karde­şin mirasta dedeye tercih edilmemesi konusunda sahabenin icmaı olmasay­dı, İmam Şafiî tıpkı vela konusunda olduğu gibi mirasta da erkek kardeşin tercih edilmesi görüşünü kabul ederdi.

24- Hür kişiler mallarının menfaatleri ve bedenleri hakkında tasarrufta bulunma konusunda serbesttirler. Ancak hür kadının kendisini evlen­dirmesi bundan istisna edilmiştir. Çünkü kadının nikah akdini yapma­sı zorluk, utanç ve hayaya sebep olur. Özellikle de utangaç kadınların şahitler huzurunda nikah yapması böyledir.

Babanın, bekar kızını zorla evlendirmesi "hür bir kimsenin menfaatleri konusunda onun isteği dışında tasarrufta bulunmanın yasak olması" ilkesi­ne aykırı olmakla birlikte maslahat ve nikah maksatlarını elde etme sebebiy­le baba ve dedeler için bu caiz kılınmıştır.

25- Kişi karışma "bana bin dirhem verirsen boşsun" dese kadm da bunu yapsa boş olur. Mezhepte bu hüküm yer almakla birlikte bu, prob­lemli bir hükümdür. Çünkü kadının vermesi, temlik olmaksızın tes­lim etme kabul edilirse kadının boş olması kocanın da bir şey hak et­memesi gerekir. Nitekim koca ''bana bin dirhem teslim ettiğinde boş­sun" demesi durumunda koca temlik şeklinde olan vermeyi kastetse bile böyledir. Şu halde yalnız kadının verme fiili ile boşama nasıl ge­çerli olur?

Şu denebilir: Kocanın boşamayı kadının vermesine bağlaması kadının icabeti yerine konmuştur.

Deriz ki: İcabın fiil şeklinde olması nasıl doğru olabilir? Şafiî'nin temel prensibi akitlerin fiillerle kurulmamasıdır.

Kişi karısına "bana bin dirhem verirsen boşsun" dese, karısı da bölgede yaygın olmayan para biriminden bin dirhem verse boşama gerçekleşir. Bu paramn bölgede yaygın olan bin dirhem ile değiştirilmesi gerekir. Bu da son derece problemli bir hükümdür. Çünkü boşama bölgede yaygm olmayan paranın verilmesine bağlandığında paranın değiştirilmesi gerekmez. Nite­kim açıkça şart koşma durumunda da böyledir. Bölgede yaygın paraya bağ­lanırsa yaygın olmayan paranın verilmesi durumunda şart gerçekleşmedi­ğinden boşamanın da gerçekleşmemesi gerekir.

26- Velayet altındaki kişinin haklarından hiç birisi bedelsiz olarak düşü-rülemez. Zorla evlendirme yetkisine sahip olan velinin, zifaf öncesi mehrin yarısını indirmesi bundan istisna edilir. Çünkü velinin bu iyi­lik ve müsamahası, insanları o kız ile evlenmeye teşvik içindir.

27- Bir kimse haksız yere bir şeyi kasten itlaf ederse telef olan şey kendi­sine zorla tazmin ettirilir. Şu durumlar bu kaideden istisna edilir:

a- Kafirlerin itlaf ettiği müslümanlar ve mallar kafirlere tazmin ettirilmez. Çünkü bu, onların islam'dan nefret etmelerine sebep olur. Ka­firlerin bunları itlaf etmeleri haramdır, çünkü kafirler de İslam hü­kümlerine uymakla yükümlüdür.

b- Mürtedlerin savaş halinde iken telef ettikleri. Bu, haram olmakla birlikte kendilerine tazmin ettirilip ettirilmeyeceği konusunda ihtilaf vardır. Çünkü tazmin İslam'dan uzaklaştırır. Ancak dinden dön­me, aslen olan inkarcılık kadar yaygın bir durum değildir.

c- İsyankarların savaş halinde adil kişilere ait malları telef etmeleri bir görüşe göre tazmin ettirilmez. Çünkü bu onların itaat edip idareye boyun eğmelerim engeller. Diğer bir görüşe göre ise tazmin ettirilir. Çünkü meşru idareye itaat etmeme islam'dan nefret etmekten daha düşük bir durumdur. Onların itlafı helal, haram veya mübah-lık ile nitelenmez. Çünkü bu affedilen bir hatadır. d. Kölelerin efendilerine ait malları telef etmeleri haram olmakla bir­likte tazminle yükümlü olmazlar. Bu görüş problemlidir. Çünkü kölelerin telef ettiği şeyi kendi zimmetlerinden tazmin etmeleri ne dinen ne de aklen imkansız değildir. Bu konuda efendileri ile diğer şahıslar arasında fark yoktur.

"Efendinin kölesinin zimmetinde alacağı sabit olmaz" sözü de böyle de­lilsiz bir sözdür.

Kölenin efendisi dışında bir kimsenin malını telef etmesi durumunda. Za­hirîler dışındaki alimlere göre borç, köle üzerinde kain1. Bu şu açıdan prob­lemlidir, efendi hiçbir şey telef etmemiş telef olmasına sebebiyet de vermemiştir. Kaidelerin gerektirdiği hüküm borcun kölenin zimmetinde sabit ol­masıdır, kölenin kendisi üzerinde değil.

Şu sözün bir delili yoktur: "Efendi kölesini korumakta kusurlu davrandı­ğından borç kölenin kendisi üzerinde sabit olur. Nitekim kişi hayvanını ko­rumakta kusurlu davranır da hayvan bir şey telef ederse korumaktaki kusu­ru sebebiyle tazmin eder". Bu görüş doğru değildir, çünkü çocuklara ve de­lilere ait köleler üzerinde de borç sabit olur, oysa onlann ne sebep, ne müba­şeret ne de şart konusunda kusurlu davrandığı söylenemez. Hayvanı korumada kusurlu olmak sadece hayvan sahibine ait olmayıp onu zaptedip ko­rumakta kusurlu davranan sahip, gasıp, emanetçi, ariyet alan ve kiralayan­ların tümü hakkında söz konusudur.

Mükellef miras olarak bir köleye sahip olsa, köle bunun hemen ardından bir şey telef etse tazmin kölenin üzerinde olur. Oysa burada köle sahibinin kusurunun olmadığı kesin olarak bilinmektedir. Hikmetin bulunmadığı ke­sin olarak bilindiğinde, çoğunlukla hikmeti barındıran şey (mazinne) ile hükmü gerekçelendirmek geçerli olmaz.

e- Devlet başkanı ve hakim, halkın maslahatı için tasarrufta bulunur­ken can veya mal telef etseler İmam Şafiî'ye göre tazmin yüküm­lülüğü hazineye düşer, devlet başkanı ve hakimin kendilerine ve­ya âkılelerine düşmez. Çünkü bu kişiler müslümanlar için tasar­rufta bulunduğunda telef olan mal müslümanlar tarafından telef edilmiş gibi kabul edilir. Çünkü bu çokça meydana gelen bir du­rumdur. Aksi hüküm verilirse bundan kendileri ve âkıleleri zarar görür.

f- Ceza infaz memuru gerçekte suçsuz olan bir kişiyi had veya kısas yoluyla öldürse, öldürme işlemini zorla yapmadığı halde ölenin di­yeti kendisine tazmin ettirilmez.

Bir kimse elini yanlışlıkla başkasının malı üzerine koysa da mal bu sebep­le telef olsa tazmin gerekli olur. Hakimler ile onların vekilleri, sattıkları mal­larla ilgili durumda bundan istisna edilir. Aksi takdirde insanlar, hakimlik ve hakim vekilliği yoluyla mal satmaktan kaçınırlar.

Malı telef etmek; onu parçalara bölmek ve değerini ortadan kaldırmak demektir. Gerçekte malın niteliklerinin telef edilmesi düşünülemez. Çünkü araz-ı ferdin, ne ilk mevcut olduğu anda ne de daha sonra telef edilmesi dü­şünülebilir. O ancak kendi başına telef olur. Gerçekte böyle olmakla birlikte yenilenmesini engellemeye sebebiyet verme hükmen telef gibi kabul edilir. Çünkü din bunu dikkate almasa can ve değeri bunun altında olan diğer bü­tün arazlar telef olurdu.

Hükmî itlaf ise niteliklerin değiştirilmesidir. Örneğin sıvıları pisletmek, ya da dirhem ve dinarları büyük bir denizin ortasına atma durumunda oldu­ğu gibi yok etmemekle birlikte kişinin sahip olmasına engel olmak, yine mal­ların bilinmeyen yerlerde bilinmeyen kişilerin elinde olması gibi mallann yerlerini bilmemek de böyledir.

28- Kayba ve itlafa sebep olmakla birlikte tazmin yükümlülüğünün bu­lunmaması. Daha önce belirttiğimiz gibi tazmin bazen itlaf fiilini doğ­rudan yapmak bazen de sebep olmakla gerekli olur. Kaçınması zor olan ve sebebiyet vermeye ihtiyaç bulunan bazı durumlar ise bundan istisna edilmiştir. Bu durumları şu şekilde belirtebiliriz:

a- Gündüz vakti hayvanları otlamaya göndermek. Bu durumda hay­vanların telef ettikleri tazmin edilmez. Çünkü bunu tazmin ettir­mek genel bir zarara yol açar.

b- Bir kimse evinde adete uygun bir şekilde normal bir ateş yaksa, ateşten çıkan kıvılcımlar uçarak bir şeyi yakıp telef etse kişi tazminle yükümlü olmaz.

c- Kişi benzerlerinin sulandığı şekilde normal bir biçimde bostanını sulasa su taşarak komşunun bostanına ulaşıp bazı şeylerini telef etse, sulayan tazminle yükümlü olmaz.

d- Kişi normal bir biçimde binek hayvanını çarşıya götürse hayvan yerden su ve çamur kaldırsa ve bu sebeple bir kimsenin malı telef olsa tazmin gerekmez. Ancak çarşıda alışılagelenden daha fazla olursa tazmin gerekli olur.

Kişi çarşıya sıra sıra olmayacak şekilde develerini getirse veya dizginle-nemeyecek şekilde saldırgan bir bineğe binerek girse bunların telef ettiği şeyleri tazmin etmesi gerekir. Çünkü bu alışılagelenin dışında bir harekettir. Hayvanlar yola işeseler veya pisleseler, bununla bir insan veya başka bir şey telef olsa tazmin gerekmez. Kişi hayvanlarını durdurur da bu sebeple hay­vanların idrar ve dışkısı çok olursa, yol genişse bu sebeple telef olan bir şey tazmin edilmez. Yol darsa hayvan sahibinin tazmini gerekli olur.

29- Tazmin konusunda genel ilke; mislî malların misli ile, kıyemî malların da kıymeti ile tazmin edilmesidir. Mislini bulmak mümkün olmazsa malı telafi etmek için kıymeti ödenir.

Susuzluktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya olan kişi başkasına ait bir su­yu içse, bu su, İçme anında önemli bir değere sahip ise kişi şehre döndüğün­de değerini tazmin eder. Çünkü bu suyun yerleşim bölgelerinde bir değeri yoktur. Değeri olsa bile düşüktür.

30- Eti yenen hayvandaki necis kanı azaltmak için onun kesilmesi vacip­tir. Ancak kesilme imkanı bulunmayan vahşi hayvanlar, kuşlar, evcil olup da saldırganlaşan hayvanlar bundan istisna edilmiştir. Kesme mümkün olmadığı için bunları yaralamak kesme yerine geçer. Yine bir deve bir kuyuya düşse ve onu çıkarma imkanı bulunmasa, ölümcül noktalarından vurmak suretiyle deveyi öldürme imkanı olsa bunu yapmak helal olur. Bu ve benzerleri imam Şafiî'nin şu sözüne dahildir: "Usul şuna dayandırılmıştır: îşler daraldıkça genişler". Şafiî'nin usul sözcüğü ile kastettiği şer'î kaidelerdir. Genişleme ile kastettiği; kıyas ve kaidelerin normal olarak işletilmesi sınırlarını aşan ruhsat verme­dir. Daralma ile kastettiği de zorluktur.

Av düştüğünde avcının koşarak gitmesi halinde canlı iken yakalanıp ke­silmesi mümkün ise avcı koşmazsa avı yemek haram olur. Koşarak gidilse bile av canlı iken yetişmek mümkün değilse avı yemek helal olur. Av canlı olduğu sürece avcının onu canlı iken kesmek için normalin üstünde çaba harcaması gerekmez, normal olarak avcıların ava koşması gibi koşar.

31- Ortak bir malı bölüşen iki kişinin birinin payında başkasına ait hak sa­hibi çıksa, örneğin bir köşkün dairelerinden birinin başkasına ait oldu­ğu anlaşılsa yapılan paylaşım geçersiz olur. Çünkü bu işlem mahiyet itibariyle paylaşım olmaktan çıkmıştır. Paylaşım, paydaşlardan her bi­rinin hak sahibi olduğu payın belirli hale getirilerek ayrılmasıdır. Bu meselede ise bu durum gerçekleşmemiştir.

Bu durum ganimetlerin paylaşımında olsa ganimetin çokluğu sebebiyle paylaşımı geçersiz kılmak zor olduğundan paylaşımın geçersiz olduğuna hükmedilmez. Kendi payında hak sahibi çıkana bedel olarak genel masla­hatlara ayrılan pay verilir. Çünkü ordunun sayısı çok olduğundan bu pay­laşımı bozmak zor olur. Ordunun sayısı on kişi gibi az bir rakamdan ibaret olsa paylaşımın iptal edilmesi gerekir. Çünkü bunu tekrar yapmak zor de­ğildir.

32- Bir kimse bir şeye sahip olduktan sonra onunla ilgüenmese ve başka­sına bıraksa, onun üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmış olmaz. An­cak ganimete hak kazanan kişi ganimetteki hakkını terk ettiğinde hak­kı düşer, mülkiyeti geçersiz hale gelir. Çünkü cihadın en büyük amacı Allah Teala'nm sözünü yüceltmektir. Ganimet elde etmek asıl amaç ol­mayıp asıl amaca bağlı olan tali bir husustur. Hak sahibi bundan yüz çevirdiğinde hakkı düşer. Çünkü o kişi cihadı ganimet maksadıyla de­ğil yalnızca dine yardım etmek ve alemlerin Rabbi'nin sözünü yüceltmek için yapmıştır.

33- İnsanın vaktini alarak onun kendi menfaatine çalışmasını ve meşguli­yetlerini yerine getirmesini iptal etmek caiz değildir. Ancak davacı da­valının mahkemeye getirilmesini istediğinde hakimin davalıyı mahke­meye çağırması durumu bundan istisna edilmiştir. Çünkü bunda ge­nel maslahat vardır. Yine eda etmeleri gerekli olan bir şahitlik için mahkemeye çağırılan şahitler için de aynı durum geçerlidir. Şahitsiz yapılamayan nikah gibi akitlere şahitlerin çağırılması da böyledir. Çünkü bu vacip olan haklardan olduğu için Allah'ın haklarından olan ve ancak kişinin boş kalması ile yerine getirilen gaza, Cuma namazı ve hır hak gibi olmuştur.

34- Hiç kimse kendi hakkını karşıdakine vurarak alma yetkisine sahip değildir. Çünkü bu vurmanın bir sınırı yoktur. Ancak köle ve cariye efendilerine hizmet etmek ve hakkını yerine getirmekten uzak durur­lar da öğüt ve konuşmakla davranışlarından vazgeçmezlerse efendi hakkını almak için onlara vurabilir. Koca da hakkını alabilmek için kendisine isyan eden karısını dövebilir. Bu durumların tümünde dövme yaralayıcı olmamalıdır. Bu da vurulan kişinin güçlü ve zayıf olmasına göre değişir. Yalnızca efendi ve kocaların dövmelerine izin verilmiştir, çünkü efendinin kölelerine, kocanın karısına şefkati onla­ra karşı aşırı sert davranmalarına engel olur. Ancak öfke anında ken­disine hakim olamayan kişiye böyle bir yetki verilmez aksi takdirde Allah'ın belirlediği sınırı aşar.

35- Kişi kendisine ait sınırları belirli bir hakkı almaya imkan elde ederse hakkını alır. Örneğin malı gaspedilen kişinin malını gaspedenden, ma­lı çalınan kişinin malını çalandan alması böyledir. Kısas cezası bundan istisna edilmiştir. Bu, ancak devlet başkanı huzurunda yerine getirilir. Çünkü bunu tek başına uygulamak fitneyi tahrik eder. Kişi görülme­yecek şekilde tek başına kaldığında buna engel olunmaması gerekir. Özellikle de suçu isbattan aciz kaldığında.

Kazif haddi de ancak devlet başkanı huzurunda yerine getirilir. Hak sa­hibi bunu tek başına yapamaz. Çünkü vurmanın şiddeti ve acı vermenin be­lirli bir ölçüsü yoktur.

Tazir cezasını uygulamak da hak sahibine bırakılamaz. Ancak devlet baş­kanı belirli bir yerde belirli bir süre hapsetmek gibi sınırları belirli bir cezaya hükmederse hak sahibinin bunu yerine getirmesi caiz olur.

Had ve tazir cezalarını uygulamak suçlunun düşmanı olan kişiye bırakı­lamaz. Çünkü bu durumda vurmanın şiddeti konusunda dinin belirlediği sı­nırın aşılmasından korkulur. Yine cezaları uygulamak suçlunun baba ve oğluna da bırakılamaz. Çünkü onlar dinin belirlediği ölçüden daha hafif vur­makla itham edilirler.

Devlet başkanı hırsızların elini kesmeyi hırsıza bıraksa veya vücudundan bir organ başkası tarafından kesilen kişi kısas yapılacak organı kesme işini suçluya bıraksa iki ihtimal söz konusudur. Birincisi hakkın alınması gerçekleştiğinden bu caizdir. İkincisi caiz değildir. Çünkü hakkın suçlunun dışında bir kişi tarafından alınması onun için daha engelleyici olur. Nitekim ez-Zebâ yüzüğündeki zehiri içtiğinde şöyle demiştir: "Ben kendi elimle ölüyorum. Beni sen öldürmüyorsun ey Amr!".

Bir kimse başkasına zehir içirerek onu öldürse kısas konusunda veli olan kişi de ona aynı zehirden içmesini emretse yukarıda belirtilen iki ihtimal söz konusu olur.

Yukarıda genel veya özel maslahatları celbetme ve genel veya özel mef-sedetleri ortadan kaldırma konusunda genel kaidelere ve kıyasa aykırı olan pek çok örnek verdik.

Şeriatın tümü Yüce Rabbimizin kullara verdiği öğütlerden ibarettir. Onun öğütlerini kabul etmeyenlerin dünya ve ahiretteki kayıpları ne ka­dar büyüktür!

(îbn Nebate el-Mısrî bir beytinde şöyle demiştir):

Senden uzak olanı uzaklığa razı et! Bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir.

însana şeref olarak Mevtasının emir ve yasaklarına itaat etmesi yeter. Gaf­let olarak da nefsinin tutkularını Mevlasına itaat etmeye tercih etmesi yeter. "Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!"[10], "Karşılığında kendilerini sattık­ları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!"[11]

Yüce Allah: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Al­lah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur",[12] buyurduğundan Allah'm hükmünün olduğu yerde mahlukattan hiçbirinin seçim hakkı yoktur.

Taatlerin tümü dünya ve ahirette şereftir. Kişiye sevap verilmese bile yi­ne de bunlar şeref olarak yeter. Kişi bu taatler uğrunda istenmeyen şeylere ve zorluklara tahammül etse bile bunlar taatlerin dünya ve ahiretteki şeref ve yüceliği ile asla ölçülemez.

Kudreti üstün, kelimesi yüce olan Allah'm hüküm verdiği bir konuda hiç kimsenin farklı görüş belirtme hakkı yoktur. Bunu kabul edip kulak verenlere ve O'nun önünde zelil olarak gelenlere müjdeler olsun! Çünkü O'ndan başka ne sığınak ne de dayanak vardır.

Tüm varlıklardan geçerek yalnızca O'na yönelmiş bir halde, tevhid ve imanı kuşanarak O'nun önünde zillet ve boyun eğmeyi izzet bilerek, başka bir amaçla değil yalnızca O'nun rızasını umarak O'na itaat edenlere sonsuz müjdeler olsun!

Size boyun eğmem izzet, size muhtaç olmam zenginliktir. Kalbimin temenni ettiği sizsiniz. Sizden başka neyi isteyebilirim?

Davet edilip de davete icabet eden, kitaba uyan, hesaptan korkan, kötü­lükten vazgeçip tevbe eden, korkarak O'na yönelen, güzel amel işleyen, doğ­ru söz söyleyenler hakkında şöyle Duyurulmuştur: "onlara ne mutlu! Varıla­cak güzel yurt da onlar içindir"[13], "iyi işler yapanlar kendileri için (cennette­ki yerlerini) hazırlamış olurlar".[14]

Ahireti unutan, doğru yola muhalefet eden, doğruluktan uzak duran, kullara zulmeden ve beldelerde bozgunculuk yapanlara yazıklar olsun! "On­lar yalnızca kendilerini helak ederler, ancak bunun farkında değiller"[15]




[1] Buhari, Buyu', 4, 401; Müslim, Buyu', 3, 1172

[2] Bakara, 220

[3] Zelzele, 7,8

[4] Nahl, 90

[5] Tirmizi, birr, 6,157,158

[6] Şûra, 40

[7] Mâide, 45

[8] Buharı, Buyu, 4, 306

[9] Kölenin belirli bir süre içinde Ödeyeceği bir bedel karşılığında hürriyetine kavuşması için yapı­lan anlaşmaya kitabet akdi denir.

[10] Kehf, 50

[11] Bakara, 102

[12] Ahzab,36

[13] Ra'd,29

[14] Rûm, 44

[15] En'am,26